1980’den bu yana Türkiye ekonomisi yapısal bir dönüşüme uğradı. Söz konusu olan yalnızca Türkiye değil. Emperyalist kapitalizmde meydana gelen değişimler, emperyalist ülkeler arasında, bu ülkelerle yeni sömürge ülkeler arasında, tüm kapitalist ülkelerin bütün sınıfların pozisyonunda ve karşılıklı ilişkilerinde önemli değişiklikler yarattı. 1990’lı yıllar bu değişikliklerin yapısal nitelik kazanmaya başladığına tanıklık etti.
Kapitalist dünya pazarı yeniden biçimlenirken, emperyalist ülkelerle yeni sömürge ülkeler arasındaki işbölümü de yeniden düzenlendi.
Yeni sömürgeler, emperyalist kapitalist devletlerin;
a) Geniş tarımsal alanlarıyla ucuz gıda ambarı
b) Kâr oranı düşük, emek-yoğun sanayi üretim alanları
c) Ucuz hammadde deposu
d) Mamul mal pazarı
e) Sermaye ihracı yoluyla yüksek kâr sızdırma bölgeleri
f) Metropollere ucuz işgücü göç sahaları konumundaydı.
Tarımsal üretim, ticaret, ihracat ve istihdamın egemen olduğu; küçük ve orta sanayi işletmelerinde emek-yoğun üretimin belirleyici olduğu; hammadde ve tarımsal ürün satıp işlenmiş sanayi malı alan; devletin ekonomik yaşamın tüm alanlarında (üretim, finans, ticaret vb.) egemen ya da sürükleyici pozisyonda olduğu; sayıları birkaç yüzü dahi bulamayan en zengin burjuva ailelerin, holdingler aracılığıyla devlet denetimi dışındaki ekonominin bütününde belirleyici olduğu; tarımda kapitalistleşmenin tedricen ilerlediği bir ilişkiler sistemi içindeydi yeni sömürgeler.
Bu duruma bağlı olarak mülk sahibi sınıflar için,
a) Gümrük duvarları ve kota yoluyla korunan, -işbirlikçi burjuvaların ürettiği birçok üründe pazarı korumak için ithalata yüzde 100 ve daha yukarı gümrük vergisi uygulanıyor, birçok tüketim mamulüne kota konuyor, bir kısım maddenin ithalatı da yasaklanıyordu-
b) Büyük ölçekli sabit sermaye yatırımlarının çok büyük bölümünün devlet mülkiyetinde olduğu, iç ve dış ticaret üzerinde sıkı devlet kontrolünün uygulandığı, birçok tüketim maddesi üretim ve dağıtımında devletin tekel olduğu,
c) Yabancı sermayenin giriş ve çıkışına kısıtlama getiren, yerli paranın korunmasına dair yasaların yürürlükte olduğu, Merkez Bankası’nın hükümete bağlı olarak devletin mali gardiyanı rolünü oynadığı,
d) Ucuz sanayi girdisi, düşük faizli kredi, parasız arsa tahsisi ve bir dizi başka yoldan, en büyük payı en büyükleri almak üzere, sanayi ve tarım burjuvazisinin devletçe desteklenip kaynak transferi yoluyla kalkındırıldığı,
e) Tarımsal üretime sübvansiyon uygulandığı -destek alım fiyatları, kotasız ürün alımı, ucuz girdi, düşük faizli kredi, kredi borç faizlerinin birçok kez iptali- bir ekonomik düzen hüküm sürüyordu.
Bugün bu ekonomik düzenden ve uluslararası eski tip işbölümünden söz edilemez. Eski yeni- sömürge ilişkileri yeniden düzenlenmekte, bu tip ülkeler yeni işbölümüne bağlı olarak ekonomik ilhaka (ekonomik sömürgeleştirme) zorlanmakta, tabi tutulmaktadır. Diğer yeni sömürgelerde olduğu gibi Türkiye’de de;
a) ithalat yasaklarının, gümrük vergilerinin, kota uygulamasının neredeyse tamamen kaldırıldığı,
b) sermaye giriş ve çıkışlarının tam serbest bırakıldığı,
c) devletin üretim, dağıtım, finans vb. alanlarından giderek bütünüyle çekildiği, alt yapı yatırımlarının da en alt düzeye indiği,
d) iç pazarın kontrol ve denetiminin emperyalist tekellere geçtiği,
e) emperyalist tekellerin bütünüyle satın alma ya da ortaklıklar yoluyla üretim, ticaret, finans vb. alanlarda egemen hale geldiği,
f) emperyalist tekellerin işlenmiş mamul pazarı olmak kadar, mamul üretim sahasına dönüştüğü,
g) emperyalist tekellerin gıda ambarı olmaktan, emperyalist tekellerin tarımsal mamul pazarı ve üretim alanı haline geldiği,
h) Merkez Bankası’nın özerkleştirilmesiyle emperyalist sermayenin kolektif çıkarlarına göre yeniden düzenlendiği, devletin değil, uluslararası sermayenin mali bekçisi görevini üstlendiği,
i) dış borçlanma yoluyla devlet kadar veya ondan da çok borçlanan işbirlikçi sermayenin emperyalist tekellere sıkıca bağlandığı bir ilişkiler düzeneği oluşmuştur.
Konuyu yalnızca ekonomik düzeyde ele aldığımızdan, siyasal alandaki değişimler bilerek konu dışı bırakılmıştır.
Mümkün oldukça en belirgin-temel yanlar öne çıkarılmaya, yorumdan çok nesnel olanın yansıtılmasına çalışılmıştır.
I. Devletin Ekonomideki Pozisyonu
A- Tasfiye
Tablo: 1
1985 yılından 2005 yılına kadar ilan edilen özelleştirme programı |
Henüz satıştakiler |
|
Kamu hisse ortaklığı |
243 |
20 |
Yarım kalmış tesis |
22 |
- |
Taşınmaz |
353 |
20 |
Otoyol |
6 |
6 |
Boğaz köprüsü |
2 |
2 |
Tesis |
94 |
85 |
Liman |
6 |
6 |
Araç muayene istasyonları |
+ |
+ |
Şans oyunları lisans hakkı |
+ |
+ |
Tablodan da anlaşılacağı gibi devlet işletmelerinin özelleştirme yoluyla devri, ilan edilen program ekseninde büyük oranda gerçekleşmiştir. Türkiye’nin en büyük ilk 500 şirketinden birincisi olan TÜPRAŞ da dahil, ERDEMİR gibi en önde gelenleri elden çıkarıldı. SEKA vb. kimi işletmeler tasfiye edildi. Tekstil ve gıda üretim işletmelerinin hemen hepsi satıldı. TEKEL’in henüz tasfiye edilemeyen bir bölümü gibi işletmeler de sırasını bekliyor. Araç muayene istasyonlarının devri tamamlandı. Elde kalan bazı banka ve tesisler de 2007 programına dahil edildi.
