Türkiye işçi sınıfı, sarsıldı ve belli ölçülerde kendisine geldi. 2007 bu uyanışa tanıklık etti. Zira 2004’te, 2005’te, 2006’da da tarihe not düşen bazı mücadeleler yaşandı, ama 2007’de sergilenen pratikler bunları çok çok aştı.
Kazanımları biriktirerek
Yılın başında cumhuriyet tarihinin en kitlesel antişoven gösterisine dönüşen Hrant Dink uğurlaması ile başlayan canlılık, zikzaklar çizse de yıl boyunca sürdü. Antifaşist, antişovenist öfke seli, önce 2007 1 Mayıs’ına taşındı. Türkiye işçi sınıfı ve ezilenleri, ‘77 1 Mayıs katliamının 30. yılında tarihi 1 Mayıs alanına, Taksim’e çıktı. Sabahın erken saatlerinde başlayan irade savaşını devrimciler, ilericiler kazandı. İstanbul’u açık hava hapishanesine dönüştüren İstanbul Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü yenildi.
Türkiye işçi sınıfı, kendi eyleminden öğrendi, başarılar, kazanımlar biriktirerek ilerledi. Taksim zaferi, sınıfa mücadeleci bir özgüven taşıdı. Mevcut durumu değiştirme yönünde anlamlı bir dayanak ve zemin oluşturdu. Sınıfa değiştirici bir güç olduğunu, ısrarlı davrandığında sonuç alabildiğini gösterdi. Dahası, sonraki süreçlerle de birleşen tarzda, işçi ve emekçi memur hareketinde yeni bir mücadele eğilimi mayaladı.
Ama 1 Mayıs’ta elde edilen moral üstünlük 22 Temmuz seçimlerinde layıkıyla değerlendirilemedi. Hrant Dink uğurlamasında ortaya çıkan antişovenist, Newroz’da bir kez daha somutlanan antisömürgeci, 1 Mayıs’ta ise ilk kez bu kadar kuvvetli bir şekilde kendisini ortaya koyan antiemperyalist, antikapitalist, antifaşist mücadele istek ve arzusu, tek bir potada birleştirilemedi. Siyasal ve toplumsal gericiliğe karşı üçüncü cephede bir araya gelinemedi.
Yine de bu bocalama çok sürmedi. Durgunluk, Kamu TİS’leri ile birlikte aşıldı, hareket yeniden kendisini toparladı, eski canlılığını yakaladı.
Grevin adı bile yetti
2007 Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinde mücadele bayrağını ilk önce, hava işçileri göndere çekti. Uzun süredir yaprağın bile kıpırdamadığı, grev gibi temel bir mücadele aracının karar düzeyinde bile gündeme gelmediği koşullarda; Hava-İş Sendikası’nın grev kararlılığı ile buluşan hava yolu işçilerinin mücadele azmi, sermayeyi, hükümetini, medyasını havada uzun süreli bir türbülansa soktu. Öyle ki; turizmcilerden, ihracatçı patron derneklerine kadar bir dizi patron örgütünden de “Grev felaketi”ne karşı açıklamalar geldi. İstanbul Valisi de “duruma” el koydu. Grev, olsa olsa bir “Ulusal ihanet” olabilirdi. “Grevin kazanımı yok”tu. Sendika “İdeolojik davranıyor”du.
