Tandoğan'da, Çağlayan'da, İzmir'de ve diğer bütün Cumhuriyet mitinglerinde boy gösteren politik partilerden biri de İşçi Partisi. O, askeri faşist bir darbe tezgahının sivil taşeronu olma rolünü üstleniyor.
Türk egemen sınıfları, sahte bir antiemperyalizm ve laiklik bayrağı sallayan milliyetçi faşist cephe ile AB'ci değişimin ve demokrasi örtüsü altında emperyalizme yeni tipte entegrasyonun bayraktarlığını yapan burjuva liberal cephe olarak ikiye bölünmüş durumda. Bu iki burjuva gerici cephe arasında devlete egemenlik kavgasının kızıştığı ve rejim krizinin şiddetlendiği bugünkü koşullarda, İP, generallerin liderliğindeki milliyetçi faşist cephenin “sol” kulvarında konumlanıyor. Ve kendini, egemen sınıflar arasındaki iktidar dalaşının ulaşmış olduğu yeni evreye adapte etmeye yöneltiyor. Nasıl? “Vatan savunması” olarak formüle ettiği bir stratejiyi teorize ederek ve parti programını değiştirip bir “Milli Hükümet Programı” ilan ederek... Böylece İP, yüzündeki sahte sosyalist maskeyi de bütünüyle çıkarıp atmış oluyor. Darbeciliği sol etiketle pazarlamada, devletin geleneksel faşist politikalarını ilerici bir ambalajla halka yutturmada, laik-İslamcı ve milliyetçi-hain kutuplaşması yoluyla emekçilerin ve aydınların mümkün olduğunca geniş bir kesimini faşizme yedekleme uğraşında tüm maharetini sergilemeye koyuluyor.
İP, bugün için hem dar bir örgütsel yapıya sahip ve hem de milliyetçi faşist cephenin politik partiler alanındaki başlıca tercihlerinden biri olmaktan uzak. Fakat onun ideolojik ve siyasi argümanları, ordu partisine angaje olmuş sivil görünümlü çeşitli örgütlerde ve aydınlarda, dolayısıyla da Cumhuriyet mitinglerinde toplanan kitleler üzerinde bir karşılık buluyor. “Vatan savunması”, “Kemalist devrimi tamamlamak” ve “milli hükümet”, bu ideolojik ve siyasi argümanların başlıca halkalarını oluşturuyor.
İP'e göre:
ABD, BOP kapsamında ve AKP eliyle Türkiye'yi bölmeyi ve Türk devletini ılımlı İslam devletine dönüştürmeyi amaçlamakta, bunun için de milli güçleri tasfiye etmeyi istemektedir. Devlet mafyanın ve tarikatların eline geçmiştir, egemenlik ABD'ye ve AB'ye devredilmiştir. Bu nedenle, görev ABD'ye, AKP'ye ve işbirlikçi güçlere karşı vatan savunmasıdır. Zaten emperyalizm çağında burjuvazi-proletarya çelişkisi belirleyici değildir ve gerçekleşen tüm devrimler emperyalizme karşı vatan savunması içeriğinde olmuştur. Türk devriminin 19. yüzyıldan gelen milliyetçi, halkçı ve sosyalist birikimi vatan savunması görevinde ve Kemalist devrimi tamamlamak için birleştirilmelidir. Yüz elli yıldır olduğu gibi, askerin önderliği Türk devriminin yasasıdır.
“Vatan Savunması” Mı, Faşizmin Savunulması Mı?
Doğu Perinçek şöyle diyor: “Çağımız, öncelikle milli demokratik devrimler çağıdır. Emperyalizmden kurtulmak, milletin ve vatanın oluşması bu çağın en önemli süreçleridir.”(1)
“20.yüzyıl devrimlerinin tunç kanunu vatan savunmasıdır. Çağımızda devrimin içeriği öncelikle bağımsızlıktır.” Perinçek bu burjuva görüşünü Lenin'e, Stalin'e ve 3. Enternasyonal'e dayandırmaya çalışıyor. Tam bir sahtekarlık!
Emperyalizmi kapitalizmin en yüksek aşaması ve can çekişen kapitalizm olarak tanımlaması, çağımızı da emperyalizm ve proleter devrimler çağı olarak adlandırması, Lenin'in belki de en yaygın bilinen özelliğidir. O, kapitalizmin tekelci aşamaya geçmesiyle birlikte üretimin muazzam boyutlarda toplumsallaşmasıyla karşı karşıya olduğumuzu belirtir ve ardından, “Özel ekonomik ilişkiler ve özel mülkiyet ilişkileri, artık içeriğine uymayan bir kabuktan çıkarılması yapay olarak geciktirilirse kesinlikle çürüyecek olan, bu çürüme durumunu oldukça uzun sürdürse de (en kötü olasılıkla, oportünist çıbanın iyileşmesinin uzun zaman alması halinde) sonuçta kesinlikle atılacak olan bir kabuktan ibarettir”(2) der. Yani, çağımızı proleter devrimler çağı olarak nitelemesinin temelinde, tekelci kapitalizm aşamasında üretimin toplumsallığıyla mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin, dolayısıyla proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin aşırı keskinleşmiş olması yatar. Bunun sonucu, sosyalist devrimin kaçınılmazlığıdır.
Emperyalizm çağında demokratik devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları, sosyalist dünya devriminin bileşenleridir. Lenin'in bu görüşü, 3. Enternasyonal'in 1928'de kabul edilen programında da yer alır. Komintern'e göre, ulusal kurtuluş savaşları ve sömürge ayaklanmaları “devrimci proletaryanın sosyalist hareketleri niteliğinde olmadıkları halde emperyalizmin egemenliğini sarstıkları sürece nesnel olarak dünya proletarya devriminin bir ögesi haline”(3) gelmişlerdir.
Fakat Perinçek, gerici teorisinde ısrar ediyor: “Ve yine Lenin'in önerisiyle, dünyadaki esas kamplaşmanın proletarya ile burjuvazi arasında değil, ezen ezilen dünya arasında olduğu belirlenmiştir.” “Devrim, bir ülkenin içinde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin ürünü olmayacaktı.”
Lenin, çağımızı proleter devrimler çağı olarak tarif eder, sosyalist devrimlerin güncelliğini ortaya koyar, emperyalizme karşı demokratik devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadelelerini de sosyalist dünya devrimi stratejisine bağlı ele alırken; Perinçek halen daha milli demokratik devrim çağında yaşadığımızı, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkinin önemsiz olduğunu, asıl belirleyici çelişkinin emperyalizm ile milletler arasında bulunduğunu iddia ediyor. Hem de Lenin'i referans göstererek!
