Günümüzde, insanlık, kendi toplumsal tarihinin en büyük toplumsal zenginlik birikimine/yığılmasına tanık olmaktadır. Ama yoksulluk da o denli büyümüştür. İnsanlık, kendi toplumsal tarihinde bu denli yığılmış, büyümüş, kronikleşmiş, başta kapitalizmin metropollerine bağımlı ülkeler olmak üzere bütün yeryüzünü kaplamış, dünya nüfusunun yüzde 85'ini pençesine almış yoksulluğa ilk kez tanık olmaktadır.
Bir yanda bir avuç emperyalist devletin, birkaç yüz uluslararası tekelin, para spekülatörünün birkaç bin ailenin elinde birikmiş ve birikmeye de hızla devam etmekte olan toplumsal zenginlik; öte yandan da dünya nüfusunun yüzde 85'inin açlığının, yoksulluğunun, işsizliğinin, maddi ve manevi yıkımının ve sefaletinin ana nedeni olmaya devam etmektedir. Bu tablo, beş yüz yıllık kapitalist üretim tarzının, özelde de yüz yıldan fazla devam edegelen kapitalist emperyalizmin eseridir. 1970'lerin ikinci yarısından itibaren gündemleşen ve son 20 yılda gelişimi daha çarpıcı biçimler alan emperyalist küreselleşmenin gereksinimlerine yanıt veren “neoliberal” saldırı politikalarıyla, yoksulluk olgusu, en keskin düzeyine sıçramıştır. Emperyalist merkezlerde “refah ekonomisi”, “sosyal devlet”, emperyalizme bağımlı yeni sömürgelerde ise “ulusal kalkınmacı”, “sosyal devlet” politikalarının adım adım tasfiyesi ile modern kapitalist sistemin modern barbarlık sistemi olduğu daha berrak ortaya çıkmış bulunuyor. Burjuvazinin ideolojik uşaklarınca “neoliberalizm” olarak lanse edilen sermayenin yeni değerlenme biçim ve alanları ile kapitalist emperyalizm, dünya yoksullarını gözden çıkardığını fütursuzca ilan etmiştir. Yeni kapitalist birikim ve saldırı politikaları ile yerküremiz, yeni baştan sömürgeleştiriliyor. Dünya, uluslararası tekellerin, mali sermayenin, para kapkaççılarının açık sömürgesi haline getiriliyor. Emperyalist sermayenin ekonomik, mali, ticari vb. dolaşımı ve soygunu için engel görülen her şey; o arada, yoksulların, proletaryanın, halkların, ezilen ulusların, sosyalizmin mücadelesiyle kazanılmış tüm ekonomik, sosyal, siyasal haklar tümden tasfiye ediliyor ya da yeni baştan gasp ediliyor. Her şey sermaye için, tüm kaynaklar uluslararası tekeller için!..
Emperyalist dünya sisteminin değişik renk ve tondan temsilcileri, yoksulluk başta olmak üzere, kapitalist üretim tarzından ve kapitalist emperyalist sömürgecilikten kaynaklanan her türlü ekonomik ve sosyal adaletsizliği meşrulaştırmak için sayısız teori imal etmekte, devasa gerici propaganda aygıtı üzerinden piyasaya sürmektedirler. Hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın bütün bu teoriler kapitalizmi ve emperyalizmi kutsama, ezilen, sömürülen, horlanan milyarların bilincini iğdiş etme, antikapitalist, antiemperyalist toplumsal ve siyasal mücadelelerini boğma amacını gütmektedir. Yoksulluğun nedenini talihsiz coğrafyalara, aşırı nüfus artışına, tanrısal kadere, Hristiyanlığın benimsenmemesine, alt ırklara mensup olmaya, genetiğe, “ulus devlet”lere vb. bağlama ve izah etme sistemli propagandaları; işte yukarıda dikkat çektiğimiz tarihsel, sınıfsal, sosyal gerçeklerle bağlıdır.
Kapitalist emperyalizmin sömürü ve zorbalığın sınır tanımadığı, gerek tek tek ülkelerde zenginlerle yoksullar arasında, gerekse de zengin kapitalist uluslarla geri bıraktırılmış uluslar, ülkeler arasındaki yoksulluğun dağlar gibi büyüdüğü ve hızla büyümeye devam ettiği bir tarihsel kesitten, uluslararası sermayenin “tarihin sonu”nu, “ideolojilerin sonu”nu, “sınıflar mücadelesinin sonu”nu fütursuzca ilan etmesi de söz konusu tarihsel ve sınıfsal nedenlerle, gerçeklerle bağlıdır. Burjuvazi ve hizmetkarları tarihin vb. sonunu ilan ederken, gerçekte tarihin en büyük demagojisini yaptıkları gibi, proletarya ve halklara karşı en keskin biçimlerde sınıf mücadelesi yürütmekte, en büyük ideolojik saldırıları gerçekleştirmekte, 21. asırda tarihte görülmemiş derinlik, genişlik ve keskinlikte patlak verecek olan devrimlere, toplumsal ayaklanmalara ve sosyalizmin kaçınılmaz olan zaferine karşı kendi tarihinin en yetkin hazırlıklarını yapmaktadırlar...
“Zengin Batı, Yoksul Doğu” ya da “Zengin Kuzey, Yoksul Güney” kavramlarıyla da dillendirilen ve zenginliği, üstünlüğü, uygarlığı, kültürü, insani erdemleri, uygarlaştırma ve özgürleştirmeyi emperyalist devletlere; yoksulluğu, barbarlığı, zorbalığı, kültürsüzlüğü, geriliği vs. bağımlı çevreye özgü doğal ve tanrısal özelliklermiş gibi lanse eden, paketleyip sunan en önemli teorilere (!) yakından bakmakta yarar vardır.
Coğrafya Ve Yoksulluk...
Emperyalist propaganda merkezlerinde üretilip gezegenimizin dört bir yanında pazarlanan bir “teori”ye göre, sömürge ve yeni sömürge ülkelerin halklarının yoksulluğunun nedeni, yaşadıkları coğrafyanın “uygarlık” ve “kalkınma” için yoksul ve talihsiz bir coğrafya oluşudur. Tarihsel ve bilimsel gerçeğe aykırı bu gerici burjuva propagandaya inanacak olursak, Batılı emperyalist devletler zengin, verimli vb. bir coğrafyada yaşadıkları için hem şanslı, hem de zengindir.