Süreç şöyle işledi: Hava-İş Sendikası ile THY yönetimi arasında 16 Mart'ta başlayan iş sözleşmesi görüşmelerinde, ücret, sosyal yardımlar ve uçuş personelinin hakları olmak üzere toplam 80 madde üzerinde anlaşma sağlanamadı, arabulucu sürecine gidildi. 27 Haziran'da başlayan arabulucu sürecinde de uzlaşma çıkmaması üzerine sendika, 20 Temmuz günü grev kararını astı. Gerilimin had safhaya vardığı irade savaşında THY yönetimi, 24 Temmuz günü lokavt kararı aldığını açıkladı, işçilerden zor ve baskı ile aldığı imzalar ile süreci grev oylamasına götürdü. Fakat, bu kararının altında kaldı. 9 Ağustos'ta yapılan grev oylamasında, hava yolu işçisi greve 'evet' dedi. THY yönetimi bunun üzerine geri adım atarak, 27 Ağustos'ta TİS’i imzaladı Sonuçta yasadışı grev oylamasının yanı sıra burjuvazinin ve faşist devletinin tehditlerine, burjuva medyanın kara çalmalarına rağmen grevde ısrar eden hava yolu işçileri, tüm engelleri alınlarının akıyla aşarak, sınıf kardeşlerine grevin en etkin silahlarından biri olduğunu hatırlattı. Hava-İş Sendikası ve işçiler, kararlı bir mücadelenin açamayacağı kapı olmadığını gösterdi. Örgütlü mücadelenin akan suları durduracağını ortaya koydular. Dolayısıyla sendika yönetimlerinin, çoğu zaman tabana duydukları güvensizliği bahane ederek kararını bile almaktan kaçındıkları grevin gücü, bir kez daha görüldü. Hava işçilerinin mücadelesi; taban, TİS sürecinin bir parçası haline getirildiğinde; işçiler, karar alma sürecine dahil edildiğinde sermayenin ve hükümetin tehditlerinin anlamsızlaştığını kanıtladı.
Zincirleme reaksiyon
Havada kazanımla sonuçlanan irade savaşı, bundan sonra karada sürdü. Tekstil işkolu toplu sözleşmesi, havada yakalanan mücadele irtifasının da etkisiyle geçen yıllara oranla nispeten iyi geçti. Taban baskısı, TEKSİF Sendikası’na çok fazla patronların suyuna gitme şansı bırakmadı. Sonuçta TEKSİF'le Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası (TÜTSİF) arasındaki toplu iş sözleşmesi, greve saatler kala 9 Eylül akşamı imzalandı. Anlaşma sonucunda işçilerin kazanılmış haklarında bazı geriye gidişler yaşandı, ama tekstil patronlarının kölece çalışma dayatmaları TİS’e girmemiş oldu.
Tekstil İşverenleri Sendikası Başkanı Halit Narin, sendika ile imzaladıkları son TİS'ten duyduğu bu memnuniyetsizliği, “Karşılıklı sevgi ve saygı ortadan kalktı” sözleri ile dışa vurdu. Tekstil patronu Narin, sendikacıların müzakere etme biçiminden fevkalade rahatsız olduklarını ifade etti, “Bu insanlarla yeniden masaya oturmayacağız” tehdidini savurdu.
Hatırlanacaktır, Halit Narin; grevlerin yasaklandığı, sendikaların kapılarına kilit vurulduğu 12 Eylül faşist darbesini “Şimdiye kadar işçiler güldü, biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sözleri ile karşılamıştı.
Toparlarsak Kamu TİS’leri, değişik iş kollarını da kapsayan tam bir zincirleme reaksiyona dönüştü. Türk-İş bürokrasinin hükümetle imzaladığı toplu anlaşmaya rağmen, bu anlaşmayı da aşan tarzda bir mücadele doğuran zincirleme reaksiyonun diğer önemli halkları ise, Petrol- İş, Tez Koop-İş ve Harb-İş sendikalarının imzaladığı TİS’ler oldu.
Son 30 yılın en büyük grevi
Zincirleme reaksiyonun zirve noktası ise, Telekom grevi oldu. Havadan karaya, oradan da fiber optik kablolara taşınan hak alıcı mücadele dalgası, Telekom’da 44 günlük bir grevle taçlandı. Telekom işçileri, gerici bir sendikal önderlik altında olsalar da, hiçbir ciddi mücadele deneyimine sahip olmasalar da, greve başlarken ülkeyi saran ırkçı şoven akıl tutulmasının etkisinde olsalar da, uzunca bir aradan sonra Türkiye işçi sınıfının ilk uzun süreli sektörel grevine imza attı.
