İHD Genel Merkez Kongresi, İnsan Hakları Haftası ve AB ile müzakerelerin başlatılması gibi nedenlerle insan hakları sorununa yaklaşım, bu alandaki görüş ayrılıkları yeniden tartışma konusu oldu. Kuruluş tarihinden itibaren belki de en ciddi tartışmalar yaşandı.
Sorunların dile getirilmesi ve bu alanda teorik tartışmaların yapılması gerekli ve hatta zorunluydu. Çünkü İHD tarihinde anlayış tartışmaları hep olmuş, ama bunlar sağlıklı yürütülememiş ve çoğu kez mesafeli duruşlara ve kopmalara neden olmuştu. Bugün de yeterince doyurucu tartışmaların yaşanmadığı, ama farklılıklarda derinleşmeye gidildiği, sistemle uzlaşma eğiliminin teorik temellere oturtularak kökleşmeye doğru evrildiği ve bunun dikkate değer tehlikeler yarattığını belirtmeliyiz. Nasıl bir insan hakları mücadelesi, şiddet olgusuna yaklaşım, AB süreci ile ilişkilenme sorunu, uluslararası sözleşmeler vb. konular, tartışmaların ana eksenini oluşturmaktadır.
Kuşkusuz, bu tartışmaların üzerinde yükseldiği zemin, asıl olarak farklı toplumsal katman çıkarlarından kaynaklanmakta ve farklı politik mecralardan gelen çevrelerin yaklaşımlarında somutlaşmaktadır. Özellikle de dünyada ve ülkemizde yaşanan gelişmeleri, yeni emperyalist hamleleri, bölgesel sorunları kavrama, yorumlama ve bu gelişmelerle ilişkilenme tarzında derin farklılıklar ortaya çıkmaktadır. İnsan hakları mücadelesinin hem genel algılanış biçimi, hem söz konusu kurumlar üzerinden özgün yanıyla yürütülecek mücadele yöntemleri ve hem de devrimci örgüt ve partilerin yürüttüğü mücadelelerle ilişkilenme sorunları, IHD’nin temel açmazları olmaya devam etmektedir.
Herkese eşit mesafe mi?
Öncelikle İHD’nin, aynı ideolojik ve politik iradenin şekillendirdiği parti birliği ya da başka bir ifadeyle ideolojik birlikten oluşan irade birliği olmadığını kuvvetli bir şekilde vurgulamalıyız. Üye bileşimi heterojen değildir. İdeolojik, teorik ayrılıkların yaşanması kaçınılmazdır. Ama bu ayrılıklar, İHD’nin varlık koşulu ve temel kriteri olan “ezilenden yana taraf olma” çizgisinin bulanıklaştırılması, liberalize edilmesi anlamına gelmemektedir. Ortaklaşılan ve örgüt aktivistlerinin mücadele rotasına yön veren belirleyici eksen de, “ezilenden yana taraf olma”dır.
Ne ki, İHD üzerinde kurulan gerici abluka, MGK güçlerinden köşe yazarlarına hepsinin yarattığı ideolojik-politik baskı, derneğin önemli bir kadro bileşiminin üzerinde etkide bulunmuş, kuruluş aşamasındaki çizgisinden geriletmiş, yalpalamasına yol açmıştır. Estirilen gerici rüzgara, İHD’deki aydınlarımız beklenen düzeyde göğüs gerememiştir. Herkesçe kabul edilebilir çizgiye çekme amaçlı ideolojik-politik terörü püskürtmede zaman zaman kararsız kalınmıştır. Kimi zamanlar da ideolojik savrulmalar yaşanmış,
İHD politikalarını egemen sınıflarla “uzlaşma” zeminine çekme tutumu ortaya çıkmıştır. İHD’nin tüzüğünde de yer alan “ezilen sınıf’, “ezilen ulus”, “ezilen cins”ten yana olma tutumu, bu dönemde dolambaçlı yollardan tartışma konusu yapılmış, burjuva ideolojisinden beslenen orta sınıftan liberal aydınların argümanlarıyla bütün bu toplumsal olguları göz ardı eden yaklaşımlar gündeme taşınmıştır. Estirilen terör, işkence ve ezilenlere uygulanan şiddet, egemen sınıfların zor aygıtından bağımsızmış gibi “herkese insan hakları” vb. sınıflar arası çelişki ve çatışmaları görmezden gelen anlayışlar savunulmuştur/savunulmaktadır.
Bu yaklaşımlar, “herkese eşit mesafede olma”, partiler ve diğer kurumlar arasında “ayrım yapmama” olarak da ifade edilmiş ve tartıştırılmıştır.
Kuşkusuz ki, bu son derece riskli bir yaklaşımdır. Egemen burjuva sınıflar karşısında ideolojik olarak sağlam durmamayı, kararsızlığı ifade etmektedir. Devlet, militarist güçler, fiili zor yoluyla elde edemediği sonuçları, kiralık kalemleri ve propagandistleri aracılığıyla ilerici kurum ve örgütleri bombardımana tutarak, psikolojik savaş ve ideolojik ablukayla elde etmeye çalışmaktadır.
