I
Bazıları demokrasiyi kendi başına bir “şey”miş gibi ele alarak tarif etmeyi pek sever. Oysa demokrasinin genel geçer tanımı açık ve basittir; demokrasi “halkın egemenliği” anlamına gelir. Bir “egemenlik”in olduğu her yerde bu egemenliğin bir aracı ve biçimi vardır, sınıflara bölünmüş toplumda, toplumun bir bölümünün diğerleri üzerindeki bu egemenliğin aracı devlettir, demokrasi de devlet biçimlerinden biridir. O halde en kestirme yoldan diyebiliriz ki, demokrasi halkın egemenliğine dayanan bir devlet biçimidir.
Demokrasi halkın egemenliği anlamına gelir, peki, halk kimdir? Ya da toplumun hangi kesimi halkı oluşturur? Örneğin, köleci toplumda nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan köleler ve kadınlar “halk”tan sayılmıyordu. Bu sebepten 400 bin nüfuslu Antik Yunan Atina’sında demokrasinin en geniş ve doğrudan uygulandığı dönemde “halk”ın egemenliği köleler ve kadınlar dışında kalan 5 bin kişi tarafından yürütülüyordu. “Demokrasi mi krallık mı” kavgası bu 5 bin kişi arasındaki bir meseleydi. Bu 5 bin kişi geriye kalan onbinlerce köle üzerinde nasıl bir egemenlik kuracaklarına dair aralarında çatışıyordu. “Çatışma” doğaldı çünkü bu 5 bin kişi de sınıflara bölünmüştü. En alttaki bireysel küçük üreticilerle büyük toprak sahipleri ve zengin tüccarlar arasında keskin sınıf çelişkileri vardı; alttakiler zengin sınıfların baskı, eziyet ve sömürüsünden kurtulmak, ya da hiç değilse bunları sınırlamak ve böyle yapmakla köle emeği üzerindeki egemenliğe en geniş biçimde katılarak egemenlikten daha çok pay sahibi olmak istiyor, yukarıdakiler de egemenliği kendi ellerinde toplayarak, bu sıkı egemenlik yoluyla köle emeğinin bütün nimetlerini kendinde toplamak ve küçük mülk sahiplerinin daha büyük bölümünü köle durumuna düşürmek istiyorlardı. En alttakiler en geniş demokrasiyle yönetime katılsalar da bu yine de nüfusun ezici çoğunluğunu, köleler ve kadınları, kapsamadığı için azınlığın egemenliği anlamına geliyordu.
Feodal toplumda da burjuva toplumun ilk dönemlerinde de demokrasinin uygulandığı her yerde “halk’ın bütün kesimlerini kapsadığı zaman bile “azınlık” egemenliğinin ötesine geçmiyordu. Örneğin feodal dönemde Avrupa’nın kimi bölgelerinde bağımsız senyörlükler ve komünler biçiminde site demokrasileri görülüyordu. Bu site-şehir-kent meclislerine yalnızca mülk sahibi erkekler seçilebiliyordu ve bunlar toplam nüfus içinde küçük bir azınlığı temsil ediyordu. “Halk” soylu olmayanları tanımlıyordu, buna karşın mülksüzler ve kadınlar halktan sayılmıyordu.
Burjuva düzende de başlangıçta durum farksızdı, mülksüzlerin ve kadınların, ne seçme ne de seçilme hakları vardı. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan bu iki kesimi de kapsayan “genel oy hakkı” burjuvaziye rağmen, onunla çatışarak ondan zorla sökülüp alındı. Burjuvazi “genel oy hakkı”nı en hararetli savunduğu zamanda bile bu iki kesimi daima hesap dışı bırakıyordu. Örneğin burjuva devrimin beşiği Fransa’da kadınlara oy hakkı tanınması için devrimden sonra 150 yıl geçmesi gerekmişti, bu hak ancak 1945’te yürürlüğe girdi.
Paris Komünü’nde “halkın egemenliği”, o güne kadarki dar kapsamından ilk kez sıyrıldı, “genel oy hakkı”nın en geniş biçimde uygulanmasından, yasama ve yürütmenin halk egemenliğinde birleştirilmesine, silahlı bürokrasinin tasfiyesinden memurların ve yargıçların seçimle gelmesine kadar demokrasi en kapsamlı içeriği ile hayat buldu. Ne var ki, Komün’ün daha ileri gitmesine olanak tanınmadı ve burjuvazi tarafından vahşi biçimde ezildi.
Komünarların bayrağı, Rusya sınırlan içinde yaşayan işçi ve yoksul köylülerin Sovyetleri tarafından yeniden göndere çekildi. Kadınlara seçme seçilme hakkı da dahil, halkın yönetime katılmasının, devlet yönetimini belirlemede eşit haklara sahip olmasının önündeki bütün engeller bir çırpıda kaldırıldı. Nüfusun ezici çoğunluğunun egemenliği gerçekleşti.
Sovyet demokrasisi de “tüm halkın” devleti değildi. O, işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün egemenliğindeki bir proletarya diktatörlüğü idi. Daha ilk anda büyük mülk sahiplerinin mal varlıkları hiç de “demokratik” olmayan bir yoldan müsadere edilmiş ve toplumun ortak mülkiyeti haline getirilmişti. Üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduranların daha küçükleri ise bin bir sınırlamaya tabi tutulmuş ve henüz sömürücü konumunda olanlara yönetime katılma hakkı tanınmamıştı. Proletaryanın amacı sömürüyü ortadan kaldırmaktı ve bu ancak sömürücü sınıfları ezmekle mümkün olabilirdi. Çoğunluk için en geniş demokrasi sömürücü azınlık için diktatörlük demekti bu. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Antik Yunan Atina’sında 5 bin kişiyi oluşturan “halk” antik demokrasi ile 395 bin kişi üzerinde egemenlik uyguluyordu, bu 395 bin kişi politik anlamda “hiç”ti. Sovyetlerde ise durum tam tersineydi. Nüfusun ezici çoğunluğunun sömürücü azınlık üzerinde egemenliği söz konusuydu. Bu gerçek anlamıyla bir nitelik değişimi demekti.
II
“Halk” kavramına yüklenen anlamın nasıl değişiklikler gösterdiğini kısaca gözden geçirdik. Ya “egemenlik”?
Egemenlik hangi sınıfın elindeyse o bunu devlet aracılığıyla uygular.
İnsanlık tarihi, bir kısım insanın diğerlerinin ürününe karşılıksız el koyması, bu ürünü kendi özel mülkü haline getirmesinden bu yana sınıf mücadelesi tarihidir. Bu aynı zamanda devletin de tarihidir. “Devlet, daha çok belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun ürünüdür; bu toplumun, kendi kendisiyle bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün itirafıdır.”(Engels)(1) Devlet tarihsel bir olgudur, “belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun” yani, “uzlaşmaz karşıtlıklara bölünmüş” toplumun ürünüdür; “fakat bu karşıtlıklarının, yani, karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran, çatışmaya gem vurması, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gerekli hale gelmiştir. Ve işte toplumdan doğan fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve ona gitgide yabancılaşan bu güç devlettir.”(Engels)(2) Devlet toplumun içinden çıkıp, toplumun ortak çıkarma, onun iç karışıklar içinde eriyip gitmesini önlemek amacıyla kullanılan bir araçmış gibi görünür. Bu “toplum çıkarma” görüntüsü egemen sınıf olarak örgütlenmiş sömürücü bir avuç azınlığın toplumun geriye kalan çoğunluğu yönetmesinin zeminini hazırlar. Devlet daha önce doğrudan doğruya silahlı bir güç olarak örgütlenmiş halk yerine, onun bu “güç”ünü onun adına üstlenmiş bir “kamu gücü” olarak ortaya çıkar, böylece halkın kendiliğinden hareket eden silahlı gücü olanaksız hale gelir. Daha önceki toplumlarda bilinmeyen hapishane vb. eklentilerle devletin “güç”ü daha da büyür. Devlet yalnızca egemen sınıfın çıkarına ve onun aracı olarak “zor tekelini elinde bulundurmakla kalmaz, bu aygıtın masraflarını da halktan “zorla”, vergi dayatmasıyla çıkarır. Devletin artan gücü oranında büyüyen bir bürokratik tabaka oluşur, “devlet memurları artık toplumun organları olarak toplumun üstünde dururlar.” (Marx)
Silahlı gücün halkın denetimine alınması ve “düzenli ordu-zorunlu askerlik”in kaldırılması; vergi adaletinin sağlanması ve kimi vergilerin tümden kaldırılması; toplumun üstünde duran memurların seçimle belirlenerek toplumun seviyesine indirilmesi ve halkın yönetime “eşit yurttaşlık” çerçevesinde katılması, devletin ortaya çıkışından bu yana demokrasi mücadelesinin başlıca talepleri olagelmiştir.
