Daha dün birbirinin kuyusunu kazan politik İslamcılarla burjuva ulusalcı-milliyetçi faşistler faşist rejimi kurtarmak için kol kola. Suçları ayan beyan açığa çıkmış işkenceci faşist kontrgerillacı katiller, ordu, polis ve MİT’in en kritik noktalarına yerleştirildi. Faşist kontrgerilla-JİTEM şeflerinden namlı katil Veli Küçük devlet protokolünde en ön sıralarda boy gösteriyor. Onlarca kişinin katili faşist subaylar yargılandıkları mahkemelerde bir bir beraat ettirildi. Bu yetmedi işkence, cinayet, tecavüz, gözaltında kaybetme, köy yakmayla suçlandıkları görevlere ve yerlere yeniden atandı.
Genelkurmay başkanı olduğu yıllarda laikliği ortadan kaldırıyor gerekçesiyle AKP hükümetine tehditler savuran, sözleri ve tavırlarıyla nefret kusan İlker Başbuğ bugünlerde bambaşka konuşuyor. “Ergenekon ve Balyoz gibi davalar Türk devletine ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik büyük bir komploydu. Şunu açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki, bu mücadeleyi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan daha iyi ve daha başarılı başka kimse yapamazdı.” Nefretten hayranlığa bu dönüş yalnızca “terör örgütü yöneticisi” olma iddiasıyla müebbet hapis cezasıyla yargılanan birinin kendisini kurtarana duyduğu minnettarlıkla izah edilemez. Bir zamanlar türbanı yasaklayan, imam hatipleri işlevsiz kılmaya çalışan genelkurmayın bu eski patronu “İmam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerini kapatırsanız, ortaya cemaatler, onların yetiştirdiği adamlar çıkıyor… Özellikle küçük yerlerde, köylerde, kasabalarda halk din adamlarının söylediklerine çok itibar eder. O zaman bunu yetiştireceksiniz. Maalesef 1932 yılında imam hatip okulları kapatılıyor. Belki de Cumhuriyet tarihinde yapılmış en yanlış noktalardan bir tanesi”, diyor bugün. Daha önce “batının muasır medeniyet seviyesine ulaşma”yı dilinden düşürmeyen Başbuğ yakın zamanda bir başka yerdeki konuşmasında neredeyse Erdoğan ağzıyla, “Her şeyin başı milli kültür. Burada da ahlak çok önemli” demeye başladı. Bununla da kalmadı. “Şu anki iktidar seçimle gelmiş hukuka ve anayasaya göre halkın seçtiği bir hükümettir. Bu hükümet bu devleti idare edecek. Başka bir hükümet yok ki. Siz de başka hükümet çıkartamazsınız, realiteleri görmeniz lazım” diyerek hükümete tam desteğini açıkladı, hem de bunun “yüzde yüzlük” bir destek olduğunu belirterek, “Bugünden yarına nasıl çıkacağız buna odaklanalım. Geçmişin tartışmasına girersek otomatikman iç siyasete gireriz. O tartışmayı zamana bırakalım. Onun uygun zamanı değil. Mücadelenin yolu birlikten, bütünlükten gider. Hele böyle terör gibi bir belayla karşı karşıyaysanız” dedi. Geçmişin tartışmasını bir kenara bırakarak Kürt direnişine karşı politik İslamcı hükümetle faşist cephe kuranlara tercümanlık yapıyor Başbuğ. Onun sözleri üzerinde bu kadar durmamızın nedeni bu.
Daha önce AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı Amerikan projesi olarak yaftalayan burjuva ulusalcı faşist Doğu Perinçek de Erdoğan’a ve AKP hükümetine desteğini açıkladı. Esad’la Türkiye arasında arabuluculuğa soyunan Perinçek politik İslamcı faşist gazete Yeni Akit’e Erdoğan ve AKP hükümetini yağlayan açıklamalar yaptı.
MHP’nin Kürt direniş hareketini vahşice ezme hamlesinde hükümete tam destek verdiği herkesin malumu. CHP’nin içinden kimi aykırı sesler çıksa da o da söz konusu Kürtleri ezmek olunca iktidara desteğini sunmakta geri kalmıyor. HDP’yi meclisten tasfiyeyi amaçlayan milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasında CHP’nin desteği belirleyici oldu. Başlangıçta hayır oyu vereceklerini açıklayan parti yönetimi genelkurmayla yapılan görüşmenin ardından kabul oyu verdi.
Rejim Krizi Aşılamıyor, Derinleşiyor
Bu politik islamcı-burjuva milliyetçisi/ulusalcısı faşist cephe ( PİMUF/C) korkunun ve çaresizliğin ürünüdür. Kürtleri bastıramıyorlar, Alevileri susturamıyorlar, devrimcileri ezemiyorlar. Ne yapsalar etseler rejim krizini aşamıyorlar.
Aşamayacaklar da. Çünkü rejim krizinin başlıca nedeni hangi yönteme başvurulursa vurulsun bastırılamayan Kürt ulusal özgürlük savaşıdır. Rejim krizinin ikinci unsuru Alevilerin inanç özgürlüğü mücadelesidir. Rejim krizinin üçüncü unsuru devrimcilerin faşizme karşı direnişlerinin ezilememesidir.
Kuşkusuz rejimin üzerinde yükseldiği temeller bakımından da hareketin çapı ve etki düzeyi bakımından da belirleyici unsur Kürt özgürlük savaşıdır. Kürt özgürlük mücadelesini ezmeye dönük tüm girişimler boşa çıktı. Ne “ezerek çözme” ne de “görüşerek teslim alma” siyaseti başarılı oldu.
