“Müdahale” 2007'nin Kasım ayında yayın yaşamına giren, kendi tanımıyla, “Aylık Teorik- Politik, Analiz ve Yorum Dergisi”. Yine kendi anlatımlarıyla, “Devrimci antiemperyalist ve sosyalist bir odağa olan ihtiyaç”, “Müdahale”yi çıkartan “Ekibi birleştirdi ve kenetledi.” (s.1) “Genç devrimcilerin yanı sıra farklı akımlardan gelen deneyimli sosyalistlerin” oluşturduğu bir “ekip”, devrimci bir örgüt kurmayı murat ederek yola çıktığını duyuruyor. İsmiyle de anıştırmak istediği gibi, “Mevcut sosyalist harekete” müdahale etme iddiasındadır. “Madem yeni bir dünya ve yeni bir ülke var, o zaman yeni bir devrimci harekete, yeni bir politik senteze, yeni bir tarza ve yeni bir odağa ihtiyaç var.”
Sosyalizm mücadelesinin yeni tarihsel döneminin girişi koşulları altında “anti-emperyalizm”, “devrim” ve “sosyalizm” mücadelesi adına “arayışların”, “yeni arayışların” ortaya çıkması sürecin doğasına uygundur. Kuşkusuz önemli olan bu arayışların mahiyeti, yönü ve niteliği, nasıl bir rol oynayabileceğidir. O halde yapılması gereken “sosyalist harekete” bu müdahalenin mahiyetini çözümlemek, aydınlatmaktır. Arayışa çıkan Müdahale'ye böyle anlamlı bir devrimci destek sunmaktan kaçınamayız, devrimci bir görevdir. Burada “Müdahale”nin “çerçevesini” çizen “Temel Yönelim” metnini eksen alarak, aranan devrimciliğin mahiyetini anlamaya, tanımlamaya çalışacağız:
“Müdahale”nin teorik duruşu nedir?
Sosyalizm adına yola çıktığını ve ekipte “deneyimli sosyalistlerin” de yer aldığının altı çizildiği için, doğrusu bizi öncelikle, teorik duruşunun Marksist olup olmadığı ve bu ekibin “deneyimli”lerinin Marksizm’le ilişkilenişlerinin “en son hali” ilgilendiriyor. Bu bakımdan Müdahale'nin “Avrupa-merkezci anlayışlara ve modellere karşı” olduğunu açıklaması, teorik pozisyonuna işaret eden anlamlı bir veridir. Bu yaklaşım yalnızca “biraz” Doğu-merkezcilik eğilimini, yönelimini yansıtmıyor, çok daha önemlisi de, aynı zamanda bu ekibe dahil olan “Farklı akımlardan gelen deneyimli sosyalistlerin” Marksizm’le helalleşmekte olduklarını ve helalleştiklerini gösteriyor. Ne de olsa onlara göre Marksizm de “Batı-merkezci anlayış ve modeller” tanımı/kavramı içerisinde yer alıyor. Bunun bir teorik ve ideolojik “kopuş” eğer bir sıçramayla birlikte gerçekleşmiyorsa, ya bir geriye düşüştür ya da geçici olarak boşlukta, “hava”da kalma durumudur. Fakat bizim “deneyimli sosyalistler”imizin kiminin özgül ağırlığı boşlukta kalmaya uygun olmadığından onların geriye düştüklerini tespit etmek durumundayız.
Bu Marksizm döneklerinin haklarını yememek için “öncü sınıf proletarya” diyebildiklerini özellikle kaydetmeliyiz. Fakat yine de Müdahale'nin “proletaryasına” (“burjuvazisine” de!) biraz daha yakından bakmakta yarar var. Zira, Müdahale'nin burjuvazisi, “Tarihin gördüğü en yıkıcı sınıf’ı; proletaryası da “Tapıcı ve kurucu bir sınıf’.
“Burjuvazi, insanlığın temel çelişmelerini çözme ve ihtiyaçlarına yanıt verme potansiyelini tamamen yitirmiştir. Uluslararası burjuvazi tarihin gördüğü en yıkıcı sınıftır; sadece toplumu değil, doğayı ve insan doğasını da yıkıma uğratıyor. Günümüzde tabanı iyice genişlemiş, çeşitlenmiş ve dünya çapında bir güce erişmiş olan proletarya ise yapıcı ve kurucu bir sınıf olarak yükseliyor.” (T.Y. s.4)
Burjuvazi kuşkusuz ki, insanlığın temel çelişkilerini çözme ve ihtiyaçlarına yanıt verme yeteneğinden yoksundur. Keza doğayı ve “insan doğasını” yıkıcı olduğu da bir gerçektir. Fakat sorun burjuvazinin, en nihayetinde onun var oluş koşulu ve aynı zamanda eseri de olan kapitalist ekonomik toplumsal düzende tuttuğu yerin ve nesnel ekonomik toplumsal konumunun koşullandırdığı rolünün analiz edilmesidir. Dünya düzeninin üzerine yükseldiği proletarya-burjuvazi temel çelişkisinin bir kutbu olarak burjuvazinin kendi var oluşunu cisimleştiren bu çelişkide oynadığı rolün, konumun aslına uygun biçimde açıklanmasıdır.