Her toplum ve topluluk, kaçınılmaz olarak belli bir coğrafyada yaşar. Coğrafya, toplumların maddi yaşam koşullarının vazgeçilmez bir parçasıdır. İnsan toplulukları belli bir coğrafya üzerinde yaşar, maddi üretimlerini gerçekleştirirler. Dolayısıyla, elverişli coğrafya ya da elverişsiz coğrafya toplumların gelişmesi üzerinde etkili olur. Bu etki, toplumsal gelişmeyi hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir. Örneğin yeraltı zenginliğine, bol akarsulara, bereketli topraklara, ormanlara vb. sahip bir coğrafya ekonomik gelişme için bir avantaj sunarken, bu doğal zenginliklerden yoksun coğrafya ve iklim koşulları da bir dezavantaj oluşturur. İlkel toplumların “doğal ekonomi”si için bu ne denli doğruysa; sömürüye, başkasının emeğine ve toplumsal zenginliğine zorla el koymaya dayalı toplumlarda o kadar yanlıştır. Özellikle kapitalizmin dünyaya bir ahtapot gibi yayılmasıyla tarımın yerini sanayiye, köylünün yerini işçiye bırakmasıyla; sermaye birikiminin diğer bütün servet biçimleri üzerindeki egemenliği ile verimli tarım alanları, yeraltı zenginlikleri değil, sermaye birikiminin düzeyi “zenginliğin ölçüsü” olmuştur.
Örneğin, yeraltı madensel zenginleri pek olmayan, hammadde, petrol vb. zenginlikler bakımından dış pazarlara bağımlı olan emperyalist Batı dünyası fakir değil, aksine en zengin ülkeler topluluğunu oluşturmaktadır. Oysa madensel ve diğer coğrafi zenginliklerin anayurdu olan kıtalar ve ülkeler (en başta da Afrika!) yoksullaşmaktan kurtulamamıştır. Ve dünya yoksullarının %90-95'i bu ülkelerde yaşamaktadır. Coğrafi olarak doğal zenginlik kaynaklarına sahip oldukları için değil, kapitalist-emperyalist devletler kuzeyde yoğunlaştığı için Kuzey zengin ve Güney fakirdir. Aynı şey Batı-Doğu ayrımı için de geçerlidir. Dünyanın en zengin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip ülkeler Güney ve Doğu'da olmalarına karşın, bu ülke ve bölgeler yoksulluk sıralamasında en önde gelmektedirler.
Daha güncel bir örnek üzerinden soruna bakabiliriz. Emperyalist Batı dünyasının sanayileri, ama yalnızca emperyalist ülkelerin değil, dünya kapitalist sanayi ve ekonomilerinin can damarlarında dolaşan enerji kaynağı petroldür. Ama petrol zenginliği, başta Arap Müslüman ülkeler olmak üzere emperyalizme bağımlı ülkelerde bulunmaktadır. Bu olağanüstü avantaja karşın, petrol ve doğal gaz zenginlerine sahip ülke halkları yoksulluktan gözlerini açamazken, petrole ve doğalgaza bağımlı olan emperyalist ülkeler fakir değil, zengin ülkeler durumunda. Üstelik petrol ve doğalgazı denetleyerek, sömürüden aslan payını alan da emperyalist ülkelerdir. Petrol zengini ama halkları fakir olan ülkelerin, Batı işbirlikçisi yerli egemen sınıfları, bu doğal zenginliği emperyalist Batılı sömürgeci devletlere ve tekellere peşkeş çekmekte, kendileri de bu ihanetten nemalanmaktadırlar. Söz gelimi Arap ülkelerinin emperyalist Batı dünyasına olan toplam borcu 400-500 milyar dolar civarındadır. Oysa emperyalist ülkelerin kasalarına yatırılmış ve bir avuç Arap zengin aileye ait para miktarı/petro-dolar 1 trilyon doları aşmaktadır...
Tek başına bu örnek bile, yoksul ülkelerin yoksulluğunun nedeninin coğrafya değil, emperyalizme bağımlılık olduğunu, bu ülkelerin emperyalist sermaye ve devletler tarafından sömürge ve yeni-sömürge yağmasına ve sömürüsüne maruz kaldıkları için yoksul kaldıklarını; emperyalist ülkelerin zenginliğinin ana kaynaklarından birisinin de dünya ülkelerinin ezici bir çoğunluğunu oluşturan geri ülkelerin yağmalanması olduğu gerçeğini çıplak bir tarzda ortaya koymaktadır.
Kapitalist/emperyalist Batı, zenginliğini, halklarını zorla mülksüzleştirmekle, işçi sınıflarının artı-emeğine (bedava emek) el koymakla, Doğu'yu sömürgeleştirmekle, Doğu'nun toplumsal zenginliğini gaddarca yağmalamakla elde etmiştir.
Nüfus Ve Yoksulluk
Kapitalist/emperyalist Batı dünyasının yoksulluğu sözde açıklayan bir “teori” ve tezi de, yoksulluğun aşırı nüfus artışından kaynaklandığı tezidir. Buna göre, “Doğu”, aşırı nüfus artışından dolayı yoksuldur, yoksul kalmıştır, “kalkınamamakta”dır vs.
Yoksulluğu aşırı nüfus artışına bağlayan bu sözde tezi sistematik bir tarzda geliştiren; Protestan papaz Robert Malthus'tur. Bay Malthus'a göre, üretim aritmetik diziyle (1-2-3-4-5...) artarken, nüfus geometrik diziyle (2-4-8-32-64...) artmaktadır. Bu durumda, yoksulluk, açlık, işsizlik kaçınılmazdır. Savaşlar, salgın hastalıklar yoksulluğu azaltmanın/çözmenin tarihsel ifadesidir. Devlet, Tanrı'nın işine karışmamalı, yoksulları koruyucu tedbirler almamalı, işçi ücretleri yükseltilmemeli, salgın hastalıklar önlenmemeli, savaşlar kutsanmalıdır. Yoksulları insandan saymayan, aşağılayan, kitlesel yok edilmesini savunan Malthus, yoksulluğu ve yoksulların yok edilmesini ilahi adaletin tecellisi olarak görür. İngiliz Hint Kumpanyası'nın emireri durumunda olan, zenginlik içinde yüzen Malthus'a göre, besinler ve nüfus Tanrı tarafından düzenlenmektedir. Zenginin zengin olması, refah, lüks ve şatafat içinde yaşaması da yoksulların sefalet içinde yaşaması ve ölmesi de son derece doğaldır. Kapitalizmin “bırakınız yapsınlar” politikası, Malthusçu nüfus teorisi ile “bırakınız ölsünler” politikası ile tamamlanmıştır.