Demokrasi mücadelesi aşağıdan tabakaların, ezilenlerin, sömürülenlerin, horlananların devlete müdahalesi, onu “halkçılaştırma” amacına tekabül eder. Ne var ki, “devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksinmesinden doğduğu için; ama aynı zamanda bu sınıfların da çatışmasının ortasında doğduğu için, o kural olarak en güçlü, iktisaden egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder.”(Engels)(3) Küçük köylüler, zanaatçılar, yoksul bütün halk tabakaları “iktisaden egemen sınıf” olabilecek maddi koşullara hiçbir zaman sahip olmadıklarından onların egemen sömürücü sınıflara karşı her büyük mücadelesi ya ancak geçici bir soluklanma yaratmış ya da onları bir başka sömürücü sınıfın kollarına itmiştir. Bundan dolayıdır ki; geriletilen egemen sınıf, gücünü az çok topladığı her durumda egemenliğini sınırlayan halka saldırmaktan bir an olsun geri durmamış, ya da, halk çoğunluğunun sırtına basarak eski sömürücü egemen sınıfı devirerek onun yerini alan yeni sömürücü sınıf konumunu az çok sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz devrimsel kazanından çiğneyip geçmekten bir an olsun çekinmemiştir. Örneğin demokrasi dönemindeki Roma’da halkın her isyanı sonucu devlet memurlarının halk içinden ve seçimle gelmesi sağlanmış ama iktisaden en güçlü sınıf inisiyatifi yeniden ele aldığı anda, M.Ö. 82 yılında olduğu gibi ve daha sonraki dönemlerde de jüri mahkemelerine halk yerine yalnızca senatörlerin atanması, halk temsilcilerinin devlet içinde yükselme olanaklarının elinden alınması, memurların seçiminin halktan senatoya devredilmesi “zor’la dayatılmıştır. 1649’da köylü ve küçük zanaatçıların kitle tabanını oluşturduğu ayaklanmalar sonucu İngiltere’de kral idam edilerek monarşi yıkılmış ve cumhuriyet ilan edilmişti. Cumhuriyet 9 yıl yaşayabildi, 1658’de monarşi yeniden kuruldu. Fransa’da benzeri gelişmeler yaşandı. Burjuva devrimci hükümet sadece 5 yıl (1789-1794) ve devrim anayasası ise ancak 1798’e kadar hüküm sürdü. Bu tarihten sonra en gerici burjuvazi, feodal aristokrasiyle anlaşma içinde monarşiyi yeniden inşaya girişti.
Oysa sosyalizmde, devrimle elde edilen kazanmalardan geriye değil ileriye gidilir. Bu sosyalist devletle kendinden önceki devletler arasındaki “özsel” farktan ileri gelir. Köleci devlet köle emeğinin, feodal devlet serf emeğinin, kapitalist devlet ücretli emeğin sömürüsü üzerinde yükselir, aynı zamanda bu sömürünün de bir aracıdır. Sömürüye dayanan üretim tarzına tekabül etmeleri ve bu alt yapının üzerinde yükselen siyasi üst yapı, egemen sınıfların egemenlik aygıtı olmaları onlarının “öz”üdür. Her üretim tarzına denk düşen farklı devlet tipleri vardır: Köleci, feodal, burjuva devlet gibi. Elbette aynı tür üretim biçimlerine denk gelen birden çok devlet biçimleri görülebilir. Nitekim köleci toplumda site demokrasileri kadar Uranlıklar; feodal toplumda krallıklar kadar monarşiler, merkezi imparatorluklar kadar bağımsız senyörlük ve siteler; kapitalist toplumda burjuva demokrasisinden faşizme kadar farklı biçimler alan devlet örgütlenmeleri görülmüştür. Yine de bu biçimsel farklılık o devletin “öz”ünü değiştirmez, bu “öz’ün hangi biçimler altında kendini ortaya koyacağını gösterir. Sosyalist devlet “kökten” farklıdır. O sömürünün hangi biçimde devam edeceği ile değil, sömürünün kökünün kazılmasıyla meşguldür. Böyle olduğu için de sömürücü sınıflar etkisizleştirildikçe devrimci demokratik mevzilere yenileri eklenir, bu aynı zamanda “her türlü egemenlik”in ortadan kaldırılmasına yönelmiş bir adımdır. Demokrasinin sosyalizmde niteliksel dönüşümünün bir başka ifadesidir bu.
III
Elbette sosyalizmi hakim kılma sürecinde de farklı devlet biçimleri olacaktır. Küçük köylülüğün ve zanaatçılığın yaygın olduğu bir ülke ile büyük sanayinin egemen olduğu bir ülkede farklı sosyalist devlet yapılarının olması mümkündür, hatta bu kaçınılmazdır da.
Sömürücü toplumlarda mülk sahibi sınıflar ve mülksüzler vardır. Devlet birincilerin İkinciler üzerindeki baskı aracıdır. Belli bir üretim tarzına denk gelen devlet tipinin farklı biçimler alması, mülk sahipleriyle mülksüzler, ezenlerle bütün ezilenler ve ezenlerin kendi arasında süre giden sınıf mücadeleleri tarafından belirlenir. Örneğin köleci toplumda köle sahipleri birbirinden farklı katmanlara bölünmüştür. Bunlar kölelik düzeninin sürdürülmesinde çıkar birliğine sahiptir ama bu düzeni sürdürmek için gerekli devlet biçimi kendi aralarında yürüttükleri mücadele tarafından belirlenmektedir. Son tahlilde iktisadi olarak en güçlü olan, en çok köleye hükmedenler (feodalizmde en çok toprak, kapitalizmde en çok para) devlete hakim olur. Yine de bu bir dizi geçişler gerektirir ve iç mücadelelerle şekillenir, M.Ö. 7. yy’a kadar Atina’da krallık vardır. Halkın çeşitli tabakalarının direniş ve isyanlarıyla demokrasiye geçilmiştir. Demokrasinin yerleşmesi için ise 200-250 yıl geçmesi gerekmiştir. Ortaçağda kralla feodal beyler arasındaki çelişkiler kralın yetkilerini kısan feodal meclislerin doğmasına neden olmuştur. Ama her defasında hakimiyetini güçlendirenler ister antik Yunanistan’da olsun, ister ortaçağda, isterse burjuva düzende ya demokratik kazanmaları kuşa çevirmiş ya da tümden ortadan kaldırmışlardır. Sosyalist devlet ise, dünyanın neresinde olursa olsun demokrasiyle var olabilir. Çünkü o çoğunluğun iktidarıdır, çünkü o mülksüzlerin iktidarıdır. Sömürücü düzenlerde olduğu gibi “mülk”ün mülk sahibi sınıflar arasında nasıl paylaşılacağından doğan biçimsel farklılıklar sosyalizmde yaşanmaz. Sosyalizm “toplumsal mülkiyet” üzerine yükselir, mülkiyetin bu biçimi -ki bu bir nevi mülkiyetsiz mülkiyettir ama henüz özgür paylaşım olanağı yaratacak kadar çok olmadığı için paylaşım biçimini gerektirir komünal-konseysel bir demokrasi dışında bir siyasal yapılanmayla gerçekleştirilemez. Proleter demokrasi, tarihte ilk kez olarak, en geniş işçi-emekçi yığınlarını aktif politik yaşamın içine çeker, onları konseyler-komünler aracılığıyla politikanın öznesi haline getirir. Kapitalizmin ‘normal’ işleyişi içinde politikanın dışına itilen, politikaya katılımı oy vermekle, şu ya da bu burjuva partisini desteklemekle sınırlanan işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, bu kez politikaya kendi dolaysız talepleriyle, kendi doğrudan temsilcilerini seçerek katılırlar.
Bu nedenle demokrasi sosyalizmin yapı taşıdır. Sömürücü toplumlarda devlet bireysel özel mülkiyetin korunması üzerine yükselir. Devlet biçimi ne olursa olsun bu “özel mülkiyet”ten en çok payı alan devlete hakim olur. Demokrasi mücadelesi bu hakimiyetin daha az mülk sahibi olanlar lehine sınırlandırılmasından ibarettir. Burjuva toplumda örgütlü proletarya bu gidişata son verir. Proletarya burjuva düzen içinde demokrasiyi sömürüyü kısıtlamanın, burjuva hegemonyayı geriletmenin silahı haline getirir. Yine de bu bireysel özel mülkiyet düzeninin kökenini değiştirmez. Sosyalist düzende toplumsal mülkiyet olduğu için, bu mülkiyetin ortaklaşa kullanımı için demokrasi bir zorunluluktur. Proleter demokrasi sosyalizme içkindir, toplumun bir bölümü lehine ondan vazgeçmek toplumsal mülkiyetin toplumun bu bölümü lehine bozuşması ile mümkündür.
İşte bu açıdan da sosyalist demokrasi, demokrasinin nitelik sıçramasını ifade eder. Elbette bu kendiliğinden olmaz. “Sosyalist üretim tarzı” kendi başına bağımsız bir üretim tarzı değildir. O komünizmin ilk basamağıdır, bu anlamda bir “geçiş”i ifade eder. Onun üzerinden yükselen siyasal üstyapı da bu anlamda salt bir “geçiş”ten ibarettir. Ve bu üst yapının, devletin “yabancı” bir güç tarafından değil kendi kendisi tarafından, egemen sınıf tarafından “geçiş”tirilmesi, komünist üretim tarzının üst basamağına doğru ilerledikçe yavaş yavaş ortadan kaldırılması gerekir. Bu yönde süreci “zor”layacak etkin bir siyasal irade olmadan bu başarılamaz. İşçi-emekçi kitlelerin sürekli seferber edilerek kapitalizmden komünizme geçiş süreci boyunca politikanın aktif öznesi kılınması gerekir.
