Türkiye’nin kapitalist düzeni ve burjuva siyasal rejimi dönüşüm sancılarının iyice azdığı bir dönemden geçiyor. Bu dönüşümün özlü ifadesi, yeni sömürge Türkiye’nin bir mali-ekonomik sömürge haline getirilmesidir. Sömürgenin bu biçiminde ülkedeki ekonomi ve maliye emperyalist tekellerin doğrudan denetim ve yönetimine geçer. İşbirlikçi burjuvazi bu tekellerin yerli ortağı haline gelir. Devlet aygıtı da emperyalist tekellerin ve ortaklarının çıkarlarını teminat altına almak ve korumak amacına uygun olarak yeniden düzenlenir.
Türkiye’nin iktisadi sistemi ve politik rejimi belli başlı üç büyük dönüşüm yaşamıştır.
Birincisi; yarı-sömürge Osmanlı İmparatorluğumdan arta kalan topraklar üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması,
İkincisi; İkinci paylaşım savaşının hemen ardından başlayan yeni sömürge dönemi,
Üçüncüsü; Emperyalist küreselleşme ile başlayan 2000’in ilk yıllarından itibaren hızlanan mali-ekonomik sömürgeleşme süreci.
Her dönemin kendine özgü burjuva iktisadi düzeni, siyasi rejimi ve sınıf ilişkileri oluşmuştur.
Burjuva Cumhuriyetin kuruluşu: Sovyet devriminin yarattığı ortam ve desteği ile Türk ulusal burjuvazisi Kürt feodal beyleri ile ittifak içinde yoksul köylülerin gerilla savaşını arkalayarak Osmanlı’dan arta kalan ve kendine bırakılan topraklar üzerinde emperyalistlerin desteğindeki Yunanistan’ın işgaline karşı mücadelenin önderliğini ele geçirerek ve işgalci emperyalistleri geri çekilmeye zorlayarak her bakımdan zayıf ve güçsüz temeller üzerinde Osmanlı hanedanlığına son vererek bir cumhuriyet inşa etmeye girişti. Türk burjuvazisi oldukça zayıf-cılızdı. Ekonomik alt yapıyı burjuva dönüşüme uğratacak sermaye birikiminden yoksundu. Ne feodal toprak ağalığına yönelecek burjuva gelişmenin önünü aşmaya yeltendi, ne de bir burjuva demokrasisi inşa etmeyi hedefledi. Bunların yerine Ermenilerin daha önce soykırımdan geçirilmesi ve ardından Rum nüfusun göçertilmesi ile ele geçirdikleri sermaye ile palazlanmaya girişti. Aynı zamanda emekçi köylü ve işçi sınıfını en vahşi sömürü koşullarına mahkûm etti. Aşağıdan burjuva dönüşümü yapma güçsüzlüğü nedeniyle, yukarıdan burjuva dönüşümlerle ideolojik-politik hegemonya kurmaya çalıştı. Kürt varlığını inkâr ederek onları katliamlarla boyunduruk altına aldı. İktidardaki burjuvazinin (bürokrat-yönetici elit) kendisini ve çevresini palazlandırarak devlet eliyle kapitalist temeli güçlendirmeye kendini vakfettiği bir dönemdi bu. İşçi ve köylüler kölelik koşullarında çalıştırılıyor, tek parti diktatörlüğü altında her türlü demokratik hak ve özgürlükler hiçe sayılıyordu. Tek din, tek dil, tek ulus, tek mezhep dayatmasıyla gerici-ırkçı-asimilasyoncu faşizan bir burjuva diktatörlük hüküm sürüyordu. 1930’larda ve ikinci savaş boyunca faşist hükümetler iş başına getirildi ve devlet aynı dönemde Nazilerin payandası olarak kullanıldı.
Yeni sömürgeleşme dönemi: İkinci paylaşım savaşı sonrası Alman faşizminin önderliğindeki faşist cephenin işçi önderliğindeki güçlerce ezilmesinin ardından Türk burjuvazisi ABD güdümüne girdi.
Türkiye ekonomisi yeni sömürge ilişkiler temelinde kapitalist dünya pazarına yeni ve daha sıkı bağlandı. Sanayi ve ticaret burjuvazisinin gücü arttı. Tarımdaki kapitalistleşme bir ölçüde hızlandı. Devletin ekonomi içindeki yeri ve ağırlığı korundu. Ekonomi kapitalist metropolün ucuz gıda ambarı ve emek yoğun sanayi üretimi ile kapitalist emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak düzenleniyor, gelişkin sanayi mamullerine bağımlı hale getiriliyor, devletten devlete borçlanma yoluyla sermaye ihracı emperyalist sömürü ve bağımlılığın başlıca unsurlarından biri haline geliyordu. Bu bağımlılık ilişkileri içinde gümrüklerle korunaklı iç pazarda at oynatan işbirlikçi burjuvazi güç kazanıyordu. Yeni sömürgeleşme dönemine girilmesiyle birlikte tek partinin her şeye kadir olduğu rejimde değişiklikler yapılması kaçınılmazdı. Sınırlı da olsa sömürücü burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin farklı kesimlerine politika yapma hakkı tanındı. Fakat bu bir başka sınırlamayla at başı yürüyecekti. Farklı burjuva partiler hükümet olmak için yarışacaklardı ama parlamento ve hükümetin devlet aygıtını yasama ve yürütme yoluyla yönetme yetkisi emperyalizmin çizdiği çerçevenin ötesine geçmemeliydi. Süreç içinde buna uygun kurumlaşmalar yaratıldı. Giderek devlet yürütmesi ile parlamenter hükümetler arasında bağ zayıflatıldı. Bu devletin emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeni sömürgeci temelde düzenlenmesinin gereğiydi. Parlamenter sistem ordunun vesayeti altına alınacak, ordu ABD çıkarlarına tabi kılınacaktı. Böylece parlamento ABD hegemonyasına sınır koymaya kalktığında ordu yönetime el koyacaktı. Bu ABD’nin yeni sömürgeler üzerinde hegemonyasının klasik biçimiydi. Türkiye’nin NATO’ya girişi ve kontrgerillanın NATO ilişkileri çerçevesinde oluşturulması ABD hegemonyasının hızla yerleşmesine ve devlet kadroları düzeyinde somutlaşmasına zemin hazırladı. ABD’ye bağlı ordu devletin yönetici gücü olarak giderek hakim kılınacaktı. 1960 askeri darbesi bu yöndeki ordu hegemonyasını anayasal statüye kavuşturdu. 71 ve 80 askeri darbeleri de bu hegemonyanın faşist yönde perçinlenmesini sağladı. Devlet SSCB’ye karşı emperyalizmin uç beyi ve içerde de her türlü ilerici-devrimci gelişmeyi ezecek biçimde bir iç savaş makinesi olarak örgütleniyordu.