20. yüzyılın başında, dünyanın emperyalist devletler arasında paylaşımı tamamlanmış, bir tarafta az sayıda emperyalist sömürgeci devlet ve diğer tarafta sayısız sömürge ve yarı-sömürge ülke toplanmıştı. Bu gerçek, emperyalizmle ezilen halklar ve sömürge uluslar arasındaki çelişkinin dünya çapında keskinleşmesi ve temel bir çelişki halini alması, emperyalizme karşı demokratik ve ulusal kurtuluşçu devrimlerin patlak vermesinin kaçınılmazlığı anlamına geliyordu. Nitekim Çin, Küba, Vietnam gibi devrimler ya da Afrika'nın muzaffer ulusal kurtuluş savaşları bunu kanıtladı. Fakat bu devrimler, çağımızı milli demokratik devrimler çağı yapmadıkları gibi, nesnel olarak proleter dünya devriminin bileşenleri ve devrimci müttefikleri konumunda oldular. Gerçek olan, emperyalist blok karşısında bir milli devletler blokunun değil, sosyalist bir blokun oluşmasıydı. Bugünse, ekonomik ve toplumsal yapıda 20. yüzyıl boyunca yaşanan değişimler, mutlaka altı çizilmesi gereken önemli sonuçlar doğurmuş durumda.
Birincisi; sermayenin ve üretimin büyük boyutlarda uluslararasılaştığı, kapitalist ilişkilerin dünyanın en uzak köşesine dahi girdiği, işçi sınıfının milyarlarla ifade edilen bir büyüklüğe ulaştığı koşullarda, dünya sosyalizme nesnel olarak çok daha yakındır. Atılması yapay olarak geciktirilmiş ve geciktirildiği ölçüde de çürümüş olan kapitalist özel mülkiyet kabuğunun parçalanmasının, yani sosyalist dünya devriminin nesnel koşulları çok daha fazla olgunlaşmıştır.
İkincisi; ulusal sorunun kapsamında bir daralma olmuştur. Zafere ulaşan antifaşist devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri ile sosyalist blokun varlığı, emperyalist sömürgeciliği çöküşe uğratmış ve birçok ulus bağımsızlığını kazanarak ulusal devletini kurmuştur. Böylece, kendi ulusal devletlerini elde eden bu uluslar için, daha sonra yeni-sömürgeci ilişkilerle emperyalist sisteme yeniden bağlanmış olsalar dahi, ulusal bağımsızlık sorunu ortadan kalkmıştır. Günümüzde, ulusal kurtuluşçu devrimler, emperyalistler ve bazı yeni-sömürge devletler tarafından sömürgeci boyunduruk altında tutulan Kürdistan, Kuzey İrlanda, Bask, Batı Sahra gibi ülkeler ile emperyalist işgale uğramış olan Irak ve Afganistan gibi ülkelerde gündemdedir.
Üçüncüsü; yeni-sömürge ülkelerin halkları ile emperyalistler arasındaki çelişki bir ulusal bağımsızlık sorunu olarak ele alınamaz. Görünüşte kalsa bile devletsel bağımsızlığa sahip bu ülkeler, sosyalist devrimler ya da sosyalizme geçişi hazırlayan antiemperyalist demokratik devrimler ile yüz yüzedir. Bu ülkelerde ulus ikiye bölünmüştür: Sınıfsal çıkarları emperyalizme tam bağımlılığı koşullayan işbirlikçi büyük burjuvazi ile büyük bölümü tekellerin yan kolu durumuna gelmiş olan orta burjuvazi bir yanda; sınıfsal çıkarları emperyalizme ve kendi burjuvazisine karşı mücadelede buluşan işçi sınıfı ve emekçiler diğer yanda. Emperyalizme bağımlılığa son verecek ve işbirlikçi burjuvaziyi tasfiye edecek bir antiemperyalist devrim, yeniden emperyalist sisteme bağlanma dışında “ulusal” çapta bir kapitalizm çerçevesinde artık duramayacağı için, sosyalizme ilerlemek zorundadır. Günümüzde antiemperyalizm, antikapitalizme yakınlaşmıştır.
Demek ki, çağımız -halen daha ve eskisinden de fazla- burjuvazi-proletarya çelişkisinin damgasını vurduğu sosyalist devrimler çağıdır. Aksini iddia eden Perinçek'in ise amacı başkadır: O, “vatan savunması” adı altında işçi sınıfı ve emekçileri burjuvazinin peşine takma çizgisini teorize etmeye çalışmaktadır. Ve bunun için, çoktan bayatlamış sınıf işbirlikçisi Üç Dünya Teorisini güncellemektedir: “Dünyaya bir bütün olarak baktığımız zaman, emperyalizmin milletleri devletsiz kalmakla, vatanları parçalamakla ve insanlığı yeniden Ortaçağ karanlığına itmekle tehdit ettiğini görüyoruz. Bu durumda devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istemektedir. Bu üç dinamiğin üçü de, esas olarak milli demokratik devrim görevlerine işaret etmektedir.” Emperyalizm vatansızlaştırdığına ve devletsizleştirdiğine göre, işçiler ve emekçiler kendi ülkelerinin burjuvazisiyle ve burjuva devletiyle birleşerek vatanlarını ve devletlerini savunacaklar!
Ne diyor Perinçek? “20. yüzyılda devrim, emperyalist sömürü zincirinin bir ülkede kırılmasıydı. Yani devrim, bir ülkede emperyalizme karşı mücadelenin, başka deyişle vatan savunmasının ürünü olacaktı. İşte Leninizm dedikleri budur.” Leninizm dedikleri, bu ucube burjuva teoriymiş!
Lenin, “Anavatan, yani verili politik, kültürel ve sosyal çevre, proletaryanın sınıf mücadelesinde en güçlü faktördür” diyor ve “Mücadelesinin politik, sosyal ve kültürel koşulları proletarya için önemsiz olamaz, dolayısıyla ülkesinin kaderi de onun için önemsiz olamaz. Ancak bu kader onu yalnızca, kendi sınıf mücadelesiyle ilgili olduğu ölçüde ilgilendirir, Sosyal Demokratların ağzına hiç yakışmayan bir burjuva yurtseverliğine dayanarak değil”(4) sözleriyle devam ediyor. “Anavatan, yani verili politik, kültürel ve sosyal çevre” proletaryanın mücadele ettiği ülkenin toplumsal maddi gerçeğinin ifadesidir ve devrimci stratejisinin dayandığı başlıca bir temeldir. Ve bu “çevre”de, işçi sınıfı ve emekçiler emperyalizme karşı kendi burjuvazisine yedeklenmiş olarak “vatan savunması” yapmaz, emperyalizme bağlanmış olan kendi burjuvazisine karşı iç-savaş yürütür. Burjuva ulus- devletini kurmuş bir ulusun sorunu artık ulusal bağımsızlık değildir; tersine, bu durum, “ezilen sınıfların, emekçilerin, sömürülenlerin çıkarlarının, egemen sınıfın çıkarları anlamına gelen, ulusun çıkarları denen genel kavramdan açıkça ayırt edilmesini”(5) gerektirir. Ve bu durumda, “vatan savunması”, işçi sınıfı ve emekçileri burjuva egemen sınıfın peşine takmanın şiarından başka bir şey olamaz.