Gerçi Müdahale, Marksizm adına ortaya çıkmadı. Marksist olmak zorunda da değil. Ama biz yine de onun burjuvazi ve proletarya analizlerinin Marksist öğretiye taban tabana zıt/karşıt olduğunu sergileyerek, Müdahale'nin “sosyalizmi”nin Marksist bilimsel sosyalizm olmadığını göstermek istiyoruz. Kuşkusuz burjuvazi günümüz toplumunun; burjuva-kapitalist toplumsal düzenin (ve üzerine yükseldiği ekonomik düzenin) yıkıcı değil, tutucu, koruyucu gücüdür; proletarya ise tersine yıkıcı, devrimci gücüdür. Proletarya ancak kapitalizmin yıkıntıları üzerine yükselecek yeni toplumun kurucu, yapıcı gücü olabilir, ancak kapitalizmi yıkmakla proletarya aynı zamanda proletarya olarak kendini de yıkmış olur. Tam yeridir, parıltıları hala insanın gözünü kamaştıracak denli parlak ve güçlü olan, Marks'ın proletarya burjuvazi temel çelişkisinin teorik analizine burada başvurmalıyız:
“Proletarya ve zenginlik, karşıtlardır. Bu karşıt oluş durumları içinde bir bütünlük meydana getirirler. Her ikisi de özel mülkiyet dünyasının oluşumlarıdır. Her birinin bu çelişki içinde hangi belirli yeri kapladığını bilmektir asıl sorun. Bunların bir bütünün iki yüzü olduklarını söylemek yetmez.
Özel mülkiyet olarak, zenginlik olarak özel mülkiyet, kendi öz varoluşunu sürdürmek zorundadır; ve bundan dolayı, kendi karşıtının, proletaryanın varoluşunu da sürdürmek zorundadır. Hoşnutluğunu kendi kendinde bulmuş olan özel mülkiyet, çelişkinin olumlu yanıdır.
Bunun tersine, proletarya, proletarya olarak kendi kendini yıkıp yok etmek; ve dolayısıyla, yani bir kendi kendini yıkıp yok edişle, bağlı bulunduğu ve onu proletarya yapan karşıtını da, yani özel mülkiyeti de yıkıp yok etmek zorundadır. Çelişkinin olumsuz yanıdır proletarya; çelişkinin yüreğindeki kuşkudur, eriyen ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir. ...
Öyleyse, bu çelişkinin bağrında; özel mülkiyet sahibi, koruyup sürdürücü, tutucu taraftır; proletarya ise, yok edici, yıkıcı taraf. Çelişkiyi koruyup sürdüren etki birincisinden; çelişkiyi yok eden etki ise ikincisinden gelmektedir. “ (Aktaran Lenin, Felsefe Defterleri, s. 16-17)
Diğer şeylerin yanı sıra Marks ve Engels teorik çözümlemelerini derinleştirirken şunları da eklerler: “Proletarya zaferi kazanacak olursa, bu, proletaryanın toplumun mutlak yanı halini almış olduğu anlamına gelmez katiyen; çünkü proletarya bu zaferi ancak kendi kendini ve kendisiyle birlikte kendi karşıtını da yok ederek kazanmaktadır. Zaferi kazandığı anda da proletarya, kendini içeren karşıtıyla, özel mülkiyetle birlikte ortadan kalkmış olur.”
Ekibin “deneyimli sosyalistleri” bütün bunları elbette ki bilirler. (Hey gidi koca Abdo hey!) Kuşkusuz proletarya burjuva kapitalist toplumun kurucu, yapıcı gücü değil, bilakis yıkıcısı, Manifesto'nun o eşsiz tanımıyla mezar kazıcısıdır. Yeni bir “devrimci odak” yaratmayı murat eden bu ekibe devrimin her şeyden önce “yıkıcı bir iş”, “yıkıcı bir eylem” olduğunu hatırlatmak zorundayız. Devrim yıkıcı bir eylemdir, hem de kökten yıkıcı! Siyasal ve toplumsal bir alt-üst oluştur devrim. Proletaryayı “öncü” ilan edip, aynı zamanda proletaryanın burjuva-kapitalist toplumun yıkıcısı, mezar kazıcısı olduğunu reddetmek de ne oluyor, ne anlama geliyor! Bu nasıl bir arayış?
Böylesi olsa olsa yıkıcı olmayan bir “devrimcilik” olabilir! Kuşkusuz eğer gerçekleşirse, bu, tarihin bütün zamanlarda hiç görmediği “yeni tarz bir devrimcilik” olur! Olursa, hayırlı olsun!