Gerek mücadele yürüttüğümüz topraklardaki örgütlenmelerle, gerekse uluslararası alandaki örgütlerle kurulan/kurulacak ilişkiler, “nasıl bir İHD”, “nasıl bir mücadele” anlayışıyla da doğrudan bağlantılıdır. Eğer, İHD ezilenlerden yana bir tavır koyuyorsa, açıktır ki partiler ve diğer kurum veya örgütler arasında da ayrım yapmak zorundadır. Ezilenlere yakın olan, onların sorunlarının çözümüne katkı sunanlar ile ihlallere neden olan, ihlallerin yaşanmasında rol oynayan partiler ya da kurumlarla ilişkileniş tarzı aynı olamaz. Eşitlik adına farklı kulvarlardaki güçler arasındaki ayrım silikleştirilemez. Cehennemin yolunu gösteren, egemen sömürücü sınıfların kimi işçi konfederasyonu yöneticilerine söylettirdiği “toplumsal uzlaşma” melodisi de bu aynı yaklaşımda etkisini bulmaktadır.
Böylesi bir “eşitlik” yaklaşımı, sömürgeci sınıfların egemenliğini kutsayan, meşru ve mutlak gören anlayışların uzanımıdır. Soruna buradan yaklaşmak, IHD’yi birlikte hareket edebileceği bağlaşıklarından da yalıtan, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde daha aktif olmasını frenleyen, edilgen bir konuma sürüklemektedir. Zira İHD, insan hakları mücadelesinde destek bulacağı sendikalar, meslek örgütleri, diğer demokratik kitle örgütleriyle ilişkiler kurar, mümkün olduğunca bu ilişkileri belli bir sisteme oturtur. Bu örgütlerle ortak platformlar da kurabilir/kurmalıdır. Platformlardan bazılarına sıradan bir katılım sağlayabileceği gibi, bazılarına aktif katılır ve bazılarına da bizzat önderlik eder. Dünyada emperyalist tekellerin ve sermaye sınıfının gündemlerini tekleştirerek topyekün saldırılar örgütledikleri bir dönemde, mücadele cephesinde de ortaklaşmak, temel sorunlar etrafında her bir oluşumun kendi bulunduğu yerden katkı sunmasını sağlamak son derece önemlidir. İHD’nin yol alması ve dikkate değer sonuçlar elde etmesi için bu gereklidir.
İHD’deki ideolojik savrulmanın yansımalarından biri de hükümet veya devletin diğer icra kuramlarıyla sürdürülecek ilişkinin biçimidir. ideolojik çizgi ve ona paralel politik tavırda gerekli netlik olmayınca, her somut olay karşısında tartışmalar yapılmakta, gelgitler yaşanmaktadır. Örneğin, devletin oluşturduğu “İnsan Hakları Danışma Kurulları”nda yer alıp almamak ciddi tartışma konusu olmuştur. İHD, prensip olarak baskı ve egemenlik kuramlarıyla uzlaşma çizgisinde ilişkiler içerisinde olamaz. Çoğunlukla valilik, emniyet müdürlükleri, jandarma komutanlıkları gibi egemenlik ve baskı örgütlerinin temsilcilerinden oluşan “İnsan Hakları Danışma Kurulları’nda da yer alamaz. Bunu tartışma konusu yapmak bile abestir.
Hükümet, egemenlik aygıtı devletin icracı bir kurumu olduğundan doğallıkla ihlallerin muhatabı durumundadır. İhlallerden sorumludur. Dolayısıyla her bir alanda yaşanan sorunların, ihlallerin muhatabıdır; düzen içi demokratik kazanımlar için, üzerinde baskı yapılması gereken bir kurumdur. Hükümetle ilişkiler bu bağlamda ele alınmalıdır. Ama politik anlamda Meclis’le ilişkiler kısmen farklı olabilir. Milletvekillerinin, insan hakları ihlallerinin dile getirilmesi, hükümet üzerinde etkili olabilmeleri, harekete geçmeleri ve bu alanda çaba göstermeleri sağlanabilir. En azından bu yönde girişimler için zorlama yolunda ilişkiler sürekleştirilebilir. İHD, kendisi gibi olan uluslararası kuramlarla da ilişkili olur, onlarla dayanışma ve eylem birliği içinde bulunabilir. Çoğu kez ortak eylem ve etkinlikler örgütleme çalışması da yürütebilir. Ama burada da özenli olmak zorundadır. AB gibi emperyalist devletlerden kurulu oluşumlar ve bunları temsil eden örgütlenmelerle uzlaşma temelinde bir ilişkiye giremez.
