Geçtiğimiz Ağustos ayında (2007) ABD konut piyasasında yaşanan durgunluk, dünyanın dört bir yanında borsaların tepetaklak olmasına neden olmuştu. Bu panik hali, yılbaşından bu yana yeniden başladı. ABD Mortgage piyasasındaki sarsıntıdan başlayarak bir uluslararası borsa krizine doğru giden bu gelişmeler emperyalist dünyanın patronlarını müthiş bir korku dalgasının sarmasına neden oldu.
Bir fon yöneticisinin Ağustos’ta sarf ettiği şu sözler durumun vahametini oldukça çarpıcı biçimde tarif ediyordu: “Kan sokaklara sıçradı, insanlar panik halinde, korkmak için yeterince neden var. O kadar çok kötü haber geliyor ki; düşüşün nerede sona ereceğini görmek neredeyse imkansız.”(1) Bir başkası “Piyasalarda yaşanan panik havası kanser gibi yayılıyor” diyordu. Ve başka biri de “Şu an kasırganın tam ortasındayız”(2) biçiminde tarif ediyordu durumu. Kan, Kanser, Kasırga! Sermaye neden bu denli ürküntüye kapılmıştı? Ve aynı sürecin uzantısı olarak 2008 Ocak ayında ABD’nin resesyona girme ihtimali dahi bir anda dünya borsalarını tepetaklak etti?
Krizin görünen ve görünmeyen yüzü
ABD’de konut satışları 2007’nin ikinci çeyreğinde, geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 10.8 geriledi. Bunun son 16 yılın en sert düşüşü olduğu belirtiliyordu. Talebin gerilemesiyle birlikte konut fiyatları da düştü. Mortgage kredisi alanlar ödeme güçlüğü içindeydi. Bu sebeple kredi geri dönüşü aksamaya başlayınca, bu krediyi açan bankalar zor duruma düştü. Konut imalatı sektöründe durgunluk baş gösterdi, derken panik başladı.
Peki nasıl oldu da ABD’deki konut satışlarında yaşanan gerileme dünya borsalarının alt üst olmasına neden olabildi?
Sermaye fazlası
Dünyada muazzam bir “sermaye fazlası” bulunuyor. Sermayenin bir kısmı üretime geri dönüyor. Ne var ki üretimin düzeyi birikmiş sermayeyi emmeye yetmiyor, tıpkı birikmiş emek gücünü emmeye yetmemesi gibi. Bir yanda kendini yaratan kârlılık koşullarında yatıracak yer arayan ama yeterince bulamayan sermaye, diğer yandan emek gücünden başka satacak bir şeyi kalmayan ama bu emek gücünü harcayacak iş bulamayan işsizler. Hem sermaye hem de emek-gücü durmadan birbirlerini daha çok biriktiriyorlar. Fakat bu, her iki taraf için de “aşırı birikim” halini alıyor. Bir bakıma her iki taraf da “aşırı birikim” düzeyine bağlı olarak işlevsizleşiyor ya da “işsizleşiyorlar.” Muazzam miktarda sermaye ve muazzam miktarda işsiz var ama buluşamıyorlar. Oysa kapitalist üretim söz konusu olduğunda her ikisi de, emek ve sermaye, varlıklarını sürdürmek için birbirlerine kopmaz halatlarla bağlıdırlar, biri olmadan diğeri olamaz. Buna karşın, sermaye ile emek birbirini ne ölçüde biriktirirlerse o ölçüde birbirinden koparlar. Bu ölçü öyle bir noktaya ulaşır ki; sermaye ile emek birbirilerini fiilen gereksizleştirirler. Marx bunu, “Sermayenin en yüksek gelişme evresi” olarak tanımlar ve şöyle der: “Sermayenin gelişmesi ne kadar ileri ise, onun üretimin engeli -ve dolayısıyla tüketimin de engeli- olarak ortaya çıktığı apaçıktır”(3) Çünkü sermaye ne kadar gelişmişse, o kadar yoğunlaşmış, belli ellerde o ölçüde birikmiştir. O ne ölçüde birikmişse o ölçüde açgözlü olur, onu doyurmak o kadar güçleşir. Varlığını koruması için kendisini her defasında daha fazla üretmesi gerekir ve bu ancak emeğin sömürüsünü daha çok yoğunlaştırmasıyla mümkün olur. Ama öyle bir an gelir ki; emeği daha fazla sömürmek olanaksızlaşır. Üretilen yeni sermaye yatırıma dönemez ve elde bir fazlalık haline gelir. Sermaye ne kadar gelişmişse bu fazlalık o kadar büyük miktarlarda oluşur. Böylelikle sermaye kendi var oluş temellerini kendi elleriyle dinamitler.
Sermaye ne kadar birikirse onun “aşırı birikimi” o kadar büyür, dolayısıyla, üretimin o ölçüde engeli haline gelir, üretime ne ölçüde engel olursa kendi yıkımının koşullarını o ölçüde olgunlaştırır.
Tam da burada haklı olarak denecektir ki; bir yanda sermaye fazlalığı, bir yanda nispi aşırı nüfus, sermayeye dayalı üretim tarzının egemen hale gelmesinden bu yana, onun yapısal bir gerçeğidir. Kesinlikle doğru; ama bugün sermaye fazlalığı bambaşka bir haldedir.
Bugünkü sermaye fazlalığı, kâr oranındaki düşmenin kâr kitlesi ile telafi edilemeyeceği bir düzeye ulaşmasından kaynaklanır.
Kapitalist üretim tarzının amacı mevcut sermayenin değerini korumak ve kendisini genişletmesinin en üst sınırına ulaştırmaktır. Bu ancak emeğin sömürü derecesini yükseltmekle olanaklı olur. Fakat sömürü yoğunluğunu yükseltmeye yarayan aynı nedenler aynı sermaye ile eskisi kadar sömürülmesini olanaksız kılar. Emeğin sömürü derecesi iki yoldan yükseltilebilir. Birincisi işgününün uzatılması (mutlak artı değer), ikincisi emeğin yoğunlaştırılması (nispi artı değer). “Bir işçiyi daha çok makineyi çalıştırmak zorunda bırakmak, emeğin yoğunlaştırılması anlamına gelir. Bu da değişen sermayeye göre değişmeyen sermayede bir artış ve dolayısıyla kâr oranında bir düşme anlamına gelir.”(4)
Kâr oranındaki düşme ile birlikte, emeğin üretken biçimde kullanılması için bireysel kapitaliste gerekli olan sermayede bir yükselme olur. Çünkü kâr oranındaki düşme sermaye kitlesinin büyütülmesiyle telafi edilir. Bu, sermayenin yoğunlaşmasına yol açar. Artan yoğunlaşma kâr oranında yeni bir düşüşe neden olur. Böylelikle ellerindeki sermaye nispeten küçük olanlar, kâr oranındaki düşmeyi daha büyük bir sermayeyi harekete geçirerek telafi edecek güçten yoksun düşerler. İşte sermaye fazlalığını ortaya çıkaran nedenlerden biri budur. “Küçük, dağınık sermaye kitleleri, böylece zorla, spekülasyon, kredi sahtekarlıkları, sermaye dolandırıcılığı ve bunalımlarla dolu maceralı bir yola itilmiş olurlar.”(5)
Kendi başına iş göremeyen sermayeleri, büyük işletmelerin yöneticilerinin emrine kredi veren sermaye de, sermaye fazlalığı kapsamında yer alır.