Telekom işçisi, 44 günlük grev maratonunu, kapsam dışı çalıştırılan taşeron işçiler aracılığıyla uygulamaya sokulan grev kırıcılığına, valiler ve polis aracılığıyla devreye sokulan baskılara ve tutuklama terörüne, burjuva medyanın işçileri “vatan haini” ilan edip halkla karşı karşıya getirme çabalarına rağmen; kararlılığı, direngenliği ve sınıf dayanışmasının gücü ile kazandı. Grev sessizliğini bozan, yaygın ve sürekli bir mücadelenin mimarı olan Telekom işçileri, tüm taleplerini söküp alamasalar da, 1 milyon 100 bin günlük iş günü kaybı ile son 30 yılın en büyük grevinden başarıyla çıktı.
Uluslararası tekel Oger’in binbir hileyle üretimi sürdürme girişimlerine ve devlet destekli grev kırıcılığına, işçiler kabloları keserek yanıt verdiler. Sınıf mücadelesi bakımından son derece meşru bir silaha başvurdular. Bu mücadele biçimi, burjuva medyanın ve polisin saldırılarını üzerine çekti. Ancak grevin kazanılmasında açık bir rol oynadığı inkar edilemez. Sermayenin grev kırıcılığı zoruna karşı işçiler de, kablo altyapısına yönelik meşru sınıf şiddetini uygulamıştır.
Telekom işçileri, sermaye işbirlikçisi hükümetlerin, 'milli güvenlik' bahanesi ile grevleri sık sık yasakladığı bir ülkede, işçi sınıfına örnek oldu. Zira hatırlanacaktır, en son Şişecam işçilerin 2004 grevi, 10’lu günlere ulaşmadan hükümet tarafından yasaklanmış, boğulmuştu. O günden sonra Türkiye işçi sınıfı -güvencesiz işçilerin sendikalaşma mücadelelerini dışta tutarsak- bırakın greve çıkmayı, grevin adını bile ağzına almamıştı.
Telekom grevi, ayrıca emek ile sermaye arasındaki kırmızı çizgileri de ortaya çıkardı, saflaştırdı. Sermayenin ve Başbakan Erdoğan’ın ağzından düşürmediği 'aynı gemideyiz' yalanını tuzla buz etti. Grev, Telekom işçilerine grev okulu aracılığıyla dostlarını ve düşmanlarını gösterdi. Gayrettepe Telekom İşyeri Baştemsilcisi Yener Ünal bunu Atılım gazetesine şu sözlerle ifade etti: “Telekom işçisi grev boyunca çok şey öğrendi. Sermayenin fütursuzca saldırısını gördü. Daha önce ‘Ne kadar çok üretirsek o kadar çok kazanırız ’ diyen işçiler, artık bunun böyle olmadığının farkında. Patronun yaptıklarını, oy verdiği partilerin, medyanın, devletin nasıl engel çıkardığını gördü. Grevci arkadaşlarımızı gözlemliyoruz, her şey 16 Ekim'den önceki gibi değil artık. Sermayenin saldırıları şiddetlendikçe biz de güçlendik. Sıradan bir arkadaşımızın nasıl grev alanına çıktığını gördük. İnsanların grev boyunca nasıl canıyla, tırnağıyla direndiğini gördük, nasıl taraf olduğunu gördük. Çok kalabalık olmak bir şey ifade etmiyor, asıl olan örgütlü olmak.”