Yeni emperyalist hamleler ve uluslararası sözleşmeler
İHD’de yaşanan temel sıkıntılardan biri de, hak ihlalleri bakımından sağlıklı bir yön tayini yapamama, ampirik yaklaşımlardır. İHD, doğru düzgün bir analiz yapmadan herhangi bir eylemini, yapacağı işi mutlaka bir uluslararası belgeye uydurmaya, bu baskılanma altında mücadele yürütmeye çalışmaktadır. Bu da, yürütülecek çalışmaları kaçınılmaz olarak güdük bırakmaktadır. Oysa dünyanın bugünkü durumunda ya da her önemli uluslararası ve ulusal gelişmede ortaya çıkan tabloyu doğru okumak, zamanında müdahaleler geliştirmek, yürütülecek mücadelenin başarısı için önkoşuldur. Uluslararası sözleşmelerle belgelenmiş kazanımlar, içinde geçmekte olduğumuz dönemin özellikleriyle ilişkilendirilerek mücadelenin destekleyici unsurları yapılabilir, daha ileriye taşınabilir. Kaldı ki, dünya dengelerinin altüst oluşuyla bugün kazanılmış hakların çok çok gerisinde seyrettiğimiz de bir başka gerçektir. Kazanılmış haklar, sağlanmış yasal “ güvence1derine karşın Amerikan canavarının pençeleri altında tuzla buz olmuş durumdadır. İnsan hak ve özgürlükleri, şimdilerde onların kanlı sofralarına meze olmaktadır.
Önce insan hakları bağlamında dünyanın bugünkü tablosunu kısaca bir görelim.
1989-90 olaylarından sonra dünya yeni bir sürecin içerisine girdi. SSCB ile ABD ekseninde oluşan dengenin bozulmasıyla ortaya çıkan yeni durum, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Doğu Avrupa ve Kafkasya’da iştah kabartan yeni pazarların paylaşılması rekabeti, emperyalizmin İkinci Dünya Savaşından bu yana sıkıntısını yaşadığı sosyalizm baskılanmasından kurtularak özüne, en acımasız barbarlığa dönüşüne vesile oldu. Diğer emperyalist güçlerle yarışta ipi açık farkla göğüsleyen ABD, hak ihlalleri yapma özgürlüğünü eline aldı. Aç kurtların saldırganlığıyla Yugoslavya’yı dilimleyerek yutan haydutlar, yeni alanlara göz diktiler. Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’un somutunda ABD’nin ininde vurulduğu 11 Eylül 2001’i takip eden süreç, bu bakımdan yeni bir dönemdir ve dünyada insan hakları bakımından karanlık bir sürece girilmiştir. ABD, bu ihlalleri işgal ettiği koca ülkeleri dünya kamuoyuna kapalı tutarak işliyor. Bu ülkeler tam bir abluka altında, CIA’nın işkence yapma özgürlüğünü sınırsızca kullandığı mekanlara dönüştürülmüştür. Buralarda yaşanan vahşetleri bütün boyutlarıyla açığa çıkarma, görme şansına da sahip değiliz. Amerikan emperyalistleri suçlarını, dünyaya meydan okuyarak ve işgal edilmiş toprakları kamuoyunun gözlemlerinden ırak tutarak işliyor. Bush, 26 Kasım 2001’de Amerikan barbarlığını açıkça ilan etmiş, “artık kendimize saldırmadan vuracağız” demişti. 20 Eylül 2002’de “Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi”, bu görüşü resmileştirdi. İşte ABD’nin “insan hakları” adına geliştirdiği yeni hukuk.
Hiçbir yasa, hiçbir uluslararası hukuk, Amerikan haydutlarının yeni emperyalist hamlelerini vahşetle, zorun gücüyle yürürlüğe koymasına engel olamıyor. BM Sözleşmesi 2. maddesinin 4 no’lu bendi uluslararası ilişkilerde şiddet tehdidi ve kullanımını yasaklamıştır. Ama bunun ABD için hiçbir hükmü yoktur. ABD, bu sözleşmeyi yüzlerce, binlerce kez ihlal etti. Cenevre Savaş Sözleşmesini de paçavraya çeviren ABD, “Gerektiğinde kendimize yönelik bir saldırı gerçekleşmeden saldırıya geçilecek, meşru müdafaa hakkı tek başına kullanılabilecektir” diyor. Dolayısıyla ABD’nin işgal saldırıları için herhangi bir devletin fiili tepkilerine gerek kalmıyor. Canavarın hedefi olmak için, O’nun dünya egemenliği politikalarına ters düşmek, itiraz etmek yetiyor. Afganistan’dan Irak’a yaşanan işgal ve yağmalama, bu devletlerden, ABD ve diğer emperyalistlere yönelik herhangi “bir saldırı gerçekleşmeden” yapılmıştır. Amaç, yine kendi ifadeleriyle “herhangi bir yabancı gücün, ABD’nin 10 yıldan beri diğer devletler karşısında açtığı büyük arayı kapatmasına izin verilmeyecektir!” olarak açıklanmıştır.