Sermaye fazlalığı sermayenin aşırı üretimidir. Öyle bir an gelir ki, sermayenin bu aşırı üretimi belirli bir üretim alanını etkilemekle kalmayıp, bütün üretim alanlarını kapsar hale gelir. Buna sermayenin mutlak aşırı üretimi denir. Bu nasıl oluşur?
Daha önce de belirtildiği gibi “Kapitalist üretiminin amacı, sermayenin kendisini genişletmesi, yani artı-emeğin ele geçirilmesi, artı değer, kâr üretimidir.”(6) Bu, sömürünün derecesini yükseltmekle olanaklı hale gelir. Ama mutlak artı-emek zamanı ve nispi artı emek zamanı, öyle bir an gelir ki daha fazla artırılamaz. Bu durumda ek sermaye ile birlikte artmış olan sermaye yeniden üretime döndüğünde eskisinden daha fazla kâr üretemez ya da bundan daha az kâr üretebilir. Çünkü ne işgünü uzatılarak ya da ücretler düşürülerek mutlak artı değeri; ne de emeğin üretkenliğini büyütmek yoluyla (bilimin teknolojiye uygulanışı) nispi artı değer oranını artırarak, sömürünün derecesini yükseltmek mümkündür. Daha da ötesi emeğin üretkenliği artırılmadığında ek sermaye yatırıma döndüğünde işçi talebini artıracağından ücretlerde de yükselmeye neden olur. Emeğin üretkenliğini artırmak üretilen nesnelerin daha öncekilerden daha az canlı emek içermesine neden olur. Bu gerekli emeğin düşmesi ve kapitaliste kalan artının büyümesi demektir. Ama aynı zamanda aynı pazara meta üreten küçük sermayeli kapitalistler emeğin üretkenliğini artıramadıkları için, onların ürünleri daha yüksek miktarda canlı emek içerir ve kaçınılmaz olarak daha pahalıdır. Bu durumda insanların aynı ürünün daha ucuz olanını tercih edecekleri açık ve küçük kapitalistlerin ya da bireysel üreticilerin iflas edip işçileşeceği de bu kadar açıktır. Onlar sadece işçileşmekle kalmıyor, böylelikle sanayi mallarının tüketicisi haline de geliyorlar. Oysa emeğin üretkenliğinin artışı gerçekleşmediğinde bunların hiçbiri olmaz. Kapitalistin sermayesi artı değerle büyümüştü. Şimdi bu daha büyük sermayeyi yatırdığında emeğin üretkenliği artmışsa sermayedeki büyüme miktarına bağlı olarak ek işçi talep eder. Bu durumda bireysel üreticinin işliğini bırakıp işçiliği seçmesi için işçilikten daha yüksek bir gelir elde etmesi gerekir, bu da ücretlerin yükselmesine yol açar. Ama bu kez kapitalistin sermayesi eskisi kadar bile kâr etmez.
“Her iki halde de genel kâr oranında şiddetli ve ani bir düşme olabilir, ama bu kez düşme, sermayenin bileşiminde üretici güçlerdeki gelişmenin neden olduğu bir değişiklikten değil, daha çok, (ücretler arttığı için) değişen sermayenin para biçimindeki bir yükselme ve buna karşılık da artı emeğin gerekli emeğe oranında bir düşme olması nedeniyle meydana gelen bir değişikliğin sonucu olabilir.”(7)
Fakat bu durum hep böyle sürmez. Bir kısım sermayenin çekilmesi hatta yok olması ile düğüm çözülür. Bunun adı krizdir.
Böylelikle, “Sermayenin değerinin yalnızca gelecekteki artı-değerden, pay talebi biçimindeki kısmı, yani aslında, çeşitli şekillerdeki üretimden bono biçiminde kâr talebi, hesaplandıkları gelirlerdeki düşme nedeniyle hemen değer kaybına uğrar. Altın ve gümüşün bir kısmı atıl kalır, yani sermaye olarak işlev yapmazlar. Piyasadaki metaların bir kısmı, dolaşım ve yeniden-üretim süreçlerini, ancak, fiyatlarında büyük düşme olması yoluyla, dolayısıyla, temsil ettikleri sermayede değer kaybıyla tamamlayabilirler. Sabit sermaye öğeleri, gene aynı şekilde ... değer kaybına uğrarlar. Belirli ve önceden saptanan fiyat ilişkileri, yeniden-üretim sürecini yönettiği için, bu süreç, fiyatlardaki genel düşmeyle kesintiye uğrar ve karışıklık içerisine düşer. Bu karışıklık ve durgunluk paranın . önceden belirlenen fiyat ilişkilerine dayanan ödeme aracı işlevini felce uğratır. Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden üretim sürecindeki fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”(8)
Bu aynı koşullar, işçi sınıfının bir kısmının işsiz kalmasına yol açarken çalışmaya devam edenleri, ücretlerinin düşürülmesine boyun eğmeye razı eder. Sonuçta sermaye fazlalığı karşı kutupta yapay işçi fazlalığı yaratır. En sonu, değişmeyen sermaye öğelerinin değer kaybı bir yanda ücretlerin alt sınıra çekilmesi, diğer yanda üretimdeki durgunluğu aşmanın koşulları yeniden doğar ve devre yeniden başlamış, “Aynı kısır döngü genişlemiş üretim koşulları altında, genişlemiş bir piyasa ve artmış üretici güçlerle bir kez daha çizilmiş olur.” (9)
Kronik sermaye fazlası
Buraya kadar gördük ki “Sermaye fazlası” ve onun zorunlu bir koşulu olarak emek gücü fazlası;
Büyüklüğü kâr oranındaki düşmeyi kâr kitlesi ile telafi edecek düzeyde olmayan sermayenin, kendi başına üretken niteliğini yitirerek fazlalık haline gelmesi ve bu yüzden büyük sermayenin çekim alanına girmesi,
Emeğin sömürüsünü artırmanın bir sınıra gelip dayanmasıyla ek sermayenin -artı değerin bir bölümünün-, yeniden üretim sürecine yatırılmasıyla eskisinden daha yüksek bir kâr kitlesi yaratma yeteneğini yitirmesinden kaynaklanır. Ama gördük ki, birincisinde, sermaye fazlalığı oluşumu küçük sermayelerin daha büyük sermayeye katılmasına yol açar ve ikincisinde, aşırı sermaye birikimi, sermayenin bir bölümünün kıyımıyla (kriz) sonuçlanır. Yine de bu mutlak anlamda geçici bir durumdur, sermaye fazlalığı ortadan kalkar (kriz aşılır), ta ki aynı çelişkiler onu yeniden oluşturana kadar.
Peki bugünkü durum nedir?
Gelişmesindeki inişler ve çıkışlarla düz bir ilerleme eğrisi çizmese de, kapitalist üretimin gelişim seyrinde bilimin teknolojiye uygulanması ile emeğin üretkenliği giderek daha fazla büyür. Her türden kullanım değeri üretimi ve bireysel üretici, sermayenin kumandası altına çekilerek değişim değerinin konusu haline getirilir. Bir yandan sermaye, diğer yandan işgücü kitlesi büyür. Belirtildiği gibi aynı zamanda sermaye fazlalığı ve işgücü fazlalığı da kapitalist üretim tarzının yapısal özelliklerindendir. Her iki durumdaki sermaye fazlalığı da sonuçta sermayenin daha yüksek derecede yoğunlaşmasına yol açar. Bu kapitalist tekellerin boy vermesi demektir. Böylece sermaye daha da yoğunlaşır. Mali ve sınai tekellerin birleşmesi, meta ihracının yanı sıra sermaye ihracının önem kazanması, kapitalizmin emperyalist nitelik kazanmasıyla dünya ezen ve ezilen uluslar olarak ayrışır.