Bilim ve insanlık düşmanı bu Malthusçu teori, ortaya çıktığından bu yana, burjuvazinin proletaryaya, emperyalizmin ezilen halklara karşı aşırı gerici bir propaganda savaş aracı olarak kullanılagelmiştir. Kapitalist üretim biçiminin kaynağı olduğu yoksulluğun vebali, böylece ezilen, sömürülen, aşağılanan sınıf ve tabakalara ve halklara yıkılmıştır. Bu yoldan; ırkçı, sömürgeci Batı kapitalizminin ve emperyalizminin yoksul bıraktırılmış Doğu halklarını ve uluslarını yağmalaması ve horlaması meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. (Bizde de aynı propagandanın Kürtlere dönük yapıldığını, bu amaçla raporlar vb. yayımlandığını ise herkes bilmektedir).
Özellikle de klasik sömürgeciliğin ulusal kurtuluş savaşları sonucu hızla çöktüğü 1945-50'ler sonrası Malthusçuluk, yeni-Malthusçuluk biçiminde yeniden üretilerek pazarlanmaya başlanmıştır.
Yeni-Malthusçuluk, uygarlıktan, kültürden, demokrasiden, insan haklarından yoksun “yoksul ülkeleri kalkındırma”, bunun için de “nüfus planlaması” yoluyla nüfus artışını kontrol altına alma demagoji ve manipülasyonuyla ortaya çıkar. Burada bir kez daha emperyalizm tarafından sömürülen, yağmalanan, yoksullaştırılan ülke halkları yoksulluğun nedeni olarak lanse edilmiş, yoksulluk aşırı nüfus artışına bağlanmış; bu ülkeler ve halkları uygar, kültürlü, üstün ırkın ve üstün dininin (Hristiyanlık) akıllı ve yetenekli liderleri ve devletlerinin alicenaplığı sayesinde kurtarılacak, “kalkındırılacak” zavallılar, ilkeller vs. ilan edilmiştir. Gerçekte, burada, yoksul halklar iğrenç bir ırkçı ideolojik ve siyasi saldırıyla kuşatılırken, iktisadi açıdan da sağlık sektöründe yoğunlaşmış emperyalist tekellere yeni pazar alanları açılmış, yanı sıra istihbari amaçlı sızmanın da araçlarından biri olarak bu durum kullanılmıştır.
Malthusçuluk ve yeni Malthusçuluk teoriler, hiçbir bilimsel içeriğe sahip değildir. “Neoliberal küresel saldırı” ile bir kez daha ırkçı, sömürgeci kampanyanın argümanlarından biri olarak gündemleştirilen Malthusçuluk, tarih ve bilim tarafından yeniden ve yeniden mahkum edilmeye devam edilmektedir.
İnsanın üretimi iki yönlüdür. Birincisi, insanın/insan topluluklarının maddi üretimidir; ikincisi, insanın kendi neslini üretmesidir. Ve üretimin bu iki yönü, insan toplumunun ortaya çıkışından bu yana kesintisiz süregelmiş ve süregidecek insani etkinliğidir.
Nüfus, belli bir nüfus yoğunluğu ve nüfus artışı toplumların maddi yaşamının vazgeçilmez koşullarından birisidir. Dolayısıyla nüfusun niceliği ve nüfus artışı, toplumların gelişmesini hızlandırabilir de, yavaşlatabilir de. Bu yadsınamaz gerçeklerden birisidir.
Ama her nüfus ve nüfus artışı, tarihsel bakımdan belirlenmiş somut bir maddi üretim tarzı (örneğin köleci, feodal, kapitalist, sosyalist) temelinde, çerçevesinde gelişir, gerçekleşir. Dolayısıyla toplumların tarihsel maddi hareketinden ekonomik ve toplumsal sistemlerden kopuk bir tarzda nüfus artışını incelemek, tanımlamak vb. anti-bilimseldir. Nüfus artışını ırkçı teorilerle, tanrısal iradeyle, cahillikle, ilkellikle vs. açıklama çabası özellikle de burjuvazinin, kapitalist sömürgeciliğin aşağılık maharetidir. Burada amaç, üzüm yemek değil, bağcı dövmektir...
Beş yüzyıllık kapitalist tarihe baktığımızda nüfus değil, üretici güçler, üretim ve üretim verimliliği geometrik ölçülerde, dahası ondan da öte yüksek bir üretkenlik kazanarak gelişmiştir. Bugün üretici güçlerin, bilimin, tekniğin gelişme düzeyi ve emeğin üretkenlik düzeyi ve birikmiş toplumsal zenginlikleri düşündüğümüzde, gerçekte, 6 milyarı aşmış olan toplam dünya nüfusunu beş-on kat doyuracak, her türlü yoksulluğu ortadan kaldıracak kadar; dahası toplam nüfusun birkaç katını kolayca refah içesinde yaşatacak kadar büyük bir doğal ve toplumsal zenginliğe sahiptir insan soyu. Ama ne yazık ki, bu zenginlikler insanlığın elinde ve hizmetinde değil, bir avuç asalak emperyalist devletin, uluslararası tekelin, para kapkaççısının, birkaç bin ailenin hizmetinde ve elinde bulunmaktadır. Sorunun ana nedeni de zaten budur.
Neden peki? Çünkü kapitalist toplumda üretim, insanların maddi ve manevi gereksinimleri için, bu gereksinmelerin doyurulması için değil, kar ve daha fazla kar için yapılmaktadır ve temel üretim araçları (toprak, maden, fabrikalar, üretim aletleri vb.) toplumun değil, bir avuç kapitalistin ve toprak beyinin özel mülkiyetinde bulunmaktadır. Üretim toplumsal karaktere sahip olduğu ve git gide daha toplumsal hale geldiği halde, toplumsal üretimin ürünlerine -emek ürünlerine- bir avuç burjuva el koymaktadır...
Beş yüzyıllık kapitalizmin tarihi boyunca, bütün toplamsal zenginlikler kapitalist sömürü ve sömürgecilik yoluyla tek tek ülkelerde toplumun onda birinin elinde ve küresel çapta ise bir avuç gelişmiş kapitalist ve emperyalist barbar devletin elinde birikmiştir. Bugün toplam dünya nüfusunun yüzde 85'i yoksul olduğu için gözden çıkarılmışsa, bunun nedeni emperyalist kapitalizmdir. Neoliberal saldırı ile bu süreç ve olgular daha göz çıkaracak duruma gelmiştir.
Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 15'ine sahip zengin ülkeler, dünya gelirinin yüzde 85'ine el koyarken, geri kalan yüzde 85, toplam dünya gelirinin ancak %15-20'lik dilimini alabilmektedir.
