‘AB’ye üyelik’, bir süredir Türkiye iç ve dış politikasının en önemli gündem maddelerinden biri. Özellikle 17 Aralık 2004’ten sonra egemen sınıflar için her yol AB’ye çıkıyor, her tartışma AB’de düğümleniyor dense abartı olmaz. ‘AB’ye üyelik’, kuşkusuz Türkiye için yeni bir gündem ve tartışma değil. Ancak açık ki, mazisi onyıllar öncesine uzanan bu tartışmada 17 Aralık, yeni bir dönemeç oldu. 17 Aralıkla birlikte, ‘AB’ye üyelik’, Türkiye için bir niyet beyanı olmaktan çıktı, olmakta olan bir durum olarak karşısına dikildi.
Bu yüzden, siyasi yelpazenin, varlıklarını ve gelecek misyonlarını olumlu ya da olumsuz anlamda AB süreciyle doğrudan ilintili kabul eden tüm öbekleri, kendilerini yeniden tanımlama ihtiyacı hissetti. Bu çerçeve içinde sağcısından ‘sol’cusuna, liberalinden devletçisine, faşistinden ‘sosyalist’ine kadar hepsi, yeniden saf tutmak ya da en azından eski duruşunu yeniden açıklamak zorunda kaldı.
“Değişimci”’liğin öncüsü liberaller, müzakere tarihini “Yeni hayat” manşetleri ile selamladılar bu yüzden. Statükocuların ele başlan ise, müzakere tarihinde ikinci Sevr’i görüp dehşete kapıldılar ve yine ‘bağımsızlık elden gidiyor’ masalına sarıldılar. Bu saflaşmanın dışında kalan Marksist Leninist komünistler ve diğer devrimci ve ilerici demokrat konumdaki antiemperyalistler ise, ısrarla AB’nin tekelci emperyalist bir birlik olduğu gerçeğinin altını çizdiler, üyelik sürecinin emekçiler için bir umut ve çözüm olmayacağını söylediler.
Bu odaklaşma zemininde AB karşısındaki ana eğilimler şöyle şekillendi: ulusalcı yandaşlık, ulusalcı karşıtlık, antiemperyalist karşıtlık.
Bu üç tutumun dışındaki tüm irade beyanları, ister istemez nüans düzeyinde farklılıklar olarak kaldıkları ve kalacakları için, bu üç gruptan birine kolayca dahil edilebilirler.
Ulusalcı yandaşlık, “Türkiye’nin çıkarları ve demokratikleşmenin bir gereği olarak” AB’ye üyeliğini savunuyor. İçinde “sol” ve “sağ” alt-gruplaşmalar olsa da bu eğilim, kolay yoldan AB liginde top koşturma heveslilerinden meydana geliyor. Takım kaptanları, sermaye oligarşisi. Öyle çok zora gelme taraftarı değil ulusalcı yandaşlar, demokratikleşmenin sancılarını gözleri pek tutmuyor, ithal demokrasiye güveniyorlar. Bu nedenle “demokratikleşme” için AB’nin Türkiye’ye müsamaha göstermesini istiyor, “Hele bir AB’ye girelim, nasıl olsa değişiriz” havalarındalar.
Bu gruba dahil olan sol-liberaller, ki yazımızın asıl muhatabı da onlardır, emekçilere güven yitimi içinde olduklarından, faşizmi ehlileştirmesi için AB’ye dua ediyorlar. Bazıları, açıktan ‘Evetçi’ şeklinde bir tutum içindeyken, bazıları ise o kadar bile dürüst değil. ‘Emeğin Avrupa’sı’ masalına sarılmış ‘Havet’ diyorlar. Sanki böyle bir şey mümkünmüş. Faşizmden çok çekmişler, artık bir Avrupa seyahatini hak ettiklerini düşünüyorlar. Siniktirler, güvensizdirler, iktidarsızdırlar... Güçsüzlüklerini yüzlerine vuran ve eleştiren antiemperyalistlere işte bu yüzden diş biliyor, onları tarih dışı ya da milliyetçi olmakla suçluyorlar.
Oysa milliyetçilik hastalığına tutulanlar asıl onlardır. Çokbilmiş sol-liberallerimiz, Türk emekçileri ile Kürt halkına kolay yoldan demokrasi ve rafah vaat ediyorlar. Faşizmden canlan o kadar yanmış ki, ucuz hesaplar peşinde koşuyorlar. “Bizim yapamadığımızı AB yapabilir. Bakın, üyelikten önce ile sonra ne kadar çok şey değişti” diye tutturmuşlar. Yüreklerini öyle bir umutsuzluk basmış ki, bu değişimi zorunlu hale getiren asıl gücün ezilenlerin, yani Kürt halkının ile Türk işçi ve emekçilerin mücadelesi olduğuna akıllan basamıyor. AB’nin, Bosna’da, Afganistan’da, Irak’ta ve son olarak Fildişinde yaptıklarını görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Avrupa’nın ve dünyanın merkezine Türkiye’yi koyuyorlar. Dünyaya kendilerinden bakıyorlar. İşçi sınıfının ve ezilenlerin gelişen antiemperyalist direnişi ve enternasyonal mücadelesi hiç umurlarında değil. Ulusal çıkarlar onlar için herşeyin üstünde. Sanki dünya onlar için dönüyor. Asıl milliyetçilik bu değil de nedir? Özcesi, sol liberaller, faşizmden kurtulayım derken emperyalist yılana sarılıyorlar.