Kapitalizmin emperyalizm çağında sermaye ihracı ve metaların eşitsiz eşdeğer değişimi yoluyla sömürge ve yeni sömürgelerden, kapitalist metropollere büyük paralar aktarılır. Yüksek faiz soygunu, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin yağmalanması, yok pahasına kapatılan hammaddelere karşın kapitalist metropolde üretilen mamul malların yoksul ülkelere fahiş fiyatla satılması vb. sermayenin yoğunlaşmasına yeni bir itilim kazandırır.
Tekelleşme, mali oligarşinin egemenliği, sermaye ihracının artan önemi, emperyalist sömürgecilik kapitalizmin asalak niteliğini perçinler, onun çürüme sürecini derinleştirir. Buna karşın, “Çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızla gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur (...) Genel olarak kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”(10) Çünkü üretimin ve sermayenin yoğunlaşması kapitalist gelişmeyi hızlandırır. Lenin’in emperyalizmi “son aşama” olarak nitelemesinin nedeni, emperyalizmle birlikte kapitalist gelişmenin duracağı beklentisinden kaynaklanmaz, tam aksine, “Sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına”(11) olduğunu ve bu gelişmenin onun yıkılmasına neden olacak koşulları çok daha hızlı olgunlaştıracağını belirtir. Nitekim 20. yy’ın ilk yarısında bu olgunlaşmanın ifadesi; keskinleşen çelişkiler dünyayı sarsan ekonomik ve politik bunalımlar, devrimler ve karşı devrimlerde karşılık bulmuştur.
İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra SSCB’den başka devletlerin de sosyalist yola yönelmesiyle, dünyanın iki kampa bölünmesinin yarattığı durum ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin basıncı ile hareket alanı daralan sermaye, dünyayı yıkıma uğratan II. Paylaşım Savaşının harabeleri üzerinde kendini yeniden inşa ederek, görece istikrarlı bir gelişme seyri izledi. 1970’lerde yeniden şiddetlenen sarsıntılar, 1980’lerde işçi sınıfının kazanımlarına karşı artırılan saldırıların gerekçesi yapıldı. 1990’larda dünyanın yeniden tek pazar haline gelmesi sermayenin vahşi doğasının zincirlerinden boşalmasının koşullarını alabildiğine çoğalttı. Bu dönemde uluslararası tekeller nezdinde sermayenin yoğunlaşması, dünyanın kapitalistlerce vahşice yağmalandığı bu süreçte görülmedik düzeye ulaştı.
İşte tam da bu nedenledir ki; sermaye fazlalığı ve karşı kutupta işçi fazlalığı sermayenin yoğunlaşmasına ya da sermaye devir dönemine bağlı olarak, zaman zaman yükselen ama ardından düşen bir görünüm sağlamak yerine kronik bir hal aldı. Bu demektir ki; giderek artan miktarda bir sermaye ve işçi fazlalığı oluşmaktadır. Farklı olan nedir?
Sermaye fazlalığı, sadece kâr oranının düşmesini, kâr kitlesini artıracak denli sermaye büyüklüğüne sahip olmayan küçük ve dağınık sermayeler düzeyinde ortaya çıkmıyor, bunun yanı sıra, en büyük tekeller bu durumla karşı karşıya kalıyor.
Sermayenin mutlak aşırı üretimine neden olan koşullar tam tersine olmasına karşın, yani ücretler yükselmek bir yana düşürülüyor, işgünü uzatılıyor olsa da; emeğin üretkenliğini artırmak yoluyla sömürü daha da yoğunlaştırılsa da; sermaye yeniden üretim sürecinde eskisinden daha fazla kâr üretme yeteneğini yitirdiği için, sermayenin bir bölümü fazlalık olarak kalmaktadır.
Dün sermaye fazlalığı ve karşı kutupta emekçi fazlalığı kapitalist çevrimin engeli olacak denli büyüdüğünde ekonomik kriz yıkıcı etkisiyle yeni bir denge yaratarak “fazlalıkları” engel olmayacak düzeye indiriyordu. Bugün ise kapitalist gelişme sürerken bir yandan kronik işsizlik, diğer yandan kronik sermaye fazlalığı oluşmaktadır. Dün ücretlerin düşürülmesi, emeğin verimliliğinin artırılması, daha çok bireysel üreticinin büyük sermayenin boyunduruğu altına alınmasıyla “sermaye fazlalığı” sorunu o dönem için gideriliyordu. Bugün aynı koşullarda, yani ücretler düşer, emeğin verimliliği artar, küçük üreticinin tasfiyesi hızlanırken, “sermaye fazlalığı” ve “işgücü fazlalığı” da artmaktadır. Bu, sermayenin kendinden kaynaklı içsel engelleri aşma yeteneğini yitirdiği, gelişiminin sınırlarını aşmakta daha çok zorlandığı bir aşamada olduğunu, tam da Marx’ın dediği gibi, “Sermayenin en yüksek gelişme evresi”ne daha çok yakınlaştığını gösterir.
Kapitalist üretim sermaye birikiminin ulaştığı düzey itibarıyla ilerleme yeteneğini çok daha fazla yitirmektedir. Bu birikim öyle düzeydedir ki, artı değer üretimi için koşullar önceki sürece göre daha olumlu olsa da, mutlak aşırı birikim kronik bir vaka halini almıştır.
Sermaye yeni yatırımdan neden kaçıyor?
Sermayenin bir kısmı üretim için yatırıma yönelse de önemli bir kısmı yine de, “fazlalık” olarak elde kalmaya devam ediyor. Marx sermaye kitlesinin büyümesi, bunalımlarla şiddetlenen rekabet sonucu “fazlalık”ın değerinin düşürülmesi ya da düpedüz sermaye kıyımı ile birlikte dünya pazarının gelişmesini de, “fazlalık” telafi eden unsurlardan biri olarak sayar, elbette yeniden tıkanıklığa kadar. Bugün meta ve sermaye ihracı bakımından dünya tek pazar görünümündedir. Sermayenin dolaşımının önünde hemen hemen hiçbir engel kalmamıştır. Ama bu yine de, sermaye fazlalığını ortadan kaldırmaya yetmiyor. Bir yanda deli danalar gibi yatıracak yer arayan sermaye; diğer yanda dağ gibi büyüyen işsiz, aç, sefil halk yığınları. Elbette kapitalist üretim gelişmeye, sermaye yoğunlaşmaya devam ediyor. Ama bu gelişme üzerindeki yük -aşırı birikim- artıkça hızı düşmekte, bir bakıma kendi yığınının altında giderek daha nefessiz kalmaktadır. Yani kendi yatırımlarına ek sermayeyi (artı değeri) aktarmak da, sıfırdan yatırıma yönelmek de çok cazip gelmiyor. Çünkü kâr oranı “eski güne” göre azalmış ama daha büyük sermaye yatırsa da, kar kitlesi bu azalmayı telafi edemiyor. Sermaye bu düşüşü nerede telafi edecekse oraya yöneliyor.