Müdahale'nin bir önceki dönemin, belki de dönemlerin devrimciliğini fazlaca yıkıcı bulduğu şu satırlara da yansıyor:
“Yepyeni bir dünya uygarlığı, yani sosyalizm, insanlığın bugüne kadar yarattığı birikimin yoğunlaştığı dünyanın kadim uygarlık alanlarının ayağa kalkmasıyla, kapsayıcı, olgun, bilge ve yapıcı bir devrimcilikle gerçekleşecektir. Bu nedenle Avrupa-merkezci anlayışlara ve modellere karşıyız.”
Öyle anlaşılıyor ki, Müdahale ekibi, 20. yy deneyimlerinin, bu dönemin devrimciliğinin çok fazla yıkıcı olduğu “dersini’Vsonucunu çıkartmış, hedeflediği devrimciliği tarif etmeye çalışırken işte bu sonuçtan hareket ettiği anlaşılıyor. Bu aynı zamanda “Batı-merkezci anlayış ve modellerin” reddedilmesinin de nedenleri arasında. “Batı-merkezci” devrimcilik Batı'nın tarihsel birikimi nedeniyle, yani Batı kadim uygarlık alanı olmadığı, sonradan görme olduğu için o toprakta kapsayıcı, olgun, bilge ve yapıcı bir devrimcilik gelişemedi! Bütün bunlar Müdahale ekibinin, Marksizm’e, bilimsel sosyalizm ve proletaryaya, 20. yy. sosyalizmine sırtını döndüğünü, yönünü de Doğu'ya, tarihe, proletarya dışındaki toplumsal kesimlere - ”emekçiler” - ve bilimsel sosyalizmden farklı bir sosyalizm arayışına döndüğünü gösteriyor.
Bu tartışmada biz ortodokssuz. Marksizm dışında bir başka devrimci teori tanımıyoruz. Fakat tabii ki, Türkiye'de devrimciliğin ayağını kendi toprağına basma, ülkede ve bölgede tarihsel kaynakları ve kökleriyle buluşmada hemen hemen daima sorunlu olduğu bir gerçektir. Bunu bilinçli biçimde aşmaya dönük çaba ve yönelimler Müdahale ile başlamadığı gibi, yeni de değildir. Ayağını kendi toprağına basmayan, tarihi kökleriyle buluşmayan veya kopuk devrimciliği aşalım derken, bu iddia adına Marksizm ve bilimsel sosyalizme sırtını dönmek, insanlığın, gezegenimizin diğer ana karalarında ve bütün zamanlarda yarattığı birikimi önemsememek anlamına gelmektedir. Bir uçtan diğer uca yani! Bu, esasen önceki dönemin yapısal temel bir zaafının, zihniyetinin tersi biçimde devam etmesi demektir. Sosyalist ve komünist dünya uygarlığı hiç kuşku yoktur ki, bugün “emperyalist küreselleşme” biçimi altındaki, burjuva kapitalist dünya düzeninin yıkıntıları üzerine yükselebilir. Bütün ülkelerin proleterlerinin ve ezilenlerinin, dünyamızın ezilen halklarının muazzam şiddetteki yıkıcı eylemi, ancak böyle bir devrimci alt üst oluş, bu yeni uygarlığın yolunu açabilir, bu yeni uygarlığın üzerine yükseleceği alanı kurucu devrimci eylem için temizleyebilir.
İnsanlık tarihinin gelişimi bölgeler ve ana karalar bakımından da eşitsizdir. Tarihin farklı dönemlerinde değişik halklar ve bölgeler öne çıkmıştır. Bu tarihsel gerçeklik dünyasal bir düzen olarak gelişmiş kapitalizmde yapısal olarak içkin olduğu içindir ki, eşitsiz gelişme yasasından bahsedilmektedir. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası emperyalizm döneminde daha da belirginleşmiş, günümüzde emperyalist küreselleşmenin adeta dünyayı yeniden fethetmekte olduğu koşullar altında sarsıcı ve yıkıcı bir hal almıştır. Emperyalist küreselleşme koşulları eşitsiz gelişme yasasının işleyişini görülmedik derecede şiddetlendirmekle de kalmamış; hem sistemin bütün halkalarını devrim için olgunlaştırmıştır. Hiyerarşik bir düşünüşe imkan bırakmayan bu gerçeklikler, hangi sebeplerden patlayarak, hangi özgün biçimler altında gelişecek olursa olsun sosyalist devrimlerin, yani yeni dünya uygarlığının gezegenimizin herhangi bir bölgesinden sökün edebileceği anlamına gelir. Diğer yandan bu koşullar, bölgesel devrim imkanlarının ve olanaklarının da artmasına, devrimimizin bölgesel ve uluslararası perspektiflerinin kapsamlılaşmasına yol açmıştır. “Proleter dünya devrimi” sloganı, bugün her zamankinden daha anlamlı ve yaşamsaldır. Ancak, bütün ülkelerin devrimcilerinin, sosyalistlerinin devrimci hazırlığı, devrim kendi ülkelerinden ve bölgelerinden sökün edecekmiş gibi yürütmeleri elzemdir.