Gelelim ulusalcı karşıtlara... Ulusalcı karşıtlar, ulusalcı yandaşlara göre daha yekpare bir grup görünümü sergiliyor. Kuşkusuz içlerinde “sağ” ve “sol” söylem sahipleri var ama Kızıl Elma ittifakında cisimleşen bu yapı, artık bir mozaikten çok bir mermeri andırıyor. Generallerden DYP ve MHP çetelerine, İP provokatörlerinden bakanlıkların( içişleri, dışişleri gibi etkin olanlar) üst düzey yönetici bürokratlarına kadar bu grubu birleştiren şey, iddia ettikleri gibi, tabii ki “vatan ve millet sevgisi” değil. Onlar; palazlandıkları bataklığa AB gibi bir devin göz koymasına ve kendi çıkarlarına göre düzenlemesine karşılar. Ekonomik ve siyasal rantlarına ortak çıkılmasını istemiyorlar. Statükonun yıkıntıları arasından Kürt halkının kolektif ulusal kimlik iradesinin boy göstermesi olasılığından dehşete kapılıyorlar. Bu yüzden, “Türkiye AB’ye girebilir ama kendi istediği koşullar altında” diye tutturuyorlar.
Üçüncü grup ise antiemperyalist karşıtlar. Bu eğilim, enternasyonalist bir tutum takınarak, tekellerin birliği ile işçi ve emekçilerin enternasyonal birliğinin, taban tabana zıt çıkarları temsil ettiğini vurguluyorlar. Tekellerin birliğinde işçi ve emekçilerin payına yoksulluk, baskı, hak gaspları ve daha fazla sömürüden başka bir şey düşmeyeceğine dikkat çekiyorlar. Bunu sadece onlar değil, Avrupalı sınıf kardeşleri de eylemin diliyle söylüyor. Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya ve İngiltere başka gelmek üzere, Avrupa işçi sınıfı ve emekçilerin neoliberal saldırganlığa karşı son dönem eylemleri bunun açık kanıtı. Bu yüzden antiemperyalist karşıtlar, bıkmadan usanmadan AB’nin emekçiler için bir umut ve çözüm olamayacağına işaret ediyorlar.
"Sol" içindeki AB'cilere süngü çekmek
Yukarıda da değinmiştik, bu yazının asıl konusu “sol” içindeki AB’cilere süngü çekmek. Sol-liberaller ile onların etkisindeki sendikacıların, ‘Sosyal Avrupa’ ve ‘Emeğin Avrupası’ demagojilerini boşa çıkarmak. Bu cenah içinde yer alan “Evetçiler” ile “Havetçiler”in, Türk işçi ve emekçileriyle Kürt halkının bilincini bulandırdıklarını göstermek. Bunun için, Türk burjuvazisinin ballandıra ballandıra anlattığı AB’ye kendi gözlerimizle bakacağız. Avrupalı emekçileri dinleyeceğiz. Ama önce şu “Evetçiler ”i ve “Havetçiler”in kirli çamaşırlarını yere serelim isterseniz.
Bakın ne diyor, ÖDP Genel Başkam Hayri Kozanoğlu Evrensel gazetesine verdiği 8 Şubat tarihli röportajında: “(...) emek temelli, sosyal politikalar temelli demokratik bir Avrupa olursa, biz Avrupa ile bütünleşmeyi, ulus devlete çekilmeye tercih ederiz.” “Biz AB’ye giriş kararını halkın vermesi gerektiğini (...) düşünüyoruz.” H. Kozanoğlu, ÖDP 3. Kongresi’nde benimsenen ‘Havetçi’ tutumun, 2005 Ocak’ındaki 4. Kongre’de de onaylandığını belirterek, “Avrupa’daki işçi sınıfı, özgürlük hareketleri uzun bir mücadele vermişler ve bunun sonunda önemli bir deneyim biriktirmişler. Şu anda onun parçası olmak bizim için çok önemli” şeklinde konuşuyor.