Satın alma ve birleşmeler
Emperyalist küreselleşme diğer şeyler bir yana tekeller için, yeni yatırım alanları yaratma ihtiyacının da ürünüdür. “Dünya fabrikası”nın ortaya çıkışı, bir başka deyişle tekellerin herhangi bir yerde serbestçe üretim yapabilme olanağı yakalaması ve dünya çapında entegre olmuş bir üretimin ortaya çıkması -ucuz işgücü ve hammaddelere yakın olma- ticari ve mali serbestleştirme ile birlikte sermayenin gelişiminin dışsal engelleri birer birer ortadan kaldırıldı. Sermaye, dünyanın her yanına hiçbir sınırda durdurulmadan, hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmadan, vizesiz ve pasaportsuz, elini kolunu sallayarak gidebilme olanağı buldu. Kış mevsiminde aç kalmış zurbe (kurt sürüsü) gibi, dünyanın her yanında yiyip yutabileceği her şeye saldırdı. Dünyanın her yerindeki bankaları, sigorta şirketlerini, otelleri, fabrikaları, yeraltı zenginliklerini mülkiyetine geçirdi, geçirmeye devam ediyor. Yine de bu eldeki sermayeyi tüketmeye yetmiyor. Çünkü sömürünün derecesi öyle yoğunlaştırılmıştır ki, yeni yatırımlarla onu daha da yoğunlaştırmak olanaklı olmuyor. Çünkü sömürü öyle yoğun ve sermaye belirli ellerde öyle toplaşmış ki; yeni meta üretimi yoluyla bütün sermayeyi çevirebilmek olanaklı olmuyor. Meta üretimi için her yeni sermaye yatırımı, kendi tüketicisini, tüketim tarzını yaratmak zorundadır. Oysa bugün devasa sermaye birikiminin nedeni olan vahşi sömürü potansiyel tüketici sayısını çoğaltsa da, alım gücü emeğin üretkenlik düzeyine oranla artmak bir yana ters yönde yuvarlandığı için, potansiyel tüketicinin gerçek tüketici haline gelmesi, kısacası talep istenen düzeyde oluşmuyor ya da yaratılamıyor. Sermaye büyüdükçe rekabet edenlerin sayısı azalır ama rekabetin şiddeti büyür. Buna bağlı olarak üretim araçlarındaki moral yıpranma süreci öyle kısalır ki, yatırılan sermaye daha kendini amorti etmeden, geliştirilen yeni üretim araçları nedeniyle, kapitalist çevirimi tamamlaması dahi güçleşir.
Bugünün kapitalist üretimi tam da böyle bir görünüm arz ediyor. Sermaye, birikimi ölçüsünde emeğin üretkenliğini artırmak suretiyle yoğunlaşmak yerine, hazır bulduğunu mülk edinerek (yeni yatırım yerine mülkiyetin el değiştirmesi) rakiplerini saf dışı etmektedir. Bu tekelci sermayenin günümüzdeki en temel yönelimlerinden biridir. Kuşkusuz bu eğilim yeni değildir, fakat bugün ulaştığı düzey Lenin’in “Sermayenin çeşitli kollarının tek bir işletme içinde toplaşması”(12) olarak tarif ettiği “birleşme”nin çok ötesindedir. Sermayedarlar işe yarar ne bulurlarsa onu bünyelerine katma eğilimdedirler. Birleşmeler ve satın almalar yoluyla sermayenin üst boyutta merkezileşmesi, sermayenin yeni yatırım yoluyla değerlenmek yerine var olan, hazır şirketleri yutması anlamına gelir. Bu bir yandan mülksüzleştirmeyi hızlandırmakta ama diğer yandan sermaye yeni yatırım yoluyla iş talebini büyütmediği, tam aksine, birleşen şirketler, aynı işi daha az işçiyle yapma olanağı buldukları ve böylece binlerce işçiyi işten attıkları için, sermaye bu yoldan daha çok yatırılmasına karşın işsizliği nispeten azaltmak yerine, artırmaktadır. Sermaye yatırımı büyüdükçe işsizlik de mutlak olarak büyümektedir. BM “Dünyanın Sosyal Durumu 2007” raporuna göre 1996’da yüzde 6 olan dünya işsizlik oranı 2006 yılında yüzde 6.3’e çıkmıştır.”(13) 195 milyon insan hiçbir geçim aracına sahip olmadıkları halde geçici ya da devamlı bir işten yoksundurlar. Sermayenin doğrudan yatırım yapmasına karşı nasıl asalak bir niteliğe büründüğü, az çok büyümesini sürdürdüğü en elverişli koşullarda bile kendi var oluş koşullarını tükettiğinin göstergesidir bu.
Bu koşullarda “Herkese çalışma hakkı” talebi, işçi sınıfının temel bir talebi olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de de 2001 krizinin aşılmasından bu yana, AKP Hükümeti altında kapitalist ekonomi büyümesine, kapitalistlerin karları misliyle artmasına karşın, işçi yığınlarını temel geçim araçlarından yoksun bırakan işsizlik azalmak yerine artmaktadır. Bu, gerçeği ancak kısmen yansıtan resmi işsizlik verilerinde bile itiraf edilen bir gerçektir. Bu altı yıllık ekonomik büyüme sürecinde resmi işsizlik oranı, yüzde 10 dolayında seyretmiş, gerçek işsizlik ise yüzde 20’ler düzeyinde kalmıştır.
Mali asalaklık
Satın almalar ve birleşmeler yoluyla sermaye olağanüstü boyutlarda merkezileşse de bu yine de “aşırı birikimi” telafi etmeye yetmiyor. Bu durumda giderek etkinliği artan spekülatif amaçlı finansal varlık yatırımı öne geçiyor. Değerli kâğıtlara yatırım artı değer üretimine neden olmaz, buna karşın oluşmuş artı değerin el değiştirmesine yol açar. Bu birikmiş artı değerin nispeten küçük burjuvalardan daha büyük burjuvalara, küçük sermayeden büyük sermayeye transfer edilmesi; bağımsız varlığı içinde kendini yeniden üretim sürecinde genişletme yeteneğinden yoksun “fazlalık” haline gelmiş sermayenin daha büyük sermayeye eklenerek işlev kazanması anlamına gelir. Ama hepsi bu değil.
Emperyalist küreselleşmenin oluşturucu nedenlerinden biri de finansal araçlar yoluyla daha küçükten daha büyük sermayeye doğru, yeni sömürgelerden kapitalist metropollere doğru birikmiş artı değerin el değiştirmesinin önündeki her türlü engelin kaldırılmasıdır.