Devam edelim. Müdahale “Öncü sınıf: Proletarya” dese de sonra bunu yadsıyan bir duruş sergiliyor.
“Ezilen Dünya, kendi ortaçağından, emekçilerin önderliğinde bir aydınlanma atağıyla kurtulabilir. Emekçi aydınlanmasının, salt düşünsel düzlemde kalan ve emekçi halkı rencide edebilecek ‘din düşmanlığıyla değil, köklü bir toplumsal dönüşümle gerçekleşebileceğinin de bilincindeyiz.” (s. 5)
“Yükselen”, “yapıcı”, “kurucu” sınıf proletarya, gel gör ki yine de aydınlanmanın önderliğini üstlenebilecek yeterlilik ve yetenekte görülmüyor. Müdahale, “Ezilen Dünya”nın proletaryasını bu görev için gelişmiş bulmuyor, pek de güvenmiyor!... Müdahale, Batı'da burjuvazinin tarihsel olarak gerçekleştirdiği ortaçağın tasfiyesinin “Ezilen Dünya”da yerli yerinde durduğu belirlemesinden hareket ediyor. Bölgenin kendi ortaçağından kurtulmasından söz ederken, bölgenin -“Ezilen Dünya”nın- burjuva devrimi yaşamadığından veya burjuva devrimin tamamlanmamış olmasından hareket ediyorlar. Ama Batı-merkezcilik reddedildiği ve hem de bölgede kapitalizm ve proletaryanın “gelişmemiş olduğu” düşüncesinden hareketle bölgenin kendi ortaçağından kurtulmasını proletarya devrimine bağlanmış bir sorun olarak görmüyor, göremiyorlar. Böyle olunca ortaçağın tasfiyesi, burjuva devrim, “antiemperyalizm”le de birleşerek kendine yeten amaç haline geliyor; haliyle önderliği de proletarya değil de “emekçiler” -siz bunu küçük burjuva aydınlar olarak anlayın- üstleniyor! “Öncü sınıf: Proletarya” ise bir ideolojik kamuflaj, bir korunak olarak kalıyor.
Öyle görünüyor ki, Müdahale, bölgeyi kendi ortaçağından kurtaracak aydınlanmadan da kadim uygarlık alanı olan bölgemizde insanlığın tarihsel birikimine yapılan katkının ve bunların farkındalık bilincinin yükseltilmesini anlıyor. Yani evrensellikten uzaklaşma ve bölgesel yerelleşme eğilimiyle -buna bir çeşit bölge milliyetçiliği de diyebiliriz- karşı karşıyayız.
Bölgede -“Ezilen Dünya”da- kendi ortaçağından kurtulma sorununun oldukça eşitsiz olduğuna dikkat çekmek zorundayız. İstanbul-Türkiye'de geliştirilen bu tez objektif olarak, Türkiye'de ortaçağın etkileri sorununu abartarak, Türk burjuvazisi ile arasına patika bir yol döşüyor. Kapitalist gelişme gerçekliğinin önemsiz gösterilmesi de aynı patikaya çıkıyor. Emperyalizme karşı mücadelenin birinci sorun ilan edilmesi, bir bakıma hepsini özetliyor. Zira egemen işbirlikçi kapitalizme karşı mücadelenin emperyalizme karşı mücadelenin gerçek temeli olarak kavranması şurada kalsın, gündeme bile getirilmiyor. Dahası emperyalizme karşı mücadeleden tecrit halde düşünülüyor.
Müdahale ekibinin “sosyalist harekete” müdahalesinin mahiyetinin aslına uygun biçimde anlaşılması bakımından onun kimliğini tanımlama çabası da anlamlı bir veri, göstergedir:
“Kimliğimizin esasını şu veya bu milliyetten, kavimden, mezhepten olmak değil, emekçi olmak veya emekçiden yana olmak belirler.”
Eğer, ne kadar güzel, her çeşit milliyetçiliğin vb. aşıldığı, evrenselliğin, enternasyonalizmin bir güneş gibi ışıl ışıl parladığı bir “emekçilik” kimliğiyle karşı karşıyayız diye düşünüyorsanız, kusura bakmayın, ama bunun politik saflık ve körlük olacağını belirtmek durumundayız. Unutmayınız ki, bu kimlik tarifi gezegenimizin herhangi bir yerinde değil de; birisinin varlığının inkar edildiği, ulusal demokratik taleplerinin en sert şekilde bastırılarak ezildiği, sömürgeleştirildiği iki uluslu bir devlette, Türkiye siyasal coğrafyasında ve keza kendi içinde ezen ve ezilen ulusları barındıran bölgemizde yapılıyor. Yani Müdahale'nin “Ezilen Dünya”sı karnında uluslar ve dinsel, mezhepsel inançlar arasında keskin eşitsizlikleri, ezen ezilen bölünmesi gerçekliğini de taşıyor. Demek ki, kavmiyet, milliyet vb. ayrımını reddetmek bir meziyet, bir erdem, bir derinlik ya da yükseklik olmuyor! Bilakis bu kavmiyeti- milliyeti belirsizlik kimliği, uluslar/milletler arasındaki ezen ezilen temel gerçeğini önemsizleştiriyor, kabul edilebilir hale getirerek statükoyu benimseyip onaylamak anlamına geliyor. Bu, egemenden, hakim olandan, üstün ve kuvvetli olandan; özcesi “Ezilen Dünya”nın ezeninden yana kimlik beyanıdır. Zaten yıkıcı olmayan “yepyeni” devrimciliğin kerameti de buradan gelmektedir. Müdahale'nin göz kamaştıran enternasyonalizminden, milleti belirsiz kimliğinden biraz üzeri kazındığında inceltilmiş ezen ulus milliyetçiliği, evet Türk milliyetçiliği çıkıyor. İnceltilmiş ezen ulus milliyetçiliğine devrimci literatürde sosyal şovenizm deniyor. Sosyal şovenizm sözde devrimcinin, sözde sosyalistin kendi ulusunun egemen burjuvazisinin kuyruğuna yapışması oluyor.
