“Suçluluk, kapitalist sınıfa karşı, işçi sınıfının meydan okumasının bir ifadesidir”
Engels
Toplumumuz, travmaya girmiş insanın tipik aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme biçiminde dışa vuran davranışlarını sergiliyor. Derinleşen bu toplumsal travma, ‘toplumsal varlık’ın öznesi olan insanı da neredeyse tümüyle nesneleştirerek değersizleştiriyor. İnsandaki bu değersizleşme eğrisi toplumu da etkisi altına alarak büyük bir anafor yaratıyor ve toplumsal ilişkileri hızla aşındırmaya başlıyor. Değer yitimi insanda iki biçimde dışa vuruyor:
Birincisi, insanın gündelik yaşamda karşılaştığı her tür sorunu şiddet yöntemiyle çözmesinin tetiklediği saldırganlaşması ve giderek psikopatlaşması biçiminde açığa çıkıyor. İkincisi de onu bütünüyle içe kapatarak; uyuşukluk, dalgınlık, tepkisizlik ve donukluk biçiminde yansıyan duyum yitimine ve giderek de duyarsızlaşmasına, “betonlaşmasına neden oluyor. Ama her iki biçim de bir ve aynı sonucu üretiyor; insanın içindeki ‘insanın ölümüyle sonuçlanan yabancılaşma.
Fuhuş, dilencilik, dolandırıcılık/sahtekarlık, uyuşturucu ve alkol kullanımının inanılmaz derecede yaygınlaşması gibi toplumsal yaşama ait sayısız olgu, bu değer yitimini yeniden ve yeniden açığa çıkarıyor. Ama bunların içinde, burjuvazinin “mülkiyet hakkı’na yönelmesi nedeniyle en çarpıcı olan ve esasında bu değersizleşmeyi neden ve sonuçlarıyla birlikte ele veren, kuşku yok ki, kapkaç ve hırsızlık olarak dışa vuran olgudur.
Hemen her toplumsal soruna gözlerini kapayan, kulaklarını tıkayan burjuva medya, hırsızlık-kapkaç olgusuna şu günlerde ‘yüksek bir ilgi’ göstermeye yöneldi. Televizyon yorumcuları, köşe yazarları yanlarına kattıkları polis menşeili sayısız “uzman”la birlikte, hırsızlık-kapkaç olgusunu ele almaya ve yüksek sesle, “Sokaklarımız hırsızların işgali altında” türünden konuşmalar yapıp, “Ne oldu bize?” diye sormaya yöneldiler. Başını Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni ve burjuvazinin önde gelen kalemşorlarından Ertuğrul Özkök’ün çektiği bu koronun çözüm önerileri ise bir cümle ile özetleniyor: “Artık şehir gerillasına dönen bu haydut çetelerini etkisiz hale getirecek önlemleri sabırsızlıkla bekliyoruz!”
Hırsızlık ve kapkaç olgusunu kriminalize ederek ele alan burjuva medya, durumu suç ve ceza ikilemine sıkıştırarak, gerçekleri karartmaya, toplumsal adaletsizlikleri yok saymaya girişiyor. Oysa, hırsızlık ve kapkaç olgusunun altında Türkiye gerçeği vardır. Anlatılan, insanın insana kulluk ettiği kapitalist düzenin ve faşist baskı iktidarının hikayesidir. Burjuva medya ve bilimum ideologları her zamanki gibi gerçeklerden kaçtıklarına göre, sağlam bir kılavuz ipi olan gerçeği izlemek de bize düşüyor.