Meselenin gelip kilitlendiği nokta Kürtlerin ulusal statüsünün kabul edilip edilmemesidir. Görüşme süreçlerinin başlamasının da bitirilmesinin de arkasında bu yatıyor. Faşist devlet pek çok konuda geri adım atmaya razı, bir tek koşulla: Kürt Özgürlük Hareketi ulusal statü talebinden vazgeçerse. PKK pek çok konuda geri adım atmaya hazır, bir tek koşulla: burjuva Türk devleti Kürtlerin ulusal statüsünü talep ederse. Demokratik özerklik ilan eden kentlerin yerle bir edilmesi, yüzlerce insanın, savaşçının yakılarak ya da diri diri toprağa gömülmesinin de, daha önce Oslo, İmralı ve Kandil görüşmelerinin nedeni de budur. Burjuva Türk devletinin esneyemeyeceği konu Kürtlere ulusal statünün tanınmasıdır. Çünkü bunun tanınması, bugünkü burjuva Türk devletinin kendini inkâr etmesi anlamına gelir. En geri düzeyde bile olsa Kürtlere ulusal statünün tanınması Türk ulusal egemenlik tekelinin yıkılması ve sömürgecilik zincirinin parçalanmaya başlaması demektir. Bundan dolayıdır ki faşist Erdoğan “tek millet tek dil” teranesinden vazgeçmiyor. Politik İslamcısından milliyetçi ve ulusalcısına kadar bütün faşistleri birleştiren budur. Kürtlere ulusal statü tanımak TC’nin varoluşsal zeminini dinamitlemek demektir. Bundan dolayıdır ki faşist rejim krizi dönemsel değil varoluşsal bir niteliktedir. Rejim krizi TC’nin varoluşsal krizi halini almıştır.
TC’nin Varoluşsal Krizi
TC Kürtlerin ulusal varlık hakkının inkârı temeli üzerine inşa edildi. Kürtlerin ulusal varlık hakkını tanımak o temeli çekip almak olur. Kürtler en başından itibaren inkâr ve asimilasyona razı olmadı, isyanlara girişti. Türk burjuva egemenleri de her seferinde “taş üstünde taş baş üstünde baş bırakma”dı. Kürtlere soykırım uyguladı. Yetmedi binlercesini sürgüne gönderdi. O da olmadı Balkan ve Kafkas göçmenlerini Kürdistan’a yerleştirerek asimilasyona yeni bir boyut ekledi. Kürtlerin dilini, giyimini, kültürünü yasakladı. Yoksul Kürt köylüsü işçileşerek bilinçlenmesin diye Kürdistan’a hammadde yağması dışında doğru dürüst sanayi yatırımı yapmadı. Kürtler dışarı açılmasın, Kürtler arasında toplumsal ilişkiler gelişmesin diye Kürdistan’a demir ve karayolu inşa etmedi. Yapılanlar da esasen askeri amaçlara yönelikti. Kürdistan’a uluslararası bir havaalanı bile çok görüldü. Asimilasyon amacıyla ilkokul eğitimi yaygınlaştırılsa da ortaöğrenimin en geri seviyede tutulmasına özen gösterildi. Kürt gençleri bilinçlenmesin diye Kürdistan’da üniversite açılmadı. Erzurum ve Elazığ gibi asimilasyon kentleri oluşturuldu.
İttihat Terraki ve onun Cumhuriyeti kuran ardılları “Anadolu Türk Yurdu” stratejisini esas aldılar. İttihatçılar “Bir vatanda iki millet olmaz” diyerek Ermenileri soykırımdan geçirdikten sonra cumhuriyeti kuran ardılları geriye kalan ulusları Türkleştirmeye girişti. Ne ki Kürtler bakımından proje suya düştü, strateji çöktü. Kürtler asimile edilemedi, devletin tarifiyle 30 kez isyana kalkıştı. 29’u geleneksel “ez-çöz” politikasıyla bastırıldı. 30’uncusu otuz yıldır bastırılamıyor. Krizi bu denli içinden çıkılmaz yapan da bu.
Cumhuriyetin düşman kabul ettiği ikinci unsur Alevilerdi.
Türk ulusu inşa sürecinde başarılması gereken stratejinin ikinci ayağı Aleviliğin asimile edilerek inançsal varlıklarının ortadan kaldırılmasıydı. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasında ana hedeflerin başında bu geliyordu. Osmanlılar döneminde bilhassa Kürt Aleviler Müslüman sayılmıyordu. Cumhuriyet onları inançsal varlıklarına yabancılaştırılarak Müslümanlığın bir unsuru haline getirmeyi hedefledi. Daha sonraki süreçte, Diyanet İşleri Başkanlığı, zorunlu din dersleri eliyle asimilasyon derinleştirildi.
Bütün asimilasyon çabalarına rağmen Alevilerin inançsal varlığı ortadan kaldırılamadı. Akacak kanal ortaya çıktığı anda Aleviler politik özgürlük elde etmek hedefiyle rejime muhalefet edenlerin yanında yer aldı. İster 1970’lerin devrimci yükseliş döneminde isterse Kürt özgürlük mücadelesinin büyüdüğü son 30 yılda Aleviler isyanın parçası oldu.
Devletin her seferinde en büyük korkusu Kürtlerle Alevilerin birleşmesiydi. 1980 öncesi Maraş, Sivas, Çorum, Malatya alevi katliamları devrimcilerin önderliğindeki bu tip birleşmeyi sabote etmeye dönüktü. 1980 sonrasında ise 1993 Sivas ve 1995 Gazi katliamları bu amaca yönelik faşist devlet provokasyonlarıydı.