ABD, yabancı örgüt üye ve yöneticilerine suikast düzenlemeyi yasaklayan 1974 tarihli yasayı da yürürlükten kaldırdı. CIA, dünyanın her tarafında suikast yapabilecek. ABD Senatosu, suç işleyen Amerikan askerlerinin yine Batılı emperyalistlerin girişimleriyle oluşturulan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’nde yargılanmasını dahi kabul etmemektedir. Olası bir yargılamayı önlemek için de, söz konusu ülkeyi işgal ederek askerlerini kaçırma yetkisini icra kuruluna, yani Bush’a verme yasasını onayladı. ABD, gözaltına aldığı kişiler hakkında da hiçbir bilgi vermeden, mahkemeye çıkarmadan, avukatlarıyla dahi görüştürmeden zindanlara dolduruyor. “Terörist” olarak nitelediği yabancıları savaş gemilerinde, askeri garnizonlarda göstermelik yargılamalarla zindanlara koyuyor. Bu davaların belgeleri ise 10 yıla kadar kamuoyuna açıklanmayacak. Yani özü/özeti, ABD, hiçbir hukuksal kurala bağlı kalmaksızın kendi otoritesini dünyaya kabullendirme ve bütün bir yerküreyi egemenliği altına almak amacıyla zayıf ulusları ezme, dünyanın birçok bölgesindeki zenginlikleri yutma saldırılarına devam edecektir. Bütün dünyaya dayatılan yeni dönem hukuku budur!
AB büyük biraderin izinde
Amerikan devletinin saldırganlığı, barbarlığı, diğer devletler bakımından da emsal oluşturuyor. ABD’nin her hareketi, bölgesel güçlerin saldırılarına vesile oluyor. İsrail’in, ABD’den güç alarak daha pervasızca Filistin’e, Rusya’nın Çeçenistan’a saldırısı, Ispanya’nın Batasuna’yı kapatması ya da ülkemizde egemen güçlerin Kürt sorunu karşısındaki tutumu vb. bu aynı emperyalist-kapitalist saldırganlığın fütursuzluğudur.
AB devletleri de “anti-terör” yasalarıyla, göç yasasıyla, Avrupa polisi, Avrupa yargısıyla biraz daha geriden de olsa aynı süreci izlemektedir. AB, “terörizmle savaşı” tanımladığı “önlem”lerden birini, “her bir AB devleti, yıldırma, bir ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal yapılarında ciddi yapıda bir değişiklik yapma veya birden çok ülkeye, bu ülkelerin kurumlarına veya halklarına karşı bir birey veya grup tarafından işlenen kasıtlı fiillerin, kendi ulusal yasalarına uygun bir tarzda tanımlanarak, terörist suç olarak addedilip cezalandırılacağını garanti etmeye yönelik gerekli önlemleri alacaktır” diyor. Yani onlar da saldırganlıklarını “meşrulaştıracak yeni dönem politikalarına gerekçe oluşturmaktadırlar. Bu da, AB emperyalist devletlerinin büyük birader Yankee’nin izinde geliştireceği saldırgan politikalarının resmedilmesini ifade etmektedir.
İşte, “AB demokrasisi” de bu saldırganlıkla inşa edilmektedir. İHD camiasının büyük bölüğünde AB’ye karşı özellikle demokratik hak ve özgürlükler bağlamında ham hayaller beslenmektedir. Onun saldırgan ve emperyalist özü, ABD karşısındaki rekabet gücünün düşüklüğüyle şekillenen politik argümanlarının gölgesinde kalmakta ve bu, kararsızlık geçiren aydınlarımızı kendine yedekleyebilmektedir. Oysa Yugoslavya’nın parçalanıp yutulması, Afganistan işgaline katılmaları, Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’ın başına yağdırılan bombalar, Avrupa Birliğinin de marifetleridir. Hatta Yugoslavya’nın parçalanıp yağmalanmasında Almanya başı çekmektedir. Kaldı ki, İspanya’nın BASK ve Katalonya’da, Fransa’nın Korsika ve Fildişinde, İngiltere’nin de İrlanda’da yaptıkları bilinmiyor olamaz!
ABD’nin sınır tanımayan küstahlığı, diğer emperyalistleri ve kimi zayıf devletleri insan haklarını savunuyor gibi gösteriyor. Ne ki bugün dünyada ve Avrupa’da yaşanan baskıların merkezinde AB devletleri de vardır. Aralarındaki farklılığın esası, güncel politikada ortaya çıkan rekabet sorunudur. Çeşitli gelişmeler karşısında aldıkları pozisyon, kesinkes kendi güçleriyle, günümüz denklemindeki güç dengeleriyle ilgili bir durumdur.