Kuşkusuz “emekçi olmak” veya “emekçiden yana olmak” önemli bir şey anlatıyor, ama önemli bir çok şeyi de anlatmıyor, belirsiz kalmasını sağlıyor. Bir belirsizlik sığınağı, bir sır perdesi oluyor. Örneğin bu kimlik tarifinin en çarpıcı temel bir özelliği de ekibin öncü ilan ettiği sınıfla, o sınıfın konumunun, çıkarlarının, toplumsal ve tarihsel rolünün gerektirdiği aidiyet ve temsiliyet görüş açısıyla ilişkilenmemesi, kendini bağlı saymamasıdır. Kimlik tanımında da haliyle Marksist devrimcilikle, işçi sınıfı devrimciliğiyle helalleşme gerçekliği ortaya çıkıyor. “Emekçi olmak”, “Emekçiden yana olmak” böylece Doğu-merkezciliğin ve bölgesel yerelciliğin merkezinde küçük burjuva aydınların antiemperyalist ve aydınlanmacı kesimlerinin durduğunu anlatıyor.
Böylece özetle bir ana sonuç belirginleşiyor: Teorik ve politik olarak proletaryanın yıkıcı karakteri, devrimci rolü, ezilenleri, emekçileri aydınlatma ve birleştirme, emekçilerin ve ezilenlerin önderliğini üstlenme rolü reddediliyor. “Batı-merkezci anlayış ve modellerin” reddinin Marksizm ve proletarya devrimciliğinin reddini “de” içerdiği daha çarpıcı biçimde açığa çıkıyor.
Devam edelim. Müdahale ekibinin “Şu veya bu milliyetten, kavimden, mezhepten” olmanın kimliklerini belirlemediğini kuvvetle vurguladığını gördük. Hemen devamında ise “Ezilen ulusların ve halkların, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı birliği ve ortak mücadelesi temel politikamızdır” düşüncesi, yönelimi ekleniyor. Bu, kulağa da, göze de, gönüle de hoş geliyor. Hatta politik sağduyuya pek uygun görünüyor!
Yerinde duramayan politik şeytan, yine de akla şu soruyu getiriyor: İyi de bölgemizde ezen uluslar kimler, ezilen uluslar kimler?
Türkiye gibi birisi egemen-ezen, öteki sömürgeleştirilmiş-ezilen, iki uluslu bir devlette “enternasyonalizm”, “devrimcilik”, “sosyalizm” ve “sosyalist harekete müdahale” adına ve de “yeni bir devrimci hareket, yeni bir politik sentez”, “yeni bir tarz”, “yeni bir odak” ihtiyacını karşılamak iddiasıyla yola çıktığınızı ilan ediyorsanız; bütün bunlar adına konuşuyorsanız, “şu veya bu milliyetten, kavimden olmak” kimliğimizi belirlemiyor demeniz, kimliğinizi açıklamaz, gizler! Bir kulübede saraydaki gibi düşünülemediği gibi, ezen ulustan devrimciler ile ezilen ulustan devrimcilerin görevlerinin yapısı, öncelikleri, dili, tarzı vb. de değişir. Ezen ulus emekçisi ile ezilen ulusun emekçisi de aynı konumda değildir. Bununla bağlı olarak ezen ulustan devrimci ile ezilen ulustan devrimcinin nesnel konumu da farklıdır.
Gerçekleri çarpıtmaktan medet umamazsınız. Sorun hangi milletten, hangi kavimden vs. “olduğunuz” değildir; “yeni politik sentez” ezen ve ezilen ulus gerçekliğini; coğrafyamızda her şeyin önüne çıkan siyasal gündemin tam merkezinde duran bu gerçekliği yok mu farz edecektir? Emekçilerin devrimci birliği için “yeni politik sentez”, ezen ulusun “emekçisi” pozisyonundan mı; ezilen ulusun “emekçisi” pozisyonundan mı yola çıkmaktadır, gerçeklere bakmaktadır? Her ikisi de olabilir; ama bu hiç de sorun değil, biz matematiksel ortalamayı bulacağız diyemezsiniz. Keza hiçbir kavimden, milletten “olmak” durumunda değiliz diyerek de bu zor ve ağır sorundan sıyrılamazsınız. Ne etrafından dolanabilir, ne de üzerinden atlayabilirsiniz!