Alevilerin pozisyonu da devletin pozisyonu da ‘80 öncesine göre değişmişti. ‘80 öncesinde Aleviler inançsal taleplerini henüz açık seçik formüle etmemişlerdi. ‘90’larda ise politik taleplerle ortaya çıktılar. Faşist devlet de Alevileri yok saymak yerine onları devletin Alevisi yapmaya girişti.
Cumhuriyetin düşman saydığı üçüncü unsur politik İslamcılardı. Bir devlet sahibi olmak burjuvazi için yeterli değildir, o devlet sınırları içinde sömürmek için kolayca yönetebileceği bir ulusa da ihtiyacı vardır. Oysa Türk ulusçuluğu küçük bir aydın zümrenin dışında Türk halkının ilgi alanında değildi. Türk halkı kendini daha çok dinsel kimlikle tanımlıyordu. Klasik içerikteki burjuva laiklik Türk burjuvazisinin işine gelmezdi. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin farklı inançlar karşısında tarafsızlığı, Dinin bireysel inanç özgürlüğü kapsamında kalması Türk ulusu inşa projesine hizmet etmezdi. Türklerin kendini öncelikle Müslüman değil Türk olarak tanımlaması gerekirdi. Bu da ancak dinin devlet kontrolünde kalması, bir devlet aparatı olarak kullanılması ile mümkündü. Daha 1924’de çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ‘Yüksek din adamlarını yetiştirmek üzere İlahiyat Fakültesi, imam ve hatip yetiştirmek içinse mektepler” açılması kararlaştırıldı. Daha sonra 1930’larda öğrenci yetersizliği nedeniyle kapatılsa da 1940’ların sonunda yeniden açıldı. Hem M. Kemal hem de İnönü ilahiyat fakülteleri ve imama hatip liselerinin mimarıdır.
Sonraki yıllarda komünizmle mücadele amacıyla politik islamın devlet kontrolünde gelişmesine izin verildi. ‘80 askeri faşist darbesinden sonra ise Türk İslam sentezi devletin faşist resmi ideolojisi yapıldı. Ne ki politik islamın devlet kontrolü dışına çıkarak devlet yönetmeye aday olması onun yeniden düşman kategorisine alınmasına neden oldu.
12 Eylül darbesinden sonra solun ezilmesi ve Sovyet bloğunun çökmesi ile sosyalizmim dünya çapında yaşadığı gerileme politik İslam için uygun gelişme koşulları yarattı. Faşist rejim krizinin ağırlaşması ve emperyalist küreselleşme saldırılarının sonucu olarak şehirlerin varoşlarında biriken yoksulların çare arayışı politik İslamcı partiyi burjuva partilerin ilk sırasına taşıdı. Politik İslamcı partilerin kapatılmasının yarattığı tepki de bir ölçüde buna etki etti.
Üç Parti Üç Program
1923-1938 dönemini TC’nin politik ve ideolojik kuruluş süreci olarak tanımlarsak 1990’larda TC’nin artık eski ideolojik ve politik temeli çökmüştü. Kemalizm yönetici ve birleştirici burjuva ideolojisi vasfını yitirmişti. 1960 darbesinden bu yana statü kazanan ordunun devlet yönetme ayrıcalığına dayalı politik sistemle daha fazla ilerlenemezdi. Kürtlerin, Alevilerin, ve onlara öncülük eden devrimci antifaşistlerin aşağıdan direnci ile politik İslamcıların aşağıdan ve kenarlardan (parlamentodaki varlıkları, devlet kadroları içindeki taraftarları, dayandıkları burjuva kesimler vb. eliyle) basıncı rejimi sarsıyordu.
Diğer yandan emperyalist küreselleşme süreci Türkiye kapitalizminin ve emperyalizmle ilişkilerinin yenilenmesini ve burjuva devletin bu ekonomik temele uygun olarak yeniden yapılandırılmasını koşulluyordu. Yeni sömürge Türkiye mali ekonomik sömürgeye dönüştürülmeliydi. Emperyalist tekellerin ve Türkiye sermaye oligarşisinin çıkarları bunu gerektiriyordu. Mevcut ekonomik yapı ve ordunun ipleri sıkıca elinde tuttuğu aşırı merkezi devlet sistemi bir engeldi artık ve aşılmalıydı.
Bu koşullar içinde başlıca üç partinin üç programı şekilleniyordu.
Birincisi merkezinde ordu ve kontrgerillanın durduğu faşist statükocu partiydi. Bunlar devlet yönetme ayrıcalıklarını sürdürme, Kürtleri ezme, Alevileri susturma, politik İslamcıları devletten uzak tutma ve toplumsal ilişkilerde islamcılaşmayı durdurmayı program edinmişlerdi.
İkincisi burjuva değişim partisiydi. Sermaye oligarşisi, burjuva liberaller, AB’ciler bu partinin başlıca oluşturucu güçleriydi. Birinci cumhuriyetin bittiği ve Kürtleri, Alevileri, politik İslamcıları kapsayan, ordunun devlet yönetme ayrıcalığına son verildiği ve parlamentonun başlıca yönetim aygıtı olduğu bir politik sistemi program edinmişlerdi. Kürt sorununda “ez-çöz”le ilerlenemeyeceğini, Aleviliğin inkârına karşı olduklarını belirtiyorlardı. Rejim krizinin ancak bu yoldan aşılabileceğini ileri sürüyorlardı. Ne var ki onların değişim programı sınırlıydı. Kürtlerin bireysel haklarını tanımaya hazırdılar ama kolektif yani ulusal varlıklarını tanımaya yanaşmıyorlardı. Keza Aleviler için de durum aynıydı. Alevilerin temel talepleri olan Diyanet İşleri’nin kapatılması, cemevlerine ibadet yeri olarak kabul edilmesi gibi taleplerden uzak duruyorlardı.