Türkiye’nin durumu da bundan farklı değildir. Generallerin aldığı eğitim, kültür Amerikancıdır ve onlar da bizim “önleyici savaş” hakkımız vardır diyorlar. Devlet, sorunlara yaklaşımını, güvenliği ele alış biçimini değiştirmektedir. Sorunları, tıpkı Pentagonlu efendiler gibi, “etnik”, “uluslararası terör” ve “kimyasal silah” olarak tanımlıyorlar. Güneyli Kürtler ve Kongra-Gel’le ilgili müdahale ve işgal arzularını da emperyalist devletlere bu argümanlarla kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Artık öyle bir dünya sistemi oluşuyor ki, insan hakları, bütün bir yerkürede, aynı politik çizgi ve argümanlarla ihlal edilmektedir. Terör kavramı, sadece ezilenlerin kurtuluş mücadelelerini hedefe yatırmanın bir jargonu değil, emperyalist-kapitalist devletlerin birbirleriyle ilişkilenmede ya da himayeci sömürgeciliği yerleştirmek istedikleri ülke devletleri için de kullandıkları merkez kavramdır.
Öyle ki, “ya benden yanasın ya da teröristlerden yana” saldırgan ilkesi, emperyalist haydutların elinde dönemin moda sloganı haline gelmiştir.
Uluslararası yasaların hükmü
İşte bütün bu gelişmeler, ulusal ve uluslararası sözleşmelerin hükmünü de göstermektedir. İnsan haklan adına formüle edilen bütün haklar, ezilenlerin verdiği mücadelelerin ürünleri olarak emperyalist-kapitalist sistemin saldırılarını dizginleme ve mevcut sistem içerisinde özgürlükler alanını genişletme ile sınırlıdır. 1789 Fransız burjuva devrimi, haklar mücadelesinde bir dönemin doruğudur. Ekim Devrimi ve insanlığın 2. Dünya Savaşı döneminde kazandığı zaferlerin basıncıyla “haklar”da yeni bir düzey yakalanmış, kapitalist-emperyalist ülkeler dahil dünya çapında daha ileri haklar elde edilmiştir. Ama bugün sadece Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, Orta Asya ve Balkanlar’da yoğun bir şekilde işlenen cinayetler, kıyımlar ve komplolar değil, ekonomik ve sosyal alandaki hak ve özgürlükler de estirilen saldırı dalgasıyla bir bir gasp edilmektedir. Eğitim, sağlık, serbest yerleşim ve ikamet hakkı, iş ve sosyal yaşama dair “Evrensel Bildirge”de yer alan haklar neoliberal saldırı programıyla kökünden tırpanlanıyor. Keza, kapalı kapılar ardında görüşmeleri sürdürülen GATS projesi kapsamında, dünya çapında komple bir saldırı dalgası da devreye sokulmuş bulunmaktadır.
Özetle, emperyalistlerin de kabullenmek zorunda kaldıkları “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinden bugün geriye ne kaldığı da gerçek bir sorudur. Bu, insan hakları mücadelesinde yeni bir çatışma menziline girildiğini de göstermektedir. İHD ancak buna göre konumlanabilirse, süreçte rolünü oynayarak başarılı olabilir. Ancak insan haklan mücadelesinin her ülkede kendine özgün bir gelişim çizgisinin olduğunun da akılda tutulması gerekir.
İnsan hakları mücadelesinde kuşkusuz Batı’dan öğreneceklerimiz var. İnsan hakları mücadelesinin evrensel karakteri de her türlü kuşkunun ötesindedir. Fakat bunlar, insan hakları mücadelesinin gelişiminin yarattığı kurum ve anlayışların, ülkeden ülkeye farklılıklar gösterdiği gerçeğinin üzerini örtmemelidir. Örneğin, bu bakımdan ABD ile Avrupa’da durum hayli farklıdır, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ise her ikisinden daha da farklı. Biz, ABD ya da AB’deki kurumlara öykünmek için bir neden göremiyoruz. Bilakis, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yürütüle gelen insan hakları mücadelesi, kendine özgü bir gelişme çizgisi, anlayış ve değerler yaratmıştır. Bizde insan hakları mücadelesi itilimini yasalarda tanımlanmış haklardan, hukuktan vb. değil, dolaysız (ya da dolaylı) biçimde bu mücadeleyi yürüten insanlarımızın özverisinden, zindanlardaki direnişlerin, zindan kapılarındaki direnişlerin gücünden, haklı ve meşru oluşundan almıştır. Bizde insan hakları anlayışı da örgütü de egemenlerin terör rejimine rağmen sokakta kurulmuştur. Burada, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın insan hakları mücadelesinde bölgede bir merkez olarak öne çıkabileceğini ve çıkması gerektiğinin altını çizmek istiyoruz. Bu anlamda İHD’nin yönünü, Batı’ya değil Doğuya, daha doğrusu, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlara çevirmesinin gerekliliğini vurgulamak istiyoruz. İHD kendini Filistin’deki siyonist zulmü, Afganistan ve Irak’taki emperyalist işgalin ve işbirlikçi rejimlerin suçlarını, keza Rusya Federasyonu’nun Çeçenistan başta gelmek üzere Kafkaslardaki suçlarını açığa çıkartmak, dünya halklarına sergileme ve müdahil olma bakış açısıyla böyle bir yönelime girmeli ve kendini sorumlu görmelidir.