Gayrettepe Telekom işçisi Haydar Yıldıztekinise, bu durumu yine Atılım gazetesine şu sözlerle anlattı: “İşçi, kendisi ile yüzleşti, işçi olduğunu öğrendi. Düşmanlarını tanıdı. Hakkını aramanın yollarını, birlikte paylaşımı öğrendi. Sınıfsal açıdan; sınıf dostlarını tanıdı. Grevin unutulduğu bir dönemde, Türkiye'nin her tarafında böyle bir uzun dönem süren grev öncelikle çok büyük bir deneyimdir. Hepimiz grevleri romanlardan, gazetelerden okuyordu. Fakat yaşadık. Yaşamak bile büyük bir kazanım. Sınıf adına büyük bir deneyim. Bu grev, bundan sonraki TİS'lerin önünü açtı.”
Irkçı şoven akıl tutulması koşullarında başlayan grev, sendika genel merkezinin şoven yönetimine rağmen, sokaklarda faşist ipoteğin sürdüğü koşullar altında bile hızla politikleşti. İşçiler, grev okulunu terk etmedikçe, ırkçı şoven sis bombalarına rağmen yönünü kaybetmedi. Faşist şoven cephenin bir yedeği haline gelmedi. Sonuç yalındı: Türkiye işçi sınıfı, şovenizmin ne kadar etkisi altında olursa olsun, hak mücadelesine sıkıca tutunduğunda sis bombaları içinde yönünü yitirmiyor.
Sonuçta Telekom işçileri, sınıf dayanışmasının da gücüyle, havayolu işçilerinden aldıkları grev bayrağını 44 gün boyunca yükseklerde dalgalandırdı, işçi sınıfının en etkin silahlarından birinin, grev olduğunu dosta düşmana gösterdi. Muhtarlardan emekçi memurlara, üniversite gençliğinden diğer iş kollarında örgütlü işçilere, ilericilerden devrimcilere herkesi birleştiren grevde, kazanan sadece 26 bin Telekom işçisi olmadı, tüm Türkiye işçi sınıfı kazandı.
Kadın grevi
2007’nin bir diğer önemli mücadelesi ve kazanımı, Novamed kadın grevi oldu. Nitekim Novamedli işçi kadınlar, sendikal örgütlülüklerinin tanınması, iş güvencelerinin garantiye alınması, “insanca” çalışma koşullarının oluşturulması ve daha yüksek bir ücretle çalışma talepleriyle bir yılı aşkındır sürdürdükleri grevi, 2007’in son günlerinde kazanımla sonuçlandırdı.
Novamedli kadınlar, Antalya Serbest Sanayi Bölgesi'nden, kölece çalışma koşullarının hakim olduğu kan emici sermayenin tüm serbest bölge cehennemlerine direnç gülleri gönderdi. Kapitalist sınıf sömürüsüyle, erkek egemenliğinin iç içe geçtiği bu işyerinde kadın işçiler, her ikisine karşı mücadele yürüttüler.
Novamedli kadın işçiler; kadın hareketine enerjilerini aşıladı, kadın örgütlerine unuttukları işçi kadınları hatırlattılar. Bu sayede birçok ilde dağılan kadın platformları yeniden toplandı, sendikaların kadın komisyonları yeniden işlerlik kazandı. Grevin başka bir kazanımı ise, son yıllarda grevlerin uzadıkça sönümlenmesi şeklinde ezberi bozması idi. Grev, kadın kararlılığının göstergesi;. emekçi kadınların bir işe el attı mı, bunu kolay kolay bırakmayacağının bir sağlaması idi.
Grevin çok önemli başka bir yönü ise, işçi kadınları özgürleştirmesi, ev ve fabrika duvarlarının sınırlarının parçalanması idi. Zira örgütlenmenin başlangıcında çekingen, alçak sesle konuşan kadınların kendilerine güveni arttı. Grevin başlangıcında, kadınların çoğu babasından ve kocasından izin alarak sokağa çıkarken, grev boyunca gece yarıları nöbet tuttu, basına dertlerini anlattı, radyolara, televizyonlara çıktı, panellere, söyleşilere katıldı. Bu grev; sadece onları değil eşlerini, babalarını, ailelerini de değiştirdi. İşçi kadınları örgütlemek için, eşleri ve ailelerini de örgütlemek zorunda olunduğuna işaret etti.
