20. yüzyıl, 1917 devrimi ile başlayıp karşı devrimin resmi zaferinin adı olan 1991’de Sovyetlerin dağılmasıyla kapanmıştı. Eric Hobsbawm’un “kısa 20. yy” dediği bu asır, hem kısa, hem bazı günleri “20 yıla bedel” uzunluktaydı. Marksizm’in damgasını vurduğu fırtınalı bir dönemdi. Nitekim ’91 sonrasında emperyalist kapitalizmin ideologları, hınç alırcasına sosyalizme ve ilerici insanlığın kazanımlarına karşı saldırıya geçtiler. Kapitalizm-sosyalizm dengesinin ezilenlerde yarattığı güven duygusu parçalandı, sömürünün biçimi ve düzeyi katmerlendi.
20. yüzyılda doğan tüm Ulusal Kurtuluş Hareketleri gibi modern Kürt hareketi de Marksizm’den etkilendi, onunla dinamik bir ilişki içinde oldu. ’91 sonrasında bu etkilenme hız keserek belirsizleşti. Öcalan’ın, Kürt devriminin emperyalizm destekli sömürgecilik lehine bozulması ardından geliştirdiği İmralı merkezli tezler, bu etki-tepki sürecinin son halinin billurlaşmış ifadesi oldu. Bu sürecin dolaysız etkisi altında kaleme alman “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Cumhuriyete Doğru”, “Atina Savunması” ve “Bir Halkı Savunmak” ile görüşme notlarında ifade edilen Marksizm’e dair değerlendirmeler, dışarıdan ve oldukça tepkisel bir aklın Marksizm’i yorumlama çabasını aşamıyor. İthamlardaki tepkisellik tonu ve aceleye getirilmişlik, söylenenlerin verimli bir tartışmaya vesile olmasını engeller niteliktedir.
Öcalan, bütün tezlerinde özü itibariyle şunu söylüyor: Marks, Engels, Lenin’in formüle ettiği sosyalizm-komünizm projesi eskimiş ve imkansızdır. Fakat bugünkü kapitalizm de vahşidir ve düzeltilmeli/revize edilmelidir. Öcalan, çıkış yolunu “vicdanlı” ve “sosyal” bir kapitalizmde buluyor. Üçüncü alan vb. açılımlarının “sınırı” budur. Ancak bu, ütopik sosyalistlerin kendi tarihsel koşullarında komünizmi görememelerinden kaynaklanan nesnel sınırlılık değildir. Öcalan’ın 20. yy devrimlerinin bilgisine ve son otuz yıllık politik mücadelenin pratiğine sahip olduğu düşünülürse, bu “teorik geri sıçramayı” oldukça bilinçli olarak tasarlayıp kapitalizmi kutsadığı anlaşılabilir. Tüm argümanlar bu temel tasarıya göre sıralanmaktadır. Politik konjonktürün doğrudan basıncını yansıtmaktadır düşünceleri.
Öcalan’ın iddiası; iktidarı, zoru, özgürlük sorunsalını çözdüğü ve Marksizm dahil tüm ideolojileri “aştığı”dır. Aşma kavramı ‘kendisine içerme’yi de kapsıyorken, Öcalan yer yer peygamber üslûbuyla Marksizm’e reddiye yazıyor. Ona kalırsa Marksizm, kapitalizmin bir mezhebidir. Sovyetler Birliği ve Hitler faşizmi, utanılası iki totaliter rejim olarak aynı madalyonun iki yüzüdür. Yine ona göre tüm Marksist sistematik, kapitalizmi geliştirmeye hizmet etmiştir.