Vatan savunması anlamında yorumlanabilecek bir devrimci savaş, ancak sosyalist veya devrimci- demokratik bir devletin emperyalist saldırıya karşı savaşması ya da ülkesi tümüyle işgal altında olan bir halkın işgalci sömürgeci güçlere ve işbirlikçilere karşı savaşması biçiminde gerçekleşebilir. Irak halkı, Kürt halkı ya da Küba, Venezuela halkları vatanını savunabilir. Bunun dışında ileri sürülen “vatan savunması”, sınıf işbirlikçiliğini ve şovenizmi devrimcilik diye yutturmaktır sadece. Perinçek'in Lenin'e mal ederek ortaya attığı “vatan savunması” sahtekarlığı karşısında, Lenin'in tutumu açıktır: “Devrimci anavatan savunmasını gerçekten haklı gösterebilecek devrimci bir savaşı sınıf bilinçli proletarya yalnızca: a) iktidarın proletarya ve ona katılan köylülüğün en yoksul kesimlerinin eline geçmesi; b) yalnızca sözde değil fiiliyatta da her türlü ilhaktan vazgeçilmesi; c) sermayenin tüm çıkarlarıyla gerçekten ve tamamen kopuş koşulu altında onaylayabilir.”(6) Görüldüğü gibi, Perinçek'in Leninizm diye sunduğu laf kalabalığı apaçık şovenizmdir. Ve şoven Perinçek hızını alamıyor. Ekim Devrimini de vatan savunması olarak değerlendiriyor: “1917 Ekim'inde Bolşeviklerin iktidara gelmesinin en önemli nedenlerinden biri, Rusya'nın birliğini korumaktı. Bolşevikler, Rusya'yı birleştirebilecek tek güç oldukları için hem Rus milletinin hem de çeşitli milliyetlerin desteğini aldılar ve devrimi başardılar. Devrimin kendisi emperyalizme karşıydı. Yıkılan Rus Çarlığı da emperyalist-feodal bir imparatorluktu. Emperyalizmin ve feodalizmin tasfiyesi, milli demokratik devrimin görevidir ve vatan savunmasıdır.”
Ekim Devrimi, yoksul köylülüğü yanına alan işçi sınıfının, Rus burjuvazisinin iktidarını yıkan sosyalist devrimiydi. Bolşevikler, “Rus milletinin” değil, Rus burjuvazisine karşı Rus işçi ve emekçileri ile ezilen ve sömürge halkların desteğini almışlardı. Emperyalist-feodal bir imparatorluk olan Rus Çarlığını yıkan, 1917 Şubat'ındaki burjuva demokratik devrimdi. Tarihi gerçekleri çarpıtmakta sınır tanımayan Perinçek'in iddia ettiği gibi, Bolşevikler vatan savunmasıyla Rusya'yı birleştirmemişler, Rus burjuvazisine karşı işçi sınıfı ile yoksul halkı birleştirerek sosyalist devrimi gerçekleştirmişlerdi. Lenin, ancak Ekim devriminin ardından ve emperyalist işgale karşı, Stalin de Nazi Almanya'sının faşist işgaline karşı anavatan savunmasını, ama burjuvazinin milli devletinin egemenliği altındaki anavatanın savunulmasını değil, proletaryanın egemenliği altındaki sosyalist anavatanın savunulmasını dile getirmişlerdi.
Üstelik, tam tersine, Ekim Devrimi, “anavatan savunması” adı altında emperyalist savaştan bir türlü çekilmeyen, sırtına asker üniforması giydirilmiş işçi ve köylüleri cephede kırdıran burjuva Geçici Hükümete karşı Rus emekçilerinin devrimidir. Bolşevikler tam da sömürgeci çıkarları gizleyen sahtekar “Anavatan savunması” sloganına karşı çıkan, emekçi halkın demokratik barış özlemini gerçekleştirebilecek yegane parti oldukları için iktidarı aldılar. İlk iş olarak da Rusya'nın emperyalist savaştan çekildiğini ilan ettiler.
Bolşeviklerin “Rusya'nın birliği” gibi gerici bir sloganları da asla olmadı. Ekim sonrası iç savaş ortamında Bolşevik hükümet bütün sömürge ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıdı ve pratikte buna uygun davrandı. Çarlık döneminin sömürge ulusları, bu gerçeği gördükleri için, daha sonradan “Rus birliği” değil ama “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” altında yeniden gönüllü birliği gerçekleştirdiler.
Perinçek, bir el çabukluğu ile Çarlık Rusya'sını, Lenin ve Stalin'in Sovyetler Birliği'ni ve Putin Rusya'sını, Kuzey Kore'yi, İran'ı, Suriye'yi ve Türkiye'yi “vatan savunması” kapsamında aynı kefeye koyarak değerlendiriyor. O, hepsinde ortak olanın emperyalizme karşı “vatan savunması” olduğunu söylüyor. Fakat örneğin, Sovyetler Birliği'nin sosyalist, Putin Rusya'sının emperyalist, İran'ın ve Kuzey Kore'nin ABD emperyalizmi ile çatışmalı ve Türkiye'nin ise bir yeni sömürge olduğu gerçeğinin, yani böyle küçücük farkların üzerinden atlıyor! Böylece, hem emperyalistlerin her yerde milli devletleri yıkmayı amaçladığı ve dolayısıyla milli devleti ve vatanı savunmanın en devrimci evrensel yol olduğu yalanını inandırıcı kılmaya çalışıyor. Hem de Türkiye gibi burjuvazisi ve askeri bürokrasisi emperyalizmin işbirlikçisi olan yeni-sömürge bir ülkeyi, İran ve Kuzey Kore gibi tekellerin istedikleri biçimde emperyalist dünya sistemine eklemleyemedikleri ülkeler veya Sovyetler Birliği gibi sosyalist ülkeler kategorisine sokarak, Türk egemen sınıflarının emperyalizme karşı ilerici bir rol oynayabilecekleri palavrasını kanıtlamaya uğraşıyor.
ABD emperyalizminin bütün ulusal devletleri yıkmak istediği koca bir yalandır. İran, Suriye, Kuzey Kore, Küba gibi mali oligarşinin çıkarlarına uygun olarak emperyalist dünya sistemine entegre edemediği devletleri yıkmayı amaçlıyor ABD. Fakat emperyalizmin güdümündeki yeni-sömürgeleri değil! Örneğin, Türk burjuva devletini, askeri ve siyasi açıdan bölgede emperyalizmin jandarması rolünü oynaması için yeniden yapılandırıyor; üstelik bunu, hem sermaye oligarşisine ve hem de generallere dayanarak gerçekleştiriyor. Burjuva ulus-devlet ekonomik alandan çekilirken ve ekonominin kontrolü doğrudan uluslararası tekelci sermayeye geçerken, burjuvazi, sınıfsal egemenlik aygıtı olarak siyasi ve askeri bakımdan güçlendiriliyor.
İP'in “vatan savunması”, açık ki, işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin ve Türk burjuva ordusunun faşist devletini ve sınıfsal egemenliğini savunmanın, bu amaçla işçi sınıfı ve emekçileri sınıf düşmanlarının peşine takmanın teorisidir. “Vatan savunması” düpedüz, faşizmin savunulmasıdır.
