Vicdan Kanamasından Beyin Kanamasına, Antisemitizmden Siyonizme

Birikim dergisinin Ekim sayısında, “Antisemitizme sıfır tahammül” başlığıyla 117 imzalı bir bildiri yayınlandı. Çoğunluğunu gazeteci ve yazarların imzaladığı bildirinin amacı, “Antisemitizme dikkat çekmek ve derin kaygıları vakit kaybetmeden paylaşmak” şeklinde tanımlandı.

Bildiriyi kaleme alanların Türkiye’deki Musevi cemaati ya da onlarla ilişkili kişiler olduğuna kuşku yok. Bunda şaşılacak bir yan da yok. Coğrafyamızdaki Musevi azınlığın kendilerini tehdit altında görmelerinin, en azından böyle hissetmelerinin ifadesi olan bildiri, bir azınlığın dışlanma altında ezildiğinin dışavurumu olarak algılanabilir. Fakat, bildiriyi kaleme alanların kullandığı dil ve kelimelerin arkasına gizlenmiş zihniyetleri, genel olarak ‘sol’a ve özel olarak da sosyalist sola düşmanlık taşıyor. Böylelikle, amaçlarının hiç de dışlanma altında ezilmişliğe itiraz gibi masumane bir tavır olmadığı gerçeği açığa çıkıyor. Bildiriyi kaleme alanlar, antisemitizm gibi zehirli bir ideolojiye hücum ederken, hızlarını alamıyor, siyonizmin en pespaye propaganda yöntemlerine de başvuruyorlar. İsrail devletine ve onun aşağılık uygulamalarına karşı olan herkesi utanmazcasına antisemitist olmakla itham edip, eleştirebiliyorlar. Daha da ileri giderek, gerçekleri gizliyor, alenen okuru yanıltıyorlar.

Derginin Ekim sayısının dosyası da aynı konuyu ele aldı; “Antisemitizm-Siyonizm”. Birbirinin ikiz kardeşi olan iki zehirli ideolojiyi ele alan ve sorunun taraflarından Musevi yazarlara sayfalarını cömertçe açan Birikim dergisi, sorunun diğer tarafı olan, özel olarak Filistinli yazarları, genel olarak Arap yazarları es geçiyor. Böylelikle okuyucuya, antisemitizm ve siyonizm tartışmasındaki/saflaşmasındaki yerini de ima ediyor. En azından okuyucuyu böyle düşünmeye itiyor.

Hem “Antisemitizme sıfır tahammül” başlıklı bildiri ve hem de derginin ilgili dosyasında genel olarak konuyu ele alış biçimi, tarihsel ve güncel gerçeklerle çelişiyor.

Antisemitizmin tarihsel kökleri ve Musevi’lerin dışlanmışlığı

Yalnızca ulusal ve dinsel kimlikleri nedeniyle Musevilere özel bir düşmanlık anlamını taşıyan antisemitizm, ırkçı bir ideolojidir. Kökleri 2 bin yıl kadar öncesine ulaşır. Beslendiği ana damar, tek tanrılı dinlerin ilki olan Museviliğe karşı ondan sonra ortaya çıkan Hristiyanlık arasındaki egemenlik mücadelesidir. Bir inanç sistemi olarak kendini önemli oranda Museviliğe göre tanımlayan Hristiyan ideoloji, ondan kopmak ya da onu aşmak için en başından itibaren Museviliği ve Musevileri hedef tahtasına çiviler. Çeşitli versiyonlarıyla İncil, baştan sona, antisemitizm kategorisine girecek, en azından ona güçlü bir temel sağlayacak söylemlerle doludur. Dinsel inanç sistemlerinden bakıldığında bu kaçınılmazdır da.

Hristiyanların ‘peygamberi’

İsa’nın Romalılar tarafından esir edilmesi ve çarmıha gerilmesinde bir Musevi’nin birinci dereceden rol oynaması, Museviliğe karşı düşmanlığının binlerce yıldır sürmesini tetiklemiş ve söz konusu kaçınılmazlığın en önemli motifi de oluşturulmuştur. Artık bu düşmanlık, irili ufaklı her sorunda yeniden ve yeniden depreşen bir düşmanlık üretmeye başlar.