Bu iddialar dahil olmak üzere İmralı tezlerinin çoğu, hiç de yeni değildir. Öcalan, çeşitli eğilimlerin ve kişilerin Marksizm karşıtı sözlerini kendi potasında merkezleştirerek yeni bir formda ifade ediyor. Tezlerinin tartışılıyor olmasının ana nedeni, tezlerdeki özgünlük değil, Kürt hareketinin güçlü bir politik figür olarak varlığını sürdürmesi ve askeri-teknik gücüdür. Kürt ulusal mücadelesinde bir tıkanma olduğu gerçeği ortadadır. Öcalan, çıkışı, hareketi ‘Yeni Dünya Düzeni’nin yapısıyla uyumlulaştırmakta gördüğü için, anı ebedileştiriyor, teoriyi dar politik ihtiyaçlara kurban ediyor. Sanılanın aksine o bir Brest Litovsk veya NEP yapmıyor, kapitalizme zarar vermemeyi taahhüt ettiği zararsız ve kabul edilebilir bir proje sunuyor.
Yukarıda sıraladığımız iddiaların bir yanı tarihsel determinizmdir. Bu görüş, Sovyet devriminin “erken” olduğunu varsayar. Oysa soyut doğru yoktur ve erken devrimden söz edilemez. İktidarı alıp topluma doğru genişleyerek ayakta kalabilen her devrim, doğru zamanda yapılmış demektir. Toplumsal maddi gerçeğin ürünü olmayan yapay kalkışmalar veya devrimler ise yerleşmeden tasfiye olmuşlardır. Sosyalizmin geçici yenilgisinin ardından, zaten yanlış doğmuştu demek, bunu ‘keşfetmek’ anlamlı değildir.
İddiaların beslendiği kaynak, Avrupa Marksizm’idir. Avrupa Marksizm’i Bernstein ile başlayıp Kautsky ile olgunlaşmıştı. Özü, evrimi ve tedriciliği Marksizm’in esası sayarak, tüm ihtilal programlarını reddetmesidir. Akademik Marksizm de buradan beslenmektedir. Fikir vermesi bakımından belirtmek gerekiyor; Öcalan İmralı öncesi dönemde yoğun gündelik pratik içerisindeydi, Marksist külliyatı inceleme imkanı çok azdı. İmralı sonrasında ise avukatları Öcalan’ın okuma listelerini açıkladılar. Bu listede Marks-Engels-Lenin bulunmazken, çok sayıda revizyonist Avrupa Marksist’inin eserleri vardı. Eleştirilerin sivri ucu Marksizm’e yöneltilirken, Marksist temel eserlerin, en azından son altı yılda incelenmemiş olması, iddiaların teorik dayanaklarını ve ikna gücünü zayıflatan yöntemsel bir sorun durumundadır.
Marksizm’in kapitalizme hizmet ettiği iddiasının diğer nedeni de, tarihi-hayatı okuma biçimiyle ilgilidir. Tarih, sonuçlarından bakılarak, bakanın güncel politik gereksinimlerine göre okunamaz. Sonuçlardan bakan ve çok kötümser bir tarih okumasına dayanan bu iddia, her olgu ve olayın içinde gerçekleştiği koşullar içinde analiz edilmesi gerektiği gerçeğinin de reddidir. Marksizm, Antik Yunan’dan bu yana ayrı kulvarlarda gelişen bilim ile felsefeyi ilk kez kendisinde birleştirmeyi başarmış bir akımdır. 20. yüzyıldaki kimi uygulamalarda bilim-felsefe makasının felsefenin aleyhine olarak açılması da bu gerçekliği değiştirmez. Marksın 11. tezinin anlamı da buydu: Nesneyi ‘değiştirmek’ üzere açıklamak! Tamamlanmaya en uzak toplumsal kurtuluş projesi olarak kapitalizmi çözümleyen, bağrındaki yıkıcı dinamiği keşfedip ona tarihsel rol yükleyen Marksizm, mevcut sisteme karşı saldırı ideolojisiydi. Rusya’da bu yolla maddileşti ve savunmaya çekildiği koşullarda da taktik yenilgisini yaşadı. Önemli olan, bu toplumsal kurtuluş projesinin yaşanılabilir olduğunun kanıtlanmasıdır, geçici yenilgisi değil. Oysa Öcalan, bunların hiçbirini görmek istemiyor.