Sermayenin hazır artı değeri zahmetsiz, çok hızlı, hem de daha büyük oranda emme olanağı varken, daha zahmetli olana, yeni üretime yönelerek daha düşük kar oranı ile yetinmesini beklemek saflık olur. Lenin bu durumu daha 20. yy’ın başında şöyle tanımlıyordu: “Kapitalizmin özelliği; para sermayeyi sınaî ya da üretken sermayeden, yalnızca para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sanayi yönetimi ile ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali oligarşisinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden güçlü bir devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar”(14) Lenin’in sözünü ettiği “ayrılma” eğilimi, para sermayenin sınai ya da üretken sermayeden ayrılması; bugün çok daha belirgin biçimde en geniş ölçülere ulaşmıştır. “Küresel sermaye piyasaları 3. yıllık raporu”nda yer alan veriler, finansal varlıklara yatırılan sermayenin nasıl büyük bir hızla arttığını gösteriyor. Rapora göre 2005 yılında finansal varlıklar 160 trilyon dolarlık bir büyüklüğe ulaşmıştır. Bu finansal varlıkların dünya Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’sının üç katını aştığı, bir başka deyişle finansal varlıkların GSYİH oranının yüzde 300’ünün üzerine çıktığını gösterir. Oysa bu 1980’de yüzde 100’dü.(15)
Dünya finansal varlıkları/ Dünya GSYİH |
|
1980. |
% 100 |
1990. |
% 200 |
1995. |
% 228 |
2000. |
% 293 |
2005 |
% 316 |
Yine aynı rapora göre 1990-2005 döneminde GSYİH ile ölçülen dünya ekonomisi ortalama yüzde 3.5, dünya ticareti yüzde 5.8, dünya finansal varlıkları yüzde 8.7, sınır ötesi sermaye hareketleri yüzde 10.7 büyümüştür. Keza finansal varlıklara yatırılan sermayeden elde edilen gelirin yüzde 95’inin yine finansal varlıklara döndüğü düşünülürse, neden finansal varlıkların GSYİH’den iki buçuk kat daha hızlı büyüdüğü anlaşılır. Ama yine yukarıdaki tablodan da görülebileceği gibi bu büyümenin de bir sınırı vardır. Finansal varlıklar/GSYİH oranı mutlak olarak yükselmekte, son 5 yıl dikkate alındığında artış hızı düşmektedir. Bu sermayenin çapına göre soyulmak üzere hazır bulunan mali değerin azaldığını gösterir. Ne üretime dönebiliyor, ne satın almalarla kendini üretken olarak tüketmenin bir yolunu yeterince bulabiliyor, ne de hazır olanı emerek eldeki sermayeyi bütünüyle değerlendirebiliyor. Sonuç: Elinde şişmiş sermaye ile saldıracak yer arayan gözü kararmış tekeller.
Bir başka örnekle durumu daha görünür kılabiliriz. Halihazırda “Dünya hasılasının 10 katına ulaşan 415 trilyon dolarlık kredi köpüğü”nden söz ediliyor.(16) “Kredi”den kastedilen elbette sanayi yatırımı için kullanılan para sermaye değildir. Bu tür gerçek kredi diğer kredi türlerine göre önemsizleşmiştir. “Kredi” milyonlarca insanın günlük yaşamının vazgeçilmez unsurlarından biri haline geldi. Kredi kartları gelecekteki kazançla bugün harcama olanağı sağlayarak meta tüketimini ayakta tutan araçlardan biri oldu. Yüz milyonlarca insanın günlük giderlerini karşılamak ev, araba vb. satın almak için kullandığı kredi kartları, bir yandan talebi diri tuttu, diğer yandan faiz yoluyla sermayeye muazzam bir kazanç kapısı yarattı. Böylelikle “kredi” sanayi üretimi için verilen borcun ve borsa spekülasyonu yoluyla birikmiş artı değerin burjuvalar arasında paylaşılmasının yanı sıra, yüz milyonlarca emekçinin günlük birikimlerini faiz yoluyla gasp etmenin doğrudan biçimlerinden biri haline geldi. Ama bunun da bir sınırı var. İnsanlar bugünkü gelirlerini, dolayısıyla işlerini sürdürecekleri hesabıyla borçlanmaktadırlar. Bankalar “fazla sermayeyi” değerlendirecek bir alan yaratmak gayreti ile bunu teşvik eden ve kolaylaştıran her türlü biçimi kullanmaktan çekinmemektedir. Gel gör ki sermaye daha çok birikmek için emekçileri daha çok soydukça, işsizlik ve düşük ücretle çalışma yaygınlaştıkça tüketici kredilerinin geri dönme riski de büyüyor.
Elbette “kredi köpüğü” yalnızca bu yoldan oluşmuyor. Finansal varlık çeşitleri öylesine artmış ve öylesine iç içe geçmiştir ki; bir yerdeki tıkanıklık bir anda her tarafta çalkantılara yol açmaktadır. Örneğin “Carry Trade”, “Hedge Fon” bunlardan ikisidir. Ucuz faizli para cinsinden borçlanıp yüksek faizli para cinsinden varlıklara yatırım yaparak, bu farkın yüksekliği oranında kazanç sağlamak anlamında kullanılan “Carry Trade”; ya da “Hedge Fon”la garantili kazanç limanlarına demir atmak, gerçekte aynı paraya sahipleri tarafından farklı işlevler yüklenmesi anlamına geliyor. Örneğin, Japonya’da düşük faizle borçlanıp dünyanın en yüksek faizini veren Türkiye devlet tahvillerine yatırım yaparsanız, kısa yoldan büyük kazanç elde edersiniz, buna Carry Trade deniyor. Sizden yüksek faizle borçlanan TC Merkez Bankası bu parayı güvenli biçimde korumak için, Avrupa ya da ABD’nin büyük bankalarına güvenceli ama verdiğinden çok daha düşük bir faiz karşılığı yatırır. Böylece aynı para el değiştirirken Hedge Fon adını alır. Sizin paranızı Hedge Fon olarak yatırdığınız banka bu parayı tüketici kredisi olarak size ödediğinden daha yüksek faizle ABD emekçilerine Mortgage kredisi biçiminde verebilir. Böylelikle muazzam miktarda sermaye üretimle hiçbir ilişki kurmadan, büründüğü her biçimde, yeni bir soygun yaratarak kendisini çoğaltmış olur. Sonuçta faiz olarak elde edilen para emekçinin cebinden çıkar, onun ürettiği artı değerin bir biçimidir. Devlet yüksek faizle aldığı borçları ödemek için vergiler yoluyla halkı soyar, bankalar verdikleri tüketici kredileri, uyguladığı faizle, halkın birikimini yağmalar, borsa oyunları yoluyla büyük burjuvalar daha küçüklerin elinde biriken artı değeri yutar.
Finansal varlıklara yatırılan sermayenin doğrudan artı değer üretmek amacıyla yatırılan sermayeden daha hızlı ve daha büyük oranda kazanç getirmesi, her türden sermayenin yatırım yönünü oraya çevirmesine neden olur. Çünkü orada ortalamanın üzerinde bir kâr, artı kâr vardır. Büyük banka ve sanayi tekellerinin “Asıl faaliyet” alanları giderek daha büyük ölçüde spekülatif amaçlı yatırımlara kayıyor. Ama herkes aynı tarafa yığılınca “artı kâr” giderek azalır ve kâr oranları eşitlenme yoluna girer. Spekülasyon eski cazibesini yitirir. Art arda patlayan spekülasyon balonları köpüğü yok eder.
Buraya kadar anlatılanlardan yola çıkarak üretken sermayenin ya da bu amaca yönelik kredi piyasasının bütünüyle önemsizleştiği anlamı çıkmaz. Bu zaten olanaksızdır da. Kapitalizm, meta üretiminin egemenliği üzerinde yükselir. Ama kapitalizmin amacı meta üretmek değildir. Kapitalistin tek derdi sermayesini çoğaltmaktır. Kapitalist yatırdığı şeyin ne olduğuna bakmaz, ne getirdiğine bakar. Daha yüksek kazanç getirdiği sürece toplam sermayesinin büyük bölümünü finansal varlıklara yöneltecektir. Yine de bu yönelimin bir sınırı var. Sermayenin hücum ettiği yerde onun iştahını doyuracak kadar birikim olanağı kalmamışsa tıkanıklık ve bunalım kaçınılmaz olur. Asıl vurgulamak istediğimiz nokta: Kendini üreten üretken sermayeye yeniden yatırıldığında kendisini genişletme olanağını yitirdiği için finansal varlıklara yığılan sermayenin, bu kez oradan elde ettiği kârı tekrar oraya yatırdığında eskisi kadar bile kâr emme olanağını yitirmiş olmasıdır. Bu sermayenin bütün çıkış kapılarını kendi eliyle kendi yüzüne kapatması demektir. Sermaye son bir gayretle sıkıştığı yerden az çok nefes alacağı başka bir odaya kapağı atmaya çalışır. Ama bu kriz mikrobunun atlatılmasına yaramaz sadece onun kapitalizmin her hücresine sirayet etmesine yol açar. Gittiği her yerde yeni bir köpük yaratır, ne var ki bu yalnızca yaranın üzerini kaplamış irinden başka bir şey değildir.