Mali-ekonomik sömürgeleşme süreci: 1980’lerde girilen emperyalist küreselleşme süreci ile başladı. Ama esas olarak SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinin yıkılmasından sonra hız kazandı. Çünkü bu yıkımla birlikte birer dünya tekeli olmaya başlayan uluslararası tekellerin önünde artık ciddi bir engel kalmamıştı. Devasa büyüyen tekellerin doymak bilmeyen kâr hırsı ve yayılmasının önündeki en büyük siyasi engelin (Soyvet Bloku) kalkması bir avuç emperyalist devlet ve tekelin dünyanın geri kalanına yeni tipte sömürgeci boyunduruk tutmasının koşullarını olgunlaştırdı. Mali oligarşi dolaşımının önüne dikilmiş bütün siyasi sınırlan tuzla buz etmeye başladı. Buna direnmeye yeltenen dünün yeni sömürgeleri ya da SSCB varlığı ve desteğiyle yarı bağımlı, bağımsız kalmayı başaran devletleri askeri saldırılar ve işgalle tehdit etti. Balkanlar’da Yugoslavya’nın parçalanması, Afrika’da Somali’ye müdahale, Afganistan ve Irak işgalleri bu tehditlerin boş olmadığını ortaya koyan başlıca örneklerdi. Kosova’da, Irak’ta, Afganistan’da olduğu gibi emperyalistlerin askeri ve politik himayesinde “himayeci sömürgeler” inşa edildi. Eski yöneticiler askeri zorla alaşağı ediliyor yerine emperyalistlerin yeni dönem çıkarlarına tam uyumlu yöneticiler atanıyordu. Nihayet “istikrar” sağlandığında “özgür seçimler”le “demokratik” süreç işletilecekti. “Himayeci sömürgecilik” emperyalist küreselleşme sürecinin en çıplak, vahşi, açık, doğrudan sömürgecilik hedefinin göstergesiydi. Fakat ülkelerin birer mali-ekonomik sömürge haline dönüştürülmeleri için her zaman askeri zor gerekli değildi. Emperyalizme yeni sömürgeci bağlarla bağlı olan devletlerin işbirlikçileri kimi engeller çıkarsalar da sonuçta bir “askeri zor”a gerektirmeden kapılarını mali oligarşinin egemenliğine ardına kadar açtılar. Sonuçta her ikisi de aynı amacın iki farklı biçimde gerçekleşmesiydi. Birinde emperyalist ordular sermayenin çıkarma kapıları zorla kırıyor, diğerinde kapılar ardına kadar açılıyordu. Türkiye’de bu sürecin içinden geçti/geçiyor. Ekonomik temelde kapıların ardına kadar açılmasıyla gerçekleşen dönüşüm elbette siyasi üst yapıda da karşılık bulacaktı. Ordu yönetiminde merkezileşmiş devlet yapısı mali oligarşinin ve yerli ortakların çıkarları doğrultusunda yeniden organize edilmeli, ordu-devlet uluslararası sermayenin doğrudan kontrolüne alınmalıydı.