Hırsızlık ve kapkaç ve neoliberal politikalar
1980’li yılların ikinci yarısından itibaren etkin bir şekilde uygulanmaya başlanan neoliberal ekonomi politikaları, toplumsal yaşamı ve özellikle de işçi ve emekçi yığınların gündelik yaşamını alt-üst etmeye başladı. IMF tarafından programlanan ve açık devlet terörü aracılığıyla yürütülen bu politikalar, kentlerde en belirgin bir biçimde özelleştirme olmak üzere, işsizlik ve gerçek ücretlerin sürekli düşmesi biçiminde kendini gösterdi. Sermayenin muazzam derecede yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin önünü açan bu politikalar, aynı zamanda küçük burjuvaziyi de mülksüzleştirerek, hızla işçi sınıfının saflarına savurdu. Kırlarda ise, küçük ölçekli tarım üretimini yıkıma uğratıp büyük ölçekli kapitalist üretimin önünü açarken; büyük emekçi köylü yığınlarının da kaçınılmaz bir biçimde kentlere göç etmesini koşulladı. Böylelikle Türkiye’de kent nüfusu ilk kez, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren kır nüfusunun üstüne çıktı. Kent nüfusu özellikle de son 10-15 yıllık dönemde çok hızlı bir artış göstererek, 1990’da Türkiye nüfusunun yüzde 56’smı oluşturuyorken, 2000 yılında bu sayı yüzde 66’ya yükseldi. Hala devam eden bu iç göç dalgasından İstanbul’un payına her yıl en az 300 bin kişinin göç etmesi düşerken, 90’lı yılların başlarında 300 bin olan Amed’in nüfusu bugün 1.2 milyonun üzerinde ve bu sayı her geçen gün artmaya devam ediyor.
İşsizlik, yoksulluk ve açlık içinde geleceksizleştirilerek derin bir umutsuzluk girdabına sürüklenen milyonlarca emekçi, büyük kentlerin varoşlarına yığılmaya başladı. Bugüne değin sürdüregeldikleri yaşam tarzından hızla kopartılan bu milyonlarca insan, yeni yaşamlarına ve ilişkiler bütününe aynı hızla adapte olamadılar. Resmi verilere göre, göç eden aile bireylerinden ancak yüzde 18’i düzenli bir gelire sahipken, geriye kalan yüzde 82’lik kesim ise işsizliğe mahkum edildi. Kentlerde de ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamdan da dışlanan bu büyük kitle, kaçınılmaz bir biçimde sosyal-kültürel bir travma yaşamaya başladı.
Büyük kentlere yığılan emekçi sınıflara, neoliberal politikalarla önemli oranda mülksüzleşen ve hızla işçi sınıfı kategorisine doğru sürülen küçük esnafı da eklemek gerekir. Dünyaları küçücük dükkanları olan bu küçük burjuva tabakalar varlıklarını yitirince, sosyal travmayla sonuçlanan benzer bir süreç yaşadılar. Meşhur “Amerikan rüyası” olarak da adlandırılan, “yeteri kadar çaba gösterirsen, herşeyi başarabilirsin” zihniyeti, işsizliğin, yoksulluğun sorumluluğunu da bireye yüklüyor. İşsiz kalan başarısız oluyor, suçlu oluyor. İşsizler adeta ‘toplumsal suçlu’ haline getiriliyor. İşsizlik ve yoksulluk bireylere ait sorunlar biçiminde yansıtılınca, bu duruma düşen herkes de bunalıma giriyor.
Kentlerin varoşlarına yerleşen bu geleceksiz yığınların önce geleneksel ilişkileri hızla çözülmeye başladı. Toplumsal düzeni yeniden ve yeniden üretmenin en sağlam dayanağı olan geleneksel aile kurumu önemli oranda tahrip oldu. Çok çocuklu olan bu yığınların evlatları, yoksulluktan dolayı hızla sokak çocukları kategorisine geçti. Bu yüzbinlerce çocuğun, önce okulunu, sonra da ailesini terketmek zorunda bırakan kapitalizm, onlara tek bir alan açmıştı: Hırsızlık-kapkaç, fuhuş, dilencilik, uyuşturucu satıcılığı ve çeteleşme gibi sayısız bölüme ayrılan “gayrı meşru” işler. Ve onlar da, “gayrı meşru” işlerin vazgeçilmez elemanları olarak “bu alemde” sivrilmeye başladılar. Yokluk içinde çaresizliğe hapsolan aileler, zamanla bu duruma rıza göstermeyi de öğrendiler! Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre, İstanbul ve özellikle de Amed’de aileler çocuklarını aylık 250 milyona hırsızlık ve kapkaç çetelerine kiralamaya yöneldi.
Neoliberal politikaların hızla uygulanması iç göçün artması, işsizlik ve gerçek ücretlerin sürekli düşmesini koşulladığı gibi, her türden “gayrı meşru” işlerde de patlamaya neden oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2003 yılında Türkiye genelinde 321 bin 805 olay meydana gelmişken 2004 yılında ise bu olaylar 353 bin 692’ye yükseldi. Bir yıl içinde kapkaç olaylarında yüzde 31’lik bir artış oldu ve 2004 yılı boyunca kayıtlara geçen 17 bin olay yaşandı. Hırsızlık olaylarında ise yüzde 50 oranında bir artış görüldü. Günlerdir medyanın temel gündemi olan “sahte rakı” gerçeği gibi onlarca türden sahtecilik/dolandırıcılık toplumun bünyesini tamamen sardı. Kapitalizm tarafından bir sektöre dönüştürülen fuhuşta da patlama yaşandı. Resmi veriler göre fuhuş yaşı 12’ye kadar inerken, yalnızca İstanbul’da 2004 yılı boyunca 50 bin kadın “vesika” almak için İstanbul Valiliğine başvuru yaptı. Uyuşturucu kullanımı ise ilkokullara kadar yaygınlaşmış bulunuyor. Avrupa Polisi’ne (Europol) göre Türkiye, uyuşturucu, silah ve karaparanın yanısıra fuhuşta da hem merkez, hem de transit ülkelerin başında geliyor. “Kızını erkeklere pazarladı”, “Karısını pazarlarken yakalandı” şeklinde haberlerle burjuva medyaya her gün yansıyan bu gerçek, sözkonusu toplumsal değersizleşme eğrisinin yalnızca hırsızlık-kapkaç olaylarında değil, hemen her alana yansıdığını ele veriyor.
Resmi istatistiklere göre, hırsızlık ve kapkaç olaylarının da en yoğun ve en sistematik yaşanan kentler olarak İstanbul ve Amed öne çıkıyor. İç göç başta gelmek üzere sözkonusu neoliberal politikalarının yıkıcı sonuçlarını en yoğun bir biçimde yaşayan bu iki kent, sözkonusu değersizleşmenin ya da travmanın en tipik dışavurum alanları olarak belirdi. “Diyarbakır’dan suçlu çocuk ihraç eder hale geldik. Bugün kapkaç yapan çocuklar yarın ellerine silah aldıklarında ortaya çıkacak terörü düşünmek bile istemiyorum” şeklinde konuşan Diyarbakır Belediye Başkam Osman Baydemir’in, bu değersizleşmenin çapma ve derinliğine işaret ediyor.
Her şey yap ama mülkiyete dokunma!
Kapkaç olaylarının büyük kentlerin en merkezi yerlerine kadar yayılması ve polisiye önlemlerin işe yaramaz hale gelmesiyle birlikte artık insanlar yanlarında para ve değerli eşya taşıyamaz hale gelmiş bulunuyor. Keza, zengin mahalleleri mesken eyleyen hırsızlar, artık güpe gündüz evlere girmeye başladılar. Bu güruhun, yılbaşı gecesi, Beyoğlu’nda kadın turistlere binlerce kişinin gözleri önünde tecavüze kalkışacak kadar “kontrol dışı’na çıkması; sayısız polis vb. yöntemlerle korunan Tansu Çillerin İstanbul Yeniköy’deki yalısını soyacak kadar gözlerini karartması, burjuva efendileri fena derecede telaşlandırdı.
Gerçekten de telaşa kapılmış bulunuyorlar. Telaşlan, ezilenlerde çok yoğun bir biçimde yaşanan ve giderek onları çürüten değer yitiminden ileri gelmiyor. Çünkü, sözkonusu toplumsal düşkünlük, özellikle son beş yıldır son derece yaygındı. Fuhuşa, uyuşturucuya, her çeşit yozlaşmaya gözlerini kapayan, hatta bunu medya-polis aracılığıyla bizzat derinleştirerek ezilenlerin yönetilmesi araçlarından birisi haline getiren burjuva efendiler, tüm bu “gayri meşru” işleri düzenin yeniden üretilmesinin aracı yaparak tolere etmeyi başarıyorlardı. Düzenin olağan ilişkilerinden fiilen kopan binlerce insan, mafya ve çete örgütlenmeleri aracılığıyla kontrol altında tutuluyordu. Fakat gelinen aşamada, hem olay sayısında ve hem de insan sayısında artış nedeniyle tolere edilme sınırının çoktan aşıldığı anlaşılıyor. Çünkü, hırsızlık kapkaç olaylarında dışa vuran bu değersizleşme eğrisi, “münferit” kategorisini çoktan aşarak, toplumsallaşmış bulunuyor. Tüm bu olgular, artık verili ilişkiler sistemini aşındırarak düzeni de bozan bir rol oynamaya başladığını gösteriyor. Çünkü, “kontrolden çıkan” binlerce insanın doğrudan burjuvazinin “kutsal” saydığı “mülkiyet hakkı”na yönelmesi, korkularının ana kaynağını oluşturuyor.
Özel mülkiyet esasına dayanan kapitalist bir düzende “mülkiyet hakkı”na yönelik saldırıların bu kadar artması ve giderek olağan bir karakter kazanarak meşrulaşması; düzenin her gün yeniden tırtıklanması, aşınması anlamına geliyor. Düzenlerini gözbebekleri gibi koruyan burjuva efendiler bu olgu karşısında başvurdukları tek bir çözüme yeniden sıkı sıkıya sarılıyor: Şiddet! Kapitalizm, toplumsal bir düzen olarak çürüdüğü yerde, toplumu da genel bir çöküşe sürüklüyor. Toplumsal yaşamdaki bu değersizleşme eğrisinin kökenleri de kapitalizmdir. Kapitalizm insanları değersizleştiriyor. Ortaya çıkan sorunun doğrudan düzenden kaynaklanıyor oluşu, sorunun çözümüne dair bir umut ışığı yaratılmamasnı da koşulluyor. Burjuva efendiler ezilenlere hiçbir şey vaat edemiyor. Sorunlarına hiçbir çözüm üretemiyor.
“Şiddet toplumu olduk” diye yakınanların şiddetten başka bir yola başvuramamasını işaret ettiği gibi, ezilenler, şiddeti kendileri yaratmıyor. Şiddetten başka bir çıkış yolu bulamadıkları için bu yola başvuruyorlar. Şiddet, ezilenlerin değil, burjuva efendilerin doğasından ve çelişkilerinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla devletten köklenen şiddet, hırsız-kapkaççı olup karşılarına çıkınca, mülklerine saldırmaya başlayınca, polis şeflerine yalvarmaya başlıyorlar: “Bizi koruyun!”
Ezilenleri polis-asker kurşunuyla, copuyla yola getirmeye çalışanlar, aynı şiddetin bütün topluma yayıldığını görünce paniğe kapılıyorlar. Panik için de, 12 Eylül cuntasının şefi Kenan Evren ve 1993 Konsepti olarak tarif edilen Kürt devrimini ezmeye yönelik karşı devrimci saldırının önde gelen yürütücülerinden Mehmet Ağarın yıldızını hızla parlatılıyorlar. Burjuva medya, “Kenan Paşa, sokakları sağcıdan/ solcu anarşistten temizledi... Aynı sokaklar şimdi hırsızların, kapkaççıların kontrolünde. Kenan paşanın hakkını yememek lazım” şeklinde homurdanırken kameraların karşısına geçen işkenceci Ağar, “Bu sorunu iki ayda çözerim” diyerek meydan okuyor. Yöntemi malum: İşkence!
Burjuva devletin, burjuva mülkiyet ilişkilerini korumak için var olduğu bir kez daha açığa çıkıyor. “Mülkiyet hakkı”na yönelik saldırılar, ordu, polis ve mahkemeleri hızla yetkinleştirilmesi/modernize edilmesiyle yanıtlanıyor. Yeni Türk Ceza Kanunu’yla birlikte kapkaç, hırsızlık ve gasp suçlarının cezalan da neredeyse iki katma çıkarılırken, kapkaç faillerinin daha ağır bir suç olan gasp kapsamında yargılanmasının da önü açılıyor. “Güvenliği tehdit eden olayların en aza indirilmesi” için kentlerin işlek caddelerine, belirli sokaklara ve merkezlere elektronik gözetim cihazlarının yerleştirilmesi, “Parmak İzi ve DNA Bankası” oluşturulması gündeme getiriliyor ve hızla örgütlenmeye başlanıyor. CHP, evine giren hırsızı öldürenlere hapis cezası verilmemesini öngören bir yasa teklifi hazırlıyor. Polislerin yetkisinin artırılması ve işsiz 10 bin üniversite mezunu da katarak polis sayısının artırılması, semt karakollarının yeniden açılmasıyla iç savaş aygıtı polis tahkim ediliyor. İstanbul’daki kapkaç olaylarının önceden önlenebilmesi için, sıradan insanların da görevlendirileceği özel bir istihbarat ağı oluşturulması hazırlıkları sürüyor. Bu çerçevede “kapkaça karışanların tespitinde aktif görev alacak vatandaşların ödüllendirilece”ği ilan edildi bile. Keza, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Valiliğinin koordinasyonunda özel bir kapkaç ekibi oluşturuluyor. Alınan tüm bu “güvenlik önlemleri”yle düzen, kendi hukuku ile kendisinin ürettiği çürümeyi temizlemeye çalışıyor. Oysa nedeni eşitsizlikler olan tüm bu sorunlar, yasalarla çözülemez. Eşitsizlikleri yasalar üretmemiştir. Yasaları eşitsizlikler üretiyor. Bu çözümün sonuçsuz kalacağı gün gibi ortadadır. Çünkü en sert cezalandırmalar bile, lümpenleşmiş ezilenlerin yarattığı kargaşa ve patlamalar karşısında yetersiz kalmaya mahkumdur.
Burjuva sınıfın geliştirdiği polis-mahkeme-cezaevi eksenli çözüm yöntemleri, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar bütün Batı Avrupa’da geliştirilen “Serserilik Yasası”yla benzerlikler taşıyor. Tarihsel olarak sınıf bilinci son derece güçlü burjuvazinin mantığı hep aynı biçimde işliyor. Avrupa’daki kanlı yasalar, kırlardan kentlere sürülen ve kentlerdeki yaşam ilişkilerine adapte olamayanları hızla disipline etmek için geliştirilmişlerdi. işçi sınıfının “ataları”, önce zorla serseri ve dilenci haline dönüştürüldüler, sonra da dilenci ve serseri oldukları için cezalandırıldılar. “Yasakoyucu, bunları, ‘gönüllü’ suçlular olarak ele almış ve artık mevcut olmayan eski koşullar altındaki gibi çalışmaya devam etmelerini, bunların iyi niyetlerine bağlı bir şeymiş gibi görmüştü. Önce zorla toprakları ellerinden alman, evlerinden atılan ve işsiz-güçsüz serseriler haline getirilen tarımsal nüfus, işte böyle kırbaçlanarak, damgalanarak, yasalar yoluyla işkence edilerek, ücret sisteminin gerektirdiği disipline” edilmeye çalışıldı. (Kapital 3. Cilt sayfa 750-751)
Tüm bu “güvenlik önlemleri”yle ezilen ve sömürülen milyonlara da güvende değilsiniz denilerek, büyük bir güvensizlik duygusu aşılıyorlar. Küçük ve orta ve çaplı suçların bu denli yaygınlaşması, insanları da güvenliksizlik psikolojisine mahkum ediyor. Bu denklem; herkes hırsız-kapkaççı olabilir, herkes sizi kandırmaya ve dolandırmaya çalışabilir, kimseye güvenmeyin şeklinde derinleştiriliyor. Örgütledikleri bu kampanya da toplumun rızasını alma üzerine kuruluyor. Bireyler tümüyle yalnızlaştırılarak, ezilenlerin kolektif davranış ve duygu dünyası yok edilmeye çalışılıyor. Tek güvenecek yer kalıyor; devletin polisi. Devlet kaynaklı istatistikleri hırsızlık ve kapkaçın yoksul değil, orta ve zengin mahallelerde yoğunlaştığını gösteriyor. Oysa hırsızlık-kapkaçın asıl hedefi yoksullar değil, zenginlerdir. Oysa güvende olmayan ezilenler değil, onlardır.
Ezilenlerin meydan okuması
Hırsızlık-kapkaç olaylarındaki bu çarpıcı artış, yalnızca ezilenlerdeki değersizleşme eğrisinin çapını ele vermiyor. Ama aynı zamanda, ezilenlerin toplumsal yoksulluğa, aşağılanmışlığa ve dışlanmışlığa isyanı anlamına geliyor. Kapitalist düzende herşeyleri çalman ve dışlanan milyonların ürettiği “çözüm”e işaret ediyor.
Hemen bütün sınıflı toplumlarda farklı biçim ve görüngülerde ortaya çıkan eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin tetiklediği huzursuzluklar, yeni arayışlara yönelişin de başlangıç noktasını oluşturuyor.
Yeni arayışların birinci aşaması, olağan yöntemlere başvurarak ilerlemek biçiminde ortaya çıkıyor. Daha fazla, hatta kölece çalışmak, aç kalıp sürekli biriktirmek vs. Bu yolla sonuç alamayan, çıkış yolu bulamayan ezilenler, ‘olağandışı’ yöntemlere başvuruyor. Yeni arayışların ikinci aşaması ya da sözkonusu ‘olağandışı’ yöntemler de iki biçimde uç veriyor. Birinci biçim, ezilenlerin ‘kendisi için sınıf olma bilincine varıp, çözümü de bütün sınıf kardeşleriyle ortak hareket etmesi temelinde geliştirdiği her türlü sosyal kurtuluş mücadeleleridir. İkinci biçim ise, burjuva hukukunda doğrudan “adi suç” olarak tarif edilen hırsızlık yapmak, soymak, öldürmek, çeteler oluşturmak vs. vs. Birinci biçim, ezilenlerin yeni bir düzen, sosyalist ideolojiyle aydınlanmış isyanıysa; ikinci biçim de, doğrudan ilkel içgüdülerle harekete geçen ezilenlerin sosyalist ideolojiyle aydınlanmamış isyanıdır. Bugün ülkemizde de yaşanan tüm bu olaylar, egemen olan yaşam koşullarına, sosyal düzene karşı ezilenlerin bir tür isyanı, meydan okuması halinden başka bir şey değildir. Fakat, sosyalist ideolojiyle aydınlanmadığı sürece ezilenlerin sayısız biçimde açığa çıkan isyanları sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bu meydan okumanın temellerinde köreltilen toplumsal bilinç ve gündelik yaşamın hemen her anında kışkırtılan bireysel çıkarlar vardır. Bireyi toplumdan/sınıflardan ayrıştırıp atomize eden kapitalist düzen, bireyi, hem insan olarak ve hem de sınıf olarak kendisine yabancılaştırır. İnsan yerine konulmak isteyen ezilenler bunun yolunun ancak sınıf atlamayla gerçekleşebileceğini varsayar. Dolayısıyla ezilmemek için, kendisini ezenleri taklit eder. Onların yöntemlerine başvurur. Çalar, çırpar, öldürür...
Ezilmenin nefretini yaşayanlar, nefretin yarattığı enerjiyi yine kendilerine döndürüyor ve kendilerini zehirliyorlar. Ezilenlerin ürettiği ve meydan okuması halinde dışa vuran bu “çözüm”, aynı zamanda toplumsal çöküntü ya da yazımızın girişinde tarif ettiğimiz değersizleşme eğrisinin kendisidir. Burada insan yoktur, paylaşım yoktur, dayanışma yoktur. Dinler ve töreler yoluyla edinilmiş, gelenekler ve görenekler aracılığıyla yerleşiklik kazanmış ve kapitalist düzen tarafından harlanan değerler sisteminin iflasıdır.
Esas sorun, bu büyük nefretin doğru yollara kanalize edilmesine kilitleniyor. Yani, devrimci önderlik sorununun çözülmesine. Hırsızlık-kapkaç ve daha birçok olayda ortaya çıkan değersizleşme eğrisi, aynı zamanda devrimci önderlik boşluğunun derinliğini, çapını ve bu sorunun acilen çözülmesi gerektiğini göstermektedir. Güçlü bir devrimci çekim merkezi yaratılamadığı için, düzenden kopan insanlar bu “çözüm”ü üretmiştir.
Açık ki, arayış halinde olan milyonlarca insan, bu düzenden fiilen kopmuştur. Geleceğini bu düzende görmemektedir. Düzenin ürettiği ve çözüm olarak sunduğu hiçbir şeye güven duymamaktadır. Ezilenler, bu düzenin iyileştirmelerle, “reform”larla kendilerine bir çözüm üretebileceğine de inanmadığı için, olağandışı yol ve yöntemlere sapmıştır. Fakat kendi başına bu durum, devrimci bir mayalanma bakımından son derece bereketli topraklan işaret etse de, bu milyonların kendiliğinden devrimci mücadeleye doğru akacağı sonucuna neden olmaz, olmamalıdır.
Egemen sınıflar ezilenlere yönelik büyük tavizler vermediği sürece, ezilenlerin sayısız biçimde dışa vuran isyanı artarak sürecektir. Bunun tek bir çözüm yolu vardır: Devrim!