Bu sorunlu bakış açısı, Kürt isyan tarihine ve somut olarak da PKK savaşımına uygulandığında şu sonuç çıkar: PKK, rejimi güçlendirmiş ve sisteme yaramıştır! Böyle bir anlamsız önerme ciddiye alınabilir mi? PKK ile savaşımında sömürgeciliğin kontrgerilla taktiklerini geliştirdiği, kendisini modernize ettiği, daha da merkezileştiği, savaş hilelerinde ustalaştığı birer olgu olarak doğrudur. Fakat niçin olgulara takılıp kalalım ki! Bu olgular, Kürt Kurtuluş Hareketinin halkın bağrındaki özgürlük arzusunun sonucu olarak sömürgeciliği yıkmak üzere örgütlendiği ve savaştığı gerçeğini değiştirir mi?! PKK’yi ve Marksizm’i her tür anlamsal bağdan kopartarak, “karşı çıktıkları sistemi güçlendirmişlerdir” diye değerlendirmek, gerçek ile sorunlu bir ilişki kurmak demektir.
Öcalan, aynı yerde “Das Kapital kapitalizmi zayıflattı mı, güçlendirdi mi” sorusu üzerinden, “güçlendirdi” yanıtını verip iddialarını sürdürürken de yanılıyor. Marksizm, o ana kadarki tüm idealist ve kaba materyalist anlayışlarla köklü bir hesaplaşmanın ürünüydü. Marks ve Engels, tarihi ve ekonomik süreçleri nedensel bağlantıları içinde bilim insanı titizliğiyle incelerken, çıkan sonuçlan birer filozof, birer tarihsel eylemci olarak ele aldılar ve incelemelerinin işaret ettiği kapitalizmin aşılarak komünizme varılması gerçekliğine göre konumlandılar.
Kapitalizmin ideologlarının Kapital’i okuyarak kendi sistemlerini onarıp yıkılmaktan kurtardıkları gibi çala kalem değerlendirmeleri bir yana bırakıp, Kapital çalışmasına bakmak gerekiyor. Marks burada, sınıflı toplumların son türevi olan ve kapitalizm olarak aldandırlar yeni tarihsel dönemin işleyiş yasalarını çözümleyerek, bu yasaların kapitalizmi nasıl bir tıkanmaya götürdüğünü ve mutlaka aşılacağını ortaya koymuştur. Sistemi yıkacak politik özne, işçi sınıfıydı. Kimdi işçi? Kapitalizmin dağıttığı serf-senyör ilişkisi düzeneğinden arta kalan ve fabrika kapılarında, işçi barakalarında toplanmış, emek gücü dışında satacak hiçbir şeyi olmayan bütün yoksullar/mülksüzler!
Marksizm’in diğer felsefi anlayışlardan farkı, onun praksis felsefesi oluşuydu. Bu nedenle tarihte o ana kadar ilkel eşitlikçi ve özgürlükçü tüm isyanların maddi sınırlarından söz ederlerken, başkaldırı ruhunu selamladılar. Açık ki özel mülkiyet tarihinde bilimsel bir temele oturan en yıkıcı-özgürlükçü kurtuluş ideolojisiydi Marksizm. Bilimsel dış yüzey içinde ihtilalci bir öz taşıyordu. Oysa Öcalan, tarihi incelerken bilim insanı titizliği göstermediği gibi, bulunduğu son noktadaki duruşunun haklılığını ispatlamak, devrimin gereksizliğini kanıtlamak amacıyla olguları, sonuçları ve bir bütün olarak Marksizm’i eğip bükmeye çabalıyor. Post-modernistlerin önyargılarını merkezileştirerek kendi kavramsal silahları haline getirmeye ve kuantum fiziği üzerinden bilinemezciliğe kapı aralamaya çalışması da bu yüzdendir. Marksizm’e reddiye yazmak, Marksizm’in savaştığı bütün idealist ve kaba materyalist anlayışlarla yöntemsel etkileşime girmeyi koşullar. Pratik politikada bir güç olunduğu sürece ABD’ye, AB’ye, Suriye’ye, TDH’ye, Marksizm’e vb. “eşit uzaklıkta”olunabilir belki, ancak teorik düşünsel alanda “kurtarılmış alan” yaratmak için bu tür boşluklar bulmak mümkün değildir.