Birinci parti henüz devlete egemendi. Altı önemli ölçüde boştu.
İkincisi ise önemli bir toplumsal desteğe sahipti ve ideolojik olarak egemendi. Kopenhag kriterlerinin kabulü ve AB’ye girişle birlikte temel sorunların çözüleceğine toplumun büyük bölümü inandırılmıştı. Öyle ki Kürt özgürlük hareketi içindeki kimi unsurlar ve kendilerini sosyalist olarak tanımlayan pek çok çevre bu rüzgâra kapılmıştı.
Üçüncüsü devrim partisiydi. Burjuva değişim programıyla rejim krizinin aşılamayacağını, çünkü sorunun konjonktürel değil yapısal olduğunu; Kürtlere ve Alevilere statü tanınması ve politik özgürlüğün kazanılmasıyla ancak gerçek bir çözümün bulunabileceğini; bunun da TC’yi yenileyerek değil onu yıkarak halkların cumhuriyetler birliğini kurarak başarılabileceğini ileri sürüyorlardı.
Tam da bu aynı ekonomik-politik koşullar politik İslamcı partiyi değişime zorluyordu. Politik islam daha çok küçük ve orta burjuvazinin bir bölümünün temsilcisiydi. Fakat koşullar değişmişti. Eski biçim kapalı, iç pazara dayalı ekonomik yapı savunusu palazlanan orta burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmiyordu artık. Bu kesimler sermaye oligarşisi ve emperyalist tekellerle uzlaşı politikası izlemekten yanaydı. T. Erdoğan ve ekibi tam da bunların politik temsilcisi olarak ortaya çıktı. Bu çevrenin sermaye oligarşisi ve emperyalist devletlerce kabul görmesinin nedeni budur.
Sermaye oligarşisi ve emperyalistler 2002 seçimlerinde AKP’nin birinci parti çıkması ile Türkiye’nin emperyalist küreselleşmeye iktisadi ve politik olarak entegrasyonunun hızlandırılmasında dayanacakları temel aktörü de bulmuş oldular.
Üç Partiden İki Partiye
Öcalan’ın esir alınmasından ve 19 Aralık hapishane katliamından sonra asıl çarpışma statüko ve değişim partisi arasında yaşanacakmış gibi görünüyordu. Bu geçici bir durumdu. Sermaye oligarşisi ve emperyalistlerin desteğinden yoksun, toplumsal tabanı daralmış olan ordunun kaybedeceği açıktı. Diğer yandan burjuva değişim programı temel problemlere çözüm getirme gücünden yoksun olduğu için eninde sonunda akamete uğrayacaktı.
Nitekim tam da böyle oldu. Ergenekon, Balyoz ve Casusluluk davalarıyla ordu tam da istenilen noktaya geriletildi. Politik İslamcıların en kritik talepleri olan türban yasağının devlet kurumları, meclis de dâhil kaldırılması, imam hatiplerin yaygınlaştırılması, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’ın egemenliği paylaşım araçları olmaktan çıkarılması gerçekleşti. Böylece ordu partisi ve onun statükoyu koruma programı devreden çıkmış oldu. Artık iki parti vardı: burjuva değişim ve devrim partisi.
AKP 2002’de hükümet kurmuştu ama henüz iktidar olamamıştı. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri ve ardından 2011 referandumundan sonra iktidara yürüyebildi. Böylece cumhuriyeti krize sokan sorunlardan bir ortadan kalkmıştı. Ama TC’yi krize sokan asıl iki öğe yerli yerinde duruyordu.
AKP sermaye oligarşisinin ve emperyalistlerin burjuva değişim programını uyguladı. İktisadi ve politik sistemi burjuva liberal yönde pek çok değişikliğe uğrattı. Kürt ve Alevi açılımlarıyla rejim krizini burjuva değişim programıyla aşmaya girişti. Ne ki bu sınırlı bir değişim programıydı. Kürtlere ulusal Alevilere inançsal statü tanımadan onlara bireysel kimi haklar vererek onları sisteme entegre etmeye çalıştı. Bilhassa Kürt Özgürlük Hareketini bu entegrasyona razı etmek için bazen görüşmeler bazen de savaşla ezme yolundan gitti.
AKP iktidardı ama bu iktidarı kullanmada yalnız değildi. Parlamento ve hükümet AKP’nin elindeydi, devlet içinde kadrolara ise Gülenciler hâkimdi. Gülenciler Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda başrolü oynamıştı. Yargı ve polis onların denetimindeydi. Dünün MGK’sı ve kontrgerillası yerine kendileri bir çeşit iç devlet oluşturmuştu. Ellerine geçirdikleri güçle Kürt Özgürlük Hareketine, Komünistlere ve antifaşist örgüt, kurum ve kişilere yönelik komplolar tezgâhladılar. Kuşkusuz CIA’nin desteği olmasaydı özellikle orduya yönelik tasfiye hareketi böyle kolay gerçekleşmezdi. Bu süreçte Gülen’le Erdoğan arasında bir anlaşmazlık yoktu.
Gülencilerin Erdoğan’ın sırtını dayadığı MİT’i de ele geçirmek için harekete geçmesi ile ipler koptu. Gülenciler 17-27 Aralık yolsuzluk davalarıyla hükümeti düşürmeye yeltenince devlet içi bir çeşit iç savaş patladı. Bu savaştan Erdoğan orduyla uzlaşarak çıkabildi.