Musevileri ‘herkesin düşmanı’ yapan en önemli öğelerin başında, Musevilerin devletlerinin olmayışı ve dünyanın her tarafına (özellikle de ‘Batı’ya) dağılmış olmaları gelir. Dünyanın hemen her tarafına dağılmış olmaları, onları neredeyse bütün uluslara ve bütün dinlere ‘komşu’ yapar. Musevilerin herkese, dokunabilecekleri kadar yakın olması, azınlık statüsünün sonradan da olsa tarihsel genlerine kodlanması, onları her hangi bir durumda ırkçılık ve dinsel gericiliğin ‘nesnesi’ olmasını da koşullar. Ulus devletlerin ortaya çıkış döneminde ulusların kendilerini tarif edişinde Musevilerin varlığı bir etken olurken, Yahudi düşmanlığı da ulusal burjuvaziler tarafından ulusal birliğin harcı yapılmaya çalışıldı. Bu dönemde bütün ırkçılar önce Musevilere saldırır. Keza, dinler bakımından da aynı durum geçerlidir.

Dünyanın her tarafına dağılmışlıklarını ve devletlerin olmayışını, cemaatsel örgütlenme içinde zanaatçılık (ve sonradan entelektüel gelişmişlikle) kapatmaya yönelen Museviler, klasik/olağan bir biçimde olmasa da ulus varlıklarını sürdürmeyi başarırlar. Bu durum, Musevileri bir dizi alanda öne çıkarır ve zenginliklerin ellerinde toplanmasına neden olur. Bu, aynı zamanda, milliyetçi ve dinsel ideolojilerin ya da onların sentezlenmelerinin, toplumsal adaletsizlikler ve eşitsizliklerin nedenini verili toplumsal düzenden değil, Musevilerden kaynaklandığını ileri sürmelerine de zemin oluşturur. Dolayısıyla yaşadıkları hemen her toplumdaki adaletsizliklerin, eşitsizliklerin ve çürümelerin kaynağının Museviler olduğu safsatası süre gelir. Bu gerçeğin en tipik ve en çarpıcı verisi, Nazi Almanyası’nda Musevilerin tanımlanışı ve soykırıma uğratılışlarıdır. Birinci Dünya Savaşını yenik olarak kapatan ve yıllar boyu sürecek tazminat ödemeye mahkum edilen Alman emperyalizmi, toplumsal çöküntünün ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Alman halkına, bütün bunların nedenini Museviler olarak gösterir. Hitler de bunu “teorize” eder: “Saf Alman ırkı” yaratılmasının panzehiri ya da Alman faşizminin en önemli figürü/nesnesi Museviler olur. Önce ellerindeki bütün zenginliğe el konulur. Sonra toplama kamplarında soykırıma uğratılırlar. Bu denklem, aynı derinlik ve kapsamda olmasa da, dünyanın her tarafında ırkçı/faşistler tarafından kurulmuştur.

Musevilerin bütün ulus ve dinlere “komşu” oluşları, aşağılanmanın ve dışlanmanın hedefine oturtulmasında en önemli dışsal olgu olur. Fakat aynı durum, Çingeneler için de söz konusu olmasına rağmen, Çingeneler Museviler kadar aşağılanmaz ve dışlanmaz.

"Seçilmiş" bir ulus ve "Vaat edilmiş topraklar"

Musevileri neredeyse bütün ulus ve dinlerin düşmanı yapan en önemli öğelerden birisi de, bizzat Musevilik inanışından ileri gelir. Musevilik, “seçilmiş bir” kavim olarak yalnızca “Samioğulları’na ait bir dindir. Diğer dinsel inanışlara göre sonradan o inanışa sahip olabilirsiniz, ama sonradan Musevi olamazsınız. Museviliğin kavimsel bir din oluşu, antisemitizmin kendisini yeniden ve yeniden üretmesinin koşullarından birisi ola gelmiştir.