Dünya nüfusunun en zengin yüzde 5'lik kesimi, dünyadaki tüm mal varlığının yüzde 86'sına, dünya pazarının yüzde 82'sine, dış yatırımların yüzde 68'ine sahiptir.
Dünyanın en zengin yüzde 20'lik kesimiyle en yoksul yüzde 20'lik kesimi arasındaki fark,
1960'larda 1'e 30 iken, bu eşitsizlik bugün 1'e 82'ye yükselmiştir.
Dünyanın en zenginlerini oluşturan 358 dolar milyarderinin toplam serveti, dünya nüfusunun yarısını oluşturan 3 milyar insanın toplam servetine eşittir.
Dünya nüfusunun yarısını oluşturan 3 milyar insanın günlük geliri 2 doların, 1.5 milyar insanın günlük geliri ise 1 doların altındadır.
1960/70'lerde yoksul tanımına giren insan sayısı sadece 200 milyonken bugün, artık yoksul insan sayısı milyarlarla anılıyor. Oysa bugün dünyanın en zengin üç kişisinin toplam serveti, en yoksul 48 ülkenin toplam servetinden fazladır. Ve bu 48 yoksul ülkede toplam 600 milyon insan yaşamaktadır.
Her yıl yüzlerce milyon insan açlıktan, hastalıktan, işsizlikten, yoksulluktan ölürken, sadece silahlanmaya 1 trilyon dolardan fazla harcama yapılmakta, bir avuç silah tekeli ve emperyalist devlet silahlanmadan tekel karı vurarak kanlı kasalarını hızla şişirmeye zevkle devam etmektedir.
Yoksul olmaları aşırı nüfus artışına bağlanan geri bıraktırılmış ülkelerin (“Doğu”, “Güney” ülkeleri) emperyalist dünyaya mali köleliği her geçen gün arttıkça artıyor. Bugün bu ülkelerin toplam borcu 2 trilyon doları geçmiş bulunuyor. Ve sadece son 15 yıl içinde, yoksul ülkelerden gasp edilerek zengin devletlere taşınan servet 1.5 trilyon doları aşmış bulunmaktadır.
Dünya Bankası'nın verilerine göre, 1980 ile 1994 arası dönemde toplam dünyadaki üretim %134.4 artarken, nüfus artışı %26.5'te kalmıştır. 1990-2000 yılları arası dünyanın toplam geliri 2,5 kat artarken, yoksul sayısı da aşırı oranda artmıştır. Gerçekte üretim artışının yanında nüfus artışı düşük düzeylerde kalmaktadır. Buna rağmen yoksulluk büyük bir hızla artmaktadır.
Yoksulluk, salt emperyalizme bağımlı yeni-sömürge ülkelere mahsus değildir. Yoksulluk, emperyalist devletlerde de hızla artıyor. Ciddi bir nüfus artışı olmadığı, nüfus yaşlandığı vb. halde, üstelik bu ülkenin bankaları, tekelleri, devletleri dünyanın kanını, emeğini, alınterini emdikleri ve sınırsız bir zenginliğin üstüne oturdukları halde bu ülkelerde yine de yoksulluk artmaktadır. Hele de sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesinden sonra bu daha belirgin bir olguya dönüşmüş bulunuyor. Bu ülkelerde bir avuç patron daha hızlı zenginleşirken, ezilen bir çoğunluk da daha hızlı ve kitlesel olarak yoksullaşıyor. Bu olgu da yoksulluğun aşırı nüfusla vb. ilgisi olmadığını çıplak bir şekilde kanıtlıyor.
Sermaye, birikmiş artı-değerdir. Sermaye birikiminin kaynağında artı-emeğin gasp edilmesi vardır. Artı-emeğin gaspının bir biçimi, proletaryanın kapitalist maddi üretim sürecinde ürettiği artı-emeğin (bedava emek), dolayısıyla artı-değerin gasp edilmesidir. Kapitalist üretim tarzının, sermaye birikiminin temelinde artı-değer gaspı vardır. Dolayısıyla sermaye birikimi artı-değerin gaspıyla büyür ve büyümektedir. Sermaye, kar getiren kapitalist bir ilişkidir. Sermaye birikiminin gaspının bir diğer kaynağı da sömürge, yarı-sömürge ülkelerinin artı-emeğinin, artı-değerinin, toplumsal zenginliklerinin gasp edilmesidir.
Bir kutupta servetin, zenginliğin, refahın, lüks yaşamın, diğer kutupta ise yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin, açlığın birikmesi kapitalist üretim tarzının tipik sonucudur. Bir uçta zenginlik diğer uçta yoksulluğun birikmesi sermaye birikiminin gelişme yasasıdır. Ve Marx bu yasayı, “kapitalist birikimin mutlak genel yasası” olarak tanımlar. (Kapital, c1, s. 661) Bu yasa, hem kapitalizmin metropollerinde, hem de emperyalizme bağımlı ülkelerde bir gelişme yasası olarak ekonomik- toplumsal yaşama damgasını vurmaktadır. Dolayısıyla dünyanın her yerinde yoksulluğun nedeni nüfus, genetik vs. değil, kapitalist üretim tarzının ta kendisidir. Yani, yoksulluğu yeryüzünden yok etmek için kapitalizmi yeryüzünden tasfiye etmek gerekir. Emperyalizmin himayesindeki “sivil toplum” solunun yükselttiği “Yoksulluğu tarih yapın” sloganının yerini, “Kapitalizmi tarih yapın” sloganı almalıdır.
Kapitalist Nüfus Yasası
Kapitalist nüfus yasası, kapitalist üretim tarzına özgü bir yasadır. Bu yasa, kapitalist sermaye birikiminin ve toplumsal zenginliğin artmasına bağlı olarak, çalışan nüfusun, üretici emekçilerin, işçilerin kaçınılmaz bir biçimde üretimden dışlanmasını, yoksulluğa ve işsizliğe mahkum edilmesini ifade eder. Üretimden dışlanan bu kesim, kapitalizmin “nispi nüfus fazlası”nı oluşturur. “Aslında, bu nispi aşırı emekçi nüfusu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir emekçi nüfusu, bu yüzden de bir artı-nüfusu kendi enerjisi ile ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir.” (Kapital, c.1, s. 647)
Bu nispi nüfus fazlalığı, kapitalizmde yedek işsizler ordusunu oluşturur. Yedek işsizler ordusu, kapitalistlere aşırı sömürü yapma, proletaryayı iç rekabete sürükleyerek birliğini parçalama, işgücü fiyatını ucuzlatma vb. imkanını sunar. “Emekçi artı-nüfus, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da; bu artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır.” (Age, s. 649)
Bugün dünyada açık ve gizli biçimleriyle işsiz sayısı bir milyardır. Ve bu işsizlerin ezici çoğunluğu emperyalizme bağımlı yeni sömürge, yoksul, geri bıraktırılmış ülkelerde yaşamaktadır. Günümüzdeki işsizlik ise Marx'ın zamanındaki yedek işsizler ordusu kategorisinin de ilerisine sıçrayarak kronik kitlesel işsizlik derecesine çıkmıştır. Yedek işsizler ordusu, artık kendini kronik kitlesel ve daha hızlı tempoda büyüyen işsizlik ve “fazla nüfus” olarak gerçekleştirmektedir.