Bölge, insan haklan ihlalleri bakımından merkezdedir. Gelişmeler, Türkiye’de insan hakları mücadelesinin yüzünü AB’ye değil, Ortadoğu’ya dönmesi gerektiğini apaçık işaret etmektedir. İnsan hakları mücadelesinin enternasyonal boyutunun günümüzdeki anlamı, İHD’nin merkezinde yer aldığı bir Ortadoğu insan hakları örgütleri birliğinin oluşturulması ve ortak hedeflerle bölgede etkili bir rol üstlenmesidir.
Her türlü savaşa karşı olmak!
İHD yöneticileri “eşit mesafeli duruş” adına her türlü savaşa ve şiddete karşı olduklarını göğüslerini gere gere her fırsatta dile getiriyorlar. Bunun anlamı nedir? Biz neden her türlü savaşa ve şiddete karşı olalım? Hukuki eşitlik palavrası bile başlı başına acımasız bir işkence değil midir? Kitlelerin bilincinde böyle bir yargı oluşturmak bir yanılsamadan, aldatmacadan öte ne işe yarar? Biçimsel, palavradan eşitlikten neden yana olalım? Bunu neden savunalım? Örneklediğimiz gibi, ABD’nin dünyayı kasıp kavuran saldırganlığına karşı halkların yürüttüğü savaşa karşı olabilir miyiz?
Elbette Amerikalı emekçi çocuklarının da emperyalist tekellerin petrol çıkarları için Ortadoğu’da kurban edilmesine sevinmiyoruz. Bunun için en başta Amerikan halkının ayağa kalkması ve dünyanın bir çok bölgesinden tepkilerin örgütlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Ama, bu tepkilerin Iraklı ya da Filistinli direnişçilere değil, işgalci haydutlara yöneltilmesi gerektiği de açık değil midir? Irak’ta, Filistin’de direnişçilerin örgütlediği şiddet, ezilen ulusun, işgal altındaki topraklarda yaşayan halkın savunma savaşıdır, haklı savaştır. Nefsi müdafaa, öz savunmadır. Irak halkının yürüttüğü haklı savaş karşısındaki tutumumuz da onu desteklemek temelinde olmak zorundadır. Aksi durumda “ezilenden yana taraf olma’rının bir esprisi kalır mı?
Ayrıca iyice bilelim ki, hak taleplerinin en şiddetli anları, şiddetin daha doğrudan devreye girdiği devrim anlarıdır. İnsan hak ve özgürlüklerinin en belirgin kazanımlar! da devrimlerle gelmiştir. 1688 İngiliz devrimi, hemen bir yıl sonrasında 13 maddelik İngiliz İnsan Hakları Bildirisinin yayınlanmasını sağlamıştır. 1776 Amerikan devrimi, 16 maddelik Virginia İnsan Hakları Bildirisi’ni çıkarmıştır. 1789 Fransız devrimi, 10 maddelik Fransız İnsan Hakları Bildirisi’nin çerçevesini çizmiştir. 1917 Ekim Devrimi, insanlığın yepyeni bir çağa adım atmasının kilometre taşı olmuştur. Saldırgan emperyalist haydut Nazi Almanya’sının yenilgisi ve Sovyetler Birliğinin zaferiyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşının ardından, 30 maddeden oluşan 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ortaya çıkmıştır.
Bütün bu haklı savaşlar, ya da emperyalist savaş çığırtkanlarını yenilgiye uğratan emekçilerin sosyalizm savaşından hangisine karşı çıkıyorsunuz? Ortaya çıkan kazanımların hangisine itirazınız var. Günümüzde ezilenlerin başvurmak zorunda kaldığı şiddetin, karşı çıkılmayı gerektiren özelliği ne olabilir? Savaşı ve şiddeti savunmanın karşılığında bedel ödeme kaygısı mı acaba?
Bir devletin burjuva da olsa kendini savunma hakkı vardır. Toplumsal sınıf hareketleri, ulusal kurtuluş hareketleri ya da devrimcilerin de savunma hakkı vardır. Bu hak, zorbalığa, baskıya karşı savunma amaçlı şiddeti de içerir. “Direnme hakkı’nın içeriği de ancak bu şekilde doldurulabilir. Başka türlü, direnme hakkı, içi boş, laf olsun diye söylenmiş olmaktan öteye geçemez. Ezilenler, tarih boyunca temel haklarını elde edebilmek için şiddete başvurmak zorunda kalmışlardır. İHD, bu gerçeklerden yola çıkarak meşru şiddet hakkını savunmak zorundadır. Amerikan burjuvazisi, 1776 tarihli “bağımsızlık bildirisi”nde, halkın çıkarlarıyla çelişen eski hükümetin zor kullanılarak yıkılmasının, bütün halklar için sadece bir hak değil, zorunlu bir görev olduğunu da ilan etmişti. İHD, 18. yüzyıl burjuvazisinin formüle ettiği bu fikirlerin ve mücadele perspektifinin gerisine düşemez/düşmemelidir.