ÖDP içinde azımsanmayacak sayıda insan ve grup “Evetçi” tutumu savunsa da çoğunluk Kozanoğlu’nun da sözlerinden anlaşılacağı üzere hala ‘Havetçi’. ÖDP, Türkiye’deki ‘Havetçi’lerin açık politik temsilcisi konumunda. ÖDP, tüm Havetçiler gibi Avrupa ile bütünleşmenin Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir adım olacağı savunuyor. Neoliberal saldırganlık ile özdeşleşen Avrupa Birliğini açıktan savunamadıkları için, “(...) emek temelli, sosyal politikalar temelli demokratik bir Avrupa olursa biz Avrupa ile bütünleşmeyi, ulus devlete çekilmeye tercih ederiz” şeklinde eğilip bükülüyorlar. “Kararı halka bırakıyoruz”un, AB sermayesi ile bütünleşmek için can atan sermaye oligarşisine düpe düz destek vermek olduğunu bilmiyorlar mı? Pekala, biliyorlar, ama işçi ve emekçiler karşısında yüzleri tutmayacağı için sol gösterip sağ vurmaya çalışıyorlar.
“Kararı halka bırakarak” utançlarını gizliyorlar ama anlaşılan bu da yetmiyor, “büyük Avrupa sendikaları ve sol güçleri ile kurulacak ittifaklara” dikkat çekerek hedef şaşırtıyorlar. Avrupa emekçileri ile enternasyonalist bir mücadele birliği kurulması için AB projesi içinde yer almak gerektiğini iddia ediyorlar. Bu da yetmiyor artık diğer AB’ciler, iyice zıvanadan çıkıp, açıktan ‘Evetçi’ oluyorlar. Köşelerinden, “Ben bir Avrupa Birliği taraftarıyım. Oh be! Öyleyim” (1) diye seslenebiliyorlar. Yine köşelerinde faşizme bir günde ‘demokratik devrim’ yaptırabiliyorlar.(2) AB’ye devrim yaptıranlar tabii ki suçlarını gizleme ihtiyacı hissediyorlar. Bu yüzden saldırganlaşıyorlar. Anti-emperyalist mevzide kalmakta ısrar eden politik anlayışları “devlet kapitalizmini” savunmakla, milliyetçilikle suçlayabiliyorlar.
Nasıl mı? İşte ‘Evetçiler’in yılmaz sesi Birikim dergisinden bazı seçmeler: “Korkmayalım AB’de hayat var, hem de herkese. Liberalinden ırkçısına, solcusundan komünistine, hayata tutunabilmeyi becerebilen herkesin irade koymasına açık bir yer AB” (3),
“Bir tane Avrupa yoktur. Nasıl Türkiye alabildiğine heterojen bir toplumsal ve farklı toplumsal/ siyasal tasavvurlar mücadele halindeyse, Avrupa’da da böylesi bir heterojenlik söz konusudur. AB’nin mevcut emperalist vb. politikaları değiştirilemez tanrı buyruğu değildir ve politik mücadele konusudur. AB içindeki sol muhalefet de, Türkiye’deki emsallerine göre daha başarılı bir şekilde, bu işlerle uğraşmaktadır. Mevcut durumda AB içindeki sosyalist solun AB’nin temel politikalarını büyük ölçüde belirleyebilecek bir güçte olmaması, bu politikaları hiç etkilemediği veya etkileme/ belirleme potansiyeli taşımadığı anlamına gelmez.
(... )
AB’nin demokrasi standartlarının (ve bu meyanda Türkiye’den talep ettiği reformların) nihai olarak burjuva/ liberal karakterde olması, Türkiye sosyalistlerinin bu reformlara burun kıvırmasını gerektirmez. Çünkü; 1)Bu standartlar, Avrupa’da iki yüzyıla dayanan toplumsal/ sınıfsal mücadelelerin bir ürünüdür ve bu anlamda solun kazanımlarını da yansıtırlar. 2) Türkiye sosyalist hareketinin onyıllardır uğraşmak zorunda kaldığı meselelere bakarak, bunların ‘demokratik haklar’ başlığı altında toplanabileceğini görürüz.
(... )
Her ne kadar kapitalistler öncülüğünde bir ekonomik çıkar birliği olarak başlamış olsa da, AB, zaman içinde çok sayıda egemen ulus-devletin (ki bunların çoğu yakın zamana kadar birbiriyle boğazlaşma halindeydi) egemenliklerinin bir kısmını devrederek, en azından potansiyel olarak bir siyasi entegrasyon sürecine dönüşmüştür”. (4)
Uzunca bir alıntı ama bunlar, Birikim’in AB güzellemelerinden sadece küçük bir bölüm. AB sürecinin başından beri açık bir ‘evetçi’ tutum takman Birikim dergisi yazarları, artık AB’yi savunma konusunda iyiden iyiye ustalaşmışlar.