Bu tablo içesinde kapitalizmin gelişmesi temelinde ve '70'lerden bu yana uygulanagelen neoliberal saldırı politikaları ile birlikte daha da keskin, daha çıplak ortaya çıktığı gibi, proletaryanın mutlak ve nispi yoksullaşması yasası daha güçlü bir şekilde tepkime göstermeye başlamıştır. Bütün ülkelerde işçi sınıfının (ve emekçi sınıfların) ulusal gelirden aldığı pay hızla azalırken, zengin sınıfların payı hızla artmaktadır (nispi yoksullaşma). Öte yandan da, aynı şekilde, işçi sınıfının (ve emekçi sınıfların) yaşam standardı, iş ve yaşam koşulları mutlak olarak kötüleşmektedir. İşsizliğin, açlığın, yoksulluğun, konutsuzluğun kronikleşmiş, vergi yükünün ağırlaştırılmış olması, gerçek ücretlerin mutlak ve yüksek oranlarda düşmüş olması, mutlak yoksullaşmanın su götürmez kanıtıdır.
Din, Uygarlık Ve Yoksulluk
Başka bir dine mensup olmak, örneğin bugün Hristiyan değil de Müslüman olmayı; Batılı yaşam tarzını benimsememiş olmayı, onların değimiyle 'uygarlaşmamış' olmayı; yoksulluğun nedenlerinden biri olarak göstermek, bütün sömürücü toplumlar gibi kapitalizmin de temel propagandalarından biridir. “Uygarlaştırmak”, “gerçek dine” kazanmak sömürgeciliğin en başat gerekçelerinden biri olagelmiştir. “Uygarlaştırma” ve “Hristiyanlaştırma” tarihi -ki bu Japonya için Budizm olarak karşımıza çıkar- kapitalist barbarlığın da tarihidir aynı zamanda.
“Vahşileri kutsal dine kazanma”, “barbarları, ilkelleri uygarlaştırma”, “geri kalmış ülkeleri kalkındırma”, “özgürleştirme”, “terörist devletler”, “medeniyetler çatışması” vb. propagandalar dünden bugüne kapitalist ve emperyalist sömürgeciliğin propagantif söylemi olmuştur, olmaya da devam etmektedir.
Hristiyanlık konusunda uzman W. Howitt, Hristiyanlık bayrağı altında örgütlenen sömürgecilik sistemi hakkında şöyle diyor: “Hristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmazca olursa olsun, başka hiçbir soyda rastlanmaz.” (Aktaran Kapital, c. 1, s. 770)
Afrika, Amerika ve Asya'nın kapitalist sömürgeci Batı dünyası tarafından sömürgeleştirilmesi, soykırımlardan geçirilmesi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin yağmalanması, toplumsal zenginliklerinin gasp edilmesi, kapitalist üretim tarzının hizmetine girmesiyle birlikte Hristiyan dininin de kanlı tarihi olagelmiştir. Burada Hristiyanlık, kapitalist sömürgecilik tarihinin kana batmış örtüsü olmuş ve olagelmiştir.
Kapitalizmin ilkel birikim dönemi başta gelmek üzere kapitalist tarihin bir döneminde, kapitalist ilk birikimin aracı olan sömürgeciliğin ırkçı argümanlarından birisi de “vahşileri kutsal dine”, “cennete kazanma” motifi olmuştur. Amerika kıtasının sözde keşfiyle, gerçekte fethiyle birlikte kıtaya ilk ayak basan Avrupa sömürgecilerinin ilk yaptıkları şey; Güney Amerika'nın gümüş ve altın yataklarını yağmalamak ve Batı Avrupa'ya taşımak olmuştur. Colomb'un 1492'de kıtaya/karaya çıktığı dönemde toplam dünya nüfusunun 450 milyon, kıtada yaşayan yerli nüfusun ise 60 milyon olduğu tahmin ediliyor. Aradan 40 yıl geçtikten sonra kıtada kalan nüfus sadece 10 milyon idi. Yani birkaç on yılda “vahşileri kutsal dine kazanmak” gibi ulvi(!) bir amaç güttüklerini iddia eden Hristiyan kapitalist dünyasının sömürgecileri tarafından 50 milyon yerli soykırımlarla, altın, gümüş ocaklarında aşırı çalıştırmayla, Avrupa'dan taşıdıkları salgın hastalıklarla yok edilmiştir.
Kapitalist Batı sömürgeciliğinin biçimlerinden birisi de “modern”, “uygar” köle ticareti olmuştur. Sadece Afrika'nın sömürgeleştirilmesi sürecinde bir rakama göre 60 milyon çocuk, genç, güçlü, sağlıklı seçme yerli zenci Amerika'ya kaçırılmış ve satılmıştır. Bu iğrenç ticaret sırasında milyonlarca zenci köle yollarda, maden ocaklarında, köle plantasyonlarında ölmüş ve öldürülmüştür. Kölecilik, Afrika'nın üretici güçlerinde derin bir tahribat yaratmış ve kıtanın mahkum olduğu yoksulluğun temellerini atmıştır.
Bu gerçekler bugün de zengin, “uygar”, “kültürlü”, “hümanist”, “modern”, emperyalist sömürgeci dünyanın özsel gerçekleri olmaya da devam etmektedir. Yanı başımızdaki Irak'ın işgali, yerle bir edilmesi, 1991 Körfez Savaşı'ndan bu yana toplam 600 bini çocuk olmak üzere 2 milyon Iraklının katledilmesi örneğinde olduğu gibi.