Devasa sermayenin finansal varlıklardan üretken sermayeye dönmesi de -aynı koşullar içinde- söz konusu olamaz, zira finansal varlık alanında dolaşan sermaye zaten üretken alanın karlılığı düşük olduğu için “sermaye fazlası” haline gelen mutlak aşırı birikimdir. Sermaye kendi kendisini teslim almıştır! Bu sermayenin kendini yaratan nesnel temellerden kopuşunun ne ölçüde geliştiği, yozlaştığı ve çürüdüğünü gösterir. Sermaye artık, sermayenin engelidir. Emeğin sömürüsünü yoğunlaştırmak suretiyle bu engeli aşma gücü ve kabiliyeti de her geçen gün azalmaktadır. Sermaye üretici güçleri daha fazla geliştirmek bir yana kımıldatacak enerjiyi giderek daha fazla yitirmektedir. Toplam yatırılan sermayenin her 4 biriminden 1’i üretim ve 3’ü finansal alanda ise, ne sermaye kıyımı, ne emeğin üretkenliği devrenin yeniden başlamasına öyle kolayca yol açamaz. Sermaye için asıl sorun budur.
“Durmadan peşinden koştuğu evrensellik, sermayenin kendi doğasında sınırlarını bulur, bu sınırlar sermayenin gelişmesinin belli bir evresinde sermayenin kendisini bu eylemin en büyük engeli olarak ortaya çıkarır ve bu yüzden de bizzat sermaye yoluyla onu kendisinin ortadan kaldırılması yönünde çabalar.”(17)
Nereye doğru?
Şimdi yeniden başa dönebiliriz. Ağustos’ta Amerika’daki Mortgage sisteminde açığa çıkan mali krizin somut nedenleri anlaşıldığında, kapitalist üretimin bugün ulaştığı düzeyde krizin nereye evrilebileceğini tahmin etmek mümkün olacaktır.
Mortgage sisteminde iki tür kredi bulunuyor: Prime ve subprime. Birincisi ödeme sorunu olmayanlara yönelik, ikincisi alt gelir gruplarına veriliyor. İkincisinin faiz oranı birincisinden yüksek. Yoksulların bir bölümünün kredileri geri ödeyemeyeceği hesaplandığı için faiz oranı yüksek tutularak olası risk tolere ediliyor. Madem bu kadar riskli, neden yoksullara kredi veriliyor? Faiz oranı öyle bir noktada tutuluyor ki, batıklar düşürüldüğünde bile ortalama kâr elde edilmiş oluyor. Üstelik ödemelerin az çok düzenli yapıldığı dönemde artı kâr elde etmek de cabası. Böyle olduğu için subprime kredilerin büyüklüğü 800 milyar dolara ulaşmış bulunuyor. Açıktır ki soygunun sınırı, yoksulun geliri kadardır.
1979-2005 döneminde ABD halkının yüzde 80’ini oluşturan geniş kitlenin elde ettiği gelir artışı çok sınırlı kalırken (bu artış 4. %20’lik grup için dahi yüzde 25’ten biraz fazladır) en üstteki %20’nin geliri yüzde 100’e yakın artmıştır. Gelir merdiveninin en tepesindeki yüzde 1’in elde ettiği artış ise yüzde 200’ü geçmiştir. 2005 yılında, en alttaki yüzde 20’lik gelir diliminde bulunan tüm hanelerin toplam geliri 383 milyarda kalırken, en tepedeki yüzde 1’in elde ettiği gelir artışı 525 milyar dolar olmuştu. (18)
Gelir artmazken borç büyüyorsa, sürecin bir yerde tıkanması kaçınılmazdı. 2007’de beklenen oldu, kredi borcunu ödeyemeyenlerin sayısı birden arttı. Hal böyle olunca 2007’nin başından Ağustos ayına kadar Mortgage kredisi veren 50’den fazla kuruluş battı. Ev satışları ile birlikte ev fiyatları da düştü ve inşaat sektörü durgunluğa girdi. Bunun üzerine bankalar subprime kredisi vermeyi durdurdu. Bu kez Mortgage faiz gelirini güvenceli olarak gören ve buralara yönelik Hedge Fon yatırımcıları telaşla paralarını barındıracakları yeni liman arayışına girdiler. Bono-tahvil- hisse senedi sahipleri riskli yatırımlardan hızla çıkmaya başladı ve sonuçta panik her yeri sardı.
Mortgage özgülünde bunalımın gölgede kalan asıl nedeni sermayenin gözü dönmüş büyük bir aç gözlülükle, yalnızca üretim sürecinde ve vergiler yoluyla değil, yüksek faizli kredi kullandırma yoluyla da soyguncu saldırısıdır. Sermayedarlar emekçilerin yalnızca terini değil, aynı zamanda bütün birikimlerini, yani kanını da istemektedirler. Bir yandan alım gücü düşerken, diğer yandan ödenmesi zorunlu yüksek faizli krediler emekçilerin zar zor biriktirdiği elde avuçta ne varsa onu da yitirmelerine yol açmıştır. Örneğin 1980’lerin başında ABD’de en yoksul kesimi oluşturan Afro-Amerikalıların yüzde 63’ünün kendi evi bulunuyorken bu oran 2000’lerde yüzde 34’e düştü. Tahminlere göre Ağustos’tan sonraki 18 ay içinde 17 milyon kişinin 220 milyar doları aşan borcu nedeniyle yüzbinlerce insan evsiz kalacaktır.(19)
Bugüne değin geri dönmeyen kredi miktarı Ağustos’tan sonra dönmeyeceği varsayılan miktarın küçük bir bölümüdür yalnızca. Bu da konut piyasasında patlayan krizin sadece küçük bir gaz boşaltma hamlesi olduğu, krizin bir de görünmeyen “Buzdağının altı”nda daha şiddetli bir patlamaya yol açacak enerji biriktirdiğini gösteriyor. Gerçeği söylemek gerekirse “Buzdağının görünmeyen kısmı”ndaki gerilim, kapitalist dünya ekonomisinin bütünü için geçerli. Nihayet görüldü ki, ABD’de patlayan sıradan bir “kredi krizi” bütün dünya ekonomisini sarsabiliyor. Ve yine görüldü ki, ileri kapitalist ülkelerin Merkez Bankalarınca krizi durdurmak için piyasaya dolar boca etmek de! (1 haftada 365 milyar dolar(20)). Hani serbest piyasa! Hani ölen ölsün kalan sağlar bizimdi! Hani ekonomiden elini çekmiş Devlet!) ABD Merkez Bankası’nın faiz oranını düşürmesi de ortalığı sakinleştirmedi. Ülkesinin 1935’ten bu yana en büyük banka krizi ile karşı karşıya olduğunu söyleyen Alman Bankalar Düzenleme Kurulu Başkanı(21) nereye sorusuna gerekli yanıtı vermiş oluyor.