Sosyalist demokrasi kendi bürokrasisini oluşturur ve bu bürokrasi kendi imhasının ekonomik ve politik koşullarını inşa eder. Eğer kitle inisiyatifi ve yönetime katılımı sürekli olarak daha da geliştirilemezse bu inşa süreci tavsar. Daha da önemlisi kitle denetiminden bağımsızlaşan bürokrasi kendi başına bir “güç” haline gelebilir. İşte bu anlamda da demokrasi yalnızca nesnel olarak değil, öznel olarak da sosyalizmin ayrılmaz parçasıdır. Çünkü halkın çıkarlarını savunmakla yükümlü bürokrasi demokratik denetimden sıyrıldıkça kendisi için bir kuvvet haline gelerek halka yabancılaşır. Bir başka deyişle, halk içinden çıkan ama demokratik denetimden uzak olduğu için halka yabancılaşan bir “güç”e dönüşür. Bu “güç” bir sınıf kimliği kazandığında kendini var eden toplumsal temellerle çelişkiye düşer ve o toplumsal temelleri yıkıma uğratır ya da toplumsal temelleri kendi çıkarlarına uygun olarak dönüştürür. 20. yy.ın sosyalizm deneyimleri buna dair birçok dersle doludur.
IV
Marks, “Korkunç bürokratik ve askeri örgütüyle, karmaşık ve yapay devlet mekanizmasıyla, yarım milyonluk bir ordunun yanı sıra yarım milyonluk bir başka memur ordusuyla bu yürütme erki” diye tarif ettiği 1850’li yıllardaki Fransız burjuva devletini “toplumun bedenini bir ağ gibi saran ve tüm gözeneklerini tıkayan iğrenç asalak organ” olarak tanımlar ve şöyle devam eder, “sonunda parlamenter cumhuriyet devrime karşı mücadelesinde, hükümet erkinin araçlarını ve merkezileşmesini zecri (zorlayıcı) önlemlere güçlendirmek zorunda kaldı. Tüm devrimler bu mekanizmayı parçalamak yerine yetkinleştirdiler. Egemenlik için sırayla savaşan partiler bu korkunç devlet yapısının ele geçirilmesini kazanmanın başlıca garantisi olarak görürler.”(4)
Sosyalist toplumda tam tersi olur. Silahlı bürokrasi dağıtılır ve tüm halkın silahlanmasına geçilir.
Devlet işlerinin büyük çoğunluğu yerel konseylere bırakılacağından merkezi memur sayısı azaltılır.
Memurlar ve yargıçlar seçimle gelir; yönetici devlet memurlarının ayrıcalıkları ortadan kaldırılır. Hangi düzeyde olursa olsun seçilenin her an geri çağrılması onu seçenlerin inisiyatifindedir. Böylelikle toplumun üzerindeki devlet, toplumun hizasına çekilir. Paramparça edilen burjuva devlet yerine, sömürücülerin ezilmesi ölçüsünde daha da küçülen ve ucuzlayan bir devlet aygıtı kurulur.
Her yeni sömürücü toplumla birlikte devlet daha pahalı, hantal, bürokratik bir yapı haline gelmiştir. Örneğin düzenli ordu burjuva devrimlerden hemen önceki monarşi döneminde ortaya çıkmıştır. Geniş bir memur tabakası bu dönemden itibaren görülmeye başlanmıştır. Burjuva dönemde devlet öylesine büyük, düzenli, devamlı işleyen bir organ haline geldi ki ve bu devasa asalak aygıtın çalışanları, yani yüksek memur tabakası seçimle gelmediği için en demokratik parlamenter cumhuriyetlerde bile devlet aygıtı bin bir bağla zengin sınıflara damardan bağlandı. Egemen sınıflar parlamento ve hükümetleri kontrol etmek dışında devlet organlarını doğrudan kontrol edecek biçimler geliştirir ve olası “parlamenter risk”lere karşı bu ilişkileri sisteme kavuşturur. Egemen sınıfın sermaye gücü büyüdükçe devletle arasındaki bu doğrudan bağlar sıkılaşır. Ezilenlerin her başkaldırısı ve devrimci girişimler burjuva devlet aygıtının yalnızca hacmini genişletmez, durmaksızın ona yeni eklentiler katar.
Sosyalizmde ise komünist üretim ilişkileri için gerekli koşullara yaklaştıkça devlet daha da zayıflar ve nihayet komünizmde, sınıfların ortadan kalkmasıyla devlet de sönümlenir. Sömürücü toplumlarda durmaksızın büyüyen devlet (tepedeki egemen sınıf küçüldükçe devlet büyür, çünkü hükmedilmesi ve zapt edilmesi gerekenlerin sayısı çoğalır) sosyalizmde durmaksızın küçülür (içte sömürücü sınıflar yok edildiği ve sosyalizm dünyaya yayıldığı oranda devlete gereksinim zayıflar). Bu küçülme komünal-konseysel demokrasinin daha da etkinleşmesi ile mümkün olur.
Bütün burjuva devrimleri “ucuz devlet”i amaçlaştırmıştır. Feodal aristokrasinin devleti de, harcamaları da üretim dışı fazlalık, boşa sarfiyat olarak görülür. Ne var ki kokuşmuş, asalak feodal devlet yıkıldığında burjuvazi devlete kendisi “yerleşir.” Aşağıdan sınıfların direnişini bastırmak için demokratikleştirdiği ya da ortadan kaldırdığı düzenli orduyu daha güçlü olarak yeniden kurar, kaldırdığı vergilerin yerine yenilerini koyar. Yakıp yıktığı kiliseleri yeniden inşa eder. Devlet yalnızca zenginliği korumanın aracı değildir; o aynı zamanda zenginliğe zenginlik katmanın da aracıdır. Sosyalizmde ise toplumun maddi ve kültürel düzeyini durmaksızın yükseltmek başlıca amaçtır, devlet ne kadar küçültülür, toplumsal fondan ona ne denli az kaynak aktarılırsa bu amacı gerçekleştirme düzeyi o denli ileri çekilir. Sosyalist demokrasinin nitelik farklarından bir başkasıdır bu.
V
Sosyalizmden önce de demokratik cumhuriyetler görülmüştü. Bu burjuva demokratik cumhuriyetler birkaç yıllık devrimci dönemlerde ayakta kalabildiler. Burjuvazinin üst tabakaları bu demokrasilere gerici yönde müdahale ettiler ya da düpedüz onları yıktılar. Burjuvazinin hakimiyetini sağlamlaştırması ve aşağıdan sınıfların basıncıyla burjuva demokrasisi yeniden vücut bulduğunda ise artık bütün devrimci özünü yitirmiş, egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazinin gerici diktatörlüğünü sürdürmesinin aracı olmuşlardır. Sosyalist demokrasi ise kendinden önceki demokratik birikimi özümser ve onu nitelik değişimine uğratır. Nihayet en burjuva demokratik cumhuriyette dahi yurttaşlar arasındaki eşitlik biçimseldir. Oy kullanma hakkı olan herkesin oyu eşittir, keza yasal kısıtlamalar dışında kalan herkes aday olabilir, ama hepsinin toplumsal konumu eşit değildir, biri daha zengin ve diğeri daha yoksuldur. Zenginin parası her şey gibi yoksulun zihnini çelen araçları ve politikacıları satın alabilir; yoksulun parası boğaz tokluğuna bile yetmez. Zenginlerin politikacıları vardır ve politika iyi gelir getiren bir meslektir. Yoksullar çalışmaktan kafasını kaldıracak boş zaman, zihninden dertleri kovacak olanaklara sahip olmadığından politikaya atılamaz. Yüksek maliyet gerektirdiği için, aday bile olamaz. Oysa burjuva demokrasisinin feodal aristokrasiye karşı savaşçı gücü bu yoksullardır ve demokrasinin sınırlarının bu denli genişlemesinin gerçek yaratıcıları onlardır. Feodal egemen sınıflara karşı (burjuvazi de dahil) bütün halkın, burjuvaziye karşı ezilenlerin temel kazanından sosyalist demokrasinin temelidir. Marks ve Engels “demokratik cumhuriyet proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir” derken bunu kast ederler. O “biçim” ancak proletarya devletinde yeni bir öze kavuşur, çünkü yurttaşlar arasındaki eşitlik biçimsel olmaktan çıkar, toplumsal eşitsizlikler de toplum ilerledikçe yok olur.
Engels 1792’den 1798’e dek devrimci Fransa’da uygulanan sisteme gönderme yapar ve şöyle der; “Her Fransız ili, her komünü Amerikan örneği üzere tam özyönetime sahipti ve bizim de buna sahip olmamız gerekir. Özyönetiminin nasıl kurulması gerektiğini ve bürokrasi olmadan nasıl yapılabileceğini bize Amerika ile Fransız devrimi ve bugün hala Avustralya ve diğer İngiliz sömürgeleri kanıtladılar.”(5)
Engels’in söz konusu ettiği yıllarda devrimden sonra 1791 anayasası ile eski bürokratik merkeziyetçi devlet cihazı yerini geniş bir özyönetime bırakmıştı. Yerel devlet mekanizmaları seçimle geliyordu. Ülke vilayetlere, bölgelere, kent ve köy komünlerine ayrılmıştı. Her köyde ve kentte seçilmiş bir iktidar organı oluşturulmuştu. Daha büyük idari birimler de halk tarafından seçiliyordu. Yerel özyönetimin tüm organları geniş yetkilere sahipti. Polis onların yetki alanına giriyordu ve gerektiğinde düzenli askeri birlikleri harekete geçirebiliyorlardı. Bu yerel özyönetim organları ile yasama erkinin bir halk temsilcileri meclisinin elinde toplanması birbiriyle bağlantılıydı.