Herhangi bir ülkenin, kıtanın zenginliği de fakirliği de, toplumların zengin ve fakir sınıflara bölünmesinin nedeni de din, dinler değildir. Aksine, her din, belli tarihsel, iktisadi, toplumsal temelde ortaya çıkan toplumsal bilinç biçimlerinden birisidir. Toplumsal bilinç biçimlerinden, üstyapının ögelerinden biri olan din olsa olsa maddi-ekonomik temelin ürünü olarak, bu temeli olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebilir. Ama hepsi bu kadar. Tarih, sınıfların ortaya çıkışından bu yana, sınıflar mücadelesi tarihidir. Din de sınıfsal içeriğe sahip bir ideoloji ya da ideolojik formlardan birisidir. Dolayısıyla, tarafsız, sınıflar üstü bir dinden bahsedilemez
Batı kapitalizmi ve emperyalizminin zenginliğinin nedeni, kapitalist üretim tarzının kapitalistçe soyguncu, yağmacı, sömürgeci karakterinde yatar. Hristiyanlık “uygar” bir din olduğu için Batı zengin vs. değildir. Hristiyanlık, uzun asırlardan beridir dünyanın kanını emen kapitalist Batı'nın dinsel kamuflajıdır.
Ya da tam tersi olarak Müslüman halkların, Hinduların ya da başkaca birçok dine mensup toplulukların yoksulluğu, bu dinlere mensubiyetlerinden değil, kapitalist emperyalistlerin sömürge ya da yarı sömürgeleri olmalarından, toplumsal zenginliklerin kapitalistlerce yağmalanmasından gelir.
Irk Ve Yoksulluk
Kimi teorisyenlere göreyse Batı, üstün beyaz ırkı oluşturduğu için zengin, Doğulular ise alt ırkları, aşağılık ırkları oluşturdukları için fakirdir. Sarı, siyah vb. derili ırklar insani, tarihsel ve toplumsal bakımdan bir değere sahip değildirler, olamazlar da. Beyaz ırk, dünyayı yönetmek için zenginlik ve lüks içerisinde yaşamak için doğmuştur ya da yaratılmıştır vs.
Antikapitalist, antiemperyalist, antisömürgeci mücadelelerin, SSCB ve sosyalist blokun yürüttüğü büyük mücadelelerin sonucu olarak kaba biçimiyle bu tip ırkçılık, savunulamaz hale geldi. Ama bu ırkçı teori(ler) giderek inceltilmiş bir biçimde her halükarda ırkçı içeriğini koruyarak, hala propaganda edilegelmektedir. Irkçı faşist Hitler Almanya'sının Stalin önderliğinde SSCB tarafından ezilmesinden sonra kapitalizmin ürünü olan ırkçılık ve emperyalizmin ürünü olan faşizm, unutulmaz bir şamar yedi. Dolayısıyla açıktan savunulamıyor. Ama istisnasız tüm emperyalizm savunucuları inceltilmiş binbir biçimiyle ırkçılığı pompalamaya devam etmektedirler.
Kendi yoksulları da dahil tüm ezilen, sömürülen insanlığa, o arada sarı ve siyah ırklara da “zenci” muamelesi yapan kapitalist ve sömürgeci Batı'nın ideolojisinin niteliklerinden biri olan ırkçılık, kapitalist dünyanın insanlık dışı karakterini de çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
“Ari ırkın”, “Anglosaksonların”, ABD'nin insanlığın kurtarıcısı, üstün ırkın temsilcisi olduğu propagandası; beyaz ırkın uygarlığın, kültürün, bilimin, demokrasinin, insan haklarının kaynağı olduğu propagandası eşliğinde sürmektedir. Yeni bir emperyalist ırkçılık, ABD'nin “ilahi yazgısı”, “dünyaya özgürlük götürme misyonu” vb. ırkçı palavralar etrafında örgütlenmektedir. Fransa'da Sarkozy, Afrikalı halklara yönelik ırkçılığı örgütlemektedir. Irkçılığın sivri ucunda ise petrol kaynaklarının üzerinde yaşayan Arap-Müslüman halklar bulunmaktadır. Keza Latin Amerika hispanik halkları da bu ırkçı saldırıdan nasibini almaktadır.
“Beyaz ırk”, yani kapitalist/emperyalist Batı ya da Kuzey devletleri üstün ırkı oluşturdukları için değil, dünyayı yağmaladıkları için zengindirler. Yoksul Doğu ya da Güney'de “düşük/aşağılık” ulusların yaşadığı bir coğrafya olduğu için değil, sömürgeci Batı kapitalizmi/emperyalizmi tarafından yağmalandıkları için yoksul bırakılmıştır. Tarih ve birikim bunu kanıtlıyor. Derinin rengi, tarihte hiçbir zaman ve hiçbir yerde toplumların, ulusların, halkların yoksul ya da zengin olmasını belirleyen bir neden olmamıştır. Uygarlıkların gelişiminin nedeni, toplumların tarihsel hareketine yön veren belirleyici neden daima üretim tarzları, toplumsal maddi üretim ve bu üretimin gerçekleşme biçimi olmuştur. Irklara dayalı tarih yazıcılığı, kapitalizmin ve burjuvazinin, sömürgeci devletlerin aşağılık işi olmuştur daima. Temelde de kapitalist sömürgeciliği meşrulaştırma görevi görmüştür ve görmektedir.
Yoksul ve geri bıraktırılmış halkların vahşi, uygarlaştırılması gereken, kendilerini yönetme yetisi taşımayan ilkeller, barbarlar olduğu; bunların Batı'ya hizmet etmesinin bir doğa yasası ve tanrı buyruğu olduğu, onları “uygarlaştırmak” ve “kalkındırmak” (!) gerektiği propagandası ile bu ülkelerin toplumsal zenginliklerini çaldıklarını gizlemeye örtülemeye vs. çalışmıştırlar. Aşağıdaki şu gerçekler, meselenin bütün özünü ve özetini ortaya koymaktadır.
“...Batı'nın sanayileşmesinin finansmanında Latin Amerika'nın zenginliğinin Avrupa'ya taşınması, fetihler sonrasında sömürge ve köle emeği kan ve gözyaşı önemli bir yer tutmaktadır. İhtiyatlı bir tahmine göre Latin Amerika talanı sonucunda 1492-1800 arasında Avrupa'ya taşınan servetin değeri, 1914 öncesi altın/dolar kuruna göre 6 milyar dolara ulaşıyordu. Ki bu rakam, 1800 yılında Avrupa'da sanayiye yatırılan toplam sermayeye aitti.” (H. Koning, akt. Fikret Başkaya, Avcılar ve Aslanlar, ÖÜF, sayı 11, s. 112-113)
“Amerika'da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalamaya başlanması, Afrika'nın kara-deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel biriminin belli başlı adımlarıydı.” (Marks, Kapital c. 1, s.769)
Kapitalizmin 500 yıllık tarihinin daha ilkel birikim aşamasında sömürgeci vahşet ve yağma vardır. Bu 500 yıllık tarih ırkçılıkla da örülmüş, sarıp sarmalanmış bir sömürge tarihidir aynı zamanda. Kapitalist sömürgecilik, Hristiyanlık, ırkçılık, uygarlık, iç içe süregelmiştir.