Yılbaşından itibaren yeniden patlak veren ABD emlak piyasası kriziyle başa çıkabilmek için ABD Merkez Bankası’nın gerçekleştirdiği faiz indirimleri işe yaramıyor. ABD Başkanı George Bush, gelir vergisi mükelleflerine 800 ve 1600 dolarlık “vergi iadesi” çekleri göndererek, iç talebi canlandırmaya çalışıyor. Bush gibi bir kökten neoliberal’in talep yaratmak için halka bedava çek dağıtmasına bakılarak, durumun ciddiyeti okunabilir.
Satın almalar ve birleşmeler(22); bono-tahvil-hisse senedi; kredi kılığındaki sermaye nerede biraz yüksek kar varsa oraya aktı, gittiği her yerde balonlar yarattı. Bir yerde balon artık hava alamaz hale gelince başka bir yerde yeni bir balon şişirmeye girişti. Ama deniz bitti. Ağustos’tan bu yana sermaye “Hareketsizlik krizi” yaşadı, daha güvenceli yatırım alanlarına demirleyerek riskten kaçındı. Bu paçasını kurtaracağı anlamına gelmez. Çünkü sorunun özü, “mali” değildir. Parasal önlemlerle kriz ancak “ötelenebilir”; ama atlatılamaz. Patlayan balonların sayısı arttıkça bu daha net açığa çıkmaktadır. Sermaye her kaçma hamlesinde, kapana daha da sıkışmaktadır.
The Economist “Bu son mali kriz, istikrarlı büyümenin altın çağının sonuna mı işaret ediyor?”(23) diye soruyor ve durumu “dönüm noktası” olarak tanımlıyordu.
Spekülatör George Soros, Financial Times gazetesinde yayınlanan “60 yılın en kötü piyasa krizi” başlıklı makalesinde bir resesyonun önlenemeyeceğinden söz ediyor ve Reagan’la başlayan bir “piyasa köktendinciliğinden” yakınıyor. Piyasaları ayakta tutanın “otoritelerin müdahalesi” olduğunu vurgulayarak neoliberal yalanları itiraf ediyor.
Soros, 2008’deki durgunluğun basit bir dalgalanmadan ibaret olmadığını, ABD dolarının hakimiyeti altında geçen 50 yıllık savaş sonrası kapitalist dünya sisteminin dengelerinin artık yitirilmekte olduğunu açıkladı. (24).
Bugünkü durum, bir ölçüde 1929’u andırıyor. 1922-1929 arasını burjuva iktisatçılar “Mutlu yirmili yılların refahı” olarak adlandırıyorlardı. Ekonomik ilerlemenin motoru hızlı teknik gelişmeydi. 1929’da “mutlu yıllar” ABD’de New York borsasının çökmesiyle sona erdi. 1930’da ise Avrupa’da ekonomik kriz patladı. Bugünün farkı şudur; sermaye karlılığının asıl nedeni, bir başka deyişle ekonomik ilerlemenin motoru, emeğin üretkenliğinin yükseltilmesi (teknolojinin üretime uygulanması) değil, düşük ücret (esnek çalışma, işgününün uzatılması, sosyal hakların kırpılması vb. ile birlikte) ve aşırı çalışma yoluyla verimliliğin artırılmasıdır. Bu nedenle görünür gelecekte 1930’lardan daha büyük bir çöküntü beklemek hiç de kehanet sayılmaz.
ABD’de ipotekli kredi pazarının çökmesi, 4 trilyon dolarlık servetin buharlaşması anlamına geliyor -ki bu dünyadaki toplam yıllık gelirin yüzde 10’una tekabül ediyor. ABD’de hanelerin toplam borcu GSYİH’nin yüzde 130’una dayanmış durumda, işletmeler ve devletin borcu ise yüzde 230. Aynı oran 1929 öncesinde yüzde 120 idi.(25) Buna karşın krizin fazla sarsıntıya neden olmadan atlatılacağını ileri süren kişi ve kurumlar da var. Bunlardan birisi de IMF. Ama o da durmadan kendi tahminlerini “düzeltmek”le meşgul. 2007 sonbaharında, 2007’deki küresel büyüme hızını yüzde 5.2, 2008’i ise yüzde 4.8 olarak tahmin etti. Ama üzerinden fazla zaman geçmeden daha “gerçekçi” bir tahmin yayınlamak zorunda kaldı. Yeni güncellemede; daha önce yüzde 5.2 olacağını ileri sürdüğü 2007’deki dünya ekonomik büyümesini 4.9’a ve 4.8 olarak öngördüğü 2008’deki büyüme tahminini 4.1’e indirdi.
TABLO (Büyüme hızları), Aktaran: Hurşit Güneş, 01/02/08, Milliyet |
||||
Büyüme(%) |
2005 |
2006 |
2007t |
2008t |
Dünya |
4.4 |
5.0 |
4.9 |
4.1 |
ABD |
3.1 |
2.9 |
2.2 |
1.5 |
Euro bölgesi |
1.5 |
2.8 |
2.6 |
1.6 |
Almanya |
0.8 |
2.9 |
2.4 |
2.0 |
Japonya |
1.9 |
2.4 |
1.9 |
1.5 |
Afrika |
5.9 |
5.8 |
6.0 |
7.0 |
Çin |
10.4 |
11.1 |
11.4 |
10.0 |
Hindistan |
9.0 |
9.7 |
8.9 |
8.4 |
BM, 2008 yılı Ekonomik Durum ve Beklentiler Raporu’nun “karamsar” senaryosunda ise 2008’de kapitalist ekonominin geleceği çok daha karanlık görünüyor.
TABLO (Dünya üretimi büyüme hızı (%)) |
||||
. |
2003 |
2005 |
2007 |
2008a |
Dünya Toplamı |
2.7 |
3.4 |
3.7 |
1.6 |
Gelişmiş ülkeler |
1.9 |
2.4 |
2.5 |
0.5 |
Geçiş ekonomileri |
7.2 |
6.6 |
8.0 |
5.0 |
Kalkınmakta olan ülkeler |
5.2 |
6.5 |
6.9 |
4.2 |
Azgelişmiş ülkeler |
6.6 |
8.4 |
6.7 |
- |
Dünya ticaret hacmi |
5.8 |
7.0 |
7.2 |
4.0 |
(a): BM ‘karamsar’ senaryo Kaynak: BM 2008 yılı Ekonomik Durum ve Beklentiler Raporu |
Aynı rapora göre; ABD ekonomisi büyümek bir yana, yüzde 1 gerileyecek. AB’de ise büyüme hızı yüzde 1 civarında olacak. Bu tahminlerin gerçekleşmesi, krizin çok şiddetli yaşanacağını gösterir ve son veriler bu yöndedir. Gerek IMF, gerekse BM’nin ‘karamsar’ senaryosunda Çin ve Hindistan gibi gelişmesi hızlanan geri kapitalist ülkelerde ekonomik büyümede düşüşün nispeten hafif olacağı, dahası IMF tahminlerinde az da olsa bir yükselmenin beklendiği görülüyor. Buradan hareketle kimi burjuva iktisatçılar krizin dünyasallaşmayacağını ileri sürüyorlar. Bu beklenti yanlıştır, çünkü Çin ve Hindistan gibi ülkelerin büyümesi esasen gelişmiş kapitalist ülkelerin ‘tedarikçi’si olmalarından geliyor. Gelişmiş ülkelerdeki keskin talep düşüşü kaçınılmaz olarak bu ülkelerde de sarsıntılara neden olacaktır. 2003 itibarıyla “kalkınmakta olan ülkeler” kategorisinde ifade edilen geri kapitalist ülkelerin dünya üretimi içindeki payı yüzde 20’ye ve ihracat içindeki payı yüzde 27’ye çıkmıştır. Bu ülkeler dünya doğrudan yatırım stokunun yüzde 25’ine sahiptir. Açıktır ki bu ülkelerde ucuz işgücüne dayalı üretim yapan tekeller ürünlerinin büyük çoğunluğunu o ülkelerden emperyalist ve ileri kapitalist ülkelere ihraç etmektedirler. Doğaldır ki, emperyalist metropollerdeki tüketim daralması, geri ülkelerde de büyük sermaye kıyımlarına yol açacaktır.