Son iki yılda (2004-06) özelleştirme hız kazandı. 18 yılda 9.5 milyar dolarlık satış yapılmışken, son iki yılda öncekinden iki misli fazla özelleştirme gerçekleşmiştir.
Tablo 2: 1986-2006 yapılan özelleştirme işlemleri (milyon $) |
||||
Özelleştirme yöntemi |
1986 - 2004 |
2005 |
2006 |
Toplam |
Blok satış |
3926 |
7054 |
7128 |
18158 |
Tesis/varlık satışı |
1493 |
404 |
622 |
2520 |
‘Halka arz’ |
2860 |
273 |
207 |
3341 |
İMKB’den satış |
800 |
460 |
- |
1261 |
Yarım kalmış tesis satışı |
4.3 |
- |
- |
4.3 |
Bedelli tahviller |
377 |
30 |
4 |
411 |
Toplam |
9462 |
8222 |
8012 |
25696 |
Dikkat çekici bir başka nokta da; ‘halka arz’ (hisse satışı) biçiminde olan satışların özelleştirme toplamı içinde önemsiz bir yer tutmasıdır. Özelleştirmeler başlatılırken yoğun bir ideolojik saldırı eşliğinde, ‘sermayenin tabana yayılması’ propagandası, rıza üretiminin en temel argümanlarından biriydi. Sonuç ortada: Blok satış, ‘halka arz’ın altı katıdır. Tersi olsaydı da kanunun özü değişmezdi, fakat devlet işletmelerinin tekelci özel sermayeye devri bu denli hız kazanmazdı. Geniş bir küçük yatırımcılar ağına dağılan hisselerin yeniden merkezileşmesi belli bir zaman alırdı.
Listedeki işletmelerin satışının önümüzdeki yıl tamamlanması gerekiyor. Son iki yılda alınan mesafe, bunun hiç de zor olmadığını gösteriyor.
Tasfiye aşağı yukarı tamamlanmıştır. 1985’te 10’dan fazla işçi çalıştıran imalat sanayi işyerlerinde devletin payı ile 2000’deki durumu yeterince açıklayıcıdır.
Tablo 3 |
|||
Yıllar |
Katma değer |
İstihdam |
Sabit sermaye yatırımı |
1985 |
38.9 |
32.6 |
31.3 |
1990 |
31.3 |
24.4 |
27.1 |
2000 |
20.1 |
11.0 |
14.5 |
10+ işçi çalıştıran imalat sanayi işyerleri katma değer, istihdam ve sabit sermaye yatırımı (SSY) devlet payı (%) 1985’ten 2000’e istihdamda üçte iki; katma değerde yarı yarıya; SSY’de yarıdan fazla azalma olmuştur. Bu, henüz özelleştirmenin ağır aksak yürüdüğü zamanın verileridir. 2001’de devletin üretilen katma değerdeki payı petrol ürünlerinde yüzde 100, tütün sanayinde yüzde 74, demir çelikte yüzde 40 civarındaydı. Örneğin, petrol arıtma sanayinde, artık bir varlığı kalmadı. Demir çelikte çok azaldı. Tütünden de bütünüyle çekilmeye çalışıyor.
Özelleştirmeden elde edilen gelirlerin yaklaşık yarısı özelleştirilen kuruluşlara, geri kalanı da dış borç ödemelerine ayrılmıştır. Fakat şimdi özelleştirme denizi giderek bitiyor. Devlet önemli bir gelir kaynağından yoksun kalacak ve borçlanma ihtiyacı daha da büyüyecektir.
B- Borç Batağı
Osmanlı devleti 1854’te ilk kez 5 milyon İngiliz lirası alarak borçlanmıştı. Karşılığında Mısır’dan alınan vergi geliri, 33 yıl boyunca borç alınan İngiliz şirketine devrediliyordu. 20 yıl içinde Osmanlı borcu 200 milyon İngiliz lirasına ulaştı. Osmanlı devleti borcunu ödeyemez hale gelince borç veren şirketlerin dayatması ile 1881 yılında tüm vergileri toplama ve alacaklılara geri ödeme yetkisi, alacaklı şirketler tarafından oluşturulan Duyun-û Umumiye’ye verilmişti.
Bugünkü manzara çok farklı değil.
Tablo 4: Dış Borçlar |
|
Yıllar |
Milyar dolar |
1980 |
15.2 |
1987 |
40.2 |
1991 |
50.5 |
1996 |
79.3 |
2000 |
116.1 |
2002 |
130.64 |
2003 |
145.4 |
2004 |
162.261 |
2005 |
170.594 |
2006 (İlk çeyrek) |
185.019 |
Dış borç 200 milyar dolara dayanmış -son veriler 195 milyarın üzerinde gösteriyor. Ortada bir Duyun-û Umumiye yok, ama onun yerine IMF var. Hem IMF, yalnızca vergi gelirlerinin toplanıp borçların ödenmesi ile ilgilenmiyor; kısa ve uzun vadeli bütün ekonomik programlarda, yıllık bütçelerde onun imzası var; memur maaşlarından işçi ücretlerine kadar, sağlık harcamalarının miktarından ilaç kullanımına kadar, asgari ücretten kıdem tazminatına kadar her türlü ayrıntıda bile belirleyici konuma gelmiştir.
1980 yılından bugüne borç miktarı 12 kattan fazla artmıştır. En az bunun kadar önemli bir başka konu da, borçların geri ödeme vadesidir.
2001 krizinden önce kısa vadeli borçların toplam borçlara oranı yüzde 24.5 olurken, krizden sonraki yıl 2003’te yüzde 15.8’e düşmüştür. 2005’te oran 22.4’e yükselerek kriz öncesi düzeye yaklaşmıştır.
Yıllık toplam döviz gelirleri ortalama olarak toplam borçların yarısı kadardır. 1985’te yüzde 51.8 olan bu oran, 2004'de yüzde 58.1 düzeyindedir.
Bu durum da, öncelikle kısa vadeli olmak üzere, borç, anapara ve faiz ödemeleri nasıl yapılacaktır? Daha yüksek miktarda, daha kısa vadeli ve daha yüksek faizle borçlanmak dışında bir yol yok. İşte aşılmaz borç kısırdöngüsü, içinden çıkılmaz bir bataklık; kurtulmak için yaptığın her hamlede biraz daha batıyorsun.
Türkiye ‘gelişmekte olan ülkeler’ arasında son on altı yılda borcu en çok artan ülkedir. Kişi başına düşen borç miktarındaki artış, gerçeğin çarpıcı bir başka yönünü gösteriyor. 1985’te 506 dolar olan kişi başına borç; 2000’de 1745 ve 2004’de 2269 dolara çıkmıştır.