AB’yi öyle bir allayıp süslemişler ki, Biri kim ci küçük burjuva ideologlarr takdir etmemek mümkün değil! Kalemşorluksa, sermayenin yeminli ideologu Ertuğrul Özkök’e taş çıkartıyorlar. Demek ki insan devrim ve sosyalizmden umut kesince, pekala emperyalist canavarlar bile gözüne şirin gözükebiliyormuş.
AB emperyalistlerin birliğidir
Oysa bakım ne diyor Lenin, 1. Dünya Savaşı’nın o dehşet dolu günlerinde, “Kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır... ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa’daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa’dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika’ya sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla.”(5)
Yani kapitalistler arasındaki ittifakların ya da birliklerin iki temel amacı olabilir: Emekçilerin sosyalizm yürüyüşünü engellemek ya da emperyalist rakiplerine karşı sömürgelerini korumak. Tarih sahnesine AB’de bu amaçlar için çıkmadı mı? AB, 2. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Avrupa emperyalistlerinin “sosyalizmi ortaklaşa ezmek” için kurdukları ‘Çelik Birliğimden türemedi mi? Avrupa Ekonomi Topluluğu’na (AET) giden yolun itici gücü bu değil miydi? AB’nin öncülü birlikler, SSCB’ye karşı ünlü Marshall doktrini çerçevesinde ABD emperyalizmi tarafından finanse edilmedi mi? Ya da ‘90’larla birlikte, ABD’nin “sömürge yağmasına” ortak olmak isteyen Almanya ile Fransa’nın güç birliğine evrilmedi mi? Ve varlık nedeni hala ABD’ye kafa tutmak değil mi? Soğuk Savaş’m bitişiyle başlayan ve Irak işgaliyle tepe noktasına ulaşan emperyalist sistemdeki krizin nedeni bu hegemonya dalaşı değil mi?
"Emeğin Avrupa'sı" tezinin fikir babası ETUC ne yapar?
Türkiye “sol”unun ve sendika bürokrasisinin “Emeğin Avrupa’sı” tezi, esas olarak Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) bürokrasisinden alıntıdır. Oysa 28 ülkeden 61 ulusal konfederasyon ile farklı sektörlerden 14 Avrupa federasyonunu birleştiren ETUC, tabanını harekete geçirmek için hiçbir ciddi çaba göstermeyen, yalnızca uzmanların tepeden iş bitirmesine dayanan, son derece hantal ve bürokratik bir sendikal yapıdır. Yani Türk-İş’ten hiçbir farkı yoktur. Hatta, savunduğu sendikal anlayış kadar kuruluşu bile çok benzer. Her ikisinin de fikir babası, 1945 sonrası uygulamaya konulan Marshall planıdır, Soğuk Savaş’tır. Türk-Iş gibi ETUC da, işçilerin militanlaşan mücadelesini saptırmak ve boğmak için bizzat ABD yönetimi tarafından kuruldu. Türk-İş’in CIA tarafından kurulduğu hatırlanacaktır.
ETUC, AB yapıları içinde yüksek bir kurumsal temsil gücüne sahiptir, AB Komisyonu’nun sağ koludur ve daha yaygın bir Avrupa bütünleşmesi fikrinin de en hevesli destekçilerindendir. Üyelerinin kitle gücüne dayanarak AB üzerinde baskı oluşturmaktansa, AB kuramlarında “mini-büyükelçilikler” oluşturarak lobi faaliyetleri yürütmektedir.
ETUC önderliği, AB bürokrasisinin ideolojisine bütünüyle emilmiş durumdadır. Tıpkı onun partiler düzlemindeki yansıması olan Avrupa Sol Partisi(ASP) gibi. ASP, 8 milyar Euro bütçe için kapitalizmin AB Anayasasına ‘Evet’ dedi. İşte ETUC da aynen öyle, AB Komisyonu’na mali açıdan göbekten bağımlıdır. Bu yüzden, neoliberal saldırganlığa karşı seyirci konumundadır. ETUC’a ne yapacağını, hatta ne düşüneceğini dikte eden, AB Komisyonunun ta kendisidir. Bu onların diline bile yansımıştır. Onlar için emeğin, yani Marksizm’in ve sosyalizmin dili artık çağdışıdır. Esneklikle iş güvencesini, özelleştirme ile sosyal hakları aynı metin ve cümlelerde pekala birleştirebiliyorlar. Oysa aralarında, sömürü ilişkisinin tarafları kadar uzlaşmaz bir karşıtlık var. İki dünyanın, iki uzlaşmaz sınıfın dilleri nasıl aynı olabilir? Demek ki, farklı dünyalardan olma durumu çoktan ortadan kalkmış, birileri çoktan sermayenin safına transfer olmuşlar!