“Kemalist Devrimi Tamamlamak" Ya Da Halkı Şovenizmle Zehirlemek
Perinçek, Türkiye'de vatan savunmasının Kemalist devrimi tamamlamak anlamına geldiğini ileri sürdükten sonra, M. Kemal'in sosyalistliğini keşfediyor; “Bu belgelerde (M. Kemal'in ideolojik görüşlerini yansıtan belgeler kastediliyor -bn) emperyalizm ve kapitalizmden kurtuluşu amaçlayan bir program, milli hakimiyete dayanan bir halk hükümetinin kurulması, her kademede Şuralarla (Sovyetlerle) hayata geçirilen bir yönetim sistemi, 'Türk komünizminin Rus Bolşevizminden bağımsız olarak gelişeceği' öngörülmektedir.” “20.yüzyılın ilk çeyreğinde nasıl Lenin ve Mustafa Kemal, yalnız devrimci pratiklerde değil, teoride de buluştularsa, bugün de demokratik devrimin bilimsel verileri ile Bilimsel Sosyalizmin teorik kazanımları yine aynı buluşma zeminindedir.” “Türkiye'miz ise, Kemalist Devrim'i tamamlayamadığı ve Atatürk'ün 'arasız devrimler' çizgisinde sosyalizme ilerleyemediği için, Kemalist Devrim'in kazanımlarını da büyük ölçüde kaybetmiştir.” M. Kemal'e sosyalist bir kimlik icat etme uğraşı Perinçek'i gülünç duruma düşürüyor. M. Kemal ve Kemalist rejim, emperyalizm ve kapitalizmden kurtuluşu amaçlayan hangi programı uygulamış ve nasıl önlemler almıştır? Şuralara dayalı bir yönetim sistemini nerede hayata geçirmeye yönelmiştir? “Arasız devrimler” çizgisinde sosyalizme geçme görüşünü nerede gündeme getirmiştir? Hepsinin yanıtı, elbette kocaman bir hiç! “Rus Bolşevizminden bağımsız Türk Komünizmi” ise, M. Kemal'in sosyalist gelişmenin önünü almak için Celal Bayar, Ali Fuat Cebesoy, Yunus Nadi gibi rejimin has adamlarına kurdurduğu ve ihtiyaç kalmadıktan sonra da kapattığı sahte “Komünist Fırkası” olsa gerek.
M. Kemal, ulusal bağımsızlık savaşında Türk ulusal burjuvazisinin temsilcisi olarak yer aldı. Henüz daha bağımsızlık savaşı sırasında, M. Kemal'in siyaseti ikili bir karakter taşıyordu: Türk ulusal burjuvazisinin politik önderi olarak o, bir yandan emperyalist işgal güçlerine karşı savaşı örgütlediği için ilerici bir rol oynuyordu; ama öte taraftan 1921'de Koçgiri ayaklanmasından başlayarak Kürt ulusal hareketlerini kan dökerek bastırırken, işçi sınıfının temsilcisi olan Mustafa Suphileri katlederken veya emekçi köylülüğe dayanan Batı Anadolu direniş çetelerini ve Çerkez Ethem'i tasfiye ederken gerici sınıfsal karakterini gösteriyordu. Ulusal bağımsızlık savaşının zafere ulaşması, Cumhuriyetin ilanı, saltanatın ve hilafetin kaldırılması gibi dönüşümlerden sonra, iktidardaki M. Kemal ve Türk burjuvazisi sınırlı olan ilerici barutunu tüketti ve bütünüyle gericileşti.
İktidardaki M. Kemal'in rolü, temsil ettiği Türk ulusal burjuvazisinin sınıfsal egemenliğini ve devletini kurmak ve pekiştirmekti. Burjuva askeri ve sivil devlet bürokrasisini örgütleyerek, devlet desteğinde burjuvazinin palazlandırılmasını sağlayarak, emperyalistlerle ekonomik ve siyasi ilişkilerin yeniden geliştirilmesi yoluyla emperyalist-kapitalist dünya sistemine açılarak bunu yapmaya girişti. Türkiye Cumhuriyeti, Kürt ulusunun inkarı ve kitlesel kırımları, ulusal ve dinsel azınlıkların baskı altına alınması, her türlü demokratik örgütlenmenin, grev ve sendika hakkı ile basın özgürlüğünün yasaklanması, ırkçı görüşlerin resmileştirilmesi, politik özgürlüğün en katı biçimde önüne geçilmesi temelinde inşa edildi. Kemalist iktidar ne feodal ağalara ve büyük toprak sahiplerine karşı bir toprak devrimi gerçekleştirdi, ne burjuva-demokratik bir rejim kurdu, ne de Kürt ulusunun herhangi bir demokratik hakkını tanıdı. M. Kemal “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir toplumuz” sözleriyle, temsilcisi olduğu Türk burjuvazisinin çıkarlarını işçi sınıfı ve ezilen köylülüğe dayatıyordu.
Kemalizm, burjuvazinin sınıf egemenliğinin biçimi olan Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerini ifade eden bir burjuva ideolojisi oldu. Bu niteliklerin başlıcaları, siyasal gericilik ve politik özgürlüğün zincire vurulması, Türk ırkçılığı ve Kürt ulusunun inkarı, burjuvazinin dizginsiz sömürüsü idi. İşçilerin ve emekçilerin, en başından beri burjuvazinin ideolojisi olan Kemalizmi savunmakta bir çıkarı ve “Kemalist devrimi tamamlamak” diye bir derdi yoktur. Kemalizmi devrimcilik diye allayıp pullamak, işçi ve emekçilere ezilmeyi ve sömürülmeyi kader olarak kabul etmelerini öğütlemekten başka bir anlam taşımaz.
Kemalizmin temel özelliği, ırkçı Türk milliyetçiliği olagelmiştir. Bu ırkçılık, Türkleri bütün insanlığın atası olarak tanımlayan Türk Tarih Tezi'nde, Türkçe'yi bütün dillerin kökenine koyan Güneş Türk Dil Teorisi'nde, Türk'ün üstünlüğü söylemlerinde, coğrafyamızın diğer ulus ve ulusal azınlıklarına inkarcı yaklaşımda olanca çıplaklığıyla kendini gösterir. Ulusal bağımsızlık savaşı zafere ulaşınca ve bir Türk ulusal devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, yani Türk ulusal burjuvazisi Kemalist rejimle kendi politik iktidarını sağlar sağlamaz, Kemalist milliyetçilik de sınırlı ilerici özelliğini yitirdi. Çünkü, ulusal bağımsızlığı elde edene kadar geçici çıkar ortaklığı yapan Türk ulusal burjuvazisi ile Türk emekçileri, artık iki karşıt kutba, birinde iktidardaki burjuvazinin ve diğerinde iktidarın baskısı altındaki emekçilerin durduğu iki kutba ayrılmış oluyordu. Dahası, Kürt ulusu üzerinde sömürge politikası ve gayrimüslim azınlıklar üzerinde ırkçı baskı en koyu biçimde tırmanıyordu. Üstelik, hem 30'larda Kemalist milliyetçiliğin ırkçı içeriğinin ve faşist Almanya yanlısı politikaların ve hayranlığın güçlenmesi, hem de çok uluslu bir coğrafyada egemen ulus milliyetçiliğinin şovenizme dönüşmesi ve Kürdistan'ın sömürgeleştirilmesine ve diğer ulusal toplulukların baskı altında tutulmasına dayanak olması nedenleriyle, Kemalist milliyetçilik faşizm üretiyordu. O, sonradan da faşist rejimin siyasal dokusunu meydana getiren en önemli ideolojik kaynak oldu.