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Müdahale'nin “Ezilen Dünya” kavramı sorunlu. Mustafa Kemal'in “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış” bir milletiz yaklaşımını çağrıştırıyor. Hatta İP- Perinçek milliyetçiliğinin solcularının tiksindirici kokusunu yansıtıyor. Sanki “üç dünya”cılık ruhu hortluyor. Müdahale, “Coğrafyamızın ortasına bir kama gibi yerleştirilen İsrail Devleti de, emperyalist politikaların etkin aktörlerinden biridir” diyor. Keza, “Kürt milliyetçiliği temelinde politika yapan örgütler ise, bölgeye ilişkin emperyalist stratejinin araçları durumuna gelmişlerdir” tespitini de önemle ekliyor. Oysa İstanbul'dan ve Türkçe konuşan Müdahale ekibi, “Temel Yönelim” belgesinde ‘bizim’ burjuva devletimizin emperyalist stratejilerdeki yerine değinme gereği duymuyor bile! En azından durumunun “Kürt milliyetçiliği temelinde politika yapan örgütler” kadar kötü olmadığını anlayabiliyoruz böylece. Ama biz bu dili çok iyi tanıyoruz. Bu, başkaldıran ezilen ulusları mahkum etmek için geliştirilmiş, ezen ulusun ayrıcalıklarını koruyan, savunan, ezilen ulusa vurulan boyunduruğu destekleyen, aklayan bir dil!
Müdahale ekibi, “Her ulus eşittir ve aynı haklara sahiptir” diyor. İyi, güzel de hakim Türk ulusuyla Kürt ulusu ne eşit ne de aynı haklara sahip! Öyle değil mi? Ve dahası var, Türk egemen sınıfları, Türk burjuvazisi, burjuva Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk ulusu adına, Türk ulusunun çıkarları, ayrıcalıkları adına Kürt ulusunun varlığını ve ulusal demokratik haklarını reddettiği gibi, sömürgeci bir boyunduruk altında eziyor.
Müdahale'ci ekibin hoşuna gitmese de gerçekler şundan ibaret:
Türk ulusu yalnızca kendi uluslaşma sürecini tamamlamış, “kendi kaderini” belirlemiş egemen bir ulus değildir, aynı zamanda ezen ulus konumundadır, ezen ulustur. Müdahale ekibi, Türk ulusuna aitlik nesnel (ve öznel) konumundan “Günün koşullarının ihtiyacı olan bir devrimci odak yarat”mayı ve “Giderek bunu devrimci bir örgüte dönüştürmeyi” hedeflemektedir. Zaten başka bir şey de olamaz. Kimliğimizi, “Şu veya bu milletten olmak” belirlemiyor demek bu gerçeği değiştirmiyor. Türk ulusundan -ezen ulustan- olmak gerçeğinden ve konumundan “devrimcilik”, “sosyalistlik”, “yeni politik sentez” yaratma vb. adına hareket edeceksiniz ve de temel yönelim belgeniz, kendi ulusunuzun egemen sınıfını ve onun ulusal baskı ve boyunduruk aracı da olan burjuva devletini değil de, ezilen ulus nesnel ve öznel konumundan politika yapan ulusal örgütlenmeleri yargılamayı en temel sorunların ilk sıralarına yerleştirecek! Bunun neresi yeni? Burada, bırakın devrimciliği, sosyalistliği, az çok tutarlı bir demokratlık bile yoktur! Şimdi bu sosyal-şoven kepazelikle Türk burjuvazisiyle işbirliğinin taşlarının döşendiğini yüzlerine çarpmayalım da ne yapalım!
Şunu eklemezsek eksik olur. Demek ki, “Ezilen Dünya”nın da bir Batısı ve bir de Doğusu var. Türkiye, Kürdistan'ın Batısında kalıyor. İstanbul'da konumlanan Müdahale ekibi kendi Doğusuna Batı-merkezci bakıyor!
Müdahale, “Halkları birbirine düşman yapan, emperyalist girişimlere hizmet eden her tür milliyetçiliğe karşıyız. Milliyetçilik böler ve emperyalizm karşısında zayıf düşürür; antiemperyalizm, bölge halklarının kardeşliği ve emek eksenli mücadele ise birleştirir” diyor. Bunlar da, göze, kulağa hoş geliyor. Ama aslında çok sıradan ve alabildiğine demagojik satırlar!