Mülkiyet hakkı kutsal mı?
Durmadan emperyalist işgal ve yağma savaşları yaşanıyor. Binlerce, on binlerce insan katlediliyor. Çocuklar açlıktan, ilaçsızlıktan ölüyor. Bilim ve teknoloji bir avuç emperyalist tekelci haydudun elinde katliamlarda kullanılıyor, doğaya ve çevreye onarılmaz zararlar veriyor. Ve bütün bunlar, elbette ki kapitalizmin eseridir. Kapitalizmden kurtulmaktan, sömürüden kurtulmaktan söz etmiyor bildirgeler. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne de konulan “mülkiyet hakkı’nı aşacak bir görüş açısına sahip olunmadan, mülkiyetin yarattığı sınıf farklılığından doğan hak ihlallerinin ortadan kaldırılması sağlanamaz. Ulusal, cinsel, sınıfsal ayrıma hayır diyorsak, bunun en yalın anlamı, bu ayrımların ortadan kalkması, kaldırılması mücadelesini yürütmektir. Örneğin, Evrensel Bildirge’de yer alan “çalışma hakkı”! Bu “hak”, daha Haziran 1848’de Fransa’da devrim günlerinde ele alman ilk anayasa taslağında yer alıyor. Bu nasıl bir taleptir? Bu talebin arkasında sermayenin egemenliği, burjuva iktidarının kanıksanmışlığı vardır. Bu talebin arkasında, sermaye sınıfının üretim araçlarına sahip olması ve işçi sınıfının ücretli köleliğini kabulü vardır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, ikinci Dünya Savaşının ardından oluşan ve o günün koşullarında emperyalist burjuvazi ile ezilenler arasında yapılmış bir sözleşmedir. Bu sözleşme, kapitalist sistem sınırları dahilinde güçler dengesi üzerinde şekillenmiş geçici bir sözleşmedir, ilelebet bağlı kalmamızı gerektirmemektedir. Nitekim emperyalistler, koşullar kendi lehine döndüğünde sözleşmenin hiçbir maddesine uymak zorunda olmadıklarını göstermişlerdir. Dolayısıyla Evrensel Sözleşme’de de yer alan “mülkiyet hakkı”, bizim bakımımızdan neden bağlayıcı olsun? Bu, ezilenlerin burjuvaziye verdiği bir taviz değil mi? Ve burjuvazi, kendi mülkiyetini güvencelemek amacıyla, bu “hakkı” bütün sözleşme ve anayasaların temel kriteri haline getirmiyor mu? Öyleyse neden biz, anlaşmaların özelliklede emperyalistler tarafından bozulduğu koşullarda dahi hak ihlallerinin de ana kaynağı olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını savunmayalım?
Mülkiyetin korunması ve kutsanması, insan ve Yurttaş Hakları Evrensel Bildirgesi’nde de yer almıştır. “Mülkiyet hakkı”, 1689 İngiliz İnsan Hakları Bildirisiyle başlayan bütün bu içerikteki bildirgelerin ve bütün cumhuriyet anayasalarının vazgeçilmez kriteri olarak dokunulmazlık zırhını bütün bir tarih boyunca korumuştur. Burjuva mülkiyet öylesine kutsanmıştır ki, dönemin Fransa’sında burjuva devrimin öncüleri kapitalist özel mülkiyeti savunmuşlardır. Robespierre, Rousseau, Saint-Junt özel mülkiyeti kaldırmayı değil, sınırlandırmayı savunmuşlardır. “Yurtseverlerin mülkiyeti kutsaldır” diyen Saint-Junt, silahlı mücadeleyi de savunan biri olarak, silahlı savaşım vermek, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi yürütmek için de mülkiyete ihtiyaç olduğunu belirtmektedir.
Oysa bugün artık, burjuva kapitalist sınıf ve kapitalist sömürü olmadan da insanlık yaşamını sürdürebilir. İnsanın kendi kendine yabancılaşması yok edilebilir. İnsan haklan bildirgelerinin yayımlandığı günden bugüne dünya değişti deniyor. Evet öyle! Ama nereye doğru? ‘Özgürlük, eşitlik, adalet’ şiarı atıldığı zaman kentlerden gelişen orta sınıf, feodal sistemin yıkılmasında devrimci bir konumdaydı. Bugün bu sınıf, insanlığın geleceği ve kurtuluşu önünde başlıca engel durumundadır. Sınıf ayrımı yabancılaşmadan çıkmıştır; devlet ortaya çıkmış, insanı yabancılaştırmıştır. Doğanın, çevrenin tahribatıyla yabancılaşmıştır. Özel mülkiyete dayalı kapitalist sistem ortadan kaldırılmadıkça yabancılaşma ve tahribat ortadan kaldırılamaz, insanlığın kurtuluşu sağlanamaz. İnsanlık, en acımasız saldırılara uğramaya devam eder. Özel mülkiyete dayalı kapitalist toplum düzenini, egemen güçler, ezilenler karşısında nasıl savunacaklardır; hangi yöntemlerle? Açık ki militarist yöntemlerle, polis ve askeri güçle ve zorla. Egemenlik araçlarını elinde biriktirmiş, dünyayı kasıp kavuran bu kamburdan insanlık kurtulabilir. İnsan hakları mücadelesinin ilerlemesinde yeni dönem açılımı da buradan yapılabilir.