Napolyon Bonaparte’ın hükümet darbesinden sonra durum değişti. Yeni anayasa ile birlikte cumhuriyet bir tabelaya dönüşmüş, yerel makamların organlarının seçimle işbaşına gelmeleri kaldırılmış, yerine atanmış valiler getirilmişti. Bölge ve belediye meclisleri valiliğin büroları haline gelmişti. Yerel yönetimin bütünü, yargıçlar dahil birinci konsül tarafından atanmaktaydı; bakanlar, ordu ve donanma kurmay heyeti de. Yasama inisiyatifi de sadece onundu. İki meclisi vardı ama bunlar Napolyon’un atadığı koruma senatosu tarafından atanıyordu. Böylece devrimin bütün kazanımları geri almıyor, yönetim mekanizmasının sıkı bürokratik merkezileşmesi sağlanıyordu. Bu “güçlü iktidar”dan burjuvazi pek memnundu, aşağıdan halk tabakalarının seçimle devlet mekanizmalarında yer bulması burjuvaziyi pek korkutmuştu. (Lenin)(6)
İngiltere’de de 1649’da cumhuriyet ilan edildiğinde sürekli ordu dağıtılmış, vergiler kaldırılmıştı.
Sosyalizm; Roma’da memurların seçimle gelme ilkesini, Atina’da yargıçlarının halk tarafından ve halkın içinden seçilme ilkesini, Ortaçağ’daki komünal kent meclislerini, İngiltere’de sürekli ordunun varlığına son verilmesini, Fransa’da kentlerin, komünlerin özyönetimini vb. bütün demokratik kazanmaları kendinde toplar. Bütün bu nicel birikimi nitel dönüşüme uğratır. Bu nitel dönüşüm önceki toplumlarda olamazdı, çünkü bunun maddi koşulları kapitalizmin belirli bir gelişkinlik düzeyine ulaşmasıyla nesnel olarak oluşmaya başlamıştı. Sosyalizmle birlikte ilk kez işçi sınıfı üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son vererek sosyalist demokrasiyi ete kemiğe büründürdü. Paris Komünü, parçaladığı burjuva devletin yıkıntıları üzerinden yeni bir devlet -“artık asıl anlamda devlet olmayan” bir devlet (Engels)- inşa etmeye girişti. Rusya’da iktidarı ele geçiren Sovyetler, Ocak 1918’deki III. Kongrede ilan ettikleri “Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi” ile proletaryanın insanlığın demokratik kazanımlarının sahiplenicisi olduğunu dünyaya ilan etti. Bu bildirge, hiçbir burjuva devriminin ortaya koymadığı bir hakkı, emekçi insanlığın sömürüden kurtuluşu hakkını ortaya koyar ve bayraklaştırır.
VI
Demokrasinin iki yanı vardı; birincisi, “Demokrasi bir devlet biçimidir, devlet türlerinden biridir. Bu yüzden her devlet gibi insanlara karşı örgütlü sistematik bir zor uygulamasıdır.” Diğer yandan demokrasi; “Yurttaşlar arasında eşitliğin, devletin şekillenişini belirleme ve devlet yönetme hakkının herkese eşit olarak resmen tanınması anlamına gelir.”(Lenin)(7)
Burjuvazinin demokratik devleti, ücretli emek sömürüsü üzerine yükselir. Silahlı bürokrasi egemen sınıf olarak örgütlenen burjuvazinin hizmetindedir. Devlet zoruyla halk vergiler aracılığıyla bir kez daha soyulur. Burjuva demokratik devlet, egemen sınıfın çıkarma başka ülkelere karşı saldırı, işgal ya da sömürgecilik amacıyla kullanılır.
Kapitalizmin gelişmesi nesnel olarak herkesin devlet yönetimine katılmasının koşullarını oluşturur. Ne var ki, üretim koşullarına burjuvazi hükmeder. Bu nedenle dağınık halde bulunan küçük üreticinin, üretim araçlarından yoksun proletaryanın ve bunlarla bağlı olarak zihinsel üretim araçlarından yoksun bütün emekçilerin yönetime katılmasının ekonomik önkoşulları kapitalizm şartlarında hiçbir biçimde oluşmaz. Bu koşulları ancak bir proletarya iktidarı hazırlar. Çünkü o üretim araçlarını toplumsallaştırarak “herkes”in malı yapar, böylelikle, tüm üretim araçlarını toplumsallaştırdığı ölçüde “herkes”in devlet yönetimine katılma hakkının bütün önkoşullarını yaratır. İşte bu nedenle proletarya devrimden sonra bir devlete gereksinim duyar. Eski devleti ele geçirmez, onu parçalayıp yok eder ama yeni bir devlet, kendisini de yok edişin koşullarını içinde barındıran ve olgunlaştıran bir devlet inşa etmeye girişir. “Kapitalist toplumla komünist toplum arasında birinin diğerine devrimci dönüşüm dönemi yatar. Buna bir de politik geçiş dönemi tekabül eder ki, onun devleti proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”(8) Marks’ın meseleyi bu tarz ortaya koyuşunu Engels şöyle tanımlar, “Devlet bir sınıfın bir başka sınıfı ezme aygıtından başka bir şey değildir ve bu demokratik cumhuriyette monarşiden daha az böyle değildir.” Bu nedenle “Proletarya devlete gereksinim duyduğu sürece, ona özgürlük için değil düşmanlarını bastırmak için gereksinim duyacaktır ve özgürlükten söz edildiğinde de devlet, devlet olarak var olmaktan çıkar.”(9)
Lenin aynı konuda şunları söyler, “Demokrasi daima kapitalist sömürünün dar çerçevesine sıkıştırılmıştır ve bu yüzden daima azınlık için, yalnızca mülk sahibi sınıflar için, yalnızca zenginler için bir demokrasi olarak kalır. Kapitalist toplumun özgürlüğü, aşağı yukarı hep, antik Yunan cumhuriyetininkiyle aynı kalır: Köle sahipleri için özgürlük. Modem ücretli köleler kapitalist sömürü koşullan sonucunda öyle yoksulluk ve sefalet altında ezilirler ki, demokrasi ve politikadan ‘başka dertleri vardır’, olayların olağan, barışçıl seyrinde nüfusun çoğunluğu kamusal ve politik yaşama katılımdan dışlanmış kalır.”(10) Nüfusun büyük çoğunluğunun devlet yönetimine özgürce katılımının koşullarının oluşumu için proletaryanın üretim araçlarını toplumsallaştırmak ve burjuvazinin direncini kırmak için sömürücü sınıfların özgürlüğünü sınırlamaya, onları baskı altında tutmaya, onlar üzerinde otorite uygulamaya gereksinimi vardır; proletaryanın diktatörlük yanı buradan gelir, ama o geriye kalan “herkes” için devlet yönetimine özgürce katılmanın koşullarını oluşturduğu için burjuva demokrasisinden binlerce kez daha demokratiktir.
VII
Marks ve Engels Komünist Manifesto’da “burjuvazinin şiddet yoluyla yıkılarak proletaryanın egemenliğini” kuracağını, devrimin ilk adımının “proletaryayı egemen sınıf durumuna yükseltmek, demokrasiyi elde etmek olduğunu”, proletaryanın politik egemenliğini “burjuvazinin elinden tüm sermayeyi ardı ardına koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve üretim güçlerinin miktarının mümkün olduğunca çabuk çoğaltmak için”(11) kullanacağını yazdılar. (Marks ve Engels 1871 Paris Komünü deneyiminden sonra “demokrasiyi elde etmek” ya da devleti ele geçirmek yerine devleti yıkmak ve yeniden kurmak fikrine ulaştılar. Manifesto’da yapılması gereken tek değişikliğin bu olduğunu belirttiler.)
Tekrarlarsak:
a-Burjuvazinin elinden tüm sermayeyi almak
b-Bütün üretim araçlarını toplumsallaştırmak
c-Üretim güçlerinin miktarını mümkün olduğunca çoğaltmak
İşte proletarya politik egemenliğe ve demokrasiye, ya da bir başka deyişle proletarya diktatörlüğüne bunun için ihtiyaç duyar. Bu süreçte kaçınılmaz olarak en küçüğünden büyüğüne tüm sermaye sahipleri, üretim araçlarını elinde bulunduran bütün kesimler proletaryanın karşısına çıkacaktır. Proletaryanın devrimden sonra da “tüm sermayeyi ardı ardına koparıp almayı” barışçıl yollarla yapamayabileceği, küçüğünden büyüğüne “bütün üretim araçlarını elinde bulunduranlarının” bunlarının devletin elinde toplanmasına karşı direnebileceği, kapitalizmi durmaksızın yeniden ve yeniden üreten bireysel meta üreticilerinin direnişinin uzun sürebileceği Sovyet deneyiminde açığa çıkmıştır. Bu deney aynı zamanda proletarya diktatörlüğünün neden zorunlu olduğunu da göstermiştir. Örneğin zengin köylülerin tasfiyesi yoksul köylülerin hücumuyla hızlanmasaydı sosyalizmin inşasında sıçrama gerçekleşmez ve “üretim güçlerinin miktarı mümkün olduğunca çabuk” çoğaltılmazdı.
Proletarya diktatörlüğünün alacağı biçimler; o ülkede üretim araçlarının ne ölçüde küçük bireysel mülkiyetin elinde durmaya devam ettiği, ne ölçüde büyük kapitalist birliklerde toplumsallaştığı kadar; sosyalist coğrafyanın kapitalizmi kuşatacak denli bir coğrafyaya mı yayıldığı, yoksa kapitalizmin kuşatması altında belirli bir alana sıkışmak zorunda mı kaldığı ile doğrudan ilintilidir.