Sömürgeleşmenin doğası gereği emperyalizm doğrudan iç hegemonya unsuru haline geldi. Üretim, ticaret ve mâliyede kontrol neredeyse tümüyle uluslararası tekellere geçti. Sanayi üretiminin üçte birinden fazlası, ticaretin yarısından çoğu, bankalarının ve sigorta şirketlerinin yansına yakını, borsanın üçte ikisinden daha büyük bölümü uluslararası tekellerin elindedir artık. Dış ticaret büyük oranda onlar tarafından gerçekleştirilmektedir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi uluslararası tekellerin bir unsuru, bir uzvu haline gelmiştir. Orta ve daha büyük burjuvazi uluslararası tekeller ve onların bir parçasına dönüşmüş işbirlikçi tekellerden oluşan sermaye oligarşisine çok daha fazla tabi hale gelmişlerdir. Devlet özelleştirmeler yoluyla üretim-ticaret-bankacılık eksenli ekonomik işlevlerden önemli oranda arındırılmıştır. Ekonomi politikaları mali oligarşinin uluslararası temsilcileri IMF ve DB tarafından belirlenmektedir. Piyasanın yönetimi her birinde bir ya da bir kaç uluslararası tekelin egemen olduğu özerk kurullara bırakılmıştır. MB de özelleştirilerek mali oligarşinin yönetim ve denetimine alınmıştır. Ekonomi emperyalist metropolün ucuz hammadde ve tarımsal ürün deposu (yeni sömürgeci temelde işbölümü) olmaktan uluslararası sermaye yatırımları için ucuz işgücü deposu (mali-ekonomik sömürgeleşme) olacak biçimde dönüşüme uğratılmıştır. Buna bağlı olarak tarımsal ürün ihracına ve geri teknik temeldeki zayıf sanayiye dayalı ekonomide yapısal değişim gerçekleşmeye başlamış, tarımda kapitülasyon ve sanayide sermaye merkezileşmesi ve kısmi yoğunlaşma küçük ve orta üretici ve tüccarların mülksüzleşmesine büyük bir hız katmıştır. Ucuz işgücü temelinde vahşi kapitalist sömürü yoluyla da her yıl emperyalist tekellerce milyarlarca dolarlık vurgun yapılmaktadır.
Mali-ekonomik sömürgeleşme doğrultusunda ekonomik yapının dönüştürülmesi nispeten sorunsuz gerçekleşti. Çünkü egemen sınıfların bütün bölükleri bu konuda ortaklaşmıştı. Buna karşın siyasi dönüşüm hiç de kolay olmayacaktı.
Bunun birçok nedeni ileri sürülebilir. Yine de asıl neden egemen sınıf ve tabakaların devlet üzerindeki hegemonya kavgası ve emperyalistler arası rekabetin coğrafyamızdaki izdüşümü olduğunu belirlemek gerekir. Ekonomik temeldeki değişim ve dönüşümler ne denli düz, sarih bir görünüm arz etse de bunun politik arenasındaki yansıması bu denli çıplak ve açık biçimde ortaya çıkmamaktadır. Politika karmaşıktır. Sınıf çıkarları tarihsel miras ve içinde yaşanılan toplumsal dokunun çeşitli kılıkları altında boy gösterir.
Rejim Krizi Ve Yarılma
Türk burjuva faşist rejimi, büyüyen Kürt ayaklanmasının basıncı altında rejim krizine saplandı. Bu, rejimin ırkçı temelini sarstı. Bu sarsıntının içinde demokratik Alevi hareketi de boy gösterdi. Alevilerin Kürt özgürlük hareketi ile birleşmesini engellemek için, bir yanda Alevilere düzen içi yollar kısmen açık tutuldu, diğer yandan katliamlarla devrimci yönde gelişmesi engellenmek istendi: Bu politika rejim krizini derinleştirmekten başka bir sonuç doğurmadı. Cumhuriyetin kuruluşunda Diyanet eliyle devlet kontrolünde tutulan, 1960’lardan itibaren ilerici, devrimci gelişmeye karşı devlet kontrolünde geliştirilen, 1980’lerde resmi ideolojinin bir unsuru haline getirilen siyasal İslam hem palazlanan tekel dışı burjuvazinin, hem de ekonomik yıkıma uğrayan kitlelerin büyüyen ilgisi ile birlikte devlet yönetiminden pay isteyecek kadar güçlenince rejimin sınırlarının bir başka noktadan patlamasına yol açtı. Yanı sıra, Batı’da antifaşistlerin, devrimcilerin yükselttiği demokratik haklar mücadelesi, politik özgürlüğün elde edilmesine yönelik verilen kararlı mücadele de rejimin çerçevesini zorlayan unsurlardan biri oldu.
Ordunun MGK eliyle belirleyici yönetici güç olduğu ırkçı faşist rejim aşağıdan politik özgürlük mücadelesinin basıncı altında uzun süreli bir krize saplanırken; uluslararası tekellerin ve yerli ortaklarının baskısı altında değişime zorlanıyordu. Rejim krizi ve devletin yeniden yapılandırılmasına yönelik girişimler egemen sınıf ve tabakalarını, iki ana kampa ayırdı. 1960’lardan 19901ı yıllara kadar tam bir işbirliğine dayanan işbirlikçi burjuvazi ile ordu arasında konsensüs bozulmaya başladı. Sermaye oligarşisi ordunun devlet yönetme tekelinin kırılarak devletin sermayenin yeni yönelimine uygun olarak yeniden organize edilmesini istiyordu. Ordu ise mali-ekonomik sömürgeleşmeye engel olmuyor ama devleti yönetme tekelini, bazı mevzi çekilmelere razı olmakla birlikte terk etmek istemiyordu. Sermaye oligarşisi aşağıdan basıncın yarattığı rejim krizini kimi liberal açılımlar ve ordunun rejim üzerindeki vesayetinin aşılmasını içeren “değişim” programı ile aşmayı hedeflerken, ordu “bölücülük” paranoyası yaratarak, ırkçı milliyetçi kışkırtma ve siyasal İslama karşı kemalist laikliği bayraklaştırarak kitleleri kendi etrafında toplamaya çalışıyordu.
Türk ordusu ABD’ye sadakatle bağlıydı. Böyle olmakla birlikte ilişkiler çok çetrefilli bir süreçten geçiyordu. “Kürt paranoyası” nedeniyle Irak işgaline yönelik 1 Mart tezkeresi sürecinde generallerin yeterince atak davranmaması; Güney’de bölgesel Kürt Yönetiminin giderek federe devlete dönüşme ihtimali; Kerkük petrolleri üzerinde Kürtlerin söz sahibi olma olasılığı ve PKK’nin komuta sahasını bölgede özgürce oluşturması ABD ile Türk ordusu arasındaki çatlağı arttıran kimi etmenlerdi.