Bugün gerek Afrika'dan Avrupa'ya, gerek Latin Amerika'dan Kuzey Amerika'ya yönelen göç katarlarının arkasında bu tarih vardır. Ortadoğu-Orta Asya halklarına yönelik sömürgeci saldırı ise, bu tarihin günümüzdeki bir uzantısıdır.
Sosyal Darwinizm Ve Yoksulluk
Zenginlerin zengin, yoksulların yoksul olmasını “bilimsel”, “entelektüel” kılıf geçirerek açıklayan bir teori de sosyal Darwinizm'dir. Bu teori, doğadaki evrim teorisini, toplumsal yaşamda kapitalizmin yarattığı adaletsizlikleri aklamak için kullanır. Darwin'in kendisiyle bir ilgisi bulunmayan bu teori, Darwin'in doğa yaşamını açıklamak için kullandığı kavramları sosyal yaşama taşır. Sosyal-Darwinizme göre, doğada ve hayvanlarda geçerli olan “doğal seçilim”, “güçlü olanın ayakta kalması ve yaşaması”, “zayıf olanın yaşam hakkı olmaması” vb. toplumsal yaşamda da geçerlidir. Güçlü olan yaşar, yaşam onun hakkıdır. Güç, zenginlik, servet, para, yönetme kudreti ona, onlara doğa tarafından (ve Tanrı tarafından) bahşedilmiş bir ayrıcalıktır.
Yoksulların yoksulluğunun nedeni de onların genetik zayıflığıdır. Yoksullar genetik olarak seçilmemiş, doğaya, dolayısıyla topluma ayak uyduramayacak gereksiz, sözde insanlardır. Açlık, sefalet, işsizlik, hastalıklardan ölme, ezilme, sömürülme onların doğal kaderidir.
Buna göre, zenginlerin yoksulları, zengin devletlerin yoksul devletleri, zengin beyaz ırkın yoksul alt ırkları, burjuvazinin proletaryayı, güçlülerin zayıfları ezmesi doğa yasasıdır.
Bu “teori” ve propaganda bilimsel ve sosyolojik bir söyleme bürünerek kapitalizmi, sınıf sömürüsünü, özel mülkiyeti, ırkçılığı, sömürgeciliği kutsuyor. İnsana insan gözüyle bakılmadığını, insanın bilinçli toplumsal varlık, toplumun öznesi olmaktan çıkarmak istendiğini vb. kanıtlıyor.
Irkçılığın, burjuva sınıf egemenliğinin sonucunun yeni bir versiyonu olan sosyal-Darwinizm, ırkı ıslah etme, ırkın üstün özelliklerini taşımayanlardan arınmak aşırı gerici düşüncesiyle de iç içedir.
İnsan ırkını ıslah etme, topluma zararlı unsurlardan arındırma, şiddeti, serseriliği, uyuşturucu kullanımını, alkolizmi, hırsızlığı, isyankarlığı, terörizmi önleme vb. adı altında geliştirilen teori ve pratikler, burjuvazinin sınıf damgasını taşır. Toplumsal suçları bireysel gösterme, zayıf genlere yükleme tavrı açık ki, tümüyle demagojik ve insanlık dışıdır.
Örneğin, Nazi Almanya'sında onbinlerce insan, “Aryen ırkı”ndan olduğu halde sözde üstün ırkın “güçlü” fiziksel ve psikolojik özelliklerini taşımadığı için katledilmiştir. Çünkü onlar güçsüzdü ve yaşamaya hakları yoktu. Aynı ırkçılığın sonucu Nazi Almanya'sında, “4 bini kör ve sağır olmak üzere 375 bin kişi” kısırlaştırılmıştır.
Örneğin, “hür dünyanın lideri”, “özgürlükler ülkesi” Amerika'da “biyolojik olarak aşağı” olanların “zorla kısırlaştırılmasına dönük yasaların” ilki 1907 yılında çıkarılır. “1930'larla birlikte Amerika'nın 30 eyaletinde kısırlaştırma yasaları kabul edilmişti, tedavisi gerekli görülenler arasında alkolikler ve uyuşturucu bağımlıları ve hatta körlük ve sağırlığı da ekleyip genişleterek (Aklın İsyanı, Alan Woods-Ted Grant, s. 346), “1935 Ocak ayına kadar ABD'de öjenik amaçlarla 20 bin civarında zorla kısırlaştırma yapıl”mıştır.
“Terörizmi”, “toplumsal başkaldırıyı”, “toplumsal şiddeti” çarpık genlerle, “bencil genle”, “beynin belirli bölümleriyle” izah etme, genlere ve beynin ilgili bölümlerine müdahale ederek etkisizleştirme üzerine başta ABD olmak üzere emperyalist ırkçı dünyada hararetli çalışmalar yapılıyor.
Yaşayanlar bilir, 12 Eylül Askeri Faşist Darbesiyle açılan dönemde bağımsızlık, özgürlük, sosyalizm için mücadele eden işçi sınıfı ve emekçileri, ilerici kesimleri, en değerli kadın ve erkek evlatları “terörist”likle suçlanırken, özgürlük savaşçılarının genetik bozukluk sonucu sömürüye, zulme, toplumsal adaletsizliğe karşı başkaldırdıkları ileri sürülmüştü yıllarca... Yani uşaklar, efendilerini Türkiye'de de örnek almıştılar ve hala da almaktadırlar.
Sosyal-Darwinizm'de ırkçı, bilim dışı, kapitalist sınıfı korumakla, kapitalist üretim tarzını meşrulaştırmakla ezilen insanlığın manipülasyonla bağlı bilim dışı bir propagandadır sadece.
Sosyal-Darwinizm, insanı ve insan toplumlarını hayvanlar dünyasına indirgemektedir.