Lenin, “Sosyalizm ile kapitalizm arasında, proletarya diktatörlüğünün uzun, az çok zorlu bir geçiş döneminin yattığını ve bu dönemin biçiminin birçok bakımdan, küçük ya da büyük özel mülkiyetin mi, küçük ya da büyük işletmenin mi egemen olduğuna bağlı olacağı”nı belirtir ve Estonya ile Rusya’yı karşılaştırır: “Estonya’da; okuma yazma bilmeyenin olmadığı, büyük tarımsal çiftliklerin bulunduğu bu küçük ülkede sosyalizme geçişin, Rusya gibi ağırlıklı küçük burjuva bir ülkede sosyalizme geçişe benzemeyeceği”ni söyler.(12) Rusya’daki proletarya diktatörlüğü hem Rusya gibi küçük burjuva bir ülkede sosyalizmi inşaya girişilmesi, hem de emperyalist saldırılar ve kapitalist kuşatma altında tutulması -başlangıçta gerici ayaklanmalar, daha sonra emperyalist savaş ve ardından soğuk savaşla yıkıcı hücumlara uğratılması- ile koşullanmıştı. Rusya’da proletarya diktatörlüğü bu şartlar içinde şekillendi. Ve bu şartlar altında proleter demokraside kimi savrulmalar yaşandı. Önemli hatalar yapıldı. Proleter devleti savunma ve sosyalist inşayı başarıyla gerçekleştirme amacına bağlı olarak düşülen hataların bütün önemine karşın, yine de bunlar proleter demokraside nitelik değişimine yol açacak düzeye ulaşmadı.
VIII
Marks’ın “kapitalistlerin ortak yönetim kurulu” olarak tanımladığı burjuva devlet; kapitalizmin emperyalizm aşamasında tekellerin ortak yönetim kurulu, bugünkü emperyalist küreselleşme döneminde ise sayılan birkaç yüzü geçmeyen uluslararası tekelin ya da onlar içinde öne çıkmış birkaç on dünya tekelinin “ortak yönetim kurulu” haline geldi. Sermaye tekellerin elinde yoğunlaştıkça devlet de bu tekellerin elinde yoğunlaştı. Karşı kutupta ise işçi sınıfı işsiz işçilerle birlikte devasa bir ordu haline geldi. Ara katmanlar hızla uçlara doğru savruldu. Kaçınılmaz olarak emek-sermaye çelişkisi daha da keskinleşti. Kapitalist tekeller ve devletler arasında hammadde kaynaklarına ve pazarlara yönelik hegemonya mücadelesi şiddetlendi. Hem içte hem dışta bu “uç”laşma ve “keskin”leşme silahlı bürokrasinin giderek daha da büyümesine yol açtı.
1929-32’deki büyük dünya ekonomik buhranından, ama özellikle de 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra tekellerin kapitalist devleti aynı zamanda bir tekelci kapitalist işletme haline geldi. Kapitalizmin genel bunalımına burjuvazinin verdiği yanıttı bu.
Burjuva bürokratik devlet aygıtı salt bir “zor” aygıtı olarak görülmediği her durumda varlığını toplumsal yararlı “kamu işleri” yürütmekle perdeliyordu. Bu “işlev” önceki dönemlerde de vardı, ama kapitalist devlet altında bunlar yeni bir çehre kazandı. Metaların dolaşımı, hammadde kaynaklarına erişim, kredi işlemlerinin yaygınlaşması için ve ulaşım iletişim kanallarının büyük bir hızla geliştirilmesi ve çoğaltılması -ki bu yollar yapılması, raylar döşenmesi, telgraf direkleri dikilmesi, telefon kabloları döşenmesi, posta işletmelerinin vb. kurulması demekti-, giderek daha da ihtiyaç duyulan işgücünün devamlılığını sağlamak için bakım ve eğitiminin yapılması -ki bu genel hastane, sağlık ocağı, genel okul vb. demekti-, bilimin sanayiye daha etkin uygulanması için daha çok üniversite kurulması, bilim insanı yetiştirilmesi gerekiyordu. Her bir kapitalistin bütün bunları kendi başına üstlenmesi söz konusu olamazdı, hem sermaye güçleri buna yetmezdi, hem de bunlar kâr getirmezdi. Devlet ne güne duruyordu. Bu “işler” burjuvazinin kolektif çıkarma devletçe üstlenilecek ve masrafları da tüm toplumun sırtına yüklenecekti.
İşçi sınıfının büyüyen örgütlülüğü ve mücadelesi, sosyalist devletlerdeki toplumsallaşma uygulamalarının yarattığı basınç, burjuva devletim doğrudan işçi sınıfı ve emekçilerin yararına bir kısım “kamu işi”ni de yürütmek zorunda bıraktı. Halk yararına bu “kamu işleri”nin masraflarının bir kısmı devlet bütçesinden karşılanırken bir bölümü kapitalistlerden yapılan kesintilerden karşılanacaktı.
Devletin kolektif kapitalist işletme olarak devreye sokulması, “genel kamu işleri”nin, “halk yararına kamu işleri”nin giderek artan düzeyi hem kapitalizmin genel bunalımını geçici süre ertelemiş, hem de emekçilerin burjuva devlet gerçeği hakkında yanılsamalara kapılmasına neden olmuştu.
Bu yanılsama yeni değildi. Daha 20. yy.ın başında işçi sınıfı içinde başlıca iki eğilim vardı: Birincisi, devrim yoluyla burjuva devleti parçalamak ve yerine proletarya diktatörlüğünü geçirerek sosyalist inşa ile kapitalizmin kökünü kazımak... İkincisi, burjuvaziyi kapitalizmi geliştirme yolunda cesaretlendirerek kendi yıkımı için gerekli koşulların olgunlaşmasını beklemek ve aynı dönemde kapitalist devlete sızarak onu içten içe, yavaş yavaş dönüştürmek ve elbette burjuva yasallığa bağlı kılmak. Birinciler III. Enternasyonal’de diğerleri II. Enternasyonalde toplandı. Bu İkinciler işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimlerinin siyasi eğilimini ifade ediyordu. II. Enternasyonalciler zamanla burjuvaziye bütünüyle iltihak ettiler. 1960’larda SSCB’nin kapitalizme dümen kırması ile SSCB yanlısı Avrupa komünist partileri II. Enternasyonalcilerin yarattığı boşluğu doldurdu, onlarının yerini aldılar. Bu işçi sınıfı arasında kapitalizm, kapitalist devlet ve demokrasiye dair yanılsamaları güçlendirmişti.
Bugün gerçekler çok daha belirgin, çıplak ve acıtıcı. 1974’te yeniden ağır bir krize saplanan kapitalizm rota değiştirdi. 1980’lerle birlikte devlet işletmeleri özelleştirme yoluyla kerte kerte tekellere devredilmeye başlandı. “Genel kamu işleri”nin bir bölümü de özelleştirildi. Kâr amacı gütmeden devletçe yerine getirilen kimi hizmetler birer kapitalist meta üretimi alanı haline getirildi. İşçi sınıfının bakım, onarım ve eğitimi için devlet tarafından yürütüle gelen genel sağlık ve eğitim hizmetleri giderek daha çok kâr konusu yapıldı ve dört bir yanda hastane ve okul fabrikaları yükselir oldu. Zaten büyük çoğunluğu ücretli emekçi durumuna gelmiş memurların önemli bölümü devlet hizmetlerindeki bu yapısal dönüşüm nedeniyle birer ücretli işçiye dönüştü.
Doğrudan sermaye yatırımlarının ve sermaye dolaşımının önündeki engellerin bir bir temizlenmesi, bu yatırım ve dolaşımın ekonomik olduğu kadar teknik, hukuki ve siyasi alt yapısının oluşturulması yatırımların ucuz işgücü alanlarına doğru kaymasına neden oldu. Bu gelişmiş kapitalist ülkelerde ücretlerin genel düzeyinin düşmesi, sosyal haklarının tırpanlanması, işsizlik ve yoksulluğun büyümesi anlamına geliyordu. Dün “ara sınıfların” bir bölümünü oluşturan serbest meslek sahiplerinin, yüksek eğitimlilerin giderek artan bölümü de işçi sınıfının saflarına düşmeye başlıyordu. Dünya pazarının yeniden düzenlenişi ve artan tekelleşme küçük üreticilere yönelik devlet desteklerinin azalmasına, tekellerin baskısıyla daha çok çözülmesine ve işçileşmesine yol açtı. Bütün bu “yeni” gelişmeler özellikle 20. yy’ın ikinci yansından itibaren burjuva devletin emekçiler nezdinde sınıf çelişkilerini yumuşatan “kamu yaran” yönünün giderek ortadan kalkması ve kazanılmış haklarının elden gitmesi, gelecek güvencesi kadar alışıldık yaşam tarzını korumanın dahi zorlaşması anlamına geliyordu. “Kamu yararı” yok olan devletin polis, istihbarat, ordu vb. silahlı bürokrasisi büyümekte ve aynı zamanda kazanılmış demokratik haklar ve özgürlükler sınırlanmakta, devletin “sosyal” yanı olduğu kadar biçimsel demokratik yanı da sertçe törpülenmektedir. Devlet her zamankinden daha çok baskı ve kontrol devleti haline gelmektedir. Öyle ki burjuva devletler adeta bir “güvenlik paranoyasına tutulmuşlardır. Fransa’da 13 yaşından büyük herkesin fişlenmeye çalışılması, Londra’nın 3 milyon kamerayla 24 saat izlenmesine rağmen kamera yetersizliğinden söz edilmesi, Roma sokaklarında askeri güvenliğin dolaşmaya başlaması; telefon dinleme ve e-mail’lerin depolanmasının sıradan olaylar haline gelmesi, İngiltere’de gözaltı süresinin 42 güne çıkarılması, ABD’de aylarca hiçbir hukuki yardım almadan ve mahkemeye çıkarılmadan hapiste tutmaya neden olan “Vatanseverlik” yasası gibi faşist bir yasanın yürürlüğe girmesi, benzeri yasaların Avrupa’nın birçok ülkesinde peş peşe yürürlüğe sokulması, ABD’nin AB ile suç ortalığı içinde uçakları adam kaçırma ve işkence merkezleri olarak kullanması, sayısı belirsiz yasalarda yeri olmayan ama devlet birimlerinin bilgisinde yeraltı hapishanelerinin kurulması; ABD’de işkence türlerinin hükümet kararıyla tespit edilmesi; kitle gösterilerine daha şiddetli müdahale, seyahat özgürlüğünün kısıtlanması, grevleri yasaklama girişimlerindeki artış; komünist yardım örgütlerinin dahi polis saldırılarına maruz kalması ve sayılamayacak kadar çok hak ihlali... Daha işgal ve sömürgeci savaş saldırılarından söz edilmedi bile.