2001 ekonomik krizi patlak verdiğinde Türk burjuva siyasal sistemi tam bir çürüme ve çıkmaz içine girmişti. Mevcut hükümet AB’nin bütün dayatmalarına karşın yeterince cüretkâr davranmıyor ve ABD’nin Irak’ı işgale yönelik hazırlıklarına yeterince destek vermiyordu. Bu koşullar altında AKP, hem halkın diğer burjuva partilere duyduğu şiddetli tepkiyi arkalayarak hem de emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin kabul edilebilir bir aktörü olarak ortaya çıktı. Sermayenin çıkarlarına uygun olarak AB yönelimli adımları hızlandırdı. ABD’nin Irak işgaline bazı yalpalanmalardan I sonra tam destek verdi. BOP’un ABD’ce görevlendirilmiş aktörlerinden birisi oldu. Siyasal İslamın emperyalizme yedeklenmesinde ABD için önemli bir rol üstlenmişti. Buna karşı Iran ve Filistin söz konusu olunca radikal siyasal İslam daha cepheden tutum alma noktasında ayak sürüyordu. Keza sermaye oligarşisi de AKP’nin devlet içindeki İslami kadrolaşmaya hız vermesinden ve AKP etrafında toplaşan tekel dışı büyük burjuvazinin devlet olanaklarından giderek daha fazla faydalandırılmasından rahatsızdı.
İktidar ayrıcalığının elinden kayıp gitme olasılığı ordu içinde cuntacı eğilimleri güçlendiriyordu. Buna karşın bir darbe ile iktidara el koyma koşulları, sermaye oligarşisi ve ABD’nin destek olmaması nedeniyle oluşmuyordu. Darbe koşulları oluşturmak ve ABD’yi desteğe mecbur etmek için ordu içinde yeni arayışlar boy verdi. Bir yandan ırkçılık ve laiklik temelinden halkı cepheleştirerek AKP’yi zayıflatma yolunda ilerlenecekti. Diğer yandan sokağa salınmış kontrgerilla grupları üzerinden provokasyonlar, saldırılar, psikolojik harp vb. araç ve yöntemlerle “ulusalcılık” ve laiklik bayrağı altında saflaştırılıp faşistleştirilerek militarize edilen kitleler üzerinden darbe ortamı hazırlanacaktı.
2004’deki başarısız darbe planları daha sonra basına yansıdığında ordu içindeki farklı eğilimlerin varlığını da ortaya çıkardı. Dönemin Genelkurmay Başkanı’nın CLA istihbaratı ile suikasttan kurtulması bunun örneklerinden biridir. Bu devletteki yarılmanın orduya da sirayet ettiğini gösteren kanıtlardan biriydi. Darbe o gün için engellense de ordunun darbeci kanadı varlığını ve ordu içindeki egemenliğini korudu.
2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri gerilimi yükseltti ve 27 Nisan Ordu muhtırası bu gerilimin doruk noktasını oluşturdu. Ne var ki ABD’den darbe sinyali almayan ordunun ne daha ileri gidecek bir iradesi, ne de iç birliği vardı.
Ordu darbe yapamayınca AKP’nin seçim hamlesini kabul etmek zorunda kaldı. Cumhuriyet mitingleri ile oluşturulan psikolojik-ideolojik ortam; CHP-DSP ittifakı, MHP’ye tam destek yoluyla yaratılan laik-antilaik saflaşmasıyla ve cumhuriyeti koruma yaygarasıyla AKP’nin oyları azaltılarak, kolunun kanadının kırılacağı hesaplanıyordu. Seçimler bu beklentileri hüsrana uğrattı. Bu politik arenada ordu lehine olan güç dengesinin sermaye oligarşisi lehine yön değiştirmesi bakımından zeminin daha da güçlenmesi anlamına da geliyordu. Güç dengesindeki bu kaymaya karşı ordu bütün gövdesiyle daha ileri gitmenin önünde engel olmaya devam ediyordu.
Bu bir “yenişememe” durumuydu. Ama bu durum sürdürülemedi. Bir yandan ordu içi merkez kaç eğilimler yeni arayışlara girişiyor; bir yandan Kürt gerilla hareketinin eylemleri artıyordu, bir yandan ekonomik kriz beklentisi yeni adımlar atmayı gerektiriyordu. Sonuçta ABD’de sürece daha çok müdahil olmaya başlamış ve orduyu ABD yanlısı net bir karar vermeye zorlamıştı. Böylece “yenişememe” durumu ABD himayesinde bir “uzlaşma”yla sonuçlandı.
Ergenekon davası belirli bir aşamadan sonra bu “uzlaşma”nın unsurlarından biri haline gelmiştir.