Musevi tarih yazımının en önemli eserlerinden olan “Bereşit” adlı kitap, “Bu toprağı senin soyundan gelenlere verdim, Mısır’ın nehrinden büyük Fırat nehrine kadar... Ve sana ve soyundan gelenlere, geçici olarak kalacağın toprağı, sonsuza kadar sahip olacağın tüm Kenan toprağını vereceğim ve onların Tanrısı olacağım” ifadelerine yer verir. Her Musevi “Vaat edilmiş toprak” görüş açısından eğitilir/eğitilmeye çalışılırken; pek çoğu da gizli ya da açık bir biçimde bu duyguları yaşar.

“Dünyadaki bütün öbür uluslar toprak iddialarını fethe dayandırdığı”m iddia eden Musevi tarih görüş açısı, “Ancak Yahudi ulusu, iddialarını Tann’mn sözüne dayandırır” gerici önermesinden köklenir. Musevilerin fethetmesine gerek yoktur. Zaten o toprakları tanrı onlara vermiştir. “Tanrı” der, Musevi tarihçileri, “Israiloğullanna İsrail toprağını, onun soyundan gelenlerin dünyaya örnek olacak bir ulusu yaratacakları bir laboratuvar olarak verdi. İsrail toprağı özel bir yerdir; dünya gezegeninde Yahudi ulusunun misyonunu yerine getirebileceği tek yerdir. Örnek bir ulus başka hiçbir yerde oluşamaz. Yahudilere bu toprak sadece misyonları yüzünden verilmiştir.” Museviler nezdinde binlerce yıldır varlığını koruyan bu ütopik ve gerici görüş açısı, nesnel olarak siyonizmin de temelini oluşturur. Ve kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak ulus devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte, siyonizmin gelişmesinin alanı açılır. Ütopik olan, somut, elle tutulur gerçekliğe dönüşür. 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Siyonist kongresinde, “Dünya Siyonist Teşkilatı” kurulur ve başkanlığına, siyonizmin ‘babası’ olarak görülen Theodor Herzl seçilir. Alman kararlara göre temel hedef bir ülke edinmektir. Uganda gündeme gelir, ama Filistin’de bir ülke edinmek ve dünyanın dört bir yanına dağılmış Musevileri burada toplamak temel amaç olur.

“Seçilmiş” ve “Örnek” bir ulus olarak “Vaat edilmiş topraklar’m sahibi olmak, Museviliğin en temel iki ilkesidir ve siyonizm ideolojisinde somutlanır. Museviliğin genlerine kodlanan bu iki özellik, Musevileri dinsel bir bağnazlık ve ırkçılıkla zehirlediği gibi, diğer dinlerden ve uluslardan insanların da zehirlenmesine kaynaklık eder. Bu iki özellik, diğer tek tanrılı dinlere göre Museviliğin “yapısal sorunu” olarak da tanımlanabilir. Museviliğin bu iki özelliği, dinsel bağnazlığın ve ırkçılığın en önemli nesnesi olmasını koşulladığı gibi, antisemitizmin de tükenmeyen kaynaklarından birisisini oluşturur. Dolayısıyla binlerce yıllık geçmişe sahip antisemitizmin tarihsel sürekliliği, aynı zamanda onun ikiz kardeşi olan siyonizmden beslenir. Siyonizm ile antisemitizmin tarihsel olarak birbirine yakın dönemlerde açığa çıkmaması, bu gerçeği değiştirmez. Her ikisinin de yapısal özellikleri bir ve aynı olduğu gibi, beslendikleri damar da ortaktır: Irkçılık ve dinsel gericilik.