Öcalan, teorik eleştiri getirmekte zorlandığı yerde, Marksizm’in ustalarının ve teorisyenlerinin “yaşamlarını” eleştiri konusu yaparak, onların “sistem içi” olduklarına kanaat getirmemizi ister. “Marksın kendisinin bile binlerce bağla sistem içi olduğunu iyi bilmek gerekir... [Marksist mücadeleciler] kapitalizmin şu veya bu versiyonuyla yaşayıp teorik pratik savaşla sonuç alacaklarını sanırlar” (B. H. Savunmak, s.108). Son derece zorlama ve insafsız iddialardır bunlar ve teorik bir analizde yeri olmamalıdır. Sosyolojik bir saptama olarak da değeri bulunmuyor. Marksın kış aylarında paltosunu rehine verdiği, iki çocuğunun kötü yaşam koşullarında öldüğü, kendisinin aynı nedenle sürekli hastalığa yakalandığı; barikatlarda dövüşen Engelsin, Marks çalışmalarını sürdürebilsin diye kendisini yıllarca babasının fabrikasına hapsettiği; Lenin’in, Gramsci’nin, Stalin’in vb. hangi yaşam koşullan altında oldukları, ömürlerini devrim davasına nasıl adadıkları da ortadadır. Peki o halde bu anlamsız iddiaların amacı nedir?!
Manifesto’da kapitalizm övgüsüne gelince... “Adiller Birliği”ne 1848’de yazılan “Komünist Manifestoca, aşılacak bir sistemin kurucu unsuru olan burjuvazinin belirli bir tarihsel kesitte oynadığı devrimci rol anlatılmıştır. Tarihsel planda, Komünist Manifesto yazıldığı an dahil olmak üzere, kısa bir zaman diliminde burjuvazinin gelişimi ile özgürlükler arasında doğru orantı oluşmuştur. Bunu da zorunluluk doğurmuştur. Senyörün zulmünden kaçıp şehre gelen serf, bu savaşımın insan deposu olmuştur. İktidar olabilmek için burjuvazi, ezilenlerin çıkarını kendi çıkarı olarak yansıtmak zorunluluğundaydı. Nitekim burjuvazi, iktidarını sağlamlaştırdığı her yerde, özgürlükleri gasp etmiştir. Din ile burjuvazi ilişkisi de böyle değil midir? Katolik dogma düzeninden çıkılırken, din karşıtı bir hat tutturan burjuvazi, bir süre sonra yine çıkarları için kendi elleriyle dini yaygınlaştırıp kurumlaştırmıştır. Kısacası sermayenin ihtiyacı ne ise, ona göre davranılmıştır.
Zaman zaman Öcalan’m söylemine yansıyan Hindistan meselesi de böyledir.
Marks veya Engels, hiçbir zaman İngiltere’nin Hindistan’ı işgalini desteklemediler. Bu konuda itham etmeden önce Marksın eserlerine başvurmak gerekmektedir. Engels’e mektuplarından birinde Marks, bu işgali “domuzca” diye niteleyerek karşı olduğunu yazar. Bir başka yerde de artık gerçekleşmiş bulunan işgal olgusu üzerinden değerlendirme yapar.