IX
Engels devleti, “görünüşte toplumun üstünde” diye tarif etmişti, çağdaş burjuva devlet bu “görünüş”ü her geçen gün daha fazla yitirmektedir. Çünkü devlet “kamusal yararlı işler”den çekildikçe ve toplumdan “zor”la çekip aldığı (vergiler vb.) birikimi birkaç on tekelin hizmetine sundukça bu gerçek daha belirgin hale gelmektedir. 15 Eylül 2008 krizinden sonra (sadece ABD’de 700 milyar dolar olmak üzere) ABD ve Avrupa ülkelerinde yüzmilyarlarca doların, bu toplumun ortak sermayesinin birkaç mali spekülatörün kurtarılmasına ayrılması en canlı ve yakın örnektir. “Daha az sosyal, daha az demokratik; daha çok sömürü, daha çok baskı” burjuva devletin güzergâhı budur. Dünyayı saran kapitalist buhran sırasında burjuva devlet arabası bu yönde vitesi daha da yükseltmektedir.
Marx, burjuva parlamentarizmi şöyle tarif ediyordu: “Üç ya da altı yılda bir, hakim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek.”(13) Bugün bu tarifi “hakim sınıfın hangi üyesi” olarak değil de “hangi tekelci grubun temsilcisi” diye okumak gerekir. Geçmişte parlamento sömürüyü ve baskıyı gizleyen süslü, parlak bir kabuktu. Önce kabuğun içi çürüdü, bugün kabuğun kendisi de çürümekten lime lime dökülüyor. Tekelci egemenlik altında parlamentoyu oluşturan hakim sınıfın farklı üyelerinin sözcüsü partilerin halk yararına, hiç değil onların gözünü boyamak için kararlar alma, farklı politikalar oluşturma çabası bile yok artık. Eylül krizinde ABD’nin iki başkan adayının (Obama ve McCain) tekelleri kurtarma planının üzerinde hemen anlaşmaları, dahası kongreyi ikna etmek için ortak çaba içinde olmaları; Avrupa ve Japonya’da kriz karşısında her renkten burjuva partinin tekelleri korumak ve kurtarmak konusunda tek ses olmaları bu gerçeği bir kez daha ve bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Burjuva partilerin halkm temel taleplerini bir ölçüde dikkate alarak rakiplerine üstünlük kurma hedefinden de söz edilemez. Burjuvazinin “çok” partisinden değil, tek partinin ayrı ayrı acentalarından bahsedilebilir ancak.
Gerçekte yasama ve yürütme tekellerin elinde toplanmıştır. Ekonomiyle ilgili temel bütün kararlar tekellerin karargâhlarında kotarılmaktadır. Merkez Bankaları parlamento ve hükümetlerden “özerkleştirildi”, oysa gerçekte doğrudan tekellerin kumandasına verildi. Mali piyasaların yönetimi ya da iç ve dış ticaretin denetimi tekelci gruplarının yönetimindeki “kurullar”a devredildi. Daha genel kararlar G-7, IMF, DB gibi kapitalist kolektif kurum ve birliklerde almıyor. Savaş kararlarının alınmasında dahi parlamento bir “imza bürokratı” gibi kullanıyor. Geriye ne kalıyor? Yeni vergi çeşitleri icat etmek, vergileri artırmak, elde kalan “kamu işleri”ni tasfiye kararı vermek, yeni baskı yasaları çıkarmak... İşte çağdaş burjuva parlamentoların başlıca icraatları bunlardır.
Kapitalist üretimin bugünkü düzeyinde kapitalistler arasındaki rekabet üretim güçlerini geliştirme, emeğin üretkenliğini bu yönde geliştirme ekseninde değildir. Çünkü bu yönlü rekabet kâr oranlarının düşüşünü artık telafi edemiyor. Bu nedenle rekabet daha ziyade, mutlak artıdeğer sömürüsünü artırmak -ücretleri düşürmek, çalışma saatlerini yükseltmek, sosyal hakları ortadan kaldırmak-, yani daha merkezileşmiş sermaye ile daha ucuz işgücü kullanarak avantaj sağlamak üzerinde gelişmektedir. Hammadde kaynakları üzerinde kontrol sağlayarak yatırım maliyetlerinde rakiplerine üstün gelmek de başlıca rekabet alanıdır.
Her iki yöndeki gelişmenin sonucu nedir? İçerde daha çok baskı ve sömürü, dışarıda daha çok saldırganlık ve savaş. Bu kapitalizmin nesnelliğidir, burjuvalar arasında ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki nesnel ilişkilerin tarifidir.
İşçi sınıfı için bunun anlamı nedir? Kazanılmış haklan kaybetmek, yaşama düzeyinde göreli yükseliş yerine gerileme, yoksullaşma, işsizleşme ve giderek büyüyen geleceğe güvensizlik. Bütün bunların politik karşılığı şudur: Burjuva demokrasisi yoluyla kapitalist devlete “sızarak”, burjuvazi ile “toplumsal uzlaşma” içinde kapitalist düzen altında “güvenceli yaşam alanı” yaratma hayallerinin tuzla buz olması. Bu da işçi sınıfının nesnelliğidir.
Kapitalist düzeni ya da onun devletini işçi sınıfı lehine “toplumsal barış” içinde esnetme olanaklarından söz edilemez. Parlamentoda çoğunluk elde edilse bile bu ne ekonomi, ne politika, ne tekeller, ne devlet üzerinde bir denetim anlamına gelecektir. Daha önce de belirtildiği gibi yasama ve yürütme gerçekte tekellerin elinde toplanmıştır. Üretim araçları bugüne kadar görülmedik düzeyde tekellerin elinde merkezileşmiştir. Kazançların burjuvazi ile işçi sınıfı arasında görece daha adaletli paylaşımı, yani sömürünün sınırlandırılmasının olanakları kapitalist üretim ilişkilerinin keskinleşen çelişkileri nedeniyle daha azalmıştır. Sömürünün sınırlandırılmasına yönelik mücadelede sert sınıf kavgalarını zorunlu kılmaktadır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermeden geçici bir dönem için bile “refah içinde güvenceli yaşam” elde etme imkânları tükenmektedir.
X
Bu durum hiçbir biçimde, burjuva yönetim altında burjuva demokrasi, biçimsel demokrasi için mücadeleyi gereksiz kılmaz. Tam aksine bu yönde daha kararlı ve etkin bir mücadeleyi koşullar.
Burjuvazinin emekçileri devlet yönetimine müdahaleden, yasamaya etkide bulunmaktan giderek daha çok yoksun bırakması; demokratik hak ve özgürlükleri her geçen gün biraz daha sınırlaması, deyim yerindeyse kemirmesi; kazanılmış sosyal hakları bir bir ortadan kaldırması işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi bayrağına daha sıkı sarılmasını zorunlu kılar. Çünkü işçi sınıfı ve bütün ezilenler ancak demokratik mevzilerini savunarak burjuvazinin karşısına siyasal bir güç olarak dikilebilirler; ancak demokratik haklara yönelik saldırıları püskürterek bir direniş hattı oluşturabilir; ancak yeni demokratik hakları burjuvaziden zorla koparıp alarak onun saldırganlığını dizginleyebilirler. Ve işçi sınıfının bilinçli öncüleri bütün bu demokrasi mücadelesine kararlı ve tutarlı biçimde önderlik ettiği müddetçe korunan ve kazanılan demokratik mevzileri sonal amacı için sıçrama tahtası haline getirebilir.
Burjuvazinin demokrasiyi yok etmesi, işçi sınıfının ona daha sıkı sarılmasını gerektirir. Ama bu ne burjuva hegemonya altında burjuvaziyle “barış içinde bir arada yaşamak” içindir -ki bunun olanakları nesnel olarak tükenmiştir- ne de devlete ve yasamaya doğrudan müdahaleyi ortadan kaldıran ve işçi sınıfını politik bir güç olmaktan bölünmüş sosyal gruplar haline getirmeyi amaçlayan “sivil toplumcu”luğa meyletmek içindir. Demokrasi mücadelesi bu her iki pespaye burjuva bakış açısını mahkûm ederek ilerletilebilir. İşçi sınıfı demokrasi mücadelesine burjuvaziye karşı daha etkin savaşmak için ve bu savaşım içinde politik eğitimini ilerletmek için daha sıkı sarılmalıdır.