AB Anayasasına yaklaşım, ETUC’un hangi safta yer aldığının çok güzel bir örneği aslında. Anayasanın “Birlik’in Tanımı ve Amaçları” başlığı altındaki 3. maddede şöyle bir ifade yer alıyor: “Birlik, tam istihdam ve toplumsal ilerleme hedefine sahip rekabet gücü yüksek bir sosyal piyasa ekonomisi, dengeli ekonomik büyümeye dayanan, sürdürülebilir şekilde Avrupa’nın kalkınması için çalışır.” Buradaki can alıcı nokta, “rekabet gücü yüksek bir sosyal piyasa ekonomisi” ifadesidir ama nedense, sol-liberallerimiz bu bölümü genelde yok sayarlar, alıntılamazlar. Gözlerinden kaçmıştır belki ama o kadar da masum olduklarını düşünmek gerçekten saflık olurdu.
“Rekabet gücü yüksek” ifadesi, AB projesinin özü ve ruhudur. ‘Emeğin Avrupa’sı’ iddiasının antitezidir. Rekabet gücünü yükseltmek, maliyetleri düşürmektir. Maliyeti düşürmek ise işçilik maliyetlerini düşürmektir. Yani, daha fazla sömürü, daha fazla güvencesizleştirmedir. Bu kadar açık! Avrupa’da olmakta olan da zaten bu değil mi? Almanya’daki Ajanda 2010 ve Hartz 4 adlı neoliberal saldırı programı, Fransa’daki 35 saatlik işgününü 40 saate çıkaran düzenleme, İngiltere’deki mezarda emeklilik yasası, bu değilse nedir?
Ama en ilginci ve sol-liberallerimizin en zor açıkladıkları şey, ETUC’un emeğin serbest dolaşımı konusundaki politikası olsa gerek. Çünkü ETUC, yeni üye ülkelerin emekçilerinin serbest dolaşım hakkına uzun vadeli kısıtlamalar getirilmesini savunuyor. Yani, metaların, sermayenin serbest dolaşımını benimseyen ve savunan ETUC, bu hakkı sınıf kardeşlerine çok görüyor. Bunun neresi enternasyonalizm? Bu, düpedüz milliyetçilik değil mi? Sınıfı kim bölüyor; biz mi, fikir babanız ETUC mu?
“Sosyal Avrupa” ve “Emeğin Avrupa’sı” tezlerinin mimarı, gerek içinde önemli bir yer tuttuğu Ekonomik ve Sosyal Komite düzeyinde, gerekse konfederasyon ve bağlı sendikaları düzeyindeki lobicilik çalışmaları ile emeğin serbest dolaşım hakkı üzerine kısıtlamalar konulması için bastırıyor. Bizimkiler ise enternasyonalizm adına AB’ye işaret ediyor. Ne traji-komik bir durum! Bu işte bir gariplik yok mu?
Bizce yok! Ezilenlere ve onların değiştirme gücüne güvenini yitirenler, tabii ki, ayrıcalıklarını savunmak için her yol mubahtır diyecekler. Köksüzleşecekler, işçi sınıfına ve emekçilere ihanet edeceklerdir. Düpedüz milliyetçilik yapacaklardır.
AB "cenneti"nde bir cehennem: Doğu Avrupa
“Doğu Avrupa ülkeleri, bugün tam yarı-çevre ülkelerine ait özellikleri geliştirmektedirler: İkili ekonomik yapılar ve güvencesiz büyüme perspektifleri. Doğrudan yabancı yatırımlar altında, ekonomilerinin bir bölümü gelişti ve ulus-üstü birikim rejimi ile birleşti... Modernleşme adacıkları çöküntü bölgeleri, sektörleri ve toplumsal grupları ile iç içe geçti. Üstelik bu ülkelerin AB ile olan büyüme uçurumu ‘90’lı yıllarda katlanarak arttı. ... Finans, iletişim ve hizmet sektörlerinde yabancı sermaye egemenliği olağanüstü boyutlara tırmandı; avantajlı oldukları sektörlerde gerilediler. Hizmetler sektörü büyürken, meta zincirlerinde üretilenler yalnızca montaj hattının ikinci sınıf parçaları haline geldi. Sendikaların, sol partilerin, emeğin pazarlık gücü olağanüstü düştü. Sendikalaşma oranları dramatik biçimde azalırken, yepyeni sendikasız sektörler ortaya çıktı. İşsizlik, toplumsal kutuplaşma ve toplumların kendi içinde uçurumlar yaratan yeniden yapılanma zorlamaları, milliyetçi ve yabancı düşmanı güçlerin tabanını genişletti.” (6)