Ortadoğu Ve Kürdistan’da Yeni Koşullar
Bu meselenin yalnızca bir bölümüdür ya da görünen yüzeyi. Arka yüzeyde Arap devrimleri ve Suriye’de patlayan ayaklanmanın emperyalistlerin müdahalesiyle iç savaşa dönüşmesiyle ortaya çıkan yeni koşullar oluşmuştu. Türk burjuva devleti durumdan faydalanmak istedi. Bölgesel lider olma hevesine kapıldı. 1. Paylaşım savaşında kaybettiği Musul ve Kerkük petrollerine yeniden kavuşmanın hesaplarını yaptı. IŞİD, El Nusra gibi politik İslamcıları besleyerek paylaşım masasındaki elini güçlendirmeye çalıştı. Suriye, Güney Kürdistan ve Irak’ın Suni bölgesini bir çeşit alt sömürge olarak tasavvur etti. PKK’yle başlayan görüşmeleri de bu stratejisini görece rahat koşullarda uygulamak için uygun fırsat olarak kullandı.
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Kürdistan’ın Suriye sınırları içindeki bölümü emperyalist müdahalenin tarafı olmayarak üçüncü bir çizgi geliştirdi. Buradaki Kürt özgürlük güçleri Suriye rejiminin zayıflamasını fırsat bilerek bulunduğu alanlarda iktidarı ele geçirdi. Rojava devrimi böyle doğdu. Politik iktidarın ele geçirilmesinden çok öte toplumsal yaşamda köklü değişiklikler yapmaya koyulan bir devrim ve ilerleyen bir devrimci süreçti bu. İlan ettiği anayasayla Ortadoğu cangılındaki ulusal ve mezhepsel düşmanlaşmanın nasıl ortadan kaldırılabileceğini ortaya koydu. Kadınların toplumsal ve siyasal alandaki yerlerinde devrimci değişimler yarattı. Komünal/konseysel halk iktidarı seçeneğini ete kemiğe büründürdü.
Burjuva Türk devleti bu durumu şaşkınlıkla karşıladı. Yine de başlangıçta çok önemsemedi. El Nusra ve IŞİD çeteleri aracılığıyla devrimi boğabileceğim sandı. Kapıları açarak o bölgenin boşalmasını sağladı. Ne ki Kobanê direnişi burjuva faşist Türk devletinin planlarını alt üst etti. Direnişin zaferle sonuçlanmasından sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Rojava devrimi kalıcılaşma yolunda çok büyük bir adım atmıştı. Komünistlerin ve enternasyonal savaşçıların devrime katılmaları duruma yeni bir nitelik katmıştı. Emperyalistler Rojava devrimcilerini hesaba katmak zorunda kalmıştı.
Burjuva Türk devletinin sömürgeci, yayılmacı, IŞİD yanlısı ve Kürt düşmanı politikası Bakûr Kurdistan’da da Kürt halkı arasında infiale yol açmış 6-8 Ekim ayaklanmasının patlamasına neden olmuştu.
Sömürgeci faşist devlet Suriye’de olduğu gibi Kuzey Kürdistan’da kontrolü kaybetmişti.
Bu koşullar altında AKP hükümeti ve T. Erdoğan MGK’yı etkin biçimde devreye soktu. Birlikte “çöktürme planı” hazırladılar. Bu arada İmralı ve Kandil’le görüşmeler devam ediyordu. Devlet hazırlıklarını bitirene kadar “görüşmelerle oyalama” siyaseti izledi. Buradan daha en başından beri görüşmelerin oyalamaya dönük olduğu anlamı çıkmaz. PKK ulusal statüden vazgeçerek bireysel haklarla yetinseydi pekâlâ “barış” sağlanabilirdi. Sömürgeci devlet masaya bu amaçla oturdu. Ne ki PKK’ye bunu kabul ettirmek mümkün olmadı. Rojava devriminden sonra Kürt Özgürlük Hareketi stratejik derinlik kazanmıştı. Sömürgeci devlet Rojava’yı işgal, Bakûr’u çöktürmeyi bir beka stratejisi olarak benimsedi. Birincisini başaramayınca ikincisine çok daha büyük bir hırsla yüklendi.
Gezi Ayaklanması Ve HDP’nin 7 Haziran Seçim Zaferi
Gezi-Haziran ayaklanması Türkiye tarihinin en büyük kitle hareketi olarak tarihe geçti. Milyonlarca insan çevrenin yağmalanmasına, faşist baskılara ve gündelik hayatın islamizasyonuna isyan etti. Faşist devlet terörüne karşı militan kitle direnişi Türkiye sathına yayıldı. Devrimciler ayaklanmaya katılarak etkilemeye çalışsalar da daha ileriye taşıyamadılar. Bu onlar için de büyük sürprizdi ve böyle büyük sürprize hazırlıksız yakalanmışlardı. KÖH ise durumu anlamakta gecikti. Görüşme sürecinin rehaveti ve bu sürecin Kürt kitlelerinde yarattığı yanılgılı beklenti tarihi bir fırsatın kaçırılmasına neden oldu. Kürdistan ve Türkiye devriminin tabandan birliği için ilk kez bu kadar elverişli koşullar oluşmuştu.
Hareket giderek sönümlense de yarattığı bilinç, özgüven ve umut yaşamaya devam etti. 2014 cumhurbaşkanlığı ve 2015 parlamento seçimlerinde HDP’nin aldığı sonuçlar bunun somut kanıtıydı. Devlet her türden kirli karanlık yöntemi kullanarak HDP’yi baraj altında tutmaya çalıştı. Mitingler bombalandı, parti binaları basıldı, kitlesel tutuklamalara girişildi. Yine de başarılamadı. HDP beklentilerin üstünde oy almıştı. Belli ki Gezi kitlesi önemli oranda HDP’ye kanalize olmaktaydı.
2015 Haziran seçim sonuçları devleti panikletti. Yüzde 13 ve 80 milletvekili devletin yasama organına Kürt ulusal özgürlükçülerin bir baskını olarak algılandı. Bunun önü mutlaka alınmalıydı. Yüzde 13’ün yüzde 20’ye ve daha yukarılara çıkması pekâlâ mümkündü. Burası Yunanistan değildi. SYRIZA’nın yüzde 30’ların üstüne çıkması en fazla hükümet değişikliğine yol açardı. Oysa Türkiye’de HDP’nin böyle bir başarıyı yakalaması Türk ulusal egemenliğine dayalı sistemin dağılması demekti. Sonrası bir yana yüzde 13 bile devleti titretmeye yetti. Bu seçim sonuçlarını kabul ederek “çöktürme planı” uygulanamazdı. Ne yapılıp edilip halktaki umut ve güven kırılmalıydı. Mevcut parlamentoyu işleterek bu başarılamazdı. Saray darbesi böyle gerçekleşti. Suruç ve Ankara kitle katliamları, Kürdistan kentlerinin yerle bir edilmesi, yüzlerce kişinin bodrumlarda yakılması, çocuk ve kadınların hedef gözetilerek katledilmesi, cenazelerin günlerce sokakta bekletilmesi, toplu tutuklamalar peşi sıra geldi. 1 Kasım seçimlerine bu şartlar altında gidildi.
Devrimci Durum
Faşist diktatör Erdoğan kontrolü yeniden sağlamış görünüyordu. AKP yeniden yüzde elliye yakın oy oranına ulaşmıştı. Ne ki yoğun faşist teröre rağmen HDP barajı geçmeyi başarmıştı. AKP anayasayı değiştirmeye yetecek çoğunluğa ulaşamamıştı. 7 Haziran’da HDP’ye gelenlerin bir kısmı geri çekilse de bir bölümü korkuya teslim olmamıştı. Bu HDP’nin kalıcılaşması demekti. HDP yalnızca Kürdistan’ın değil Türkiye’deki ezilenlerin halkçı demokratik cephesi olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı. Onun önceki seçim başarılarının dönemsel olmadığı ortadaydı.
Bu Kürdistan’dan çok batı için önemliydi. Kürdistan’da yıllara yayılan bir devrimci durum vardı. Batı’da ise Gezi-Haziran ayaklanması devrimci durumun işaretiydi. Ardı sıra gelişmeler bu devrimci durumun varlığını ortaya koymuştu. Lenin devrimci durumu şöyle tarif ediyor:
Egemen sınıflar için egemenliklerini değişmez bir biçim altında sürdürme olanaksızlığı; ‘doruk’ bunalımı, egemen sınıf siyasasında ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin kendine yol açacağı bir çatlak oluşturan bir bunalım. Devrimin patlaması için genellikle “taban”ın eskisi gibi yaşamayı “istememesi” yetmez, ama “doruğun artık bunu yapamaması” da gerekir.
Ezilen sınıfların yoksulluk ve sıkıntısının her zamankinden çok kötüleşmesi “barışçıl” dönemlerde kendini ses çıkarmadan soyduran, ama çalkantılı dönemde genel olarak bunalım tarafından olduğu denli, “doruk”un kendisi tarafından da bağımsız bir tarihsel eyleme doğru itilen yığınların etkinliğinde yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı görülen artış.
Elbette Lenin’in bu tarifi bir şablon olarak ele alınamaz, bu bir genel çerçeve, bir soyutlamadır. Örneğin ikinci maddedeki ‘yoksulluk ve sıkıntı’ gibi ekonomik nedenler değil de salt politik nedenler de ezilen sınıfları harekete geçirebilir. Ulusal baskı ya da faşizme karşı mücadele de bu tür bir hareketin oluşturucu nedeni olabilir. Nitekim Kürdistan söz konusu olduğunda yoksullaşmanın değil sömürgeci boyunduruğun devrimci durumun oluşmasında belirleyici olduğu ortada. Gezi ayaklanmasında da politik İslamcı faşist hükümetin artan baskısına gösterilen tepki belirleyiciydi. Kürdistan ve Türkiye devriminin ana sorunu faşizmin ve sömürgeciliğin tasfiye edilerek politik özgürlüğün kazanılmasıdır. Ezilen sınıfların yoksulluk ve sıkıntısının her zamankinden fazla kötüleşmesi bununla çakışmaktadır.
Sebepler farklı olsa da;
Yönetenlerin eskisi gibi yönete- memesi ve kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istememesi devrimci durumun başlıca iki koşuludur. Ama bunlar kendi başına devrimci durumu oluşturmaz, bir üçüncü koşulun ortaya çıkması gerekir. Eskisi gibi yönetilmek istemeyen kitleler bunu az çok istikrarlı bir eylem çizgisi ile ortaya koymalıdır. Kitle hareketinin bu kendiliğinden patlamalarla kendini göstermesi nesnel bir durumdur.
“Yalnızca şu ya da bu grup ve partinin değil ama şu ya da bu sınıfın iradesinden de bağımsız bu nesnel değişiklikler olmadıkça, devrim, genel olarak olanaksızdır. Devrimci bir durumu işte bu nesnel değişikliklerin tümü oluşturur.” (Lenin)
Başka zamanlarda çok fazla etkili olmayan bir sorun ve eylem devrimci durum koşullarında hızla yangına neden olan bir kıvılcıma dönüşebilir. Gezi-Haziran ayaklanmasından sonraki olaylar kitle hareketinin inişli çıkışlı da olsa bu doğrultuda ilerlediğini gösterdi. Berkin Elvan uğurlaması, Soma’daki madenci katliamı protestoları, Özgecan kadın isyanı, 6-8 Ekim Kobane serhıldanı, ve son olarak liselilerin yaygınlaşan eylemleri bu doğrultuda öne çıkan başlıca örneklerdendir.
Batı’daki antifaşist kitle hareketinin temel problemi kitle hareketini belirli bir strateji ve program doğrultusunda yönlendirecek güçte bir önderliğin henüz ortaya çıkmamasıdır. Böyle olduğu içindir ki kitle eylemleri ya da ayaklanmalar belirli bir hedefe yönelmeden sönüp gitmektedir. Bu önderlik ortaya çıkarılmadığı koşullarda devrimci durum devrimci bir yükselişe evrilmeden sönüp gidecektir. Devrimci durum nesnellikse devrimci yükseliş bu nesnel koşullara öznel müdahaleyi gerektirir.
“Devrim her devrimci durumdan değil, ama yalnız yukarıda sayılan nesnel değişikliklere öznel bir değişikliğin, yani: devrimci sınıfa ilişkin olarak, hatta bunalımlar çağında bile, eğer “düşürülmezse” hiçbir zaman “düşmeyecek” olan eski hükümeti tamamen (ya da kısmen) yıkacak denli güçlü yığınsal devrimci eylemler yürütme yeteneğinin de gelip eklendiği durumdan doğar.” (Lenin)
Öznel Değişiklik
Eğer bir devrimci durum varsa bu, nesnel koşulların değiştiğini yeni bir “durum”un ortaya çıktığını gösterir. Bu yeni “durum”un karakteristik özellikleri nedir?
Sömürgeci faşist rejim krizinin aşılamaması, burjuvazinin büyük umutlarla yaydığı “değişim” programının iflas etmesi, politik İslamcı iktidarla ordunun sömürgeci faşist terörü doruğuna çıkarması.
Rejimin Ortadoğu politikasının çökmesi, emperyalistler Erdoğan ve AKP hükümeti arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi.
Rojava devriminin kalıcılaşma koşullarının artması, Bakûr’un sömürgeci faşist devlet terörüne karşı muazzam direnmesi, Başur’da Barzani’nin etkinliğinin daralması ve Goran ile YNK’nın ittifak yaparak PKK ile yakınlaşması.
Batı’da tüm burjuva partilerin Kürtlere düşmanlıkta ve HDP’yi tasfiyede AKP’yle birleşmeleri, ama aynı zamanda bütün burjuva partilerin iç bölünme yaşaması, HDP’nin ezilen sınıfların, halkların ve mezheplerin taleplerini savunan yegâne muhalefet partisi olarak kalması.
Dün burjuva değişim programının liberal sözcüleri olan kimi akademisyen ve yazarın bugün faşizme karşı mücadele saflarına kayması. Dün burjuva milliyetçilerin politik İslamcılara karşı başlıca ideolojik aparatlarından biri olan ‘laiklik’in güvencesi olarak görülen ordunun politik İslamcı iktidarla ittifakı. Liselilerin eylemlerinde görüldüğü gibi “laiklik” savunusunun inanç özgürlüğü temelinde devrimci demokratik mücadeleye kanalize edilmesi olanağının ortaya çıkması.
Kaynağını bulduğu anda dahi sıradan bir olayın sert çarpışmalara yol açması, tüm baskı ve sindirme politikasına rağmen korkunun ve umutsuzluğun antifaşist saflarda egemen kılınamaması. Antifaşist aydınların cesurca direnmesi.
Burjuva meclisin fiilen saf dışı bırakılması saray merkezli içinde generallerin de olduğu cuntanın yönetimi kendinde merkezileştirmesi.
Bu nesnel durum değişikliğine öncü ancak kendi “durum”unu değiştirerek yanıt verirse öncülük rolünü oynamış olur. Kendi durumunda değişiklik yapmadan, yeni duruma müdahale edilemez, en iyi ihtimalle “durum”un parçası olunur.
Lenin, “Bu (devrimci -bn) durum varlığını daha uzun zaman sürdürecek mi ve ne ölçüde ağırlaşacak? Devrime yol açacak mı?” diye sorar ve ekler: “Bunu bilemiyoruz ve kimse de bilemez. Bunu yalnız devrimci durumun gelişme ve ileri sınıfın, proletaryanın devrimci eyleme geçme deneyi gösterecek. Bu konuda ne genel olarak ‘boş umutlar’ söz konusu edilebilir, ne de bu umutların kırılışı; çünkü hiçbir sosyalist, hiçbir zaman ve hiçbir yerde, devrimin (gelecekteki değil de) bu savaş tarafından (yarınki devrimci durum değil de) güncel devrimci durum tarafından yaratılacağı güvencesini vermemiştir. Burada bütün sosyalistlerin en söz götürmez ve en özsel görevi söz konusu: yığınlara devrimci bir durumun varlığını gösterme, bu durumun genişlik ve derinliğini açıklama, proletaryanın devrimci bilinç ve enerjisini uyandırma, devrimci eyleme geçmesine yardımcı olma ve bu yönde çalışmak için devrimci duruma uygun örgütler kurma görevi.”
Devrimci Duruma Uygun Örgütler Kurma Görevi ve HBDH
Faşist diktatörlüğün nesnel devrimci duruma öznel yanıtı parlamentonun bir kenara bırakılarak iktidarı saray cuntasında merkezileştirmektir. Bu durumun başkanlık sitemi adı altında yasallaştırılma çabası sadece Erdoğan’ın kişisel hırslarıyla izah edilemez. Bu faşist egemenlerin rejim krizini aşma ve devrimci durumu bertaraf etme girişimlerinden biridir.