Antisemitizmin en uç örneğini Nazilerin oluşturduğu konusunda kimsenin itirazı yoktur. Keza, siyonizm en uç güncel örneğini de, mevcut İsrail devletinin resmi devlet ideolojisi ve politikası oluşturur. Hitler ve Şaron karakterlerinin birbirine bu kadar çok benzemesi, söylemlerinin bu kadar özdeş olması, bir halkı ya da halkları ezme konusunda bu kadar benzer yöntemlere sahip olması, rastlantı mıdır? Hitler, Musevileri gettolara hapsetmişse; Şaron, utanç duvarıyla Filistin kentlerini gettolaştırarak hapsetmeye çalışıyor. Hitler, Musevileri toplama kamplarında ezmiş ve yok etmek istemişse; Şaron, Filistinlileri birer toplama kamplarına çevrilen Filistin kentlerinde ezmekte ve yok etmeye çalışmaktadır. Hitler, Musevileri kitlesel olarak gaz odalarında soykırıma uğratmışsa; Şaron, Filistinli kitleler üzerine savaş uçakları ve tanklarla kurşun ve bombalar yağdırarak soykırıma uğratmaya çalışıyor. Şaron, Hitler kadar ileri gidememiştir, ama bu, O’nun sınıfsal konum ve zihniyet farklılığından değil, dönemin ve koşulların farklılığından ileri gelir. Madalyonun bir yüzünde antisemitizm varsa, diğer yüzünde siyonizm vardır; bir yüzünde Hitler varsa, diğer yüzünde de Şaron vardır! Siyonizm ile antisemitizmin yapısal özelliklerinin aynı olması ve aynı kaynaktan beslenmesi, tabii ki Musevilerin dışlanmışlıklarını ve katliama uğratılmasını hiçbir koşul altında haklı çıkartmaz. Hitler’e karşı olan her kişi, tutarlı bir biçimde Şaron’a da karşı olabilmelidir.

Fakat bildiriyi kaleme alıp, “Antisemitizme sıfır tahammül” diyerek haykıranlar, en az antisemitizm kadar ırkçı bir ideoloji olan siyonizme karşı da aynı tutumu almayı beceremiyorlar. Antisemitizmi siyonizmden kopararak ele alıyorlar. Antisemitizm ile siyonizm arasındaki bu kopmaz tarihsel-ideolojik bağı görmek istemiyorlar. Dolayısıyla sol’u, ırkçı bir ideolojiyle doğrudan ya da dolaylı bir biçimde haksız olarak ilişkilendirenler ve sol’u tutarsızlıkla eleştirenler; siyonizme gözlerini kapayarak, tutarsızlığını alasını sergiliyorlar.

Vicdan kanamasından beyin kanamasına

Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren Nazi Almanyası’nda somutlaştığı üzere antisemitizm, Musevi ulusu bakımından onulmaz yaralara neden olur. Bir ulus olarak yüzyılın en acımasız saldırılarıyla yüz yüze gelen Museviler, kaçınılmaz ve haklı bir biçimde insanlığın yüreğinde derin bir vicdan kanamasına neden olur.

Nazi toplama kamplarında ezilmenin tetiklediği bu vicdan kanaması, siyonistler tarafından çok etkin bir biçimde kullanılan bir malzeme olur ve Hollywood senaryoları aracılığıyla insanlığın beyin kanamasına dönüştürülür. Toprakları işgal edilen Filistin halkının en aşağılık biçimlerde katledilmesi, çocukların kurşunlanması, evlerinin yerle bir edilmesi, Filistinli tutsaklara dünyanın gözleri önünde işkence edilmesi, bu vicdan kanaması sayesinde “kabul edilebilir” bir hale getirilir, ona zemin sunar. Bu vicdan kanaması, yine en geniş anlamıyla “sol” çevrelerden başlamak üzere insanlığın beyin kanamasını da tetikler. İlerici çevrelerin ve düşünürlerin en büyük açmazlarından birisini de bu beyin kanaması oluşturur.