Burjuvazinin işgal ettiği yerlerde kendi sistemini kurarken, ekonominin ulusallaştırılarak fabrikalara işçi taşınacağını belirtir ve bu nesnel durumdan hareketle, kapitalizmin bir devrimden kurtulamayacağını söyler. Kapital I’de, “Yerlilere karşı en korkunç davranılan yerler, doğal olarak, Batı Hint Adaları yalnız ihracata yönelmiş plantasyon sömürgeleri ile, Meksika ve Hindistan gibi yağma alanı haline getirilen zengin ve nüfusu kalabalık ülkelerdi” (s. 717) diye yazıyordu. O, açık bir işgal karşıtıdır, ekonomik planda daha gelişkin bir sömürü modeli olan kapitalizmin müthiş bir toplumsal-insansal yıkımla Hindistan’a girdiğinin bilincindedir. Marksizm’e bu yönlü suçlamalar yönelten çok çeşitli kesimlerin, devrimci Marksistler tüm tarihlerince işgal karşıtı faaliyet yürütürken, mesela Ortadoğu’daki emperyalist işgale karşı hayırhah bir tutum içinde olmaları ise tarihsel bir ironi olsa gerek!
Marksın fikirlerini tahrif ederek işgalleri destekleyenler, II. Enternasyonalistlerdi. Sosyal demokrasiye evrilen bu akıma karşı en ciddi karşı koyuşu Lenin örgütlemişti. Türkiye’de de TKP, Kürt isyanlarını bastıran Kemalist burjuvaziyi, “kapitalizmin feodalizmden ileri olduğu, bu yüzden bu bastırma harekatının da devrimci olduğu” argümanıyla destekliyordu. Üretici güçlere ve daha çok da maddi üretim araçlarına kendi halinde ilericilik atfetmek, böyle bir garabete yol açmıştı.
Marksizm’in, Öcalan’ın iddia ettiği türden otomatik ilerlemeci bir tarih anlayışı yoktur. Marksizm’i böyle düşünmek, onun tarihi doğrusal bir çizgi olarak gören ve üretici güçler örgüsü yapan bir akım olarak varsaymaktır. Bu varsayım, Marksizm’i pozitivizmle bir sayanlara aittir. Marks-Engels hiçbir yerde tüm toplumların sırasıyla ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist aşamaları takip etmesi gerektiğini yazmadılar. Buna, her ikisinin “erken dönem” yazıları dahildir. Unutulmaması gereken şey şudur: Avrupa uygarlığının bilgisine hakimlerdi, modern ve yıkıcı bir sınıf olarak proletaryayı yazdılar, sosyalizme sıçrama dinamiklerini araştırdılar. Doğu toplumlarına Avrupa halklarının yaşadığı tarihsel süreci reçete olarak önermediler. Böyle bir şartlan olmadı. Tarihte, toplumsal mülkiyete dayalı sosyalizm de dahil olmak üzere beş üretim biçimi görüldü. Hangi toplum ele alınırsa alınsın, kimi özgün yaşama biçimleri ile beraber, bu üretim biçimlerinden birine dahil olduğu görülecektir. Otomatik ilerleme anlayışı, bu biçimlerin sırasıyla takip edilmesi/yaşanması gerektiğini iddia eder. Oysa Doğu toplumlarında çok sayıda örnek, köleci aşamayı yaşamamıştır. Bu ilerlemeci anlayışa göre feodal üretim koşullarında bir devrimcinin, “Hayır biz önce kapitalizmi geliştirmeliyiz, bunun için mücadele etmeliyiz” demesi gerekir ki, bu saçmalıktır. Teori, en gelişkin örnekte ortaya çıkar. Ancak bir kez ortaya çıktıktan sonra esas amaç, ezilenlerin “tarih öncesine” en uygun ve en kısa biçimde son vermektir.
Marks’ın anlayışının otomatik ilerlemeci olmadığına, onda sabitlikler bulunmadığına konuyla bağlantılı iki örnek verilebilir. Biri, Engels’e mektuptur. Marks, mektubu, Doğu Sorununu incelerken yazıyor ve karşılaştığı duruma şaşıyor; Engels’e, “Doğunun tüm tarihinin dinler tarihi” olarak yaşandığını, bu konuda düşüneceğini iletiyor. Meşhur “Muhammed devrimi”nden de bu mektuplarda söz ediyor.