Henüz politik özgürlüğün elde edilemediği ülkelerde, politik özgürlüğün, “Yani devlet yönetimine tüm yurttaşların doğrudan, yasayla (anayasayla) güvence altına alınmış katılımı, tüm yurttaşlar için toplantı özgürlüğünün, kendi meseleleri üzerinde tartışma ve devlet işlerini demekler ve basın aracılığıyla etkileme hakkının güvencelenmesi”nin elde edilmesi en acil talep olarak yerini korumaktadır. İleri kapitalist ülkelerde ise politik özgürlüğün korunması ve ilerletilmesi başlıca güncel politik görevler arasındadır.
Marks, orta sınıfları -şehir ve kır küçük burjuvazisi- bütünüyle “gerici bir kitle” olarak niteleyenlere karşı “orta sınıfların... işçi sınıfı karşısında salt gerici bir kitle oluşturdukları saçmadır” demiş ve bunun nedenini “orta sınıfların... proletaryaya geçişlerinin yakın olması”(15) olarak açıklamıştı. Bugün Marks’ın sözünü ettiği “geçişler”in hangi düzeyde olduğunu ve nasıl bir hız kazandığını belirtmeye gerek yok. İşçi sınıfı iktisadi olduğu kadar politik sistemden de umudunu yitirmiş bu geçiş halindeki kesimlerin taleplerini hiç tereddütsüz sahiplenmelidir. “İşçi sınıfı bütün politik ve sosyal yaşama katılmalı, ileri sınıf ve partileri gericilere karşı desteklemeli, mevcut sisteme karşı her tür devrimci hareketi desteklemeli, her türlü ezilen ulusun veya ırkın, her türlü ezilen mezhebin, haklardan yoksun cinsiyetin vs. savunucusu olmalıdır.”(16)
İşçi sınıfı burjuva düzen altında bütün ezilenlerin hak ve çıkarlarının savunucusu, demokratik hak ve özgürlüklerin korunması ve burjuvaziden zorla koparılıp alınması mücadelesinin politik öncüsü olarak boy gösterdikçe yeni bir dünyanın kapılarını aralayabilir. Burjuvazinin demokratik hak ve özgürlüklere saldırısının dünya çapında yoğunlaştığı günümüzde, bu her geçen gün önemi daha da artan politik bir sorun haline gelmiştir. Sömürge boyunduruğu altında tutulan, ezilen uluslarının ve eziyet gören, ayrımcılığa uğrayan ulusal azınlıklarının; emperyalizmin işgal saldırılarına maruz kalan halkların; her türlü aşağılanmaya ve ırkçı-insanlık dışı muameleye maruz bırakılan göçmenlerin, cins ayrımcılığının binbir biçimine maruz kalan kadınlarının; dinsel-politik baskıya tabi tutulan mezhep ve dinsel toplulukların taleplerini politik mücadelenin konusu yapmak, işçi sınıfının başta gelen görevleri arasındadır. Bu görevleri yerine getirmeyen işçi sınıfı ezen-ezilen ulus, egemen din-azınlık din, egemen mezhep-azınlık mezhep vb. ayrımlarla politik olarak parçalanacak, şovenizmin, ırkçılığın, erkek egemenliğinin vb. zehri ile politik tükenişe sürüklenecektir. Ama yalnızca bu nedenle değil, en ileri burjuva demokrasilerinde bile peş peşe uygulamaya sokulan faşist yasaların, söz, toplantı, gösteri, basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamaların engellenmesi için de işçi sınıfı demokrasi mücadelesinin en ön safında yerini almalıdır.
Bu yönde atılan her adım burjuvazi ile proletarya arasındaki politik mücadelenin şiddetlenmesinden başka bir sonuç doğurmaz. Burjuva devlet bayrağı altında “huzur” içinde yaşamanın koşullan bütün emekçi sınıflar için giderek daha çok tükenmektedir. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi sosyalist mücadeleye sıkıca bağlıdır ama birincisi için kılını kıpırdatmayanların İkincisine gevezelikten öte bir katkıları olmayacaktır.
XI
Lenin, “Kapitalizmin gelişimi kendi payına, gerçekten ‘herkes’in devlet yönetimine katılabilmesinin önkoşullarını yaratır” der ve bunun koşullarının bazılarını şöyle sıralar: “En ileri kapitalist ülkelerde artık gerçekleştirilmiş olan genel eğitim, ayrıca büyük, karmaşık, toplumsallaştırılmış posta, demiryolu, büyük fabrikalar, büyük ticaret, bankalar vb. aygıtı tarafından milyonlarca işçinin eğitim ve disipline edilmesi.”(17) Lenin bu tarifi “kapitalistlerin ve memurların yerlerinin silahlı işçiler tarafından, silahlı halk tarafından doldurulmasının derhal, bugünden yarma geçilmesi” kesinlikle mümkün bir düzenleme olduğunu kanıtlamak için yapar.
Lenin’in söz konusu ettiği koşulların bugün dünyadaki ülkelerin neredeyse tamamında geçerli olduğu, gelişmiş kapitalist ülkelerde ise bu koşullarla kıyaslanamayacak düzeyde ilerlemeler gerçekleştiği kolaylıkla söylenebilir. Daha da önemlisi şudur ki, “büyük, karmaşık, toplumsallaştırılmış” işler yalnızca tek tek ülkeler düzeyinde değil ama birer dünya tekeli durumuna gelmiş kapitalist birliklerce, onlar tarafından ve onların kontrolünde dünya çapında gerçekleşmektedir. Ulaşım ve iletişim alanındaki teknik altyapı öylesine mükemmelleşmiştir ki salt işçi sınıfının “eğitim ve disiplini” için değil, işçi sınıfının çok daha üst düzeyde bir birlik, “bütünsel varlık” olması için teknik temeli hazırlamıştır.
İşçi sınıfının ve milyonların aynı anda tartışma süreçlerine dahil olması, kararlara katılımı, hem de doğrudan katılımı için bilgisayarda bir tuşa basmak yeterli hale gelmiştir. Roma ve Atina’da olduğu gibi site halkının hep birden bir meydanda toplanarak tartışma yapması ve oy kullanması yerine milyonlarca insan internet erişimi ile bir ekran içinde toplanabilirler. O halde “bugünden yarına geçilmesi” yani kapitalizmden komünizme geçilmesi için maddi teknik temel çok daha olgundur ve çok daha kısa sürmesi “kesinlikle mümkün’dür. İşçi sınıfı ve tüm yoksullarının karar süreçlerine katılımı için demokrasinin en geniş çapta uygulanması için gerekli koşullar çok daha gelişmiştir. Komünist Manifesto’da tarif edildiği üzere burjuvazinin elinden tüm sermayeyi almak, bütün üretim araçlarını toplumsallaştırmak bugünkü şartlarda çok daha kolay ve hızlı gerçekleşecektir. Zira birkaç yüz tekelin mallarını toplumsallaştırmak bile üretim araçlarının büyük bölümünün toplumsallaşması anlamına gelecektir. Üretim araçlarının en büyük bölümü birkaç yüz tekelin elinde toplandığı; geriye kalanlar da onlara tabi kılındığı için yine Manifesto’da ifade edildiği gibi üretim güçlerinin miktarını mümkün olduğunca çoğaltmak için, bu güçleri zincirleyen bu büyük tekellerde merkezileşmiş üretim araçları üzerindeki mülkiyete son vermek, daha başlangıçta devasa bir adım anlamına gelecektir.
Bütün bunlar bizi aynı zamanda şu sonuca ulaştırır ki; sosyalist demokrasinin daha etkin uygulanmasının nesnel koşulları, yüzyıl öncesinden çok daha elverişlidir ve kapitalizmden komünizme daha hızlı geçmenin, buna bağlı olarak proletarya diktatörlüğünün daha kısa sürmesi ve devletin sönüp gitmesi için koşullar çok daha uygundur.
XII
Bu koşullar altında “daha az devlet, daha çok toplum” şiarı proletarya devletini tarif eder mi? Kesinlikle evet. Ne var ki bu şiar, bugünlerde kapitalist düzene son verilmeden, tekellerin egemenliği altında, iğrenç, asalak devasa bürokratik baskı ve sömürü aracı burjuva devlet yıkılmadan komünal-bireysel yapıların, devlet ve düzene alternatif olabileceğini ileri sürenlerce kullanılmaktadır. Tekelci devlet yıkılmadan, onun silahlı bürokrasisi dağıtılmadan böyle bir şiar ortaya atmak yalnızca sahiplerini gülünç kılmaz, işçi sınıfının silahsızlandırılması yolunda tekellere sunulmuş büyük bir hizmet anlamına da gelir.
Engels kendi zamanının otonomistleri ile tartışırken şunları söylüyordu: “Tüm sosyalistler, devletin ve onunla birlikte politik otoritenin gelecekteki sosyal devrimin sonucunda ortadan kaybolacağında; yani kamu işlevlerinin politik karakterinin yitireceği ve sosyal çıkarları denetleyen basit yönetsel işlevlere dönüşeceğinde anlaşıyorlar. Anti otoriterler ise, politik devletin, onu üreten sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istiyorlar.”