Tablo 5: İç borçlar |
|
Yıllar |
Milyar YTL |
1987 |
0.017 |
1995 |
1.36 |
2000 |
36.42 |
2001 |
112.8 |
2002 |
149.9 |
2003 |
194.4 |
2004 |
224.5 |
Son yıllarda toplam borçlar içinde iç borçlar da durmadan artmıştır. 1987’de 17 milyon YTL olan iç borç 2000’de 36 milyara, 2004’de 224.5 milyar YTL’ye çıkıyor. 1995’ten 2004’e 200 kattan fazla bir artış söz konusudur.
Bütçe giderleri içinde borç faizi ödemeleri ve yatırım harcamaları arasındaki ilişki son derece dengesizdir. Fakat bu dengesizlik “yeni devletin” dengesidir, onun “yeni” işlevine son derece uygundur.
Tablo 6: Bütçe içinde faiz-yatırım dengesi |
||
Dönem |
Faiz |
Yatırım |
1981-88 |
12.6 |
15,7 |
1989-93 |
20,0 |
12,9 |
1994-96 |
35,0 |
7.0 |
1997-98 |
34,2 |
7,2 |
1999-2000 |
41,0 |
5,4 |
2001-04 |
43,6 |
5,6 |
Bütçe giderlerinin yarısını faiz giderleri oluşturuyor. Oysa 1981-88’de ortalama faiz gideri bütçenin yüzde 12’si civarındadır. Bununla birlikte, yatırımlar zıt yönde düşmüştür. Yüzde 15’in üzerinde olan bütçe harcamalarında yatırım oranı yüzde 5’lere gerilemiştir.
Bütçe gelirlerinin tamamına yakını vergilerden oluşuyor. Devlet yüksek faizle iç ve dış borç topluyor, halktan toplanan vergilerle yerli ve yabancı kapitalist tekellere muazzam kaynaklar aktarılıyor. Devlet adeta bir emme-basma tulumba gibi çalışıyor. Su yetmedikçe daha derine sondaj (yeni vergiler) yapıyor. Ama bunun da bir sınırı var. Toslayacağı kaya fazla uzakta değil. Çünkü halkı soymanın da büyüyen giderleri karşılamayacağı açık. Elbette halktan vergi toplamanın da bir sınırı var. O halde yapılabilecek tek şey döviz gelirlerini artırmaktır. Bu da mümkün değil.
Toplam döviz harcamaları toplam döviz gelirlerinden daha büyük (cari açık) gerçekleşiyor. 1985’de -1.9 olan cari açık; 1993’de -3.7’ye ve 2004’de -5.2’ye çıkmıştır. 2006 sonu itibarıyla cari açığın -7’ye ulaşması mümkün görünüyor.
Cari açık, döviz gelirlerini artırmakla kapatılabilir. Son birkaç yıldır özelleştirme gelirleri sorunu bir nebze hafifletmişti. Satacak yeni şeyler bulmaları gerekiyor, ama en yağlı olanları sattıkları için yapabilecek fazla bir şey kalmadı. İhracatın sürekli büyüdüğü doğru, fakat ithalat ondan daha hızlı büyüdüğünden döviz açığı azalmak yerine artıyor. O halde yapılacak tek şey kalıyor: Kısa vadeli yüksek faizli borç bulmak. İşte yine o cehennemi kısır döngü! Hal böyle olunca bütçe içinde faizlerin oranı büyüyor, yatırımlar küçülüyor. Yalnız yatırımlar mı? Sağlık ve sosyal güvenlik için ayrılan pay da düştükçe düşüyor, dahası dibe vuruyor. Devlet yalnızca ekonomiden değil, en alt düzeyde dahi olsa sosyal niteliğinden de koparılıyor.
Vergi tahsildarı, polis ve ordu; emperyalist tekellerin borçlarını ödemek ve çıkarlarını korumak için hükümet etmek ve onların varlıklarını korumak için özel güvenlik şirketi olarak çalışmak: İşte yeni sömürge devletin uluslararası işbölümündeki yeni rolü.
II. İşbirlikçi Burjuvazinin Yeni Sürece Entegrasyonu
Türkiye’de toplam dış borçlar içinde devletin payı azalırken özel işletmelerin payı artıyor.
Son üç yılda işbirlikçi sermayenin dış borcu üç kat artarak 110 milyar dolara ulaştı. 2002’de dış borç stokunun yüzde 29.1’i, 2004’te yüzde 41.4’ü, 2005’te yüzde 57’si özel sermayeye ait. 2006’nın ilk altı ayında 190 milyarlık dış borcun yüzde 70’i özel sermayeye ait.
Borçlanma biçiminin değiştiği görülüyor. Daha önce hükümet ve Merkez Bankası borç alıyordu. Artık onlardan çok özel banka ve şirketler borç topluyor. 2004 verilerine göre kısa vadeli borçların yüzde 90.4’ü işbirlikçi tekellere aittir.
Bu yeni durum da gösteriyor ki, işbirlikçi tekelci burjuvazi uluslararası tekellerle ilişkisinde yeni biçimde ve çok yüksek düzeyde bir bağımlılık içine girmiştir. Borçların tamamına yakınının kısa vadeli ve yüksek faizli olması nasıl bir handikapla karşı karşıya kalındığını tanımlamaya yeter. Ama asıl handikaba, dövizle borçlanıp YTL ile gelir elde edenler maruz kalacaktır. Şirketlerin ezici çoğunluğu bu konumdadır. YTL değerinin görece yüksek olduğu dönemlerde çevirim bir ölçüde başarılabilir; buna karşılık döviz fiyatlarında yükselme, borçları da aynı oranda artıracaktır. 2006 Mayıs ayındaki kısa süreli mali kriz dalgası sırasında en büyükleri de dahil geçici bilançolarında zarar göstermişlerdi. Çünkü döviz fiyatları bir anda yüzde 30 artmıştı. Daha uzun süreli ve daha sert bir krizde çoğunun tepetaklak olacağı açıktır. Yalnızca gelirleri döviz cinsinden olanların yaşama şansı yüksektir.
Bu yüzdendir ki işbirlikçi tekeller, ihracat yapmak, dış pazarlarda pay kapmak için çırpınıp duruyorlar. Fakat çok azının, o da küçük boyutlu bir şansı oluyor bu alanda, bundandır ki hemen hepsi ayakta kalabilmek için uluslararası tekellerden birinin denetimine girmek için adeta yarışıyorlar. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin kaderi her zamankinden çok daha fazla uluslararası tekellerin elindedir.
Birçok veriden bu yeni durumun kanıtları sunulabilir.