Boyunda İlmik
Ergenekon dava dosyasında kurumsal bir yapı olarak kontrgerilla sanık sandalyesine oturtulmuyor. Dahası iddianamede Ergenekon’la TSK, MİT ve emniyet arasında organik bir ilişkinin tespit edilmediği ileri sürülüyor. Oysa bunun gerçeği yansıtmadığı dava dosyasına konan onlarca gizli devlet belgesiyle yine aynı iddia sahipleri tarafından gözler önüne serilmektedir. Bütün kirli-karanlık eylem kararlarının MGK’da onaylandığı, ayrıca MİT, Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarının, emniyetin kurumsal olarak işlenen suçların sorumluları oldukları bu belgelerle bir kez daha kanıtlanmıştır. “Devlet bütünlüğü”nün kaybolması daha önce işaret edilen “devlet yarılması”, bütün devlet kurumlan gibi kontrgerilla ve orduda da kendini hissettirmiş ve Genelkurmay cephesi 2007’nin sonbaharına kadar iç yalpalanmadan sonra bir karar vermeye zorlanmıştır. Zorlayıcı gücün ABD olduğu ortadadır. Ergenekon davası kontrgerillanın tasfiyesi amacına değil, ABD ekseni dışına savrulmuş kesimlerin elimine edilmesine yöneliktir. Bu kişilerin bir zamanların en has Amerikancıları olmaları bu gerçeği değiştirmez.
Ordu bir darbeyle yönetime el koyamadı. 2007 seçimlerinde MHP-CHP koalisyon taktiği de tutmadı. Bu kez ordunun isteği doğrultusunda yargı harekete geçirildi ve AKP hakkında kapatma davası açıldı. Sermaye oligarşisinin ABD ve AB’nin baskısı bir kez daha AKP’yi ipten kurtardı ama ip boynunda kaldı.
Ergenekon davası ordunun boynuna atılmış bir kementtir. Yalnızca emekliler değil görev başındaki üst düzey komutanlar da suçlamalara her an muhatap olabilirler. Hizadan çıkanın ipi çekilebilir. Diğer yandan AKP’nin durumu da iç açıcı değil. Anayasa Mahkemesi’nden kapatma karan çıkmasa da mahkeme onu “laiklik karşıtı odak” ilan etti. Bu da AKP’nin boynundaki kement oluyor. Cumhuriyet arabasına koşulan bu iki at ipleri de sıkı sıkıya arabacı ABD’nin elindedir. Sermaye oligarşisi elbette şimdilik durumdan memnundur. Çünkü bu yeni durum hem AKP’yi “aşırılıklar”dan caydıracak hem de orduyu belirli adımlar atılırken fazla gürültü çıkarmamasına neden olacaktır.
Rejim Krizi Aşıldı Mı?
Egemen yönetici blok ordu ve sermaye oligarşisinin ABD himayesinde uzlaşması, bu uzlaşmanın sermaye oligarşisi lehine olan güç dengesi kaymasını biraz daha geliştirmesi rejim krizinin aşılması anlamına gelmez. Rejimi krize sokan temel dinamik Kürt sorunudur. Bu sorun çözülmediği gibi sorunu çözmeye yönelik bir program da henüz ufukta görünmemektedir. Elbette Demokratik Alevi Hareketinin taleplerini, politik İslamcı tabanın beklentileri kadar faşist devlet yapılanmasının tasfiyesine yönelik bir adımdan da söz edilemez. Kısacası krize giren sömürgeci-ırkçı-faşist asimilasyoncu yapı yerli yerinde duruyor; bu yapının değişmesi için mücadele edenler ve talepler ileri sürenler de.
Sorun böyle bir kriz var mı yok mu değil, bu “kriz nasıl aşılacak” sorusuna verilecek yanıttadır.
Bugüne kadar rejim krizine üç partinin üç ayrı programda yanıt vermeye çalıştığı söylenebilir. Sermaye oligarşisinin “değişim” partisi ‘demokrasi1 bayrağını yükseltiyor, ordu partisinin “ulusal” partisi ırkçı faşizm merkezli laiklik bayrağını sallıyor ve devrimin antifaşist partisi özgürlük bayrağını dalgalandırıyordu. Ne denli farklı renklerde görünürlerse görünsünler bütün politik akımlar bu üç partinin çekim alanının bir yerinde, uzağında ya da yakınında yer alıyordu. Örneğin Kürt partisi devrimi rafa kaldırmıştı ama antifaşist cephenin başlıca unsurlarından, en önde duranlardan biriydi. Ya da HKP, TKP gibi partiler söylemleri ne olursa olsun ordu partisinin eksenine kaymışlardı.
Bugün tarafların pozisyonunda değişiklik meydana gelmiştir. Ordu partisinin rejim krizine yönelik “ırkçı-milliyetçi” politikası iflas etmiştir. Sermaye oligarşisi de ordunun kimi taleplerini dikkate alan bir programa gerilemiştir. Böylece sermaye oligarşisinin “değişim” programının çerçevesi de daraltılmıştır.
Egemen bloğun yeni pozisyonu budur. Buna karşın krizin hangi yönde aşılacağı ya da hangi yöne evrileceği krize konu olan tarafların nasıl tutum alacağı ile belirlenecektir. Örneğin Kürt ulusal demokratik hareketi ulusal varlığın tanınması yerine bireysel hakların genişletilmesine razı olacak mıdır' Bu gerçekleşmediği sürece aşılmak bir yana krizin daha da içinden çıkılmaz bir hal alacağı aşikârdır. Çünkü bu “ez-çöz”den sonra “değişim”in de çözümsüzlüğünü ortaya koyacaktır. Kürt ulusal hareketinin askeri saldırılarıyla ve kitle serhıldanlarıyla ortaya koyduğu irade ve yüksek başarı düzeyi KUH’nin ulusal hakları kazanma rotasından sapmak yerine, rotada ısrar ve hızı üst düzeye çıkarma kararlılığını göstermektedir. Keza demokratik Alevi hareketi temel taleplerinden vazgeçecek midir? Vazgeçmek bir yana bu talepler doğrultusunda seslerini daha gür çıkarmaya başlamışlardır. Ya da boynundaki ilmekten sonra politik İslamın beklentilerini karşılamaktan uzaklaşan AKP ile birlikte bu kesim de taleplerini bütünüyle bir kenara mı bırakacaktır? Dahası 12 Eylül faşist anayasasının değiştirilmesini isteyen milyonlar onun sermayenin çıkarları doğrultusunda ve ordu ile “uzlaşma” çerçevesinde revize edilmesini kolayca sindirecekler midir?