Perinçek ise işte bu gerici Türk milliyetçiliğini, devrimcilik olarak sunuyor sahtekarca! “Türk devriminin 19. yüzyıldan gelen ve bugün yeniden tarih sahnesinde beliren milliyetçi, halkçı ve sosyalist birikimini vatan savunması görevlerinde ve Kemalist Devrim'i tamamlamak için birleştirmek” gerektiğinden söz ediyor. Onun “birleştirmek” ile kastettiği, generallerin liderliği altında MHP'den İP'e kadar bütün gerici ve faşist milliyetçi güçleri birleştirmektir aslında. Şoven Perinçek, “Çağımızda enternasyonalizm, eğer bir ukalalık ve bazen de hainlik değilse, vatanseverliktir” ve “Vatan savunmasının devrim anlamı taşıdığı günümüz dünyasında, enternasyonalizm vatan savunmalarının toplamından başka bir şey değildir” diyor. En bayağı milliyetçiliği enternasyonalizm olarak satmaya kalkışmak, Perinçek'e özgü bir düşkünlüktür! Enternasyonalizm proletaryanın uluslararası mücadelesinin ve dünya devriminin çıkarlarını her şeyden üstün tutmak, bir ülkedeki sınıf mücadelesini bunun bileşeni olarak görmek, dünya çapında işçi sınıfının birliğini ve ezilen halkların kardeşçe kenetlenmesini savunmaktır. Milliyetçilik ve enternasyonalizm tamamen karşıt iki duruştur ve biri burjuvazinin, diğeri ise proletaryanın dünya görüşünü yansıtır. Enternasyonalizm, milliyetçiliği kesinkes dıştalar.
Gerek Kürt ulusal devrimi, gerek siyasal İslamın yükselişi, gerekse emperyalist küreselleşme döneminin değişen koşullarında emperyalizme yeni tipte entegrasyon sürecinin gerekleri Kemalizmi çözülmeye uğratıyor. İP, burjuvazinin bir bölüğü adına Kemalizmin çözülüşünü engellemeyi, aslında onu yeniden diriltmeyi görev ediniyor. “Kemalist devrimi tamamlamak” da, siyasal açıdan en gerici ve faşist güçlerin devletin geleneksel faşist yapısını ve politikalarını savunmak için Kızılelma koalisyonunda toplaşması anlamına geliyor.
Demagog Perinçek, ırkçı milliyetçiliği enternasyonalizm ve “Kemalist vatan savunması”nı da antiemperyalizm olarak ambalajlarken, övgü dizdiği Genelkurmay ne yapıyor? NATO üyeliğiyle gurur duyuyor, Afganistan'da ABD'nin işgal gücü oluyor, Türkiye'de Amerikan üslerine yataklık ediyor, Siyonist İsrail devletiyle anlaşmalar imzalıyor, emperyalist mali oligarşiyle -örneğin Renault ya da Axa ile- ekonomik işbirliğini sürdürüyor, başkomutanları Büyükanıt göğsünde ABD üstün liyakat nişanı ile geziyor. Hem antiemperyalist nutuklar atacaksın, hem de Amerikancı generallere methiyeler düzeceksin! Hem emperyalizme karşı vatan savunması diye ortaya çıkacaksın, hem de rotayı Rus emperyalizmine yaslanmaya doğru çevirmeyi öğütleyeceksin! “Ordu-millet el ele” sloganına bayılan Perinçek, askerin önderliğini “Türk devriminin de tunç yasası” olarak görüyor. 30 Ağustos 2006'dan itibaren, yani kontrgerillanın başı Büyükanıt genelkurmay başkanlığını devraldıktan sonra, “Silahlı kuvvetlerimizin komutanları, en önemlisi, 'Kemalist devrimi ilerletmek' programını benimsemişlerdir” diyor Perinçek. Bakalım, Perinçek'in adını anmayı kendi gerici teorisini haklı çıkarmak için zorunlu gördüğü Lenin, bu bahiste ne diyor; “Ordu 'dağılmadan' hiçbir büyük devrim olmamıştır ve olamaz da. Çünkü ordu, eski rejimi desteklemenin en kemikleşmiş aleti, burjuva disiplininin, sermayenin egemenliğini payandalamanın, sermaye karşısında emekçilerin kölece bağlılık ve itaatkârlığını koruma ve yönetmenin en sağlam kalesidir.”(7) Üstelik bunu, Ekim Devriminin öngününde, Çarlık Rusya'sı artığı burjuva ordunun yarısını yanına çekmeyi başarmış olan Lenin söylüyor.
Perinçek'in ve İP'in amacı bellidir: “Vatan savunması”, “Kemalist devrim”, “Milliyetçilik-halkçılık- sosyalizm birleşmesi” söylemleriyle faşist devletin mevcut yapısını, generallerin iktidar ayrıcalıklarını, sermaye düzeninin devamını savunmak, işçileri, emekçileri ve aydınları bu milliyetçi faşist çizginin peşine takmak. Böylece, generallerin himayesinde politik iktidarda bir yer kapmayı umuyor Perinçek.
İşçi sınıfımızın, emekçilerin, ezilen halklarımızın birleşeceği asgari ortak payda halkçı-emekçi yurtseverlik olabilir. Halkçı-emekçi yurtseverlik emperyalizme bağımlılığın bütün biçimlerine, emperyalist mali oligarşiye ve işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisine, onun askeri gücü olan Türk burjuva ordusuna karşı olmayı, faşizme karşı politik özgürlüğü, sömürgeciliğe karşı Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, bütün ulusal ve dinsel/mezhepsel baskıların son bulmasını savunmayı; emperyalizme karşı bölge halklarıyla birleşmeyi içerir. Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında emperyalizme karşı bir demokratik devrim olacaktır. Fakat bu, İP'in ortaya koyduğu “vatan savunması” ve “Kemalist devrimi tamamlama”nın tersine, emperyalizme bağımlılığa ve işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin iktidarına son verecek, faşist generallerin burjuva ordusunu dağıtacak, politik özgürlüğü getirecek, ayrı devlet kurma hakkı dahil Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını tanıyacak ve böylelikle kesintisizce sosyalizme geçmenin yolunu açacaktır.
“Milli Hükümet Programı” Kimin Programı?
İP, Aralık 2006'da topladığı kongresinde, 1988'de kabul edilmiş olan programını ve tüzüğünü değiştirdi. Önceden de fiilen varolan ve şimdi parti programı olarak resmileştirilen “Milli Hükümet Programı”nın en göze çarpan özelliği, program kapsamında sosyalizmin lafzının dahi tümüyle terk edilmiş olmasıdır.