Nazilerin zemin sunduğu ve siyonistlerin neden olduğu bu beyin kanaması, bütün Musevilerle İsrail devletinin özdeşleşmesiyle devam ettirilir. Bu görüş açısına göre, İsrail devletinin her türlü eleştiriye konu olması ve İsrail devletinden nefret edilmesi, Musevilerin eleştirilmesi ya da Musevilerden nefret edilmesiyle aynıdır. Durum böyle olunca, İsrail eleştirilemez hale gelir/getirilir.

Bu beyin kanaması, Filistin-İsrail sorununa dair irili ufaklı her noktada yeniden ve yeniden açığa çıkar/çıkarılır. Siyonistlerin ‘gem’i azıya aldıkları’ durumda da “sol siyonistler”den söz edilerek, siyonizm kabul edilir hale getirilir. Birikim dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner’in “Siyonizmin ikizi veya karşıtı” başlıklı yazısı, baştan aşağıya “sol siyonistler”in ne kadar iyi oldukları, ne kadar yararlı işler yaptıkları üzerine kuruludur. Oysa, İsrail devletinin kuruluşundan belirli bir döneme kadar iktidarı elinde tutan “sol siyonistler” ile siyonistler arasında özsel olarak hiçbir ayrım çizgisi bulunmamaktadır.

Filistin toprakları gaspedilerek 1948 yılında ilan edilen İsrail devletinin kurucu başkanı ve “sol siyonistler”in önde gelenlerinden Ben Gurion, Filistin’i “halksız bir toprak” şeklinde ilan ederek, bütün Musevileri İsrail’e çağırır. Yeni kurulan İsrail devletinin siyasal ve toplumsal düzeni baştan aşağıya ırkçı temellere dayandırılır. Tarım ve sanayinin yapılandırılması, kitle örgütlenmeleri vb. her şey Musevilere göre düzenlenir. Yasalar katında Museviler Araplardan üstün tutulur; İsrail’deki Araplar ikinci sınıf vatandaş olarak kabul edilir. Güney Afrika’nın ardından ikinci bir Apartheid rejimini İsrail’de kuranlar “sol siyonistler”dir! 1947-49 arasında, yani İsrail devletinin resmen kurulduğu tarihlerde, bir milyona yakın Filistinli yerlerinden yurtlarından sürülmüş, binlercesi de bizzat “sol siyonistler” tarafından katledilmiştir. Bugünün en önemli “sol siyonistler”inden tarihçi Benny Morris, o dönemi, “Filistin, Filistinlilerden temizlendi” şeklinde tanımlayarak, sürgünleri ve katliamları büyük bir kibirle savunur. Bugün Şaron’da cisimleşen siyonist saldırganlık, tarihin de işaret ettiği gibi, “sol siyonist” Ben Gurion’dan köklenir. Yalnızca bir farkla, Şaron daha küstah ve açık bir şekilde yapıyor bunu.

Ömer Laçiner’in en az bizim kadar bütün bu gerçekleri bildiğine kuşku yok. Fakat O’nun bu tutumu, bilinçli bir kalemin “sol siyonistler”i yüceltmesinin özel bir tercihi olduğuna da kuşku yok. O’nun taraf olduğu saf da en az bizim kadar nettir! “Sol siyonistleri” yücelten Laçiner’in solculuğu, “sol siyonistler”in “sol”u kadardır!

Kuşku yok ki, bu acıyı ve kanamayı, en derinden yaşayanlar, bağnazlık ve gericilik üreten ırkçı ve dinsel ideolojilerden yollarını kesin çizgilerle ayırmamış en geniş “sol” çevrelerdir. Birikim dergisinin ilgili sayısındaki dosyada da kendini çok açık bir şekilde hissettiren bu beyin kanamasıyla hesaplaşmak için tarih saati çoktan gelmiştir. Bununla hesaplaşılamadığı durumda, kanama, Filistin halkına sıkılan her kurşunla, ölüme değin götürmektedir. Ve çoklarını da ölüme götürmüştür.