Bu ifadenin rakamlar dilindeki ifadesi şu: 2002 yılında doğudaki ortalama işsizlik batının iki katı (yüzde 11.7 ve yüzde 6.7) iken, çalışma saatleri daha uzun (43 saate karşı 37.7 saat) ve ücretler çok daha düşüktür (ortalama 394 euro aylık ücrete karşılık, ortalama ayda 1930 euro). Bu ülkelerdeki işçilerin 2011 yılma kadar diğer AB ülkelerinde serbest dolaşım hakları bulunmamaktadır ve 1990’larda yüzde 51 olan sendika üyeliği 2002’de yüzde 26’ya düşmüştür. Üstelik bu ülkelerle çekirdek AB üyeleri arasındaki gelişmişlik farkı da azalmamakta, tersine derinleşmektedir: Her yıl yüzde 4 büyüseler bile AB’yi yakalamak için Slovakya’ya 40, Polonya’ya 60 yıl gerekmektedir. (7)
İşte AB’nin, toplumsal refah ve demokrasi ihraç ettiği Doğu Avrupa gerçeği. Bu emperyalist birlik, 2004 Mayıs’ında AB’ye kabul edilen 10 eski Doğu Avrupa ülkesinde işçilerin yaşam ve çalışma koşullarında büyük bir yıkım getirmiştir. ‘Emeğin Avrupa’sı’, gerçek yüzünü göstermiştir. Diğer adıyla ‘Sosyal Avrupa’, tatlı bir rüya olmaktan çıkmış, bir kâbus olarak Doğu Avrupalı işçi ve emekçilerin üzerine çökmüştür. Refah ve demokrasi beklentisi, büyük bir hüsranla sonuçlanmıştır. AB “cennet”ine üye olmayı bekleyen Doğu Avrupa, ola ola AB’nin ucuz işgücü cenneti olabilmiştir. Bu da cehennemin ta kendisidir zaten.
Ülkelere daha yakından bakalım:
Macaristan
AB ile bütünleşme sürecinde, “dünyanın en dinamik 10 ekonomik bölgesinden birisi” ilan edilen ve elektronik alanındaki yoğun yatırımlar nedeniyle “General Electric ülkesi” adı verilen Macaristan, bu süreçte Mannesmann, Philips, IBM, Kenwood, Samsung, Siemens gibi birçok uluslararası tekelin öncelikli yatırım bölgesi haline geldi. Ancak bu Macaristan işçisine mevsimlik işçi kiralama, sıkça işten çıkarmalar yoluyla kıdem düşürme, güvencesiz ve asgari ücrete çalışma olarak geri döndü. Doğu Avrupa’nın bu en büyük elektronik ihracatçısında, artık yarı vasıflı, çoğunlukla kadın işgücünün güvencesiz koşullar altında çalıştırıldığı bir istihdam rejimi var.
Slovakya
Slovakya’da da durum çok farklı değil. 2002 yılında dünyanın 17. otomobil ihracatçısı haline gelen Slovakya da işçiler, VW, Peugeot, Honda ve Hyundai gibi büyük tekellerin ve bunların yan sanayilerinin ucuz işgücü haline geldiler. Bu dev şirketler, Slovakya’da halk demokrasilerinin mirası ucuz, esnek, vasıflı işgücü buldular. Üretim bölgesi de Avrupa pazarlarına yakın olunca değmeyin bu kan emicilerin keyfine: 2001’de Slovak VW işçisine ödenen ücret, Almanya’dakinin beşte biri; Almanya’da çalışma haftada 28.8 saatken, Slovakya’da 35.7 saat. Hem bu koşullarda çalışmak da o kadar kolay değil: İşçiler, kalıcı istihdama geçmek için, önce 1 yıl bir taşeron şirket tarafından sözleşmeyle kiralanmayı kabul etmek zorundalar. Slovakya hükümeti, ayrıca daha da Avrupalılaşabilmek(l) için, 2004’de işgücünü tamamen esnekleştiren bir iş yasası çıkarttı, emeklilik yaşını 62’ye yükseltti. Ülkedeki işsizlik oranı yüzde 20’lere merdiven dayadı. Yani Slovakya’ya AB bereketi yağdı!
Polonya
Polonya’da ise işçiler, yüzde 18’lere ulaşan işsizliği “kutlamak” için sokaklara çıktıklarında, polisin saldırısına maruz kalınca, “sevinçlerini”, molotof kokteylleri ile Ekonomi Bakanlığını basarak gösterdiler. Anlıyacağınız, Polonya’da da durum, Macaristan ve Slovakya’dan pek farklı değil. Bir zamanlar Avrupa’nın en büyük 2. kömür üreticisi olan Polonya’da, AB’nin madencilik, çelik ve tarım sektörlerini “aşın kapasite” gerekçesiyle tasfiye etmesi üzerine işsizlik kol geziyor. Tasfiye edilen madencilik bölgesi Silezya’daki işsizlik oranı yüzde 36’ya ulaşıyor. AB’ye üyelik sürecinde Polonya’nın, halk demokrasisi döneminden kalan ağır sanayi yatırımlan hizmet dışı bırakıldı, onun yerine inşaat malzemeleri, otomobil montajı, gıda işleme, mobilya ve enformasyon teknolojileri yaygınlaştırıldı. Polonya, montaj ve ucuz emeğe dayanan sanayi yatırımları ile doldu taştı.