İkincisi; Marks’la mektuplaşan genç devrimci Vera Zasuliç’e yazdıklarıdır. Orada açıkça feodal Rusya’da bulunan köy komünleri üzerinden sosyalizmin kurulabileceğinden, böyle bir olasılığın tartışılabileceğinden söz eder. Rusyalı devrimcilere, ‘siz feodal’ bir ülkedesiniz, önce burjuvalarınızla beraber kapitalizminizi geliştirin demez! Aksine, “bozkırı tutuşturmalarını” yazar. Bu yazının konusu değil fakat, kısaca değinmek gerekirse, Marks sonrasında bu tür bir ilerlemeciliğe II. Enternasyonal partileri dışında Mao’nun fazlaca vurgu yaptığını ve devrimin öncelikli işinin kapitalizmi geliştirmek olduğunu düşündüğünü belirtebiliriz.
Marksın tarih metodunda bir sabitlik yoktur. Tarihte bir durum ortaya çıkmışsa, ‘ya olmasaydı’ türü faraziye üzerinden yorum yapmaz. Tarihi incelerken, belirli bir aşamada “sınıflı durum”u tespit etmiş ve bunun geçici olduğunu vurgulamıştır. Bu durum neden sapma olsun ki!? Evet, bu süreç, yani özel mülkiyet düzeni, ekonomik olarak ‘ileriyken’ insanı yabancılaştırdığı-nesneleştirdiği için de zararlıdır. Ancak bu somut bir durumdur.
Burada yabancılaşma’ kavramına, kavram çağrışım alanına vurgu yapmak gerekiyor. Kavramı felsefe alanına Hegel taşımış, içeriğini Feurbach doldurmuş ve bunu iktisadi bir temele oturtan da Marks olmuştur. İlk yabancılaşma biçimi tek tanrı öncesi dinlerdi. İnsanın soyutlama yapabilmeye başladığı dönemi anlatır. Kadın ve erkek arasındaki işbölümü bunun ardından gelir. Aynı işbölümü, bu dönemde artık ürünün belli ellerde toplanarak özel silahlı adam müfrezelerinin oluşumunu ve ‘devlet’ adlı yabancılaşmayı da beraberinde getirmiştir.
Bir konuya dikkat çekmek gerekiyor. Öcalan, devlet konusunda hayli yıpranmış olan anarşist etki altındadır. Proudhon ve Bakunin’in hatasını tekrarlıyor. Devlet, artık ürünün belli ellerde toplanmasının sonucudur; nedeni değil! Yakın zamanlı olarak çeşitli yerlerde ve benzer biçimde ortaya çıkmıştır. “İyi” veya “kötü” gibi ahlak felsefesi kavramlarıyla analiz etmek mümkün değildir devleti. Özel mülkiyetin biçimi değiştikçe, devletin biçimi de değişmiştir. Toplumsal mülkiyet koşullarında devlet, özsel bir nitelik değiştirir. Azınlığın çoğunluğu bastırma aracı olmaktan çıkar. Engels, “devlet olmayan devlet” diye tanımlıyor bu durumu. Yine Engels ve Lenin, bu devlet olmayan devletin “uykuya dalarak” sönümleneceğini belirtir. 20. yüzyıldaki kimi uygulamaların sorunlu olması da bu teorik çerçeveyi değiştirmez. Olağan ilişkiler zincirinde bahsedilen, olması beklenen bir durum ile emperyalist-faşist kuşatma altındaki proleter devletin merkezileşme düzeyi de elbette farklılıklar taşımak zorundadır. Önemli olan, aşağıdan denetim kanallarının her zaman açık tutularak çalıştırılmasıdır ve fakat yeterince yapılamayan da budur. Özel mülkiyet sistemine yönelmeyen ‘üçüncü alan’cı bir devlet karşıtlığının tutarlı olması mümkün değildir. Devletten ve iktidardan kaçış, devrimden kaçış demektir.
Devam emek gerekirse, özel mülkiyet sistemleri birinden ötekine geçerken devlet cihazı yetkinleşmiş, üretim biçimleri gelişmiş, fakat insanın yabancılaşması derinleşmiştir. Bir anlamda sınıflı tarih, insanı emeğine/kendisine yabancılaştırarak “ilerlemiştir.” Buradaki “ilerleme”nin “sınırı bu kadardır. Kapitalist özel mülkiyet ise yabancılaşmanın boyutunu, hızını olağanüstü arttırmış, entelektüel ve moral bir yıkıma yol açmıştır.
Kaldı ki bu “ilerleme” de otomatik değildir. Çünkü her tarihsel durum, birbirini çeldirmeye çalışan, hepsinin kendine göre farklı çıkarları olan çok sayıdaki iradenin/vektörün çatışmasının bileşkesinden ortaya çıkar. Marksın bilimsel analizi, kapitalist özel mülkiyetin yıkımının kaçınılmaz olduğudur: “Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir.” Tüm teorik verimi bu keşif üzerine bina edilmiştir.
Komünizme otomatik-kendiliğinden ilerleme fikri iradeyi dıştalar ve Marks, bu tür anlayışların kaynağının Hıristiyan eskatolojisi olduğunu belirtir. “Genç Marksistlerin” bu tip cennet tasavvuru beklentisine kapılmalarını eleştirir. Engels de 1890’da Blach’a mektubunda bu yanlış anlamalarda kendilerinin de payı olduğunu yazar ve iradeye vurgu yapar. Kendi teorik oluşum süreçlerinde bir yandan ütopik sosyalistlere, öte yandan Blanquistlere karşı mücadele ederlerken, bu tür yanlış anlaşılmalar doğaldı o şartlarda. Ancak Marks, ekonomik-teknolojik-toplumsal determinizm övücüsü değildir, hiç olmamıştır.
Öcalan, Leninist partiyi de reddediyor. Hatta sorunların temel nedenlerinden biri olarak tanımlıyor. Lenin, kendiliğinden bilincin sınırlarına dikkat çeker ve dışardan bilincin temel aracı olarak “parti”yi görür. Marksizm’e katkılarından biri de budur. Özü itibarıyla Leninist parti, demokratik merkeziyetçiliktir. Şartların değişmesiyle Leninist partinin güncel örgütlenme biçimlerinde değişiklikler olması başka bir şeydir, onun lanetlenerek reddedilmesi başka. Açık ki partinin yadsınması, iradenin de reddidir. Bir aracın yanlış kullanılması, onun gereksizliğine kanıt olamaz. Tıpkı, “Keşke Nobel dinamiti bulmasaydı, çünkü insanları öldürüyor” demlemeyeceği gibi. Ancak eğer devrimi “gereksiz” görmeye başlamışsanız, elbette bunun mantık sonucu olarak partiyi de reddedersiniz.
Zorun kategorik reddi, devrim fikrinin yadsınmasının sonucudur. Öcalan, zorla yol alınmaz demektedir. Oysa sadece PKK gerçeği bile bunun tersini söylüyor bize. 1984’teki “ilk kurşun’dan itibaren PKK hareketi, vakti gelmiş zor ihtiyacını en cömert biçimde kullandığı için kısa zamanda milyonları saran bir umut haline dönüşmüştür. Zorun bugün için gerekli olmadığını söyleyip taktik planda uygulamamak ile zorun kategorik reddi ve lanetlenmesi çok farklı iki durumdur. Bir an için Kürt devriminin her biçimiyle ezildiğini ve bu coğrafyada zorun artık devrimci sonuçlar vermediğini kabul etsek bile, bu tekil durumdan hareketle “çağ analizleri” yapmak sağlıklı bir yöntem değildir. Gerillanın Güneye çekilmesi veya dağdan indirilmesi gibi konular, Kürt hareketinin kendi politik kararlarıdır. Buradan hareketle Kürdistan’da bin bir zorlukla yürütülen gerilla mücadelesine hiçbir katkı sunmayanların, gerillanın politik kaderi üzerine insafsızca eleştiriler yapması da anlamsızdır. Bizim eleştirimiz buraya değil, ideolojik politik savrukluğun zoru lanetli ilan etmesinedir.
Lenin sonrasında Marksizm’e ciddi teorik katkıların yapılmadığı, kadın ve çevre hareketi gibi kimi kesimlerle yetersiz ilişkilenildiği, enternasyonal kitle hareketine politik öznelerin eşitliği temelinde müdahalede bulunulamadığı, yeni soru ve sorunlara çoğunlukla eski yanıtlar verildiği gibi kimi olgular bulunuyor. Buradan hareketle Öcalan da “Marksizm’in krizi” olduğunu düşünenlerdendir. Marksizm’in bilgi birikiminde yetersizliklerin ortaya çıkması olağandır. Ancak önemli olan, onun tüm toplumlara ve durumlara uygulanabilen yöntemsel bir anahtar olmasıdır. O, temel tezleri günbegün doğrulanan, ‘tamamlanmaya en uzak’ toplumsal kurtuluş projesidir. Artı-değer düzeneği var oldukça, Marksizm de güncelliğini koruyacaktır.
Fakat elbette ortada bir kriz vardır. Çağın sorunlarıyla yeterince ilişkilenmeyen, tekil sorunlardan hareketle örgütlenen muhalefet akımlarıyla çeşitli biçimlerde bütünleşemeyen, yoksulluğun devasa boyutlarda birikip yağma savaşlarının sürdüğü bir dönemde işçi sınıfı ve tüm ezilenlerle güçlü bağlar kuramayan Marksist hareketler, uluslararası boyutta ideolojik ve örgütsel kriz yaşıyor. Marksizm’in devrimci yeniden üretim krizi bu boşlukta sürüyor. Marksist hareketlerin kendi hedef kitleleriyle bütünleşememiş olmaları, onları, “doğruların doğrulayıcılarımdan mahrum bırakıyor. Bu durum, kriz faktörlerinin en önemlisidir. TDH’yi de dolaysız etkisi altında şekillendiren, sol-sosyalist uygulamaların kendi iç kamplaşmalarında üretilen reel-politik argüman ve kavramlar da yeni bir teorik çıkış için yeterince elverişli değildir. Yeni bir dönemdeyiz, yeniden üretim krizi yeni ve elverişli kavram ve argümanlarla aşılabilir.
Marksist düşünsel sarkaç liberal savrulma ile geleneksel tutuculuk arasında gidip geldikçe, ortaya kitleleri saran ve sarsan ileri fikirlerin çıkması olası değildir. Bu fasit döngü yeni eylem alanlarına doğru derinlemesine genişleyerek parçalanabilir. Günümüzde somut eylem zenginliği taşıyan iki alan bulunuyor: Ortadoğu ve Latin Amerika. Bu iki coğrafyadaki kitlesel mücadeleler ile bütünleşildiği oranda krizden çıkış dinamikleri berraklaşabilir.
Marksizm alanındaki teorik sorunlar mutlaka aşılacaktır. 1991 konjonktüründe yoğun bir zihinsel karmaşa yaşayan, dağılmanın olumsuz etkisi altındaki Marksist ve Marksizan hareketler, elverişli nesnel şartlarda kısa sürede krizden çıkış dinamikleri aramaya başladılar. Halihazırda var olan sorunlar Marksizm’in “iç” meselesidir, ancak ve ancak Marksizm zemininde kalınarak aşılabilir. Öcalan’ın yaptığı gibi kötümser bir tarih okuması ve dar politik amaçlar uğruna Marksizm’e reddiye yazmakla ise asla başarılamaz.