2006 yılı itibariyle 110 milyar dolarlık özel sektör dış borcunun 40 milyar doları banka ve finans kurumlarına aittir. Aslında iç borcun mahiyeti de böylece açığa çıkıyor. Dışardan borç alan yerli bankalar, içerde devlet tahvili satın alarak devlete borç veriyorlar. Gerçekte devlet, işbirlikçi finans kurumları aracılığıyla uluslararası finans tekellerinden borç almış oluyor. Dövizdeki yükselme devlet tahvili faizinin düzeyine geldiğinde bu bankalardan hiçbirinin ayakta kalma şansı olmaz. Uluslararası tekellere bu denli bağımlı hale gelmiş yerli finans kurumlarının onlarla rekabet etmesi mümkün mü? Bu nedenledir ki Türk menşeili bankaların büyük bölümü uluslararası tekellerin doğrudan kontrolüne geçiyor. Birkaç yıl önce toplam banka sermayesi içinde yüzde 5 olan yabancı sermaye payı bugün yüzde 40 düzeyindedir. Satış sırasını bekleyen bankalar da elden çıkarıldığında yabancı sermaye payı yüzde 70’leri aşacaktır.
Elbette bu yalnızca Türkiye’ye ait bir durum değil. Aşağıdaki tabloda (tablo 7) bunu daha iyi görebiliriz.
Tablo 7 |
|
Ülke |
Bankacılıkta yabancı sermaye payı (%) |
Almanya |
5 |
İtalya |
8 |
İspanya |
10 |
Danimarka |
17 |
Fransa |
19 |
Avusturya |
19 |
Yunanistan |
20 |
Estonya |
100 |
Çek Cumhuriyeti |
95 |
Slovakya |
93 |
Meksika |
82 |
Polonya |
65 |
Macaristan |
65 |
Arjantin |
48 |
Peru |
47 |
Şili |
42 |
Türkiye |
40 |
Estonya, emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin emperyalist tekellerle yeni tipte ilişkilerinin hangi yönde ilerleyeceğine örnek teşkil ediyor. Uluslararası emperyalist tekellerle yerli işbirlikçileri arasında sermaye uçurumu öylesine derinleşmektedir ki, bırakalım yüzde 70-80’i, yüzde 20’lik bir sermaye ortaklığında bile hakimiyet uluslararası tekele geçer.
Örneğin Türkiye’deki bütün bankaların (devlet bankaları da dahil) toplam aktifleri Alman finans tekeli Deutchebank’ın çok gerisindedir.
Diğer şirketlerin durumu da bankalardan farklı değil. Sermaye oligarşisinin en tepesinde yer alan holdinglerin bünyesinde mutlaka bir banka bulunuyordu. Bu durum ortadan kalkıyor. Holdingler teker teker bankaları elden çıkarıyor ya da yabancı ortak alıyor. Bu satışların nedeni hakkında Global Menkul Kıymetler Firması’nın patronu Kutman’ın açıklamaları yeterince fikir veriyor. Kutman diyor ki, “Yatırım bankası Meryll Lynch, Morgan Stanley gibi devler şirketlere bir yandan halka arzınızı yapalım diyorlar, öte yandan 1 milyar dolar kredi verelim diyorlar. Sizin bununla rekabet etme şansınız yok ki!” (Radikal, 6 Kasım 2006) Böyle şansı olmadığı için firmayı satıyor Kutman. Türkiye’nin en büyük burjuvalarından Sabancı’nın 2006’nın ilk dokuz aylık döneminde 419 milyon YTL net kar açıklaması, kendisiyle çalışan her firmaya 1 milyar dolar kredi vadeden uluslararası yatırım tekellerinin gücü hakkında çarpıcı bir örnektir.
Koç Holding, TÜPRAŞ’ı satın almak için gerekli olan 7.5 milyar doları borç aldı. Gerçekte Koç, TÜPRAŞ’ı Shell tekeli adına satın almış oldu. OYAK, ERDEMİR için 3 milyar doları aşkın para ödedi. O da Fransız tekeli Alcelor’a aracılık etti, zira parayı onlardan almıştı. Dış borçlarla ayakta kalabilen ve ancak bu yoldan gelişebilen işbirlikçi tekellerin döviz açıkları sürekli büyüyor. Emperyalist tekellerin organik bir uzantısı haline dönüşmemenin tek yolu, onlarla rekabet edebilecek düzeyde sermaye birikimine sahip olmaktır. Çünkü eskiden yüksek gümrük duvarları arkasında, devlet şemsiyesi altında iç pazar üzerinde tekel oluşturan işbirlikçiler, devlet korumasının ve gümrük duvarlarının olmadığı bir ortamda uluslararası tekellerle karşı karşıya kalmaktadır. Ya sen de uluslararası bir tekel olacaksın ya da uluslararası bir tekel tarafından yutulacaksın. Daha şimdiden büyük bölümü uluslararası tekellerin organik uzantısı haline gelmiş bulunuyor, diğerleri sırada.
Bankacılık sektörü ile ilgili aşağıdaki tablo durumu iyi yansıtıyor.
Tablo 8 |
||||||
İlk beş banka |
1979 |
1995-1998 |
2001 |
2002 |
2003 |
2004 |
Toplam aktif % |
63.4 |
45.3 |
56 |
58 |
60 |
63 |
Mevduat % |
73.1 |
50.3 |
55 |
61 |
62 |
62 |
Kredi % |
66.6 |
45.5 |
47 |
55 |
54 |
53 |
Sektördeki yoğunlaşma düzeyi çarpıcı. 1979'da üçü devlet, üçü de holding bankası tekel kurmuştu. 1980’den sonraki yeni düzenlemelerle çok sayıda banka sisteme girdi ve sayı giderek çoğaldı. 1980’de 43 olan banka sayısı, 1993’de 71’e; 1999’da da 80’e ulaştı. Banka sayısındaki artışa karşın, 2004’te yoğunlaşma 1979 düzeyini yakaladı. Bir farkla ki, işbirlikçi devlet ve holding burjuva tekelinin yerini emperyalist tekel alıyor.
İmalat sanayiinde de durum farklı değil. Bu alanda da sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması giderek büyüyor. Örneğin 2000-2001 dönemi verilerine göre 123 sanayi kolunun 72'sinde çok yüksek ve yüksek piyasa yoğunlaşması oluşmuştur. 86 sanayi işkolunun 22’sinde dört firmanın piyasa payı yüzde 85 ile yüzde 100 arasındadır. 12 sanayi işkolunda ise dört veya daha az firmanın piyasa payı yüzde 96 ile yüzde 100 arasındadır.
Kuşkusuz yoğunlaşma yeni değil, yeni olan emperyalist tekellerin konumudur. 2003 yılında ilk 500 büyük firmanın 145’inde yabancı sermaye payı vardır ve bunların yüzde 64’ünde yabancı sermaye hakim ortak konumundadır. İkinci 500 işletmenin de yüzde 46’sında yabancı sermaye hakim ortaktır.
Emperyalist tekeller bankalarda olduğu gibi imalat sanayinde de egemen konumdadırlar. Toptan ticarette de bugün onların borusu ötüyor. İşbirlikçi Türk burjuvazisi emperyalist tekellere entegre olmakta, onun organik bir uzantısı haline gelmektedir.