İş Cinayetlerine “Artık Yeter”
2008, Davutpaşa ve Tuzla’da simgeleşen iş cinayetlerine karşı mücadeleyle açıldı. Davutpaşa’da kaçak bir havai fişek imalathanesinin patlamasıyla 23 işçinin öldüğü bir katliam yaşandı. Tuzla’da iş cinayetleri “seri cinayet” halini aldı. 7 ay içinde 20 işçinin öldüğü korkunç bir bilanço ortaya çıktı.
Davutpaşa ve Tuzla, Türkiye’de kapitalist sömürünün sadece emeği değil, bizzat işçilerin yaşam hakkını da sömürecek dereceye vardığını, sermaye birikiminin aynı zamanda işçilerin canlarını yutacak bir çark haline geldiğini açıkça ortaya koydu. Taşeronlaşmaya dayalı, kayıtdışı, güvencesiz çalışmanın işçileri öldürdüğü geniş kesimlerce görüldü.
Öfke muazzamdı. Davutpaşa’da Tekstil-Sen başta gelmek üzere bir dizi sendikanın hızlı refleksi ve tavır alışı; Tuzla’da Limter-İş’in öncülüğünde bir işçi mücadelesinin örgütlenmesi, tüm işçi sınıfına cesaret ve umut verdi. Tuzla tersanelerinin “ölüm havzası” haline geldiğini artık burjuva basın dahi sayfalarına taşımak zorunda kaldı. Her iki havzada işçilerin sendikalaşması, örgütlenmesi için yeni olanaklar belirdi.
2007, irili ufaklı başka grev ve direnişlere de tanıklık etti. Yıl boyunca ambarlarda ve hastanelerde de hareketlilik vardı. Taşeron sağlık işçileri Dev Sağlık İş, ambar işçileri ise TÜMTİS’te örgütlenme ataklarında bulundu. Tarım işçilerinin, Çukurova’da imzaladığı TİS’leri de unutmamak gerekiyor tabii. Yıl boyunca Birleşik Metal İş Sendikası’nın önderliğinde metal işçilerinin sendikalaşma mücadeleleri sürdü.
2007, emekçi memur hareketi bakımından da bazı yeniliklere sahne oldu. KESK’i elinde tutan reformist liderlik bile, hava yolu işçilerinin grev kararlılığından ve toplu görüşmelerinin artık bir orta oyunu olduğunun ayan beyan ortaya çıkmasından hareketle, kendisinde toplu görüşme oyununa katılmama cesareti buldu. En az bunun kadar önemli başka bir şey de, KESK içinde, KESK’i KESK yapan fiili meşru mücadeleden daha fazla dem vurulmaya başlanması idi.
Bitirmeden işçilerin, emekçilerin sermayenin saldırganlığına karşı 2007’de yaşam alanlarını da savunmak zorunda kaldığını vurgulayalım. Baz istasyonlarına karşı sağlık haklarını, kentsel bölüşüm projesine karşı barınma hakkını vb.
Buldozer Planı devrede
ABD ve AB emperyalistleri ile Türk sermaye oligarşisinin tam desteğini arkalayarak 22 Temmuz seçimlerinde yüksek oy oranı elde eden AKP, 2007’in sonu, 2008’in başında işçi sınıfı ve ezilenlere karşı büyük bir saldırı başlattı.