Görüleceği gibi egemen blokun şimdilik uzlaşması rejim krizinin aşılması anlamına gelmediği gibi, rejim krizinin aşılmaması bu uzlaşmanın da geçiciliğini ortaya koyar.
Rejim Krizi Nasıl Aşılacak: “Değişim” Mi, Devrim Mi?
Sahnede üç parti görünmeye devam ediyor. Biri, “ulusalcı” parti bugün gerileme sürecinde. O nedenle asıl olarak sahnede “değişim” partisi ile devrim partisi, daraltılmış değişim programı ile politik özgürlükler programı karşı karşıyadır. Açık ki ne denli zayıflatılmış olursa olsun devrimci partinin tutumu belirleyici olacaktır. Çünkü politik özgürlük programının uygulanması dışında taleplerini dile getirenlerin temel sorunlarını çözme yeteneğinde bir program yoktur. Kürt ulusal hareketinin dinamizmi rejimin temellerinde deprem etkisi yapmaya devam ediyor. Nicel zayıflığı Batı’da devrimcilerin başlıca dezavantajı olsa da nesnel devrimci olanaklar onun başlıca avantajıdır. Her şeyden önce gelinen aşamada tek dil, ulus, din, mezhep esasına göre şekillenmiş bir devlet yapısının esnetilmesi zordur. Bu zorluk salt bu yapının katılığından değil, talepler ileri sürenlerin o yapının esneyebileceğinden öte daha geniş beklenti içinde olmasından kaynaklıdır. Pansuman tedbirlerle çözüm üretme dönemi geride kaldı. Buna peyderpey dünyayı saran ekonomik kriz korkusu ve işçi hareketindeki artan canlılık, ekonomik krizin tetiklenmesi kuvvetle muhtemel dinamikler ve faşizme karşı birikmiş yılların öfkesini ekleyin, nesnel olanaklardan kast edilenin ne olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Rejim krizi daraltılmış “değişim” programı ile mi yanıtlanacak, yoksa rejim krizi devrimci krize mi itilecek, kritik soru budur. Sonuçta belirleyecek olan bu iki karşıt iradenin tutumu olacaktır. “Değişim” partisinin liberal sözcülerinin antifaşist, devrimci hareket üzerine bunca gelmelerinin, karşı devrimci propagandayı sol-liberal jargonla şiddetlendirmelerinin nedeni budur. Kürt hareketi, demokratik Alevi hareketinin, işçi hareketinin, antifaşist partilerin ve devrimcilerin burjuvazinin “değişim” programının reddi temelinde ve politik özgürlük programı üzerinde objektif olarak, talepleri itibarıyla buluşmasından ve bu buluşmasının, öznel olarak da gerçekleşmesinden burjuvazi son derece korkmaktadır. İşte bu nedenle antiemperyalizm ve devrim iddiası, politik özgürlük mücadelesi burjuva “değişim” cephesinin stratejisinde ana darbenin doğrultusu haline getirilmekte, ideolojik saldırı ve politik tecritle kitleler nezdinde itibarları zedelemek istemektedir. Seslerinin kitlelerle buluşması, kendilerine olan güvenlerini sarsarak engellemek istemektedir. “Umut kırma” yönünde açılmış bir cephedir bu. Ne var ki rejimin esneme kabiliyetinin zayıflığı bu cephenin başlıca handikabıdır. Nitekim Kürt ulusal hareketinin askeri ve siyasi başarıları karşısında ordu ve hükümetin askeri ve siyasi yeni saldırı kararları almakta gösterdiği uyum bu cephenin gönüllü silahşorlarını hayal kırıklığına uğratmıştır.
Ergenekon Davası Karşısında Tutum Ne Olmalı?
İşte böyle bir anda devrimci partinin görevi ortaya çıkan her temel politik gelişmeyi rejim krizinin derinleştirilmesi, krizin devrimci bir krize doğru zorlanması için bir vesile haline getirmektir.