Entegrasyon başlıca üç biçimde gerçekleşmektedir.
a) Emperyalist finans kuruluşlarından borçlanma yolu. Bu konuya yukarıda değinmiştik.
b) Şirketlerin bütünüyle emperyalist tekele satılması: 25 milyar dolarlık özelleştirmenin 10 milyarlık kısmı emperyalist tekellere doğrudan satış biçiminde gerçekleşti. Son 5 yılda batan 21 bankanın 11’i tamamen uluslararası tekellere geçti. İlk 500 büyük sanayi kuruluşlu içinde ilk 50’nin 20’si emperyalist tekellere ait. İlk 1000 kuruluş içinde uluslararası tekellerin payı üretimde yüzde 30.9, karlarda yüzde 39.7’dir.
c) Ortaklıklar yoluyla entegrasyon: TMSF’nin 6 milyar dolarlık satışında uluslararası tekellerin payı 4.3 milyar dolardır. İşbirlikçi Türk burjuva tekellerin elden çıkardığı 8 milyar dolarlık varlığın 5.3 milyarı uluslararası tekellerce satın alınmıştır. Bazı şirketler bütünüyle el değiştirirken, çoğu ortak olma biçiminde satın alınmaktadır. Uluslararası tekellerin en çok tercih ettikleri yöntem budur. Bu biçim, onların işlerini çok daha kolaylaştırmaktadır.
Örneğin, çoğu ortaklıklar biçiminde, uluslararası tekellerin sigorta şirketleri içindeki payı yüzde 44’tür. Ya da yüzde 20’si Citybank’a satılan Akbank örnek verilebilir. Son bir iki yıldır yeni şirket kurmak ya da bütünüyle satın almak öne geçmektedir.
III. Emperyalist Tekel Hakimiyeti
İşbirlikçi Türk burjuvazisinin emperyalist tekellerin organik bir eklentisine dönüşmekte olduğu bugün, ekonominin bütününde uluslararası tekeller belirleyici hale gelmiştir.
Daha önce de belirtildiği gibi; ilk 500 büyük işletmenin 145’inde yabancı sermaye payı vardır. En büyük ilk 50’nin 20’si uluslararası tekellere aittir. İlk 500’ün 455’inin imalat sanayi olduğu düşünülürse, ilk 500 içinde imalat sanayinde yabancı sermaye ortaklı firmaların yüzde 64 düzeyine çıktığı görülür.
İlk 500 içindeki üretimin yüzde 30’u emperyalist tekeller tarafından yapılıyor. Toplam üretimin çok büyük bölümünü ilk 500'ün sağladığı düşünülürse hakimiyet düzeyi kolaylıkla açığa çıkar. Üretimin yüzde 30’unu elinde bulunduranların karların yüzde 40’ına yakın bölümüne sahip olmaları da durumu pekiştiren bir başka göstergedir.
İmalat sanayiindeki hakimiyeti ithalat girdi rakamlarından da izleyebiliriz. 2005 yılında üretimde ithal girdilerin payı yüzde 58.9’dur. Keza, 2003-2005 yılları arasında imalat sanayiinde toplam maliyetin yüzde 62.3’ünü ithal girdiler oluşturmuştur. Buradan da anlaşılıyor ki, Türkiye’de üretilen her 1 ürünün üretilmesi için gerekli maddelerin yüzde 60’ı ithal ediliyor. Bu ürünün maliyet fiyatının yüzde 62.5’i ithal girdilerden oluşuyor ve her 100 mamulün 30’dan fazlası doğrudan uluslararası tekeller tarafından Türkiye’de üretiliyor. Bu tekeller imalat sektöründe yaratılan her 100 YTL’nin 40 lirasına el koyuyor.
Bankacılık sektöründe uluslararası tekellerin hakimiyeti nasıl ele geçirdiğini incelemiştik. Toplam portföy yatırımlarında emperyalist finans kuruluşlarının etkinlik düzeyini ele alalım.
Tablo 9 |
|
Yıllar |
Milyar dolar |
1986 |
146 |
1993 |
3917 |
2002 |
8205 |
2003 |
15872 |
2004 |
32407 |
2005 |
58059 |
2006 |
63754 |
Portföy yatırımlarında* yabancı sermayenin gelişim düzeyi son yıllarda hız kazanmıştır. 20 yılda yaklaşık 430 kat artan yabancı sermaye portföy yatırımları son 4 yılda 8 kat artarak 8205’den 63754 milyar dolara yükselmiştir. “Sıcak para” olarak adlandırılan portföy yatırımlarındaki katlanarak büyüme, spekülatif amaçlı sermaye girişinin ne denli yoğunlaştığını gösteriyor. Sermaye girişinin önündeki engeller kaldırıldığı gibi, çıkışının da önünde engel yoktur. Hızla ve büyük miktarlarda gelen bu para, aynı hızla ve büyük miktarda da çıkabiliyor. Örneğin Güneydoğu Asya’da meydana gelen 1998 krizinde ve Türkiye’deki 2001 krizinde 6 milyar dolarlık çıkışlar yapıldığı biliniyor. Sürekli çıkış halinde olan bu “sıcak para”nın üçte birlik bölümü, devlet bonolarına yatırılmıştır. Hazine güvenceli bu bonoların net faiz geliri 2006’da yüzde 15 düzeyinde olarak dünya ortalamasının bir hayli üstündedir. Fakat bundan daha önemlisi mali piyasalarda elde edilen hakimiyettir. Devlet hazine bonosu çıkarıp satarak borçlanıyor, çarkını böyle döndürmeye çalışıyor. Yerli firmalar çıkardıkları hisse senetleri ile yeni ortaklıklar için kapı açıyor. Yağlı kemik peşindeki spekülatif sermaye, bu bono ve hisse senetlerine üşüşüyor. Daha karlı bir olanak çıktığında, bu sermaye cepleri dolu olarak, alıp başını gittiğinde, mali piyasalarda tsunamiler oluşuyor. Bu alan aynı zamanda birçok spekülatif oyuna da müsait. Birkaç puanlık faiz artırımı ya da azaltılması birçok firmayı bir anda tepetaklak edebilir.
Borsadaki yabancı sermaye payı, uluslararası finans tekellerinin Türkiye’deki etkinlik düzeyinin ulaştığı düzeyi gösteriyor.
Tablo 10 |
||
Yıllar |
Net yabancı sermaye girişi |
Borsada yabancı sermaye payı (%) |
1997 |
8 |
35,9 |
1998 |
-518 |
43,5 |
1999 |
428 |
57.7 |
2000 |
489 |
42,6 |
2001 |
-79 |
47,2 |
2002 |
-16 |
40,1 |
2003 |
9,5 |
50,3 |
2004 |
1427 |
54,9 |
2005 |
5492 |
66,4 |
Yabancı sermaye borsayı tam anlamıyla pençesine almış durumda. 2006’da yabancı sermayenin borsadaki payının yüzde 70’e vardığı hesaplanıyor.