Program değişikliği hangi amaçla gerçekleştirildi? Perinçek'in yanıtı şöyle: “Stratejik bir kararla partimizi Türk Devrimi yatağına oturtuyoruz ve Türk Devriminin milliyetçi, halkçı ve sosyalist birikimini iktidar hedefiyle öncü partimizde topluyoruz.” “Böylece partiyi iknada ve toplumu iknada tek bir gönderme düzlemi, tek bir kaynak belirlemiş oluyoruz. Halkı seferber ederken kullandığımız bilimsel kaynaklarla, partinin yolunu belirlemede kullandığımız kaynakları tek bir düzleme indirgiyoruz, ikiliği kaldırıyoruz.”
İP, gerçekten de programında ikiliği kaldırmış oluyor: Bir yanda ırkçı milliyetçi bir çizgi ve Türk egemen sınıflarının bir bölüğünün sözcülüğü, diğer yanda aldatmaca da olsa sosyalizm lafzı. Şimdi, biçim öze uyduruluyor, sosyalizm lafzı programdan tümden çıkarılıyor ve yerine “milli hükümet” vurgusu getiriliyor. Böylece İP, faşist Türk devletine ve ırkçı milliyetçiliğe ne denli bağlı olduğuna dair Türk egemen sınıflarına ve generallere güvence veriyor. Aslında ikna edilmek istenen generallerdir. İkinci olarak da, MHPvari bir programa kavuşan İP, bilumum emekli generali, faşist devlet bürokratını, kıdemli kontracıyı, başka burjuva partilerde bulunan milliyetçi siyaset esnafını kendi saflarında toplamayı kolaylaştırmak niyetindedir. Bunun için, programdaki sosyalizm vurgularından kurtulmak artık şart oluyor. Nitekim, sosyalizm sözcüklerinin boşluğunu vatan, millet, Sakarya, Çanakkale, Ergenekon sözcüklerinin doldurmasında da şaşılacak bir yan bulunmuyor. Tabii, bu siyasetin semboller düzleminde bir karşılığı oluyor: İP'in bayrağındaki sarı yıldız, beyaza dönüştürülüyor, Vietnam'la karışmasın diye! Türk burjuva devletinin bayrağına ve sembollerine uyum sağlanıyor.
İP'in “Milli Hükümet Programı”na daha yakından bakalım.
Ona göre “Türkiye halkına Türk milleti denir”(8) ve “Vatan bir bütündür, bölünemez.” “Türkiye'mizde Kürt meselesi, demokratik hak ve özgürlükler açısından esas olarak çözülmüştür.” O halde yapılması gerekenler, “Kürt kökenli vatandaşlarımızın milli bütünlüğe kazanılması”, “herkese aş ve iş sağlanması”, “bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadele”, “Irak'ın toprak bütünlüğünün sağlanması” şeklinde sıralanır. Görüldüğü gibi İP, genelkurmayın Kürt ulusal sorunundaki çizgisini, yani PKK'nin askeri yoldan ezilmesi, bunun için bölgenin gerici devletleriyle işbirliği yapılması, Güney Kürdistan'da Kürt devletine izin verilmemesi, Kürtlerin asimile edilmesinde yoğunlaşılması anlayışını bire bir program ediniyor. O, “Anaokulundan üniversite sonuna kadar eğitim ve öğretim dili Türkçe olacaktır” diyerek, Kürtçe eğitime ve öğretime dahi karşı çıkıyor. Bu, Türk halkını şovenizm ile zehirleme, bölünme paranoyası sayesinde Kürt düşmanlığını yayma, Kürt ulusal demokratik taleplerini bastırma, Güney Kürdistan'a askeri saldırı ve işgal çığırtkanlığı yapma çizgisidir. İP, inkar ve imhaya dayanan sömürgeci faşist geleneksel devlet politikasıyla tam bur uyum içindedir.
İP, “Ermeni soykırımı yalanına son” şeklinde bir maddeyi programına koyarak, Ermeni soykırımı gerçeği karşısında faşist generallerle aynı noktada durduğunu program düzeyinde beyan ediyor. İttihat ve Terakki'nin soykırım faili liderlerini, başta da Talat Paşa'yı büyük devrimci nitelemesi eşliğinde göklere çıkarması, Perinçek gericiliğinin tipik bir özelliği olan Ermeni düşmanlığının bir verisi. İP, Lozan'da ve bazı Avrupa başkentlerinde Ermeni karşıtı kampanyalar yürüterek de, bu ırkçı faşist görüş doğrultusunda canhıraş bir çırpınış içinde olduğunu ortaya koymuştu. O, Ermeni soykırımının suç ortağı, Türk egemen sınıflarının kanlı mirasçısı, ulusal azınlıklara düşmanlığı kışkırtmanın önde gelen oyuncusudur.
“Mafya-tarikat yönetimi Cumhuriyeti yıkıyor” söylemiyle, laik-İslamcı kutuplaşması ekseninde halkı gerici temelde saflaştırma amacı güdüyor, İP. Laikliğin en ateşli savunucusu kesilen İP, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın rolüne ya da Sünni mezhebine dayanan eğitim sistemine ilişkin bir söz söylemiyor. Alevilerin inançlarını gerçekleştirmelerinin ya da cemevleri açılmasının önündeki engellerin hangi biçimlerde kaldırılacağı sorusunun yanıtı da yok, İP programında. Alevi katliamlarının, Çorum'un ve Maraş'ın baş sorumlusu MHP ve generaller ile yan yana gelme, şeriat tehdidiyle korkuttuğu Alevileri ve laiklik duyarlılığına sahip emekçileri generallerin arkasında toplama derdindedir o.
İP, Kıbrıs sorununda da generallerin çizgisini programlaştırıyor. Perinçek'in Kıbrıs işgalini kınadığı ve “hakim sınıfların fetih siyaseti” olarak değerlendirdiği 1974'ün üzerinden çok şeyler geçti.(9) Şimdi İP, “KKTC'nin Türkiye ile bütünleşmesini”, daha doğru bir ifadeyle Türk burjuva devleti tarafından bütünüyle ilhak edilmesini ve Türk ordu birliklerinin adada kalıcılaştırılmasını savunuyor. Kıbrıs halkının iradesini hiçe sayan bu ilhakçı yaklaşımı da, emperyalist planlara karşı durmak şeklinde antiemperyalist sözlerle makyajlıyor. İP, Kıbrıs'ta Türk kontrgerillasının başı olan Denktaş'la omuz omuza, geleneksel faşist devlet politikasını uygulamak için çalışıyor.
İP programı uluslararası tekelci sermayeye, hele de işbirlikçi Türk sermayesine karşı değildir. “Özel girişimin dinamik katılımı”, “Ülke çıkarları ile uyumlu özel sektör yatırımlarının özendirilmesi”, “yabancı sermayenin dolaşım ve faaliyetinin, milli ekonominin gelişimine katkıda bulunma şartına bağlanması” gibi vurgulardan görüldüğü üzere, tekelci sermaye düzeni savunuluyor. İP, sadece orta burjuvazinin tekellerle çelişkili bir bölümünün, çıkarlarını gözeterek, IMF ile ilişkilerin kesilmesi, bankacılıkta yabancı sermayeye izin verilmemesi şeklinde bazı düzenlemeler dile getiriyor. Ama sanayide, borsada, sigortacılıkta vb. uluslararası tekelci sermayeye kapıları açık tutmayı ve “karma ekonomi” adı altında Türk işbirlikçi tekelci burjuvazisinin yatırımlarını özendirmeyi vadediyor. Onun “millileştirme” dediği, örneğin bankacılıkta, devlet mülkiyetine geçirmek değil, özel yabancı sermaye mülkiyetinden özel Türk sermayesi mülkiyetine geçişi sağlamaktan ibarettir. “Milli ekonomi” diye yutturmaya kalktığı ise, uluslararası tekellere bazı kısıtlamalar getirmekle birlikte, işbirlikçi burjuvazinin egemen olduğu ekonomik yapının korunmasıdır. Savunduğu tekelci kapitalist ekonominin halk yararına işleyeceği koca bir yalan olduğu gibi, emperyalist mali oligarşiye bağımlılıktan çıkılamayacağı da gün gibi açıktır.