Kuşkusuz sermayenin kolayca hareket ediyor olması, Hindistan ve Çin gibi köylü ekonomilerinin kapitalist dönüşümünün yarattığı itilim ya da Afrika’nın sermayenin önünde açılan yeni bir kapı olarak, yeniden ekonomik sömürge savaşlarına konu edilmesi krizi az çok tolere edilebilecek olgular olarak sıralanabilir. Ne var ki soruna salt buradan bakmak, “Sermayenin ruhu”ndan bihaber olmak demektir.
Birincisi krizin nedeni sermayenin aşırı birikimi; kronik sermaye fazlalılığı ve kronik işsizlik; alım gücünün düşmesi ve yoksulluktur. İkincisi, “aşırı birikimi” aşmanın yolu, bir kısım sermayenin çekilmesi hatta yok olmasıdır. Bu hiç de “barışçı” tarzda olmaz. “İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının eşitlenmesi halinde gördüğümüz gibi, kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirir ve böylece her biri, ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay alır. Ama sorun kârın değil zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirmek ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalistin, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür.”(26) Üçüncüsü, sermaye fazlalığı öyle bir boyuttadır ki; onun bir krizle ortadan kaldırılıp sermayenin daha büyük genişleme olanağı bulacağı bir krizle düzeltilmesinin olanakları geri dönülmez biçimde ortadan kaldırılmıştır. Onun içindir ki, beklenen kriz görece hafif atlatılsa bile bu daha büyük bir bunalımın yeni işareti olacaktır. Nihayet son yirmi yılda yaşanan krizler, dünya çapında yaşanacak patlamanın hazırlayıcısıdır.(**)
Sermayenin tarihsel belirlemesi ve kullanılış amacı miadını doldurmaktadır. Çünkü, “Sermayenin sınırsız zenginleşme tutkusu ve emeğin sermayeyi gerçekleştirmesinin koşulları içinde onu sürekli kamçılayan emeğin üretken güçlerinin gelişmesiyle, bu gelişmenin genel servetin sahipliğinin ve korunmasının, bir yanda yalnızca daha az emek zamanı bütün toplum için gerektirmesi ve çalışan toplumun bilimsel olarak yeniden üretim sürecine gittikçe daha geniş biçimde katılması noktasına kadar gelmesiyle, yani insanın kendisi için yaptırabileceği şeylerin yaptığı emeğin sona ermesiyle, süregiden sermayenin tarihsel belirlemesi ve amacı yerine gelmiş olacaktır.”(27) Bugün tam da Marx’ın öngördüğü tarihsel momentte bulunuyoruz. Bir yanda sermaye, emeğin üretkenliğini artırarak varlığını koruma ve sürdürme yeteneğini yitirmiş, daha az emekle daha büyük üretim yapmak mümkünken, salt emeğin sermayenin boyunduruğunda olması nedeniyle bunun gerçekleşememesi, sermayenin daha yüksek oranda yoğunlaşarak kar kitlesini büyütme olanağını eskisi gibi yakalayamaması, her türlü bireysel emeğin sermayenin tahakkümü altına daha büyük oranda girmesine karşın(*), sermayenin en iyi koşullarda dahi onların önemli bölümünü üretim sürecine dahil edemeyerek işsiz bırakması, bir yanda büyük miktarda sermayenin diğer yanda büyük miktarda emek gücünün fazlalık haline gelmesi; sermaye ile emeğin karşı kutuplarda birikmesine paralel olarak fazla sermaye ve fazla emeğin giderek daha fazla çoğalması, bu gerçekliği çıplak biçimde gözler önüne sermektedir. Sermayeye dayalı üretim tarzının asıl, köklü, derin ve giderilmez bunalımı budur. Ortaya çıkan her kriz bu bunalımı biraz daha derinleştirmekte, kapitalist sistemi cehennem ateşine biraz daha yaklaştırmaktadır. Lenin’in sözünü ettiği gibi, “Emperyalist aşamada kapitalizm üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak kapitalistler, tam rekabet özgürlüğünden, tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklenmektedir.”(28) Lenin’in “Tam toplumsallaşmaya doğru gitmektedir” dediği yere çok daha yakınız artık. Kapitalizm kendisini artan bir hızla uçuruma sürüklemektedir ama kendisiyle birlikte bütün insanlığı da. İnsanlığın kapitalizmden kurtuluşunun tarihsel koşulları her zamankinden daha çok olgunlaşmıştır. Kapitalizmin bugünkü çürüme hali bunu binlerce görünüm altında gözler önüne sermektedir.
İster öngörüldüğü gibi Ağustos’taki borsa çöküşü ve yılbaşındaki uluslararasılaşan borsa krizi önümüzdeki aylarda ya da daha sonra büyük bir ekonomik çöküşle tamamlanmasın, isterse telafi edici müdahaleler kriz ateşini bir müddet düşürsün -ki bu en fazla krizin ötelenmesine yol açar- dünya büyük ekonomik, politik, toplumsal çalkantılarla baş başa kalacak, sınıf mücadelesi her düzeyde bugünkünden çok daha büyük şiddette çarpışmalara sahne olacak ve genel olarak dünya yeni alt üst oluşların ateşinde kavrulacaktır.
Hali hazırda bir dünya mali krizi biçimini alan bunalım, derinleştiği oranda tabii ki öncelikle emekçi halk kitlelerini vuracaktır.
1929 bunalımından sonra sermaye, devleti, sermayenin genel çıkarlarını koruyan kolektif kapitalist şirkete dönüştürerek ve ulusal pazarları genişleterek gelişmesi için bir yol buldu. 1974’ten sonra ise devlet kapitalizmini tasfiyeye yönelerek ve sermayenin önündeki ulusal çitlere saldırarak ilerlemesini sağladı. Her ikisi de savaşlar, darbeler, devrimler, karşı devrimlerle aldı başını yürüdü. Beklenen krizden sonra ne olacak? Kapitalistler yeni bir yol bulabilecekler mi? Bu soru elbette sınıf mücadelesinin düzeyi tarafından yanıtlanacak. Ama gerçek şu ki, ne birikmiş sermaye yatırımlarını emebilecek bir ulusal pazar genişlemesinden ne de tasfiye edilecek bir devlet kapitalizminden söz edilebilir artık. Ne sökülüp atılacak çitler var, ne de eskisi gibi gümrük duvarlarını yükseltmenin olanağı. Üretimin ve sermayenin toplumsallaşma düzeyi öyle bir noktaya ulaştı ki; bunların hiçbiri derde eski düzeyde derman olamaz. Uluslararası tekellerce sömürgeleştirilen dünyanın yeniden paylaşımı ve büyük bölgesel birliklere ayrışmış bir dünya tasavvur edilebilir elbette.