Son 10 yılda yüzde 30’lardan yüzde 70’lere çıkan borsadaki yabancı sermaye payı bu alanda da sürecin hangi yönde aktığını resmediyor.
Kriz süreçlerinde meydana gelen çıkışlar konunun özünü etkilemez. Sermaye çıkışlarından bir müddet sonra girişler yeniden hız kazanmaktadır. Böylelikle kriz sürecinde hisse senedi değerleri hızla düşen birçok işletmeye çok ucuza sahip olabilmektedirler.
Banka ve sigorta şirketleri, portföy yatırımları ve borsada yabancı sermaye hakimiyetinin ulaştığı düzey, emperyalist finans tekellerinin Türkiye’deki mali piyasayı bütünüyle denetim altına aldığını gösterir. Sanayi sermayesinde olduğu gibi para sermayede de ipler onların eline geçmiştir.
Bu, Türkiye’nin bir rekabet sahası olmaktan çıktığını göstermez, fakat rekabetin biçiminin değiştiğini gösterir. Artık işbirlikçi tekellerin iç pazar üzerinde rekabetinden değil, emperyalist tekellerin Türkiye üzerindeki rekabetinden söz edilebilir. Türk tekelleri için rekabeti sürdürebilmenin yegane yolu, uluslararası tekellerden birine kapaklanmaktır. Elbette kapitalist ilişkilerin egemen olduğu her yerde, küçükten büyüğe şiddetli bir rekabet sürmektedir. Burada söz konusu edilen, rekabetin hakim biçimidir.
Yalnızca 1 ay (18 Ekim-18 Kasım 2006) içinde şirket satışları ile ilgili veriler, emperyalist tekeller, işbirlikçi burjuvazi ve Türkiye ekonomisinin yönü hakkında yeterli kanıtlar sunuyor.
Tablo 11 |
|||
Satılan şirket |
Pay |
Alıcı |
Tutar (Milyon dolar) |
Akbank |
20 |
Citybank |
3100 |
Cevahir |
50 |
Kuveyt Yatırım |
431,6 |
Doğan TV |
25 |
Axel Springer |
479,6 |
Döktaş |
54,96 |
Companella |
111 |
Abank |
50 |
Alphabank |
205 |
Turkcell |
5,88 |
Fonlar |
508,1 |
Toplam |
|
|
4886.3 |
1954-1979 arasında 25 yıl içinde Türkiye’ye giren yabancı sermaye toplam tutarı 228 milyon dolardır. 1980-2004 döneminde (ikinci 25 yıl) giren yabancı sermaye 17.341 milyar dolardır (doğrudan yatırım olarak). Fark çıplaktır. Bunun yarısına yakını (yüzde 48) 1995-2004 döneminde girmiştir. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları hızla artıyor. 2005 yılında 6.5 milyar dolar olan bu türden yabancı sermaye girişi ve yukarıdaki tabloda gösterilen bir ayda sermaye girişinin 5 milyar dolara yaklaştığı düşünülürse DYY’nin (Doğrudan Yabancı Yatırım) nasıl bir hız kazandığı anlaşılmış olur.
Uluslararası sermaye gözü dönmüşçesine, neyi bulursa ona saldırıyor. Bir ay içinde banka, imalat, basın, ticaret, iletişim gibi çok çeşitli sektörlerde alımlar yaptı. Görülüyor ki; emperyalist tekeller ekonominin her alanında doğrudan egemen hale gelmektedir. En büyükleri de dahil Türk menşeili bir firma ancak onlarla rekabet edebilir bir sermaye birikim gücüne sahip olursa “bağımsız” kalabilir. Uluslararası tekellerin bile birleşme ve yutma biçiminde sürekli birbirini tükettiği bugünkü uluslararası vahşi kapitalist rekabet koşullarında Türk tekelleri, en büyükleri de dahil, emperyalist tekellere sığınmak dışında bir “varoluş” şansına sahip değildir.
Sanılmasın ki, bu gelişme işbirlikçi tekellerin istemi dışında gerçekleşmektedir. Kapitalist ekonominin kanunları, kapitalistleri bu kanunlara uymaya zorunlu kılar. Türk işbirlikçilerinin de durumu budur. Kendini tüketmeye başlamış “eski ekonomi” yerine “dünyaya açılmak” 1980’den beri Türk işbirlikçi burjuvazisinin temel yönelimidir. O isteseydi de eski biçimiyle kalamazdı. Yüksek gümrük duvarları ile korunmuş iç pazarda emperyalist tekellerin işbirlikçisi olmaktan, onlara iltihak eden ve onların egemenliğindeki “açık pazarda” bir işbirlikçi olmaktan öte o tekellerin ta kendisinin organik uzantısı, onun Türk şubesi haline gelmek daha kazançlı ve ayakta kalmanın tek yoludur.
Özellikle son üç yılda yabancı sermaye şirketlerinin hücumuyla karşı karşıya kalındı.
Tablo 12 |
|
Yıllar |
Kurulan yabancı şirket sayısı |
1954-1999 |
4159 |
2000 |
447 |
2001 |
484 |
2002 |
498 |
2003 |
1108 |
2004 |
2120 |
2120 |
2879 |
İki yıl içinde (2004-2005) 45 yılda kurulan yabancı sermaye şirketlerinden daha fazlası kuruldu. 2000’de 447 yabancı sermaye şirketi kurulurken bu sayı 2005’te beş kat kadar artarak 2879’a ulaştı.
2006 sonu itibariyle 14208 yabancı sermaye şirketi bulunuyor. Bunlardan 11 bin 306’sı yabancı sermaye tarafından kuruldu, 2 bin 486’sı iştirak, 416’sı ise şube.
Yabancı sermaye şirketleri toptan ticarete (4 binin üzerinde şirket) ve imalat sanayine (2 binin üzerinde) yoğunlaşmış durumda.
Böylesi koşullarda vahşi rekabet en acımasız biçimde hükmünü sürdürür. Küçükten büyüğe yerli firmalar birbirini yutarak ayakta kalmaya çalışır. Büyük burjuvalar uluslararası tekellere sığınma yarışına girer. Ya yutacaksın, ya yutulacak. İçerdekiler birbirini yutuyor, emperyalist tekeller hepsini birden. Ekonomide hakimiyet kayıtsız şartsız emperyalist tekellerindir artık.
IV. Ekonomide Kriz Çanları
AB ilişkilerindeki kırılganlık, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ya da 2007 sonbaharında yapılması beklenen genel seçimlerin gerilimli atmosferinde 2007 içinde bir ekonomik kriz beklentisi artıyor. Dahası bu gerilimli siyasal atmosferin krizi tetikleyecek baş aktör olduğu ileri sürülüyor. 2007’de rejim krizinde derinleşmenin yeni bir boyut kazanacağına dair emare çok, fakat bunların hiçbiri olası bir ekonomik krizin gerçek nedeni değildir.