İP'in “Milli Hükümet Programı” antiemperyalist midir? Değildir. Onun antiemperyalizm adına ortaya koydukları, Kürt ulusal sorununda, Güney Kürdistan'ın statüsünde, Kıbrıs'ta, AKP hükümetine yaklaşımda veya AB'ye yapısal uyumda faşist generaller ile ABD arasında gerici çıkarların uyuşmamasına dayanan kimi çelişkilerin ifadesinden başka bir şey değildir. Yani İP, ancak Amerikancı generaller kadar “antiemperyalisttir” Onun NATO'dan çıkılacağına, Amerikan üslerinin kapatılacağına, BOP'a karşı durulacağına, IMF ile ilişkilerin kesileceğine dair söylemleri, tüm bunların başlıca savunucusu olan Genelkurmay'a dizdiği methiyeler karşısında tuzla buz oluyor. İP, tarihi darbelerle özetlenen ve hepsi de kontracı Amerikalar Okulu'nun tedrisatından geçmiş faşist generallerin önünde esas duruşa geçiyor; Şemdinli olaylarını ya da Hrant Dink suikastını “süperNATO”ya fatura ederek Büyükanıt'ın kontracı ekibini işin içinden sıyırıyor; Veli Küçük gibi ABD yetiştirmesi kontracı “vatansever”lerle işbirliği yapıyor. Dahası, uluslararası tekelci sermayeye, DTÖ üyeliğine, uluslararası finans sermayesinin borsadan çektiği spekülatif karlara karşı çıkmayarak, emperyalist-kapitalist dünyadan kopma arayışında olmadığının güvencesini veriyor. Ve o, “Putin'in vatan savunması siyaseti”ne ve Çin'in uluslararası tekellere entegre olmakta olan piyasa “sosyalizmi”ne hayranlığını ortaya koyarak, Türkiye'yi ABD yerine Çin ve Rus emperyalizmine, Şangay işbirliği örgütüne yanaştırmayı, aslında onların bağımlılığı altına sokmayı savunuyor. “Milli hükümet” kurma iddiasıyla girdiği seçimlerde “Bağımsız Türkiye” sloganını da bir çırpıda “Başı Dik Türkiye”ye çeviriveriyor...
İP'in “Milli Hükümet Programı” halkçı mıdır? Değildir. O, Türk orta burjuvazisinin gerici çıkarlarını yansıtıyor ve fakat uluslararası tekelci sermaye yatırımlarına ve işbirlikçi tekellerin egemenliğine itiraz etmiyor. “Millileştirme” balonu da, devlet mülkiyetine dayanan ve bölüşümü yoksul halk lehine düzenleyen bir ekonomiyi değil, egemen Türk burjuvazisinin özel mülkiyetine dayanan ve işçi sınıfı ile emekçilerin azami sömürüsünü garantileyen tekelci kapitalist bir ekonomiyi ifade ediyor. Parasız eğitim ve parasız sağlık vaatleri ise, halkı “halkçılık” laflarıyla aldatmanın unsurları oluyor.
İP'in “Milli Hükümet Programı” demokratik midir? Değildir. Programın neredeyse hiçbir maddesinde, göstermelik olsa bile, herhangi bir demokratik talebe rastlanmıyor. Söz, gösteri, örgütlenme, basın, toplantı özgürlüğü yok; Kürtlerin ulusal demokratik hakları yok; Alevilerin, diğer dinsel/mezhepsel ve ulusal toplulukların demokratik hakları yok; seçim barajının düşürülmesi bile yok! Buna karşılık, faşist rejimin en sıkı savunusu, kontracı generallerin tavizsiz sözcülüğü programın her maddesine sinmiş durumda. İP, “yıkıcılığa, bölücülüğe, teröre karşı”, yani işçi sınıfı ve emekçiler ile Kürt halkının devrimci ve demokratik mücadelelerine karşı “caydırıcı bir savunma sistemi kurulacağını” beyan ediyor, pervasızca!
İP'in “Milli Hükümet Programı” kimin programıdır? O, siyaseten askeri bürokrasinin faşist çizgisinin programıdır. Aynı zamanda, emperyalist küreselleşme koşullarında ve Türkiye ekonomisinin emperyalist sisteme yeni tipte entegrasyonu dolayısıyla orta burjuvazinin erimekte olan kesiminin gerici çıkarlarını ve milliyetçi reaksiyonunu yansıtıyor. Bunun yanında, yıkıma uğrayan kentin ve kırın küçük burjuvazisinin öfkesini milliyetçi faşist cepheye arkalama amacını güdüyor. “Küçük ve orta sanayi işletmeleri desteklenecek”, “orta halli ve zengin köylülerin mülkiyeti korunacak”, “milli tüccar, esnaf ve zanaatkar korunacak” gibi maddeler bunun ifadesi. İP programı, ayrıca halklarımızda biriken ABD karşıtı tepkiyi milliyetçi faşist kanallara akıtmayı hedefliyor. Ve en sonu, Perinçek'in, generallerin sözcülüğüne soyunarak burjuva siyasette kendisine alan açma, devlet bürokrasisinin bir kesimiyle bağlar kurma arayışının ürünü oluyor.
Perinçek Gericiliğinin Son Perdesi
Aydınlık, '70'lerin başında küçük-burjuva reformcu bir çizgide politika yapıyordu. Daha ilk yıllarında Kemalizmin ve sosyal şovenizmin etkisi, faşizme karşı kararlı bir mücadeleden kaçınma ve reformculuk onun temel nitelikleriydi. Bu çizgisiyle, '71 devrimci atılımını nesnel olarak frenleme pozisyonundaydı.
'70'lerin ortalarından itibaren, sözde hem Sovyetler Birliği'ne ve hem de ABD'ye karşı; ama gerçekte Sovyetler Birliği'ne karşı bütün ülkelerin işçi sınıfı ve halklarının kendi burjuvazileriyle ve burjuva devletleriyle ittifakını öngören sınıf işbirlikçisi Üç Dünya Teorisi'ne sarılmasıyla, Aydınlık'ın politik çizgisi gericiliğe doğru evrilmeye başladı. Perinçek'in ağzından düşmeyen “milli devletin savunulması” anlayışı da, bu revizyonist teoriye dayanıyordu. Aydınlık, kontrgerilla saldırılarındaki tırmanışın başlangıcı olan '77 1 Mayıs katliamı karşısında, katliamın suçunu, “karşı devrimci ve provokatör” ilan ettiği devrimci harekete yüklemeye kalkıştı. Böylece karşı devrimci bir niteliğe bürünmüş oluyordu.