Sosyalistler, Siyonist İsrail Devletinin Yıkılmasını Savunur

Bildiriyi kaleme alanların “...sol kesim, İsrail devletinin haritadan silinmesi özlemini de yer yer İslamcılarla paylaşmaktan gocunmadı” şeklinde ifade ettiği görüş açısı, tam da dikkat çektiğimiz beyin kanamasını ele verir: Siyonist İsrail devletine karşı olan herkes antisemitisttir. Oysa siyonist İsrail devleti karşıtlığı, aynı zamanda Musevi karşıtlığı anlamına gelmez. Her ne kadar tarihsel temelleri ve ideolojik köklerini Musevilerin ‘kutsal kitabı’ Tevrat’tan alsa da, siyonizm, Musevilikle eşanlamlı değildir. Musevilik dinsel, kültürel bir ideoloji ve yaşayış, siyonizm düpedüz politik bir ideoloji ve ırkçı saldırganlık stratejisidir. Dünyada siyonist olmayan ve siyonizme karşı mücadele yürüten yüzbinlerce Musevi bulunmakta ve siyonist İsrail devletine karşı olduklarını ilan etmektedirler.

Türkiye’deki sosyalistler, siyonist İsrail devletine karşı çıkmakta, onun yenilgisini istemektedir. Bu, tabi ki, İsrail’in Musevilere ait bir devlet olmasından kaynaklanan bir siyasi tutum değildir. İsrail’in, Filistin halkının topraklarını işgal eden korsanlaşmış bir devlet olmasından; işkenceyi ve katliamları yasa katına çıkarmış soykırımcı bir devlet olmasından ileri gelir. Keza, İsrail’in siyonist olmasından, yani Samioğullarını bütün uluslardan daha değerli, “seçilmiş bir ulus” olarak görmesinden kaynaklanır. İsrail’in ırk ayrımcı bir rejim, Güney Afrika’daki gibi “Apartheid” rejimi olduğu ve yıkılması gerektiği, sadece Türkiye’de değil, örneğin 2004 yılının Eylül ayında gerçekleşen Beyrut Toplantısı gibi uluslararası savaş karşıtı platformlarda da ortaklaşılan bir görüş açısıdır. Ve tabi ki, biz sosyalistler olarak ırkçı İsrail devletinin yıkılmasını ve iki uluslu, laik, demokratik tek bir Filistin devletinin kurulmasını savunan Filistinli sosyalistlerin programını destekliyoruz. Bu programının gerçekliğe dönüşmesi de, emperyalizmin Ortadoğu’daki tabancası siyonist barbarlığa karşı amansız bir savaş yürütmekten geçiyor.

Bildiride, “milliyetçi ve ırkçı düşmanlıklar yaratılmasından, militarizmden ve onun kanlı sonuçlarından mutsuzluk duyması beklenen kesimlerin”, yani sosyalistlerin, “hiçbir çifte standart uygulamadan her türlü şiddet yanlısı çözümü eleştirip, acil ihtiyaç olan barışı önermesi beklenirken ... yaygın tutum tersi oldu” deniliyor. Bizi “her türlü şiddet”e karşı olmamakla eleştirenler bir adım daha atıp, “Şiddetin bir yanı eleştiriden uzak tutuldu, hatta mazlum söylemiyle kucaklanıp meşrulaştırıldı” diyerek, bize, Filistinli feda eylemcilerini kınamayı dayatıyorlar.

Evet, “her türlü şiddete” karşı değiliz! Evet, haklı ve meşru şiddeti, ezilenlerin egemenlere karşı şiddet kullanma hakkını her zaman savunacağız! Evet, siyonist İsrail devletinin saldırganlığını her yerde teşhir edecek, her zaman tutum alacağız. Ezilenlerin şiddet kullanma hakkını neden yok sayalım? Neden ezilen Filistin halkının kendisini şiddet aracılığıyla savunmasını mahkum edelim? Filistin halkının varlık koşulu, elindeki çok çok sınırlı şiddet araçlarıyla kendi varlığını ve özgürlüğünü savunmasından ileri gelmiyor mu? Filistin halkını dünyanın gözleri önünde kurşunlayan, işkencelerden geçiren siyonist İsrail devletinin saldırganlığını mahkum etmek ve ona karşı savaşmak kadar meşru ne olabilir? Tabi ki, marksistlerin savaşa karşı tutumları, “her türlü şiddet”e karşı çıkma temelinde şekillenmiyor. Marksistler, bütün savaşların somut tarihsel analizine dayalı olarak, hangi sınıfın/sınıfların çıkarlarına denk düştüğünü, hangi politikanın devamı olarak sürdürüldüğünü, proletaryanın görüş açısından tarafların hangisinin haklı, hangisinin haksız olduğuna bakarak tutum alıyorlar.