Ekonomik kriz siyasal altüst oluşlara yol açar, siyasal kriz ise var olan ekonomik kriz potansiyelini açığa çıkarabilir, tetikleyebilir, ama ekonomik krizin nedeni olmaz (elbette söz konusu edilen devrimsel krizler değildir. Belirli bir konjonktürdeki siyasal süreç ele alınıyor). Bu tip siyasal süreçler ekonomik krizlerin üzerinde etkide bulunur, ekonomik kriz yaratmaz.
Türkiye’de ekonominin yeniden yapılanması, onun yaşadığı dönüşüm, bugüne değin son 1015 yılda ortaya çıkan kriz dinamiklerini de önceki sürece göre dönüşüme uğratmıştır.
Uluslararası tekeller, emperyalist finans kapital Türkiye ekonomisinde hakim güç haline geldi. Hem işbirlikçileri ile ortaklıklarla hem de doğrudan gelerek bu topraklara da yerleşti. Bankalar, borsa, sigorta, imalat, büyük ticaret, turizm şirketlerinde etkin, egemen, hakim; her alanda onun borusu ötüyor. Türkiye onun için bir üs. Türkiye hem bir pazar, hem de bundan öte dünya pazarında söz sahibi olmak için yerleştikleri ülkelerden biri. Haliyle onların tekerine çomak sokmadıkça, onlara ilişmedikçe iç siyasal gelişmeler ekonomi üzerinde eskisinden çok daha az etki yapar. Buna karşın onların iç siyasetteki etkinliği dünden çok daha yoğundur, yoğun olacaktır.
Söz konusu olan ekonomi olunca ABD Merkez Bankası’nın faiz oranları, Tokyo borsasındaki hareketlilik, euro-dolar paritesi, Japon Yeni’nin değerinin yüksek ya da düşük oluşu, onları çok daha fazla ilgilendirmektedir.
Siyasal olaylar zaten var olan sıkışıklığın dışavurumuna vesile olurlar. Türkiye’deki siyasal bir gelişmenin ekonomik kriz yaratması için meydana gelen olayın dünya çapında, dünya siyasetini etkileyecek çapta olması gerekir. Bunun dışında ekonomi tıkırında işler.
Bu, bir ekonomik kriz olmayacağı anlamına mı gelir? Hayır. Tam aksine Türkiye ekonomik krize adım adım ilerliyor. Fakat bunun nedeni siyasal sorunlar değil, ekonomik yapının içinde biriken krizsel patlama öğelerinin geldiği aşamadır. Yapısal dönüşüme uğramış Türkiye ekonomisindeki yapısal sorunlardır ekonomik krizi yaratacak asıl neden.
ABD ekonomisinde 2007’de resesyon (durgunluk) olacağı öngörüsü de Türkiye’de ekonomide sert rüzgarlar eseceğinin habercisidir. Bu öngörü gerçekleşmese dahi Türkiye bir ekonomik kriz sathı mailine girmiştir. Merkez Bankası Başkanı, “Dövizle borçlanmayın” uyarısıyla bunun sinyalini verdi bile.
Emekçi sınıflar bakımından ekonomik kriz, kendi başına aldatıcı bir kavram. 2001’de kriz oldu ve 2002’den bu yana ekonomi istikrarlı biçimde büyüyor. Gel gör ki, işsizlik de, yoksullaşma da büyüyor. Hem de oransal olarak ekonomik büyümeden daha yüksek olarak. Dönüşmüş yeni ekonomik yapıda emekçiler için işsizlik gibi ekonomik kriz de kronik bir hal almış. Toplumsal üretkenlik ve gelir, ne denli artarsa artsın, işçi ve emekçilere düşen pay sürekli azalıyor.
Ekonomik kriz, yine de emekçiler için yeni sorunlar yaratır. Küçük burjuvazinin yıkımı -ani ve şok yıkımlar- küçük burjuvaziden işçi sınıfının saflarına yeni bölükler savurur. Kronik işsizlikte sıçrama olur. Kıyıda köşede küçük birikimleri olanlar, onu da kaybeder. Krizin en büyük acısını orta sınıflar olarak tabir edilen bu kesimler yaşar.
Burjuvazi içinse ekonomik kriz, kır çiçeklerinin gerçekte kâr çiçekleri olduğu gerçeğini görmesi demektir. Yıkımlar yeni bir denge oluşumuna yarar, bazıları için kâr çiçekleri, kan çiçeklerine dönüşür. Emperyalist tekeller lehine ekonomide merkezileşme ve yoğunlaşma yeni bir boyuta sıçrar.
Türk burjuva ekonomisinde olası krizin başlıca nedenlerini şöyle sıralayabiliriz.
A) Buzdağının Görünen Yüzü
1) Borçlar: Devletin ve daha çok da büyük burjuvazinin yüksek düzeyde borcu var. Kısa vadeli ve yüksek faizli bir borç bu. Büyük burjuvalar kısa vadeli borç yükü altına girmiş. Devlet de dış borçtan daha çok iç borçlar yoluyla büyük burjuvaziye borçlanmış. Devletin toplam gelirleri toplam giderlerinden küçük olduğu için borç katlandıkça katlanıyor.
Türk büyük burjuvazisi dövizle borçlanıp devletin yüksek faizli hazine bonosuna yatırıp gününü gün ediyor. Geri kalanını da yatırıma ayırıyor. Döviz kuru düşük olduğu için YTL kazanıp dolar ödemek sorun olmuyor. Fakat döviz fiyatlarındaki ani bir yükselme kârları bir anda sıfırlayabilir ve birçok firmayı iflas cehennemine gönderebilir. Örneğin, Mayıs ve Haziran ayında meydana gelen kısa süreli iki mali dalga ile dolar bir anda yüzde 30 yükselince, borçlar da bir anda yüzde 30 yükselmiş oldu. Döviz fiyatları tekrar eski seviyesine inince dalga, mini krizler yaratarak geçti.
Döviz fiyatları yeniden yükselişe geçti. Böyle devam ederse bu büyük sorunlar yaratır. Çünkü Koç da dahil, en büyük burjuvaların büyük döviz borçları bulunuyor.
2) Sıcak para: Spekülatif amaçlı para akımı öylesine hızlandı ve miktarı öylesine şişti ki, halihazırda 65 milyar dolara vardı. Türkiye’de hazine bono faizleri reel olarak çok yüksek. Bunun dışında da kolay yoldan para kazanmak için bütün yollar açık. Bu spekülatif av sahasında aşırı biriken sermaye daha krizin ilk belirtilerinde yüksek kazançlı yeni bölgelere yelken açar. Bu da krizin birden derinleşmesine yol açar. Bazen tersi olur, başka yerde yüksek kazançlar için ani sermaye krizi de mali bunalımlara yol açar. Çıkan sermayenin dönüşü uzarsa mali kriz üretim sektörüne de yansır. 1994 ve 2001 krizlerinde bu sonuçlar görüldü.