Ergenekon dava dosyası bu yönde atılacak adımların başlıca konularından biri olduğu kadar, bu yönde büyük olanaklar sunmaktadır. Bu dosya kimi sahte belgelere, devrimcilere yönelik yalan yanlış kara çalmalara karşın, “devlet gerçeği” hakkında resmi belgelerle dolu adeta bir hazine olarak karşımızda durmaktadır. Türk halkımıza şırınga edilmiş ve edilmeye devam eden şovenizm zehrinin akıtılması için kullanılacak belgelerin ardı arkası yok. “Vatan için” Kürt kardeşlerine karşı savaşmaya gönderilen Türk halk gençliğimizin gerçekte hangi kirli çıkarlar uğruna harcandığı, yüzlerce “resmi kanıtlı” belge ile ortaya serilebilir. Askeri komutanlarının uyuşturucu üretim ve ticaretinin nasıl başlıca sorumluları oldukları, mafyanın gerçekte devletin organik bir parçası olduğu; halklarımızın çocuklarını gözlerini kırpmadan ölüme gönderenlerin yetkilerini ve apoletlerini basamak yaparak nasıl ev-arsa-işletme zengini haline geldikleri gösterilebilir. Laiklik çığırtkanlığıyla generallerin düzenlediği cumhuriyet mitinglerine katılanlara, bu laiklik sevdalılarının Hizbullah gibi bir canavarı nasıl kendi elleriyle yarattıkları devlet belgeleriyle açıklanabilir. “Cumhuriyet ve laiklik” adına bu ırkçı-faşistlerin tezgâhına düşen Alevilere, peşine takıldıktan generallerin Alevileri “yabancı-misyoner” olarak nasıl fişlediği, takibe aldığı belgelerle ortaya konabilir. Ya da faşizm yıkılmadan parlamenter mücadele yoluyla politika sahnesinde rol oynayabileceğini düşünen iyi niyetli insanlara generallerce parlamenterlerin, hükümetin, bakan ve başbakanın nasıl aşağılandığı; buna karşın generallerin nasıl dokunulmaz kılındığı ve kendilerini yasa üstü konumunda gören bir yönetici zümre gibi davrandıktan ifade edilebilir. 2005 Newroz provokasyonunda olduğu üzere linç saldırısı ve provokasyonlarının hiçbirinin tesadüf olmadığı, devlet güçlerince planlandığı iddianamedeki savlarla halka ulaştırılabilir. Ve onlarca cinayet, katliam ve provokasyon belgeleri halkın ilgisine sunulabilir.
Savcı, Ergenekon’u devlet içinde bağlantılan olan ama devletle organik ilişkisi olmayan bir çete olarak mı gösteriyor? O halde yapılması gereken ısrarla gizlenen gerçeğin üzerine gitmek, Ergenekon’un kontrgerillanın bir parçası, kontrgerillanın da devletin ta kendisi olduğunu ortaya sermektir. Önceden belirttiğimiz gibi bunun kanıtlan dosyada bulunabilir ve o bulunanlardan hareketle yeni gerçeklerin açığa çıkmasına ön ayak olunabilir.
Sermaye oligarşisi ile ordunun uzlaşması nedeniyle çerçevenin şimdiden çizildiği söylenebilir. O halde hedef o çerçeveyi aşmaktır. Bu da ancak kitle hareketi oluşturarak hükümet üzerinde baskı kurarak başarılabilir. Hükümetin foyası ancak bu yoldan dökülebilir. Örneğin 12 Eylül darbecilerinin yargılanmaları için mücadeleyi yükseltmek; örneğin Lice katliamının sorumlularının ve genel olarak Kürt coğrafyasında işlenen suçların ve suçluların soruşturulması için çaba sarf etmek; örneğin gözaltında kaybedilenlerin peşine düşmek, bütün o çetelerle mücadele söylevlerinin içi kofluğunu açığa çıkarabilir.
“Yiyin birbirinizi” politikası, politikasızlığın bir başka adıdır, ya da kendi kendini taca atmaktan başka bir anlama gelmez. Bu meydanı burjuva papağanlara bırakmak değilse nedir?!
Ergenekon davasını basamak yaparak onu rejim krizini devrimci krize zorlamanın unsurlarından birine dönüştürme mücadelesini AKP’ye yedeklenme korkusu ile reddetmek, nesnel devrimci olanaklara karşı kör ve kötürüm olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Yasalcı antifaşist partilerin bu konulardaki zaafları anlaşılabilir fakat devrimci parti ve örgütlerin tarafsızlığı tam bir aymazlıktır. Bu sessizlik, bu tavırsızlık düpedüz apolitizmin bir biçimidir.
Türkiye keskin bir dönüşüm sürecindedir. Dönüşümün hangi yönde ve nasıl zorlanacağı devrimci iradenin hangi düzeyde kuşanılacağına bağlıdır. Böyle bir anda, kitleleri burjuva devlet gerçeği hakkında burjuvazinin iç kavgası sonucu ortaya saçılmış “devlet sırlan” üzerinden aydınlatmak ve harekete geçirmekten uzak durmak politik tasfiyeciliğin ta kendisidir.
Demokrasi Aldatmacası Mı, Politik Özgürlük Mü?