“Milliyetçilik böler ve emperyalizm karşısında zayıf düşürür”. O halde sömürgeler, ezilen uluslar başkaldırmasınlar, ulusal boyunduruğu sineye çekip boyun eğsinler, köleleşmeyi kabullensinler! İyi de bu ezen, sömürgeci uluslar emperyalistler ile ittifak içinde değiller mi? Bu ittifaka dayanarak, ayrıcalıklarını, egemen, sömürgeci vb. konumlarını korumuyorlar mı? Örneğin ABD, AB emperyalistleri Türkiye ile ittifak içinde değiller mi? Bölgemiz de, İsrail'den de önce en büyük emperyalist işbirlikçisi, emperyalizmin en sağlam dayanağı, üssü burjuva Türkiye Devleti değil mi? Türk ordusu NATO’nun üyesi ve hatta ikinci büyük ordusu değil mi?
Beyler ve Bayanlar, milliyetçilik böler demagojisiyle temel bir gerçeği bilerek, isteyerek, kasıtlı olarak gizlemeye çalışıyorsunuz. Hayır milliyetçilikten milliyetçiliğe fark vardır; ezilen ulus milliyetçiliğinin daima demokratik bir içeriği vardır; ulusal baskıya, ulusal eşitsizliklere yönelmiştir; ulusal eşitlikçi, ulusal özgürlükçü bir yönelimi-içeriği vardır. Ezilen ulusları uyandırır, harekete geçirir, tarih sahnesine çeker. Ezen ulus milliyetçiliği ise kendi ulusunun ulusal ayrıcalıklarının korunmasından, kendi ulusu için ayrıcalıklar, üstünlükler vb. elde edilmesinden veya tarihsel olarak elde ettiği ulusal ayrıcalıkların meşruiyetinden, haklılığından korunmasından hareket eden şoven, ırkçı ve anti-demokratik karakterdedir. Halkları birbirine düşman eder!
İki ya da çok uluslu bir ulusal devlette “milliyetçilik böler ve emperyalizm karşısında zayıf düşürür”ü amentü belleyerek “sosyalist harekete” müdahale etmek, ezilen ulusa-ulusal topluluklara, sömürgeciliğe ve ulusal baskıya boyun eğme çağrısıdır. Antiemperyalizm kılığı altında, ezen ulus şoven burjuva milliyetçiliğine ideolojik uşaklıktan başka bir anlamı da yoktur. Sosyalizm ve devrimcilik adına üretilmiş, kuvvetli antiemperyalizm cilasıyla inceltilmiş, küstahça kendini beğenmiş bir sosyal şovenizmdir bu... İyi de sınıf mücadelesi de bölmez mi? Zaten sosyal şovenizmin en derin katmanlarında, daha doğrusu çekirdeğinde işte bu gerçeklik durur: Sosyal şovenizm sınıf mücadelesinin yerine sınıf işbirliğini geçirmek, proletaryanın burjuvaziye kölece boyun eğmesine, bağlanıp yedeklenmesine çalışmak demektir.
Eğer birileri “yeni bir politik sentez” yaratmayı ve devrimci bir örgüt kurmayı amaçlayarak yola çıktıklarını açıklıyorlarsa, öncelikle bu iddianın ciddiyetini iddia sahiplerinin devrimin görevleri ve iktidar sorununa yaklaşımlarıyla tutarlılık sınavına sokmamız elzemdir. Bu yalnızca bir ilk sağlama olur. İlk bir yönelim ve niyet beyanı olarak anlamlı olabilir; ama daha sonrası asıl önemli olan pratiğin sınavıdır. Söz ve eylemin birliği de pratik tarafından test edilecektir. Hiç kimse kendini devrimci ilan etmekle, tanımlamakla devrimci olamıyor. Devrimci olabilmek için hedeflerin, görevlerin ve eylemin devrimci olması gerekiyor.
Müdahale bize, “Hedefimiz, burjuva iktidarın devrimci tarzda alaşağı edilmesinin yolunu döşemektir” diyerek, devrimin hiç de acil, çözümü gündemde bir sorun olmadığını söylüyor. Çok katmanlı, bu itibarla böyle olduğu için de teorik ruhu menşevik “yolu döşeme” politikasının ana halkalarını bir bir açıklıyor. Doğal olarak merkezde iktidar sorununun durması gerekiyor. Müdahale'nin yıkıcı olmayan “devrimciliği” -postmodern devrimcilik mi desek acaba!- kendisini burada da gösteriyor: “Emekçilerin iktidarı, ancak dünya kapitalist-emperyalist sisteminden kopmakla mümkündür.”