Doğu Almanya
Sol liberal aklıevveller, pekala “Siz de ne kadar sabırsızsınız” diyebilir, bu yüzden on yılı aşkındır Batı Almanya’nın ‘şefkatli kolları altında korunan’ Doğu Almanya’ya bakmakta fayda var. Doğu Almanya, Doğu Avrupa’daki sefalet için SSCB’yi ve onun hegemonyası altındaki ülkeleri günah keçisi ilan etmek isteyenlere de iyi bir cevap. Doğu Almanya ile Batı Almanya’nın balayları çoktan bitti. Doğu Almanya, tam 15 yıldır, AB “medeniyeti”nin koçbaşlarından Batı Almanya ile evli. Bu yüzden Doğu Almanya örneği karşısında SSCB’yi suçlama komikliğine düşmezler herhalde!
Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya’da toplumun %13.5’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 1.2 milyon çocuk yoksul. Ve belki en çarpıcısı; Ocak ayı itibarıyla Almanya’da resmi işsizlik 5.5 milyonu aştı. Yani, tam tamına yüzde 12. Ki bu sadece buzdağının görünen kısmı. Gerçekte bu rakamın çok daha fazla olduğu söyleniyor. Ama bu rakamlar bile çok şey anlatıyor. Berlin Duvarı’nın üzerinde yeller esiyor artık ama Pazartesi yürüyüşçüleri yine görevlerinin başında. Duvarı yıkanlar, şimdi kapitalizme karşı çekiç sallıyorlar. Kat edilen mesafesi, yaşanan bilinç dönüşümüne işaret ettiği için Alman burjuvazisi bu isimden hiç memnun değil. Ama onların memnun olmaması neyi değiştiriyor ki?
İşte, Doğu Almanya’daki korkunç yıkım tablosu: Bir zamanlar sosyalist kampın en sanayileşmiş ülkesi olan Doğu Almanya’nın bütün tekstil, deri, konfeksiyon, optik ve elektronik fabrikaları kapatılmış, İnterflug havayolları, Pentakon fotoğraf makineleri, Trabant ve Wartburg araba fabrikaları gibi devasa şirketler dağıtılmıştır. Bu acımasız özelleştirme sonucunda Doğu Almanya sanayisizleştirilmiş ve kapitalizmle birlikte bütün sorunlarının çözüleceğini sanan kitleler, 1994 itibariyle işçilerin yüzde 77’sinin işlerini kaybettiklerini ümitsizlikle görmüşlerdir. Yani, Doğu Almanlar kısa sürede “kendi ülkelerinde yaşayan yabancılar” konumuna düşürülmüşler. 40 yılda oluşturdukları her şey değersizleşmiş, iki Alman devletinin “birleşmesini” beklerken, gerçekte olan Batının Doğu’yu yutması olmuştur.
Avrupalı emekçilerin gözüyle AB’nin verili tablosu işte bu. Tablo bu kadar vahim. Sadece AB’ye yeni katılan ülkeler ya da Almanya için değil, tüm Avrupa için benzer bir durum söz konusu. Ve durum git gide de kötüleşiyor.
Türkiye gibi ülkelerle kıyasla AB için hala bir yüksek yaşam standardından söz edilebilse de, bu durum geçicidir. Çünkü Avrupalı kapitalistler, dünyanın geri kalan ülkelerindeki emekçilerin sömürüsü üzerinden sağladıkları birikimi artık işçi ve emekçilerle paylaşmak istemiyor, böyle bir zorunluluk hissetmiyor. SSCB’nin yıkıldığı ve militan bir sınıf hareketinin olmadığı koşullar altında neden böyle bir diyet borcu ödesin ki? Onlar her zaman çok rasyonel ve pragmatik. ‘90’larla birlikte meydanı boş buldular ve daha fazla kar için saldırıya geçtiler. Avrupalı işçi ve emekçilerin, çalışma koşulları, ücretler, sendikal ve sosyal haklar gibi tarihsel kazanımlarını şimdi bir bir gasp ediyorlar.
Sermayenin bir yüzü IMF ise diğeri de AB'dir
Son olarak, AB’ye bir de Türk ve Kürt emekçilerin gözüyle bir bakalım. Kürt halkının kolektif ulusal varlığının reddi ve devrimci tutsaklara dönük F tipi işkence bile “demokrasi” havarilerinin ‘Havet’lerini ağızlarına tıkmaya yeterli. Bu yüzden, IMF’nin arkasına gizlenmek istenen AB’nin emek düşmanı yüzünü deşifre etmek daha önemli. Soru şu: AB’nin Katılım Öncesi Ekonomik Programı, ABD ile özdeşleştirdiğimiz IMF’nin stand-by’ından çok mu farklı? Ya da neden IMF başkanının geleneksel olarak bir Avrupalı olduğu unutturulmak isteniyor halka?