Dolayısıyla işçi sınıfı ve ezilenler darbecilerden kaçarken, işbirlikçi sermaye düzeninin neoliberal vahşetine tutuldu. Patronlar kulübü TÜSİAD'ın, “Buldozer tipi bir operasyon ile yatırımların ve üretimin önündeki idari ve teknik engeller temizlenmeli” talimatını, fahiş zamlar ve vergi soygunları izledi. Ama asgari ücrete sadece 19 YTL’lik artış yapıldı. Daha önemlisi, bölgesel asgari ücret için ilk resmi adım atıldı. Devlet Planlama Teşkilatı, 2008 yılından sonra “Farklılaştırılmış asgari ücret” uygulamasına geçilebileceğini bildirdi. Ayrıca paran kadar sağlık ve mezarda emeklilik dayatması Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasa tasarısı yeniden Meclise getirildi. Tekel’de özelleştirme sürecine hız verildi. ‘İstihdam Paketi’ adı altında kıdem tazminatlarına göz dikildi. 60. Hükümet Eylem Programı da, TÜSİAD’ın “Buldozer operasyonu” talimatına uygun biçimde hazırlandı. Böylece bir kez daha görüldü ki; Türkiye işbirlikçi burjuvazi ve hükümeti, Avrupa Birliği’ne üyelik adı altında Avrupa sermayesi ile daha üst düzeyde entegrasyon gerçekleştirmek isterken; Türkiye’yi de Avrupa’nın Çin’i yapmak istiyor. Neden mi? Çünkü Çin’de asgari ücret 650 Yuan. Bu 65 Avro’ya yani 100 TL’den biraz fazlasına tekabül ediyor. Saat ücretiyse 40 ya da 50 kuruş. Çin’de tam bir vahşi sömürü düzeni sürüyor. Çin, iş kazalarında “dünya birincisi”. Yılda 120 bin işçi iş ‘kazalarında’ ölürken, 728 bin işçi yaralanıyor.
Bu kapsamda işçileri bekleyen iki mücadele gündemi olarak Tekel’in özelleştirilmesi ve Genel Sağlık Sigortası yasasıyla sağlık ve emeklilik hakkının gasp edilmesini vurgulamalıyız.
Ez, umut kır, tasfiye et
2007 senesini tamamlanıp 2008’de yol alınmaya başlanırken, işçi ve emekçilerin üzerinden buldozer gibi geçmeyi amaç edinen saldırıya ideolojik savaş da eşlik ediyor. AKP sosyal yıkım politikalarıyla işçi ve emekçileri sistematik olarak yoksullaştırırken, “hayırseverlik” operasyonlarıyla onları kendine tabi kılmaya, düşkünleştirmeye çalışıyor. Bunun için özellikle sahip olduğu belediyelerde birimler oluşturarak “muhtaçlara” düzenli ve örgütlü rüşvetler, sus payları dağıtıyor. İslami sermayeyi ve Deniz Feneri gibi sivil(ce) toplum örgütlerini de bunun için seferber ediyor.
Sosyal devlet uygulamalarının son kalıntıları da tasfiye edilirken; AKP, devleti bir sadaka devletine dönüştürüyor. İşçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerini ise dilencileştirmek istiyor.
Umut kırmak ve sadaka toplumu yaratmak için ayrıca “Sınıf ayrımlarının kalmadığını” vaaz ediyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Türk-İş Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma nasıl unutulabilir? Hatırlanacaktır; sermayenin Gül’ü, Türk-İş üyesi işçilere önce, "Daha iyi ücret almak için mücadele edin ” diye seslendi, gönüllerini aldı. Ardından, babasının da 45 yıl önce Haber-İş temsilcisi olduğunu hatırlatarak baklayı ağzından çıkarttı: “Artık sınıf ayrımlarının olmadığını, demokrasinin ne kadar sağlamlaştığını bilmenizi istiyorum.”