Böylece Müdahale, düşmanın “dışarıda” olduğunu söylemektedir. Bu tanıma göre “Kapitalist- emperyalist sistemden kopmak” için, Türkiye'de başlıca sınıflar arasındaki temel ilişkilerde köklü bir değişiklik, bir alt-üst oluş gerekiyor mu? İşte emperyalizme, “küresel sermayeye” karşı mücadele burada çatallanıyor, antiemperyalist mücadelede devrimci çizgi ile reformcu çizgi -buna milliyetçilikle oynaşma çizgisi de diyebiliriz- buradan itibaren ayrışıyor. Emperyalizme karşı mücadelenin şampiyonluğuna soyunan Müdahale, “Dünya kapitalist- emperyalist sisteminden kopma” sorununun bir devrim sorunu, bir siyasal ve sınıfsal iktidar sorunu olmadığını anlatıyor. Müdahale'nin antiemperyalizmi Türkiye'de yürürlükteki sınıfsal iktidarı, sınıf egemenliğini devirmeyi filan hedeflemiyor. En fazlasıyla Büyük Ortadoğu Projesi’yle (BOP) “Uzlaşan ve işbirliği yapan güçleri”, “düşman” ilan ediyor, keza bir de emperyalizmin “yerli işbirlikçileri” aynı kategoriye konuyor.
Peki Türkiye'de hangi sınıf veya sınıflar iktidarda? Müdahale'den tıs yok! Peki bugün “dünya kapitalist-emperyalist sistemine” eklemlenmiş, bağlanmış Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal düzeninin egemen, hakim sınıfı kim, kimler? Müdahale'den yine tıs yok! Peki mevcut burjuva devlet aracılığıyla ve mevcut burjuva devlete dayanarak Türkiye'yi “Dünya kapitalist- emperyalist sistemine”/düzenine ekonomik ve toplumsal bakımdan egemen, siyasal iktidarı- devlet yönetimini de elinde tutan sınıf-sınıflar bağlamadı mı? Müdahale'de yine tıs yok! Peki nasıl olacak da geride kalan yarım yüzyıllık dönemde Türkiye'yi “Dünya kapitalist- emperyalist sistemine” bağlayan işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin (ve onların hizmetkarı, her şeyi ile bu işbirlikçi kapitalist düzene bağlanmış asker-sivil bürokrasinin) siyasal iktidarı yerli yerinde duruyorken, bu iktidar yıkılmadan Türkiye kapitalist-emperyalist sistemden kopacaktır?! Antiemperyalist mücadelenin reformist cengaverleri, devrimsiz bir kopuş peşindeler. Boşuna, bu mümkün değil!
Müdahale ekibinin iktidar sorunu ve stratejiye ilişkin teorik yaklaşımları tamamen yanlış, politik yönelimleri ise bütünüyle oportünist, sınıf işbirlikçidir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğini yıkan, işçi sınıfının, kır- kent küçük burjuvazisinin, kır ve kent yoksullarının devrimci iktidarını kuran bir politik devrim; (bir siyasal sınıfsal alt-üst oluş) Türkiye'yi kapitalist-emperyalist dünya düzeninden koparacak güç ve yetenektedir. Türkiye'de bu temel gerçeği anlamayan bir antiemperyalist yönelimin devrimci olmasının imkan ve ihtimali yoktur. Dahası da, bu gerçeği görmezden gelen veya hakikaten göremeyen bir antiemperyalist yönelim, Türk milliyetçiliğine bulanır, hatta Türk milliyetçiliği veya sosyal şovenizm biçiminde dejenere olur. Çünkü bu gerçeğin görülememesi veya reddi egemen sınıfla, Türk burjuvazisiyle uzlaşma ve işbirliğinin “yolunu döşer”!
Müdahale'nin döşemeye çalıştığı yol şu temel tespite dayanıyor:
“Bu anlamda ülkemizde temel çelişki, küresel sermaye (emperyalizm ve yerli işbirlikçileri) ile ülkemizin emekçi güçleri arasında; önde gelen çelişki ise, ABD emperyalizmi ve işbirlikçileriyle emekçi halk arasındadır.” (Müdahale çıkarken, s.3)
Şu tespitte “Önde gelen çelişki”nin, “Öne çıkan sorunu”, Müdahale'nin güncel yöneliminin yönünü ve içeriğini somutlaştırıyor:
“Öne çıkan sorun bu emperyalist projeyi (Büyük Ortadoğu Projesi -bn) boşa çıkarmaktır. Bu emperyalist saldırıya karşı mücadele eden bütün güçler yandaşımızdır, bu projeyle uzlaşan ve işbirliği yapan güçler düşmanımız”.
Müdahale'den İP ve Kızılelma kalitesinde dayanılmaz “üç dünya”cı kokular geliyor. Bu temel belirlemelerin ayırıcı özelliği, asla politik özgürlük sorununu, siyasal demokrasi sorununu, yani demek ki politik iktidar sorununu gündeme getirmiyor olmasıdır. Türkiye'de yalnızca BOP'la “Uzlaşan ve işbirliği yapan güçleri”, emperyalizmin “Yerli işbirlikçilerini” hedef ve “düşman” kategorisine koyan bir stratejinin Türkiye'de siyasi iktidar mücadelesi diye bir derdi yoktur. Bu strateji düpedüz statükocu ve reformisttir. Yıkıcı olmayan bir devrimcilik arayışından çıkan stratejinin yıkacağı bir şey olmaması ise kesinkes tutarlıdır.