Neoliberal yıkım politikalarının bir ayağı ABD emperyalizmi ise diğeri de AB emperyalizmidir. Sermayenin bir yüzü IMF ise diğeri de AB’dir. Bu çok açık. Şu ana kadar Türk ve Kürt işçi ve emekçiler hep karşılarında IMF’yi gördükleri için asıl düşmanları olarak onu bellediler. Ancak AB’yi de en az IMF kadar yakından tanıyacaklar bundan böyle.
Çünkü AB’nin bir yüzü Kopenhag kriterleri ise diğer yüzü de Maastricht kriterleridir. AB Komisyonu’nun Maastricht kriterlerini esas alarak hazırladığı ve 6 Ekim’de açıkladığı “ilerleme Raporu”, IMF’nin acı ilaç reçetelerine benzer “tafsiye”lerle doludur. 182 sayfalık ilerleme Raporu’nun sadece ilk 57 sayfasını, aşina olduğumuz Kopenhag kriterleri oluşturmaktadır. Rapor’un geri kalan uzunca bölümü ise, Maastricht kriterleri olarak bilinen ekonomik düzenlemelere ayrılmıştır. Bu belgede AB’nin gerçek yüzünü görebilmek mümkündür: “Devlet, özelleştirilmeye hız vermeli. Yabancı yatırımcıların önündeki engeller kaldırılmalı.”
Ne demek bu? SEKA bir an önce kapatılmalı. TÜPRAŞ, THY, ERDEMIR vb. birçok yer bir an önce özelleştirilmeli. 4857 Sayılı kölelik yasası, Meclis’te onaylanmalı. Böylece esnek ve güvencesiz çalışma yasalaştırılmak. Sendikal örgütlülükler dağıtılmalı ya da ‘Çağdaş Sendikacılık’ normlarına göre yapılandırılmalıdır. Tarım yeniden yapılandırılmalıdır. Sadece AB için değil, işbirlikçi tekelci burjuvazi için de, yüzde 30’luk tarımsal nüfus kabul edilmez bir durumdur. Türkiye’deki kırsal nüfusun AB düzeyine çekilmesi için, sayıları 5-6 milyonu bulan üretici köylü bir an önce topraksızlaştırılmalıdır. Özcesi sermayenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. İşte AB’nin istekleri! Emeğin Avrupa’sı bunun neresinde?
Sovyet devriminin, iki emperyalist dünya savaşının ve Avrupa emekçilerinin militan mücadelesinin bir bileşkesi olan “Sosyal Avrupa” artık tarihe karışıyor. AB’ye emekçilerin gözüyle bakmak, bu gerçeği görmek için yeterli. Ama anlaşılan bazıları, dünyaya, Avrupa’ya ve Türkiye’ye emperyalizmin ‘küresel’ mercekli gözlüğünden bakmakta kararlı. Bu nedenle, emperyalistler, onlara önünde durulamaz kadri mutlak güçler olarak görünüyor. Devrim, bir gerçeklik olarak çoktan gündemlerinden çıktığı için de, ‘Sosyal Avrupa’ ya da ‘Emeğin Avrupa’sı’ hayaletlerinin peşine düşebiliyorlar.
Gerçekler dünyasında hayalet arayanların, yaşayan bir ‘Emeğin Avrupa’sı’ için önce AB’yi reddedebilmeleri bir zorunluluk.
Dipnot:
1) Rıdvan Akar, AB ilerleme Raporu'nun açıklanmasından sonra Birgün'deki köşesinde
2) Melih Pekdemir, AB ilerleme Raporu'nun açıklanmasından sonra Birgün'deki köşesinde
3) Birikim dergisinin “Avrupa Birliği: sol ve sağ?” başlıklı 190. sayısında yer alan; Mesut Yeğen'in “AB'de hayat var mı?” yazısı
4) Aynı dergide yer alan Murat Peker'in ,“Türkiye solunda AB tasavvurları: ‘Küçük olsun benim olsun mu?” başlıklı yazısı
5) Lenin, Marks Engels Marksizm
6) Dorothee Bohle, The ties that bind the new Europe: Neoliberal restructuring and transnational actors in deepening and widening European Union (“Yeni Avrupa'yı bağlayan bağlar: Neoliberal yeniden yapılanma ve Avrupa Birliğinin derinleşmesi ve genişlemesindeki ulus ötesi aktörler”), Genişleme ve Avrupa yönetişimi atölye çalışması sunuşu.
7) “Sosyal Avrupa” ithal edilemez Avrupa deneyimi Çiğdem Çidamlı