İnsan, bilinçli, toplumsal varlıktır. İnsanı hayvanlar dünyasından ayıran temel şey, bilinçli toplumsal varlık olmasıdır. Doğa yasalarını, genetiğin yasalarını, doğal evrimin yasalarını bire bir insan toplumlarına, insana uyarlamaya çalışmak aşağılık burjuvaziye özgü bir maharettir ve tipik bir burjuva aldatmacasıdır. Kapitalist üretim tarzının vahşi doğası, bencilce yırtıcılığı ve yıkıcılığı, bireysel kar düzeni ve ahlakı gerçekte, insanlığın insansal özüne ve amaçlarına aykırı, geçici bir tarihsel dönemin ürünüdür. Kapitalist toplumda zenginler genetik üstünlüklerinden değil, temel üretim araçlarını özel mülkiyetlerinde bulundurdukları için, toplumsal, sınıfsal üstünlüğü elde tutabilmektedirler. Toplumsal zenginliğin bir avuç asalak patronun ve zenginin elinde toplanmasını, yoksulluğun ise diğer uçta, toplumun onda dokuzunun cephesinde toplanmasının ana nedenidir. Sömürücü kapitalist düzenden (ve burjuva sınıf hakimiyetinden) kaynaklanan yoksulluğun, açlığın, işsizliğin, fuhuşun, uyuşturucu müptelalığının, alkolizmin, lümpenliğin, bireysel kıyıcılığın, asalaklığın; yani her türden toplumsal kötülüğün nedeni evrim, genetik vs. değil tümüyle insanın insan tarafından sömürülmesi ve baskı altında tutulmasıdır. Kapitalist ekonomik ve toplumsal sistemden kaynaklanan sonuçlardır. Kapitalizmin suçunun insanlara, ezilenlere, yoksullara yüklenemeyeceği ise açıktır...
Toplumsal kötülüklerin suçu ne olmayan Tanrı'ya ne de doğaya ve evrim teorisine ve genetiğe yüklenemez. Toplumsal kötülüklere son vermek, proletaryanın özlü görevidir. Kapitalizmi ebediyen yeryüzünden silmek, sosyalist ve komünist dünyayı kurmak da bunun tek yoludur.
Yoksulluk Ve Ulusal Devlet
Yoksulluğu “ulus devlet”lerin varlığına bağlayan burjuva kozmopolitizmi, bugün “neoliberal” emperyalist küreselleşmeci bir akım olarak revaçta bulunmaktadır. Savaşları, militarizmi, sefaleti, insan soyunun maddi ve manevi yıkımını, ulusların hak eşitliğine, bağımsız ulusal egemenliğe, ulus devletlere bağlayan burjuva teori ve propaganda yeni değildir. Özellikle de klasik sömürgeciliğin çöktüğü, çok sayıda ulusal devletin ortaya çıktığı, sosyalist kampın dünya proletaryası ve ezilen halkların ulusları için bir çekim merkezi haline geldiği, Amerikan emperyalizminin emperyalist dünyanın patronu ve jandarması olarak ortaya çıktığı 2. Dünya Savaşı sonrasında burjuva kozmopolitizmi bir akım olarak güçlenmeye başladı.
O koşullarda, burjuva kozmopolitizmi Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğini savunan, emperyalist, sömürgeci, ırkçı bir teori ve siyasal hareket olarak, halkların ve ulusların emperyalizmden kurtulmuş, ulusal bağımsızlık ve özgürlük eylemine ve sosyalist dünya sistemine ve uluslararası proleter devrim hareketine karşı yönelmiş bir gerici düşünce akımı olarak ortaya çıkmıştı.
Bugün ise, burjuva kozmopolitizmi ulus devletlerin aşıldığı “ve aşılmaya başladığı” bir tarihsel kesite girildiği, sermayenin, emeğin, malların, fikirlerin özgürce dolaşımın “küreselleşme çağının” tipik bir özelliği olduğu, kapitalist emperyalizmin “aşıldığı” vb. gibi tez ve argümanlarla ortaya çıkmaktadır. AB oluşumu da bunun bir kanıtı olarak gösteriliyor.
Yeni biçimlerde dirilen ve geniş bir ideolojik tahribata ve tahrifata yol açan neo-kozmopolitizm, kapitalizmin uluslararasılaşmasının (emperyalist küreselleşmenin), uluslararası tekellerin yönettiği günümüz emperyalizminin hizmetinde olan; emperyalist sermaye ihracının önündeki tüm engellerin kaldırılarak yeni tip emperyalist sömürgecilik için ideolojik-siyasi meşruiyet yaratmayı kendisine iş edinmiş, gerici bir burjuva akımdır.
Manipülatif ve demagojik bir tarzda “ulus devlet”e saldıran bu akıma göre, kapitalist üretim tarzı ve gelişimi hızlanan emperyalist küreselleşme iyi, ak ve paktır. Bütün sorun “ulus devletlerdedir. Yoksulluğun ve diğer toplumsal kötülüklerin kaynağı kapitalist üretim tarzı değil, “ulus devlet”tir. Bu yoldan, emperyalist sermayenin önündeki “ulusal” sınırlar ve duvarlar yıkılıyor. Tekellere tam uluslararası hareket özgürlüğü sağlanıyor.
Tabii ki aynı süreç, emekçilerin hareketi önündeki duvarları ise kaldırmak şurada dursun, daha da kalınlaştırıyor.
Yoksul coğrafyaların sancısını bir parça hafifleten göçün önüne ırkçı duvarlar, dikenli teller çekiliyor. Göçmenler toplama kamplarında toplanıyor.
Kapitalist, emperyalist, sömürgeci sömürü ve yağma ve bundan kaynaklanan yoksulluk burjuva ulusal devletlerden değil, kapitalist üretim tarzından, kapitalist emperyalizmden, onun azami kar yasasından kaynaklanmaktadır. Burjuva ulusal devletin görevi de işte bu üretim tarzını kapitalist ve sömürgeci sistemi korumak, güvence altına almak, kendini sürekli üretmesini sağlamaktadır.
Dolayısıyla, burjuva ulusal devlete karşı mücadele, burjuva devletin temsil ettiği, yıkılmasını her türlü yöntemle engellediği kapitalist üretim tarzına karşı düşmanlık ve tasfiye etme görüş açısı ve politik eylemiyle birleşmiyorsa, sahte ve demagojiktir.
Dünya proletaryası, ezilen halklar ve uluslar, dünyanın yoksulları, özdeneyimlerinin de etkisiyle yoksulluğun kaynağının kapitalizm, emperyalizm olduğunu; emperyalist küreselleşmenin uluslararası sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin hizmetinde olduğunu git gide daha iyi anlıyor. Bunun sonucudur ki, bütün kıtalarda ve kapitalizmin ana vatanı, emperyalist ülkelerde milyonları kapsayan “anti-küreselci” hareket gelişiyor ve “başka bir dünya” bayrağını yükseltiyor ve daha da yükseltecektir...
İşte bu başka dünya özlemi ve mücadelesi er geç sosyalizmin zaferiyle gerçeğe dönüşecektir.
İnsanlığın, yoksulların tek kurtuluş yolu, kapitalist üretim biçimini yeryüzünden tasfiye etmektir.