B) Buzdağının Görünmeyen Tarafı
1) Sözü edilen her iki kriz öğesi de (borçlar ve sıcak para) neden değil, sonuçtur. Krizi asıl güçlendiren neden; derinleşen yoksulluk, büyüyen işsizliktir. Halkın alım gücü gün geçtikçe düşmektedir. Bununla birlikte bireysel borçlanma da büyük boyutlara ulaştı.
Türkiye emperyalist tekellerin denetimine girdi. Sanayide ve tarımda küçük ve orta işletmeler bir bir iflas ediyor. Bu, üreticiler arasında mülksüzleşme ve işsizleşmeyle yoksullaşma düzeyi de büyüyor.
Emperyalist tekeller için ucuz işgücü cennetine dönüştürülen Türkiye’de işçi sınıfının ezici çoğunluğu açlık sınırının altında bir ücretle çalıştırılıyor. Bununla birlikte işsiz ve sefil milyonlarca insan çoğalmaya devam ediyor.
Devletin bütçe gelirlerinin ana kalemini (tek kalemi demek daha doğru olur) vergiler oluşturuyor. Bu vergilerin de büyük bölümü dolaylı vergilerden oluşuyor. Enflasyon düşüyor, fakat bunun emekçi halk için rahatlatıcı bir sonucu olmuyor. Hayat pahalılığı, dolaylı vergiler maskesi ile, hem de çok daha ağır biçimde, halkın sırtına bindirilmiş oluyor. Bu arada enflasyon oranı da beklenenin üstünde çıkıyor.
Mülksüzleşme, düşük ücret, işsizlik, artan vergiler altında bunalan halkın alım gücü, düştükçe düşüyor.
İç pazarı daraltmak; bir devlet politikası, yeni ekonominin temel düsturudur. Emekçiler daha az gelir sahibi olacak, böylece uluslararası sermaye ucuz işgücü için gelecek, dış pazarlara satılmak için daha ucuza mamul ürün elde edilecek, ihracat artacak; halk daha az tüketeceği için hem enflasyon düşecek hem tasarruflar artacak, ihracat ve tasarruftan gelen parayla yatırımlar yapılacak, böylece ekonomi sürekli büyüyecek, refah artacak. Refahın arttığı kesin; ama bir avuç sermayedarın refahı bu. Ezilen halkın sırtından uluslararası tekellerin kasalarına kaynak aktarılıyor.
2) Sistemde aksayan birkaç yan var. İhraç edilen ürünlerin üretimi için, ihracattan daha çok ithalat yapılıyor. İhracat arttıkça ithalat daha da büyüyor. Halk ne denli soyulursa soyulsun döviz açığını kapatmak için gerekli parayı karşılayamaz. O halde borçlanılacak. Kaçınılmaz sonuç, cari açığın büyümesi. Döviz fiyatları düşük, YTL değerli tutuluyor ki, ithalat ucuz olsun, sıcak para döviz getirip YTL’ye yatırsın. Döviz fiyatları yükseldiğinde devlet borçları artacak, ithalat pahalılanacak, kaçınılmaz olarak cari açık da artacak. Daha da önemlisi ithalat pahalanınca üretilen ürünler de pahalanacak, dış pazarlarda rekabet olanağı azalacak, mallar elde kalacak, içerde zaten talep daralması var. Sonuç; fazla üretim krizi.
YTL ucuzlar döviz pahalanırsa sıcak para YTL’den dövize dönecek. Sonuç; borsada kriz, mali bunalım.
Bunlar olası krizin iç faktörleridir. Dışarıda her şey süt liman olsa da, burjuva ekonomik kriz çanları çalıyor.
Dış koşullardaki krizsel etkiler, olası krizin çok daha sert geçmesine neden olabilir. Türkiye ekonomisi öylesine zayıf ve kırılgandır ki, Güney Afrika ve Brezilya’da 2006 Mayıs ve Haziran aylarındaki küçük çaplı mali dalgalanmalar Türkiye’de kısa süreli fırtınaya neden olmuştu.
Bugün en önemli sorun; ABD ekonomisinde resesyon (durgunluk) beklentisidir. 2007’de durgunluk olacağına dair hemen herkes hemfikir. Tartışılan resesyonun sert mi, yumuşak mı olacağıdır. ABD’de olası bir resesyon bütün dünyayı etkiler. Zaten kriz zilleri çalan Türk ekonomisi, çok daha derin ve uzun süreli bir sarsıntıya girer.
Daha bugünden krizin belirtileri vardır. Döviz fiyatlarındaki yükselme buna delalettir. İşbirlikçi burjuvazinin güvenli bir emperyalist tekele sığınmak için sıklaşan ortak arayışları buna kanıttır. Merkez Bankası Başkanı’nın dövizle borçlanmayın uyarısı yeterince açıktır.
Protestolu senet sayısındaki artış 2001 krizinden öncesine göre daha yüksektir. 2001 krizinden önce 800 bin civarında olan protestolu senet sayısı şu sıralar 950 bine çıkmış bulunuyor. Tutar açısından ise; 2001 öncesi 1.114 milyon YTL olan tutar, bugün 3 milyon YTL’nin üzerindedir.
Bu, piyasanın daraldığını, mal satışının azaldığını, para döngüsünün zayıfladığını gösterir.
Kriz engellenebilir mi? ABD’de beklentinin tersi bir gelişme olursa kriz engellenemez ama ertelenebilir. Burjuvazinin şu anki bütün çabası da bunun içindir.
Tablo Kaynakları
Tablo 1: Türkiye Ekonomisi, Hüseyin Şahin
Tablo 2: Para-Politika Ekonomik Dergi, 12-18 Kasım
Tablo 3: Türkiye Ekonomisi, s. 38
Tablo 4: Milliyet, 5 Ekim ve Türkiye ekonomisi- biz derledik
Tablo 5: Türkiye Ekonomisi
Tablo 6: Türkiye Ekonomisi
Tablo 7: Radikal, 3 Ekim
Tablo 8: Türkiye Ekonomisi, biz derledik.
Tablo 9: Sabah, 16 Ekim
Tablo 10: Sabah, 16 Ekim
Tablo 11: Milliyet, 26 Kasım
Tablo 12: Toplumsal Demokrasi, Kasım
Dipnot
* Portföy Yatırımları: Bir ülkede kurulu firmalarca çıkarılan hisse senedi ve tahvillerle hazine tarafından çıkarılarak uluslararası sermaye piyasasında satışa sunulan devlet tahvillerine, bir başka deyişle özel ve resmi menkul kıymetlere yapılan yatırımdır.