Yani bir yanda: Fabrika önlerinde iş bulma kuyruğu, devlet memurluğuna kapağı atmak için sınav kuyruğu, üç kuruşluk emekli maaşı için banka kuyruğu, hastane koridorlarında tedavi olmak için sıra kuyruğu, üniversite eğitimi hakkı için sınav kuyruğu, ucuz ekmek kapmak için halk ekmek kuyruğu... Diğer yanda ise: “Biz; sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir milletin fertleriyiz”, “Köylü milletin efendisidir”, “Adım adım, muasır medeniyetler seviyesine yükseliyoruz”, “Türkiye'nin dört tarafı düşmanlarla çevrilmiştir”, “Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur”, “Ordu milletin baş tacıdır”, “Darbe yapmak anayasal haktır, görevdir”, “Amerika PKK'yı kullanıyor”, “IMF'yle anlaşmak zorunludur”, “AB'yle demokrasimiz gelişecek, refaha kavuşacağız”, “Hepimiz aynı gemideyiz” kuyruklu yalanları...
Evet üç sacayaklı bir saldırı bu: Ezme, umut kırma, tasfiye etme...
Kriz yaklaşıyor, işçi hareketi canlanıyor
Ama işler hükümetin ve burjuvazinin cephesinde iyi gitmiyor. Kürt halkının 2007’de tüm saldırılara rağmen ezilemeyen başkaldırısı, 2008’in henüz başında Botan yürüyüşü ve ardından gelen 15 Şubat eylemleriyle yeni bir kitle dinamizmi ortaya koydu. Dağlara yürüyen binlerce Kürt ezileni, sömürgeciliğin imha saldırılarına karşı meşru ve militan çizgide yanıt verdi.
Ermeni aydın Hrant Dink’e yönelik saldırının birinci yıldönümünde de onbinler sokaklara çıktı. Adalet talebinin derin bir yatak oluşturduğunu, bu yatakta akan nehrin büyüklüğünden bir kez daha gördük.
2008’in ilk günlerinde ABD mali piyasalarında patlak veren ve yayılan uluslararası mali kriz, Türkiye’ye şiddetli bir borsa sarsıntısı biçiminde yansıdı. Erdoğan’ın “Türk ekonomisi etkilenmez” şeklindeki tüm boş böbürlenmelerine karşın, 2008 yılında mali ve ekonomik kriz Türk ekonomisi için gerçek ve yakın bir tehlikedir. AKP, mali kriz tehdidini, imzalayacağı yeni stand-by anlaşması ile IMF’nin gönlünü hoş tutmaya, yaklaşan yangın için kredi musluklarını açık tutmaya çalışsa da nafile. Dünyada borsaları ‘sıcak para’ sarhoşu, sallandıkça sallanıyor. Kredi muslukları kurudukça kuruyor. Bu yüzden dünya mali krizle sarsılırken, emperyalist küreselleşmenin dev kumarhanesinde Türkiye gibi sıcak para sarhoşu küçük oyuncuların hiç şansı yok. Yüksek faiz, düşük kur temelinde kurulan mali ilişkiler ağı, bu uluslararası depremi kaldıramaz. Ucuz ithalata dayalı büyüme ve yol açtığı dev cari açık o ülkelerin işçi ve emekçilerin üzerine yıkılacak.
İşçi hareketindeki mücadeleci enerjinin, mali krizin sonuçları temelinde ortaya çıkacak sosyal yıkım saldırılarına karşı mücadele içinde bileneceği, bilenmekte olduğu görülüyor. Kriz yaklaşırken, işçi hareketinin canlanması, kazanımlarına basarak ilerlemesi diyalektik bir bağıntıyı ortaya koyuyor. İşçi hareketindeki bu canlanma, bağrında bir yükselişin tohumlarını da taşıyor.
İşçi sınıfı ve ezilen halk kitlelerinin mücadeleleri, bir genel grev genel direnişin öznel koşullarını olgunlaştırıyor. Sermayenin yıkım saldırılarına karşı ivmelenen işçi hareketi, Batı’da merkezinde “adalet” talebinin durduğu antifaşist kitle hareketi, Kürdistan’da sömürgeciliğe karşı gelişen Kürt halk hareketi genel grev genel direnişin potansiyel güçlerini biriktiriyor. Birleşik halk direnişinin olanak ve imkanları artıyor.