12 Eylül'ü önceleyen dönemde, bir yandan dergisinde devrimcileri hedef gösteriyor ve ihbar ediyor, bir yandan da devrimci harekete yönelik karşı devrimci şiddet eylemlerine başvuruyordu. Ama aynı dönemde, SB'ye karşı ABD'ci bir çizgide duran Demirel'i ve Erbakan'ı, “diri güçler” olarak nitelendirmekten de geri durmuyordu. 12 Eylül faşizminin mahkemelerinde Perinçek, tam bir açıklıkla orduya, devlete bağlılığını dile getiriyor ve 'terör'ü mahkum ediyordu.
1985'ten itibaren Perinçek, örgütlenmesine sol bir meşruiyet kazandırmak ve yeni güçler toplamak için, şimdi 'bölücü terörist' ilan ettiği PKK'ye yanaşıyor ve onu devrimci görüyordu. O yıllarda, Kürt halkına sıkılan kurşunların Türk halkına da sıkılmış olduğunu söylüyordu.
Fakat Perinçek'te ve Aydınlık çizgisinde herhangi bir ilkeli tutum aramak boşunadır. Nitekim, karşıdevrimci rotasındaki bu kısa yalpalama döneminin ardından, '90'lı yılların başında emperyalist küreselleşmeye karşı 'ulusal devlet'i savunmaya, Kemalizmi propaganda etmeye ve yine Üç Dünya Teorisi'ne tutunmaya yöneldi. Siyasal İslamı, Kürt ulusal hareketini ve devrimci hareketi içte başlıca düşmanlar olarak aldı. Perinçek, sömürgeci kirli savaşın '93 konsepti ile aynı paralele gelmişti. Gazi Ayaklanması'nı “SüperNato tertibi” ve onun tarafından kullanıldığını iddia ettiği devrimci örgütlerin 'provokasyonu' olarak yargılarken, devletin faşist katliamını aklıyor ve bir kez daha karşı devrimci niteliğini ortaya koyuyordu.
28 Şubat darbesinin hararetli savunucuları arasında yer aldı ve faşist Türk burjuva ordusuna yönelik övgülerini yoğunlaştırdı. Ellerine devrimci kanı bulaşmış İP, özellikle üniversitelerde devrimci öğrencilere saldırmaya devam etti. Türk işçi ve emekçilerini vatan ve bayrak fetişizmiyle, şovenizmle zehirlemeyi başlıca görev bildi. Ve artık açıktan darbe çığırtkanlığına girişti. 27 Nisan muhtırasını ayakta alkışladı.
Geleneğindeki Kemalizm ve şovenizm, Üç Dünyacılık, faşist ordu kuyrukçuluğu ve devrimci düşmanlığı, İP'i bugünkü konumuna getiren yolu döşedi. İP, artık milliyetçi, ırkçı-faşist bir partidir:
*Kaderini, iktidar tekelinin sınırlandırmasına karşı çıkan faşist askeri bürokrasisinin politik çizgisiyle birleştirmiştir.
*Bütün kurumları ve kadrolarıyla faşist rejimi ve politikalarını savunmaktadır.
*Irkçı, militarist ve saldırgan karakterdedir; askeri faşist darbe ve sömürgeci savaş çağrısı yapmaktadır.
*Kürt halkına ve ulusal topluluklara düşmanlık beslemektedir.
*Her türlü demokratik talebe, ilerici olan her harekete düşmanlık beslemektedir.
*Eriyen ve yıkıma uğrayan ara sınıfların öfkesini, laik-şeriatçı ikilemi ile; şovenizmle alıklaştırılan işçi ve emekçileri “ulusalcılık” bayrağı altında, burjuvazinin bir bölüğüne ve faşizme yedekleme arayışındadır.
Hitler'in Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'ni incelemek, yolları Perinçek'in İşçi Partisi ile kesişen dünün demokrat ve antiemperyalist aydınları ile emekçiler açısından yararlı olur. Çünkü İP, artık sol jargonlu bir MHP versiyonudur. Ve devrimin “Tunç Yasası”ndan söz edilecekse, o yasa en başta faşistlerin tepelenmesidir!
Dipnotlar
1- Doğu Perinçek'e ait sözlerin tümü, Teori'nin 203. sayısında yayınlanan “7. Kongre Raporu Halkçı Devlet Milli Hükümet” başlıklı yazısı ve 206. sayısında yayınlanan “20. yüzyıl devrimlerinin Tunç Kanunu: Vatan Savunması” başlıklı yazısından alıntılanmıştır.
2- Lenin, Seçme Eserler Cilt 5, Emperyalizm s, 128-129, İnter Yayınları
3- Belgeler, 3. Enternasyonal Komünist Enternasyonal Programı, s. 150, Belge Yayınları
4- Lenin Seçme Eserler Cilt 4, Militan Militarizm ve Sosyal-Demokrasinin Anti-Militarist Taktiği, s. 337, İnter Yayınları
5- Belgeler, 3. Enternasyonal, Lenin Milliyetler ve Sömürge Sorununa İlişkin İlkeler, s. 43, Belge Yayınları
6- Lenin, Seçme Eserler Cilt 6, Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri Üzerine, s. 35, İnter Yayınları
7- Lenin, Seçme Eserler Cilt 7, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, s. 187, İnter Yayınları
8- Programa dair alıntıların tümü, “İşçi Partisi Milli Hükümet Programı” adlı belgeden yapılmıştır.
9- Doğu Perinçek, Kıbrıs Sorunu Üzerine, Aydınlık Yayınları, Ocak 1976.
İşte bu kitaptan birkaç satır: “Hakim sınıfların ve revizyonist akımların çeşitli temsilcileri aynı şoven tutumda birleştiler. Bunların hepsi, çeşitli bahane ve gerekçelerle Kıbrıs'a yapılan askeri müdahaleyi desteklediler. ...
Kıbrıs'ın işgali konusunda faşistlerle el ele verebilmek için, mutlaka revizyonist ve sosyal-şoven olmak gerekmektedir. ... Sırtını ABD emperyalistlerine dayayan Osmanlı fetih siyaseti... Kıbrıs topraklarının yarıya yakını Türkiye'nin işgali altındadır. ... Kıbrıs, bugün Türkiye'nin 68. vilayeti durumundadır...
Unutmamak gerekir ki, Kıbrıs müdahalesini yapan Türkiye Ordusu, NATO'ya bağlı bir ordudur. Ordunun teçhizat, istihbarat ve ikmali ABD emperyalistlerinin kontrolü altındadır. Bu nitelikte bir iktidar ve bu karakterde bir ordu bazı konularda ABD emperyalistlerinden bağımsız hareket etse dahi, eninde sonunda ABD emperyalistlerinin denetimine girmeye ve onun menfaatlerine hizmet etmeye mecbur kalmaktadır. Nitekim Kıbrıs meselesinde de durum böyle olmuştur.”