Bugünün otonomistleri “bir vuruşta” devleti ortadan kaldırmaktan söz etmiyorlar, devasa boyutlara ulaşan devletin gücü karşısında afallıyor ve o devasa aygıtın gölgesinde “otonomlar” yaratabileceklerini düşlüyorlar. Oysa o devasa gövdenin içinden çıkıp üzerine çullandığı toplumsal üretim ilişkilerinin bağrında o devleti paramparça edecek muazzam yıkıcı güçleri göremiyorlar. “Onun için ya ne söylediklerini kendileri bilmemektedir ve bu durumda sadece karışıklık yaratmaktadırlar, ya da bilmektedirler ve bu durumda proletarya davasına ihanet etmektedirler. Her iki halde de sadece gericiliğe hizmet etmektedirler.” (Engels)(18)
Burjuva düzen içinde yerel kitlevi halk örgütleri, sosyal dayanışma hareketleri kurmak mümkün müdür? Kesinlikle mümkündür ve gereklidir de. Ama bunlar işçilerin, yoksulların, bütün ezilenlerin kapitalist düzen altında, onlara rağmen alternatif yaşam alanları ve üretim ilişkileri geliştirebileceklerine dair boş hayaller yaymak için değil, artık devlet tarafından üstlenilmeyen “sosyal-yararlı işler”in toplum adına devlet tarafından üstlenilmesi talebi yükseltilirken, bu süreçte, bu “işler”in halk dayanışması ile yerine getirilmesi ve örgütlenmesi için kurulmalıdır. Yine bunlar birbirinden kopuk oluşumlar olarak değil devrimci mücadelenin karargâhları olarak kullanıldıkları ölçüde yararlı olacaklardır. Mevcut iktidara alternatif olmaları için değil iktidarı alaşağı etmek için konumlandırılmalıdırlar. İç yapılan gereği demokratik bilincin gelişmesine hizmet edecektir. İktidar hedefine, komünlerin merkezileşmiş iktidar hedefine bağlanmamış “otonomlar” yozlaşıp giderler. Kapitalist devlet altında alternatif devletsel yapılar yaşamaz, biri diğerini alt etmek zorundadır; ya da bu otonomlar düzene ve devlete ilişmeden yaşayacaklardır, bu kapitalist düzene ve burjuva devlete biat etmenin başka bir yoludur, hepsi bu.
Kapitalizmden önceki bütün üretim ilişkilerinde yeni üretim ilişkisi eskisinin yanı sıra doğar, giderek yayılır ve giderek eskisini yutarak, yıkarak ya da dönüşüme zorlayarak egemen hale gelir. Kapitalizm de feodalizmi böyle alt etmiştir. Ama kapitalizm böyle alt edilemez. Kapitalizm bu açıdan farklıdır. Onun yıkıcı güçleri onun yanı sıra, ona rağmen, onun dışında değil onun içinde, onun tarafından, kendi elleri ile oluşturulur. O durmaksızın her defasında kendisini daha şiddetli infilak ettirecek maddi güçleri büyütür. Bundan dolayıdır ki alternatif bir toplumsal üretim biçimi ve ilişkilerini kapitalizmin yanı sıra var etmek, yaşatmak, onu dışarıdan kuşatmak ve yutmak söz konusu olamaz.
Bugün kapitalizm içinde kendisini patlatacak maddi güçler öyle çoğalmıştır ki, işçi sınıfının devrimle iktidarı ele geçirmesi halinde kapitalizmden komünizme geçişin hızla gerçekleşmesinin, yani daha az devlet ve daha çok toplum için koşullar çok daha gelişmiştir. Bu yüzden temel mesele kapitalizmin kapsam alanı dışına çıkmak değil -ki bu olanaksızdır- kapitalizmi infilak ettirmek için gerekli ateşleyici güçleri örgütlemek ve harekete geçirmektir, ya da buhranlarla nefesi tıkanan kapitalizmin gırtlağına sarılmaktır.
XIII
1917 Ekim Devrimi’nden hemen sonra Sovyetlerin Kurucu Meclisi dağıtma kararı devrim düşmanları kadar her türden revizyonist ve reformist tarafından da kınanmıştır. Onlara göre Bolşevikler demokrasiyi yok etmişlerdi. Örneğin Kautsky, Sovyetlerin bir savaş örgütü olduğunu ama Bolşeviklerin onu bir iktidar organı haline getirmeye çalıştığını belirtiyordu. Oysa Bolşevikler tam da Kautsky’nin eleştirdiği şeyi yapmak, parlamentonun yerine demokrasinin çok daha ileri biçimi olan konsey-sovyet demokrasisini geçirmek istiyordu; ikisi bir arada yaşayamazdı, biri diğerini galebe çalacaktı.
Başka ülkeler de benzer deneylerden geçti. 1918 Kasım’ında Berlin’de 500 bin kişi ile başlayan grev Almanya’nın başlıca büyük şehirlerini kapsamış ve sonunda Berlin’deki ordu birliklerinin de isyanı desteklemesiyle imparatorluk yıkılmış ve Berlin’de işçi-asker konseyi hakimiyeti ele geçirmişti. Konsey üçü sosyal demokrat SPD, üçü de II. Enternasyonal partisinden daha solda olan USPD’den 6 kişilik bir geçici hükümet kurmuştu. Devrim parça parça bütün ülkeye yayıldı ve ikili iktidar oluştu. SPD burjuva parlamenter işleyişten yanaydı. USPD parlamento ile konseylerin yan yana olacağı bir düzen öngörüyordu. Spartakistler (Rosa ve K. Liebknecht önderliğinde) ise “bütün iktidar konseylere” şiarını yükseltiyordu. Sonunda SPD inisiyatifi ele aldı ve karşı devrimci saldırıya geçti. Rosa ve Liebknecht alçakça öldürüldü. Konseyler karşı devrimci hücumla çözüldü. Rusya’da proletarya diktatörlüğü İle sonuçlanan devrim Almanya’da burjuva diktatörlüğüne evrildi, birinde III. Enternasyonal partinin öncüsü, diğerinde II. Enternasyonal partisinin öncüsü vardı, biri konsey demokrasisini, diğeri parlamenter demokrasiyi bayrak edinmişti.
Avusturya’da da durum çok farklı değildi. 1918’de işçiler sokaktaydı. Askerler proletaryanın yanında saf tutuyordu. “Tüm iktidar Sovyetlere”, “Yaşasın proletarya diktatörlüğü” sloganları meydanlarda yankılanıyordu. Ne var ki, Avusturya’da II. Enternasyonalci parti etkindi. “Devrimci maceracılık”a engel oldular ve böylelikle proletaryanın elindeki iktidarı burjuvaziye teslim ettiler.
Ya İtalya’ya ne demeli? 1920 Eylül’ünde 3,5 milyon işçi fabrikalarını işgal etmişti. İşçiler komitelerde ve silahlı müfrezelerde örgütlenmişti. Fabrika işgallerinin devrime dönüşmesinin önünde ciddi bir engel yoktu. Burjuvazi böyle bir devrimi bastıracak güçten yoksundu. Komünistler azınlıkta kalmıştı. Reformist önderlik anlaşma yolunu seçti ve işgal bitirildi. Hiç kimse burjuvaziye daha iyi hizmet edemezdi.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılıyor ki “tek ülkede sosyalizm” bir kader değildi. Diğer ülkelerde devrimci önderlik inisiyatifi ele alabilseydi dünyanın çehresini değiştirebilirdi. Sorun “nesnel koşullardan çok “öznel müdahale”deydi. Burjuva demokrasisi mi proletarya demokrasisi mi sorusuna Bolşevikler tereddütsüzce İkincisinden yana yanıt verdiler. II. Enternasyonalciler birincisine meylettiler. “İkisi bir arada”yı savunanların ise esamisi bile okunmadı. Burjuva demokrasisi proletaryanın konseylerine saldırdı ve dağıttı. Proletarya demokrasisi de kurucu meclise aman vermedi. Bu eşyanın tabiatına uygundu: Her demokrasi bir diktatörlüktür.
Tarihsel tecrübeler burjuva demokrasisi içinde kalarak işçi sınıfı ve emekçilerin geleceklerine daha umutlu bakmasının artık olanaklı olmadığını yeterince gösterdi. Bugün kapitalist üretim ilişkileri lağvedilip burjuva devlet parçalanmadan toplumsal ilerleme sağlama olanağı tükenmiştir. Toplumsal ilerleme yolu burjuvazi tarafından tıkanmıştır. O yolun açılması için tek yol devrim, tek alternatif sosyalizmdir.
Dipnotlar
1- Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, akt. Lenin, Seçme Eserler c. 7, s. 19
2- Age, s. 19
3- Age, s. 24
4- Marx, 18 Brumaire, akt. Lenin, Seçme Eserler c. 7, s. 38
5- Engels, Erfurt Program Taslağının Eleştirisi, akt. Lenin, age, s. 80
6- Lenin, Seçme Eserler c. 7, notlar bölümü, not: 21
7- Lenin, Devlet ve Devrim, c. 7 içinde, s. 106
8- Marx, akt. Lenin, age, s. 133
9- Engels, Bebel’e mektup, akt. Lenin age, s. 144
10- Lenin age, s. 93
11- Marx-Engels, Komünist Manifesto, akt. Lenin, age, s. 34
12- Lenin, III. Tüm Rusya Sovyetler Kongresi’ne Rapor, age, s. 281
13- Marx, Fransa'da İç Savaş, akt. Lenin, age, s. 55
14- Lenin, Bir Program Taslağı, 1895-1896, Seçme Eserler c. 1, s. 476
15- Marks, Bracke’ye Mektup, akt. Lenin, Seçme Eserler c. 1, s. 537, dipnot 31
16- Lenin, Rus Sosyal-Demokratlarının Bir Protestosu, 1899, age, s. 507
17- Lenin, Devlet ve Devrim, age, s. 106
18- Engels, akt. Lenin, age, s. 70