Öyle görünüyor ki önümüzdeki dönem temel tartışma gündemi bu ikilem etrafında şekillenecektir. Politik iradeler bu ikileme verdikleri yanıta göre yan yana ya da karşı karşıya geleceklerdir. Ergenekon’un sınırlandırılması, daha ileri noktalara ulaşmasının engellenmesi için kontrgerillanın planlı-sistemli provokatif eylemleri kadar, kendilerine dokunulması tedirginliği içinde şuursuzca saldırılara girişen kesimlerinin faaliyetleri de içinden geçtiğimiz sürecin başlıca unsurlarından biri olmaya devam edecektir. AKP-Ordu arasındaki laiklik-antilaiklik çekişmesinin de biteceği sanılmasın, çekişmenin gündemden geri noktalara savrulması “uzlaşmanın hangi şekilde süreceğine bağlı olacaktır. AKP şimdilik “laikçi”lere malzeme vermemek için azami dikkat gösterecektir. Bunlar bir yana bir bütün olarak egemen burjuva blok faşist devlete daha kaim bir “demokrasi” sıvası çekerek rejim krizini aşma yolunda hamleleri yapmada daha heveskâr davranacaktır. Kontrgerillayı dağıtmak yerine, onun sokağa salınmış unsurlarını, farklı yönlere kaymış olanları, ABD ekseni dışına çıkmış olanları dağıtma; 12 Eylül faşist anayasasının burjuva demokratik bir anayasayla değiştirmek yerine, sermaye oligarşisinin çıkarları doğrultusunda revize edilmesi, böylece “cumhuriyetin temel prensipleri”nin başında gelen “tek millet” esasına dokunulmaması; devletin faşist unsur ve kurumlardan arındırması yerine uçlaşanlarının törpülemesi ve asıl gövdenin yeni ihtiyaçlara uygun olarak düzenlemesi ve bütün bunların “AB reformları” tantanasıyla propaganda edilmesi, politik gündemin öne çıkan/çıkacak unsurları oldu/olacaktır. Bir yandan Kürt Ulusal Demokratik Hareketine yönelik şiddetli saldırılar hız kazanarak devam edecek ama diğer yandan “bireysel haklar” daha çok dile getirilecektir. Zaten birincinin politik amacı İkinciye razı etmek içindir. Kürt sorununda bir taraf “bireysel haklar” mı, “kolektif (ulusal) haklar” mı ikileminde iradesini, karşı tarafa kabul ettirmek için mücadeleyi boyutlandıracaktır. Devlet askeri saldırılarla politik öncünün idaresini kırmaya yönelirken “bireysel haklar”, “AB reformları”, “ekonomik yatırım” vb. yollarla da Kürt ulusunu öncüsüyle birlemiş iradesini parçalamayı hedeflemektedir. Keza Alevilerin temel demokratik taleplerini kabul etmek yerine -örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dağıtılması- onları sistemin parçası haline getirmek -örneğin Diyanet’te büro açmak- bir başka tartışma ikilemi olmaya adaydır. Demokratik hak ve özgürlüklerin, toplantı, yürüyüş, söz, basın, örgütlenme haklarının teminat altına alınması yerine, temel gerici faşist yasalara dokunmadan “demokratik adımlar” atılıyor görüntüsü yaratarak kitlelerin demokrasi özlemini faşist devlete çekilecek sıvanın harcı haline getirme çabası da başlıca konulardan biri olacaktır.
Görülecektir ki, ister toplumsal farklılaşmalar temelinde -ulusal, dinsel, mezhepsel- süregelen çelişkiler ister sınıfsal farklılaşmalar temelinde -ki gerçekte birincisi ikincinin örtük biçimidir- etki eden çelişkilerin çözümünün ilk elde gelip dayandığı konu politik özgürlük sorunudur. Dahası egemen burjuvazi içinde debelendiği rejim krizini “demokrasi” manevrasıyla aşmaya çalışmaktadır. Proletaryanın sınıf temsilcisinin bugün odaklandığı bütün gayreti ise “politik özgürlük”den yoksun bir “demokrasinin” sahteliğini kitlelere göstermektir. Bir başka deyişle ortaya çıkan her politik gelişmeye bu doğrultuda müdahale etmek ve
a-Emperyalizmle kölece bağların kesilmesi,
b-Faşist kurum ve yasaların lağvedilerek faşist kadroların tasfiyesi,
c-Kürtlerin bir ulus olarak tanınması ve buna uygun olarak haklarının teminat altına alınması,
d-Alevilerin demokratik taleplerinin karşılanması,
e-Diyanet'in lağvedilerek dinin bireysel konu olarak kabul edilmesi,
f-Söz, basın, toplantı, örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan her türlü engelin kaldırılması yönünde müdahale etmek, yani politik özgürlük elde edilmeden emperyalist tekellerin iç hegemonik güç haline geldiği, faşist kurum ve kadroların işbaşında olduğu, Kürtlerin “ulusal” haklarının tanınmadığı, demokratik hak ve özgürlüklerin zapturapt altında tutulduğu, Alevilerin demokratik taleplerinin hiçe sayıldığı bir yerde “demokrasi” söyleminin bir lafazanlıktan, aldatmacadan öte bir anlam taşımadığını göstermektir. Rejim krizini devrimci krize doğrultmak bu yoldan gerçekleşebilir.
İşte egemen burjuvazinin bu sahte, aldatıcı “demokrasi” bayrağını onun elinden çekip almak, “demokrasiyi” asıl sahiplerine teslim etmek için yegâne yol politik özgürlük mücadelesini yükseltmektir. Çünkü ancak bu yoldan burjuvazinin “demokrasi” maskesi indirilebilir ve ancak bu yoldan politik özgürlüğün olmadığı yerden demokrasiden söz edilemeyeceği gösterilebilir.
Ergenekon davası tam da bu mücadelenin bugünkü odak noktasıdır. Ona tavırsız kalmak burjuva planlara tavırsız kalmak, milyonların burjuvazinin peşine takılmasına tavırsız kalmak; politik özgürlük mücadelesinin dışına düşmek, apolitikleşmek, stratejiden yoksunluk kadar taktikten de yoksun olmak demektir.
Meseleyi devrime havale etmek; milyonları burjuvazi karşısında politik olarak silahlandırmaktan uzak durmak, yalnızca milyonları değil kendini boş avuntularla aldatmaktan başka bir işe yaramaz. Ve berbat bir lafazanlık ve tasfiyecilikten öte bir anlama gelmez. Devrim gökten inmez, yerden göğe yükselir. Lafazanlıkla devrimci çaba arasındaki fark budur. Gerisi mi? Gerisi “tasfiyeciliğe yatmak”tır.