Bir zamanlar Erdoğan’ı cumhurbaşkanı seçtirmemek için darbe sopası sallayan generallerden İlker Başbuğ’un bugün, “Olaya genel olarak baktığınız zaman, başkanlık sistemi antidemokratik bir sistem midir? Hayır. O da demokratik sistemlerden bir tanesidir. Tartışılabilir mi? Evet tartışılabilir. Artısı veya eksisi var mıdır? Tartışmalar sonucu ortaya çıkar” demesi yeterince açıktır.
Generallerin politik İslamcılarla kol kola girmesinin nedeni sömürgeci faşist diktatörlüğün tam bir çıkmaza saplanmasıdır. Her bakımdan zor durumdalar. İ. Başbuğ bu çıkmazı şöyle tarif ediyor:
“Benim değerlendirmeme göre toplumsal olarak zor bir dönemden geçiyoruz, o bir gerçek yani. Türkiye Cumhuriyeti olarak, tarihsel olarak Cumhuriyetin en karmaşık hatta toplumun bölünmüşlüğü açısından gerçekten çok ciddi, her konuda nerdeyse bölünme içinde olduğu bir an içindeyiz. Dolayısıyla bu süreçten nasıl çıkacağız önemli bir konu... Bugün Türkiye’de esas sorun da kültürel bölünmüşlük. Yaşam tarzları farklı. Türkiye’nin bir kısmının yaşama bakışı, yaşayışı farklı, öbür taraf çok farklı. Hâlbuki bir sentezin olması lazım yani bütünleşmesi gerekiyor. Bunu bütünleştirmek için iki tarafa da görev düşüyor. Ben onu yapmaya çalışıyorum.”
Özetle, bu bir cumhuriyet krizidir, politik İslamcısı, milliyetçisi, ulusalcısı bütün faşistler birleşelim diyor ve “laikler”e politik islamcılarla kucaklaşma çağrısı yapıyor.
HBDH de devrimcilerin nesnel devrimci duruma verdiği öznel bir yanıttır.
Tam da Lenin’in deyişiyle devrimci duruma uygun örgütler kurma adımıdır. Tüm faşistler bir yerde toplanırken bütün ilericilerin ayrı ayrı durması faşistlerin işini kolaylaştırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. HDK/HDP demokratik halkçı cephe, HBDH’de birleşik devrim hareketidir.
Her ikisinin başarısı devrimin başarısı olacaktır. Devrimci durumun devrimle sonuçlandırılması tam da bu her iki cephenin rollerini hakkıyla oynamasına bağlıdır.
Faşizmi Yeneceğiz
Bütün afra tafralarına, yüksek perdeden nutuk atmalarına bakmayın, faşistleri devrim korkusu sarmış durumda. Şehirleri yerle bir ettiler ama genç Kürt savaşçıları dize getiremediler. Suruç’ta Kürt özgürlük hareketiyle sosyalistlerin birliğini baltalamak için otuz üç genç sosyalisti hunharca katlettiler ama sosyalist gençler birleşik devrime daha büyük kararlılıkla sarıldı. HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak onları pasifize etmeye çalıştılar ama onlar faşizmin mahkemelerini tanımayarak paçavraya çevirdi. Barış isteyen akademisyenleri, Gündem gazetesine destek veren aydınları tutuklayarak korku salmak istediler ama ne tutuklananları korkutabildiler ne de yeni aydınların desteğini kesebildiler.
Erdoğan ve faşist çetesi Kürt özgürlük mücadelesini bastırmak ve Kürdistan devriminin birleşik devrimci önderlik altında Tüm Türkiye sahasını kapsamasını engellemek için gerici iç savaşı göze almış durumda. Gazeteci Levent Gültekin’in aktardığına göre “Tayyip Bey o bürokrata, yapacakları ile ilgili bazı şeyler anlatınca bürokrat diyor ki ‘Bu dediklerinin yarısını yap, iç savaş çıkar bu ülkede’ Tayyip Bey de “çıksın, ezer geçeriz” diye karşılık veriyor. Yani iç savaşı göze almış bir lider var. Ne için? Kişisel hırsı. Başka bir gerekçesi yok.” Bunu sadece kişisel bir hırsla açıklamanın yanılgı olduğunu daha önce belirttik. Asıl neden içine düştükleri çaresizliktir. Bu faşizmin; inkârcı, asimilasyoncu cumhuriyetin çıkmazı, çaresizliğidir. Bu çaresizliktendir ki pek çok “cumhuriyetçi” faşist iradesini politik İslamcı diktatör Erdoğan’a teslim etti.
Faşizmin barışçıl yoldan, reformlarla, değişim programıyla, AB Kopenhag kriterleriyle tasfiye edileceğine hala inanan varsa, faşist diktatör Erdoğan’ın sözlerine ve gelecek planlarına bir daha baksın.
Erdoğan ve faşist ittifakları halklarımız arasındaki düşmanlaşmadan medet umuyor, gerici boğazlaşmanın taşlarını döşüyor. Faşist saray cuntası halklarımızı bölüyor. HBDH halklarımızı birleştiriyor.
Gerici iç savaşı devrimci iç savaşa çevirerek faşizmi yerle yeksan etmek birleşik devrimimizin başlıca görevidir.
Sömürgeci faşizm halklarımızı kör bir çıkmaza sürüklüyor. Ama unutmayalım, Brecht’in dediği gibi:
“En büyük çıkışlar kör çıkmazlarda bulunur”…