Uluslararası sözleşmeler, en ilerileri dahil, asla sistemlerin dışına çıkmış değildir. Örneğin, son süreçte, AB ile ilişkili olarak da en çok sözü edilen sözleşmelerden Kopenhag Kriterleri; siyasi, ekonomik ve topluluk mevzuatı diye üç başlık altında toplanmıştır. Ekonomik kriterlerin çerçevesi, “işleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanı sıra, Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine sahip olunması” olarak çizilmektedir. 22 Haziran 1993’te Kopenhag Zirvesinde Doğu Avrupa’ya genişlemenin kabulü ekseninde geliştirilen bu kriterlerin amacı belli. Kriterler, “yenidünya düzeni” çerçevesinde hazırlanmıştır. “İşleyen bir pazar ekonomisi”, haliyle bugün dünyaya dayatılan neoliberal politikaların egemenliği ve dolayısıyla yaşanan örgütsüzleştirme, işçi kıyımı, yoksulluk ve sosyal güvencesizlik saldırılarının hüküm sürmesi demektir. Mevzuatta geçen “rekabet baskısına karşı koyma kapasitesi” de, aday üye ülkeler veya Türkiye için sermaye oligarşisinin büyüme trendini yükseltmesi, emek güçlerinin sömürülmesi kapasitesini genişletmek talimatı anlamına gelmektedir.
Olumlu gibi yansıtılan “politik kriterler” bölümünde de dikkate değer bir şey yoktur. Yokohama Bildirgesi’ne de bakalım. Bildirgenin içeriği ne? Dünyayı yakıp yıkan ABD, 50 küsur yıldır Filistin halkını kıyımdan geçiren İsrail ve diğer emperyalist saldırgan devletlerle; herhangi bir birey veya “güç odağı’nın ihlalleri aynı düzeyde tutulmaktadır. Bildirge, bunları aynılaştırıyor ve esasında devletlerin işlediği cinayetleri, insan hakları suçlarını basitleştiren, sıradanlaştıran bir tutum geliştiriyor. Bunlar, ideolojisizleştirme veya “tarihin sonu” gibi kavramlarda ifade bulan muhalif mücadeleci güçleri ideolojik olarak teslim alma, silahsızlandırma saldırılarıdır.
Bütün diğer sözleşmelerin de bunlardan farkı yok. Ama elbette ki bir yanlışlığa düşülmemelidir. Yasalarda da yer alan kimi kazanımlara burun bükmemeli, küçümseyen bir yaklaşım içerisinde olmamalıyız. Emekçi sınıfların sınıf kavgaları, halkların özgürlük mücadeleleriyle elde ettikleri kazanımlar! savunmalı, onları değerlendirmeli ve ama bu kazanımların çizdiği sınırlara hapsolup durmamalı, şükretmemeliyiz.
Tartışma konusu yapılan sorunlardan biri de İHD’nin bir uzman örgütü mü, yoksa bir kitle örgütü mü vb. olacağıdır. Eğer bu mücadele, bulunulan yerden ileriye taşınacak ve bazı sonuçların alınmasında rol oynayacaksa -ki buna kimsenin itirazı olmaz uzmanlaşma, entelektüel bilgi ve kitle gücü birlikte düşünülmelidir. Bunların biri diğerinin karşısına konulamaz. Entelektüel bilginin gücünü sürece katmak, aydınları bu mücadelede harekete geçirmek ya da doğrudan bu mücadelenin öznelerinden biri haline getirmek, raporlar hazırlamak ve bunu kuvvet olma mücadelesinin hizmetine sunmak, kitle gücünü seferber ederek iktidar güçleri üzerinde baskıda bulunmak, İHD’nin yapması gerekendir. Tabi ki ele alman sorunlara bağlı veya çeşitli durumlarda bunlardan biri öne çıkabilir. Bazen de bütün noktalardan yüklenme yapılabilir. Statik hareket edilemez. Sonuçta, İHD, fiili-meşru hattan yürüyen, entelektüel birikimi değerlendiren, kitle gücüne dayanan bir çizgiyi esas alarak ilerleyebilir ve insan hakları alanında mütevazı katkılarda bulunabilir.