Türkiye'de Antisemitizm

Türk devletinin çeşitli ulus ve ulusal azınlıklar ve dinsel azınlıklara karşı düşmanca politikalarını haklı olarak eleştiren ve tutum alan toplumsal muhalefet güçlerinin, söz konusu antisemitizme gelince aynı tutumu göstermediğini iddia eden bildiriyi kaleme alanlar, “...antisemitizm görmezden gelinerek, adı konulmayarak ya da varlığı açıkça inkar edilerek, karşısında hemen hemen herkesin suskunlaştığı bir konu olmayı sürdürüyor” diyorlar. Bu iki nedenle yanlıştır. Yanlıştır, çünkü kurucu temelleri ulus olarak Kürtlerin inkar ve imhası; Rumların sürgünü ve Ermenilerin soykırımı üzerinde kurulan sömürgeci, asimilasyoncu rejim, aynı düşmanlığı ya da saldırganlığı Türkiye’deki Musevilere yöneltmemektedir. Onun temellerinde antisemitizm yoktur. Keza, Ortadoğu’dan bakıldığında siyonist İsrail devletine en yakın olan siyasi iktidar, Türk burjuva devletidir. Filistin-İsrail savaşında Türk egemen sınıfları her defasında sözde “tarafsız” bir tutum takınmış, taraflara “eşit mesafede” yaklaşmıştır, ama gerçekte siyonizmin politikalarını referans almıştır. Bu yaklaşım, siyonist saldırganlığın meşrulaştırmasından başka anlama gelmemektedir ve gelmemiştir.

Musevilerin dünyadaki pozisyonundan bakıldığında, Türkiye’nin toplumsal zemininde yakın bir tehdit kategorisine ulaşmış antisemitizmden söz etmek olanaklı da değildir. Değişik biçimlerde ve özellikle de siyasal İslam’ın tetiklemesiyle kendisini ortaya koyan bir antisemitizmden söz edilebilir. Fakat politikleşmiş bir antisemitizm düzeyine henüz ulaşmamıştır. Ve Türkiye’de antisemitizmin politikleşmesinin temeli de yalnızca siyasal İslam’ın tutumundan değil, siyonist saldırganlıktan köklenebilir. Kaldı ki antisemitizm, yalnızca Türkiye değil, bütün Ortadoğu’da siyonist saldırganlık söz konusu olduğunda toplumsal-siyasal temeli güçlenmeye başlamıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de antisemitizmin gelişiminden rahatsızlık duyuluyorsa, öncelikli olarak siyonist İsrail devleti hedefe konulmalıdır.

Öte yandan, siyonist İsrail devletinin saldırganlığına karşı süreğen bir biçimde mücadele yürüten sosyalistler, 2003 yılında İstanbul’da sinagoglara yönelik saldırıyı duraksamaksızın kınama tutarlılığını da göstermiştir. Yalnızca Musevi kimliğinden dolayı insanların hedef olmasının yanlışlığını Ezilenlerin Sosyalist Platformu da hiç şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde ilan etmiş, bu amaçla Şişli’de bir sinagog önünde protesto eylemi de gerçekleştirmiştir. Bildiriyi kaleme alanlar, bunları eleştirebilir ya da tartışabilirler, kuşkusuz böyle bir hakları da var. Fakat, gerçeklere de saygı göstermeleri gerekmez mi?

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi