Engels’in mükemmel yapıtı “Konut Sorununda formüle ettiği gibi, konut sorununun kaynağı, kentle kır arasındaki çelişkidir.
En uç noktasına kapitalist toplumda varan bu çelişki, güncel ifadesini kapitalist kentte bulur. Üretim alanları, nüfus, zenginlik, kentlerde yoğunlaşmakta ve kır sürekli biçimde insansızlaşmaktadır. Kapitalist kent ise, kendi içinde iki kutba bölünmekte: Zenginliğin biriktiği burjuva/zengin kent ile yoksulluğun biriktiği proleter/yoksul kent, günümüz kentlerinin iki ayrı gerçekliği olmaktadır.
Lenin’in ifadesiyle “ticari ve sınai nüfusta tarımsal nüfus aleyhine bir artış olmaksızın kapitalizm düşünülemez” (1) ve bu artış, kapitalist ekonominin her atılım döneminde kendini yinelemektedir. Kapitalist sanayinin her atılımı, beraberinde tarımsal nüfustan önemli bir kesimi kentlere çekmektedir. Kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olarak kırdan kente göç, kapitalist kenti sürekli büyütmekte, sürekli konut darlığına neden olmakta ve emekçilerin sefil koşullarda yaşadığı yoksul mahalleleri sürekli yeniden üretmektedir.
Eski ‘kenar mahalleler’ giderek kentin merkezine doğru kaydıkça, yeni kenar mahalleler kapitalist kentin çevresinde mantar gibi bitmektedir.
Emperyalist kapitalist sistemin neoliberal saldırganlığı da, bir yandan kapitalist sermayeye yeni bir itilim kazandırırken, kentle kır arasındaki çelişkiyi de tırmandırıyor ve böylece konut darlığı üretiyor. Kırsal nüfusu topraklarından eden bu saldırı kentlere yığınsal göç hareketine yol açıyor. Böylece kentlerde konut darlığı sonucunda kent toprağının değeri yükseliyor. Kent rantı artıyor. Kiralar da artıyor. Burjuva devletin ve egemen burjuva sınıfın kamu arazileri üzerine yapılmış emekçi konutlarına yönelik şiddeti de böylece tırmanıyor.
Bu gelişmelerin sonuçlarına son dönemde sıkça tanıklık ediyoruz.
AKP hükümeti, neoliberal saldırı programının bir parçası olarak, gecekondu yıkımlarını hızlandırdı. Yeni Türk Ceza Kanunu’nda her türlü ‘kaçak yapılaşma’yı ve bu yapılara hizmet götürmeyi ‘suç’ ilan etti. Diğer yandan AKP hükümeti, orman vasfını yitirmiş orman arazilerinin (2B) satışına izin veren bir yasa hazırladı, vetodan dönen bu yasa AKP’nin gündeminde olmaya devam ediyor. SİT alanlarını kısmen imara açan tasarı da sırada bekliyor.
AKP’nin inisiyatifiyle pek çok kentte belediyeler, emekçi halkın barındığı gecekonduları yıkmaya girişti. İstanbul’da Alibeyköy’de bazı evler, sel gerekçe gösterilerek yıkıldı. İstanbul Aydos Mahallesinde iki kez halkın barikatlı direnişleriyle karşılanan yıkım saldırıları yaşandı. Sarıyer Baltalimanı ve Armutlu’da yıkım planları açıklandı. Maltepe’de ise Büyükşehir Belediyesi’nin “Nazım İmar Planı” E5’in kuzeyinde yer alan bir dizi mahalleyi yıkımla tehdit ediyor. Antalya Belek, Hatay Saraykent, İzmit’te prefabriklere dönük saldırı vb. bu gelişmenin diğer görünümleridir.
Emlak spekülasyonu, spekülatif sermayenin kendisini ortaya koyduğu alanlardan birisidir. Tıpkı borsa, tahvil, vb. gibi, bina ve arsa alım satımı da oldukça yüksek karlar getirebilen bir spekülasyon alanıdır.
Posta’dan Tebernüş Kireçiçinin, “İstanbul’da arsa altın gibi...” başlıklı haberi bu bakımdan hakikaten ilginçtir.
(2) “İstanbul’da geleceğin yıldızı arsa olacak. İstanbul’da konut yapılabilecek arazinin sınırlı olması, faiz ve hazine bonosunun eskisi kadar çok kazandırmaması yatırımcıları yeni ‘rant’ arayışlarına yönlendiriyor.”
Haberden öğrendiğimize göre, İstanbul Emlak Komisyoncuları Odası Başkam Sabri Ateş, “Maalesef İstanbul’da çok sayıda konut yapılacak arsa sayısı sınırlı. Bu tür arsalar; Silivri, Şile, Kurtköy, Beykoz’un köyleri ve Alemdağ ile Reşadiye’de. Önümüzdeki yıllarda bu bölgelerde arsa alacakların çok kazanacağına inanıyorum” diyor. Ateş’in saydığı bölgeler arasında Aydos’un hemen yanı başındaki Kurtköy dikkatimizi çekiyor.
Beykoz’un imara açık tek noktası ise Riva. Haberden “Alarko Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı ve Yapı Kredi Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı gibi Türkiye’nin en büyük gayrimenkul şirketlerinin, Riva’da 10 milyon metrekare arsa sahibi oldukları”nı ve lüks konut yapımına giriştiklerini de öğreniyoruz.
Burjuvazi, kentin dışında kendi kolonilerini kuruyor. Deprem riskinin olmadığı, ‘ayaktakımı’ndan uzak, kendi güvenliği olan bu koloniler, her iki yakanın kuzeyinde yoğunlaşıyor. İnşaat alanındaki sermaye de kentlere göç eden milyonlarca mülksüzün konut sorunuyla değil, daha yüksek kar oranı vaad eden bu lüks konutların yapımıyla uğraşıyor. Hatta villalara alan açmak için emekçilerin barındığı gecekondular yıkılıyor.
Kapitalizmde kentlere yönelik her büyük nüfus hareketi, kent toprağının değerinin spekülatif biçimde yükseltir ve konut darlığına yol açar. Kiralar artar. Arsa ve bina spekülasyonu hızlanır.
Üçlü koalisyon döneminde başlayan ve AKP hükümeti döneminde hız kazanan IMF tarım politikaları, kırdan kente nüfus göçünü hızlandırdı. 1999’da uygulamaya konulan IMF yapısal uyum programının genel sonuçlarından birisi, konut darlığı oluyor. IMF programı, konut darlığı üretiyor. Çünkü IMF programı, bir yanıyla üretici köylülüğün yıkımına ve kentlere sürülmesine dayanıyor. Gübre ve zirai ilaçların fiyatları astronomik biçimde artarken, köylünün ürününü sattığı fiyatlar hemen hemen sabit kalıyor. Küçük köylüyü yıllarca ayakta tutan sübvansiyonlar ve devlet destekleme alımları ise artık söz konusu değil. Doğrudan Gelir Desteği adlı komedi, köylüyü ‘öldürmeyip süründürmeyi’ esas alan bir geçiş uygulaması.
Gelirlerin giderlerin altında kaldığı bu ölümcül kıskacın içinde kıvranmaya terk edilen üretici köylülük, kurduğu sendikalar, yaptığı mitinglerle sesini duyurmaya, haklarını savunmaya çalışıyor. Zengin köylüler yine de durumla başa çıkmanın bir yolunu bulurken, küçük ve orta köylülük hızla topraklarını yitirerek kentlere göç ediyor. Binlerden, onbinlerden ve giderek yüzbinlerden oluşan bir göç katarı, kentlerin varoşlarına doğru yola koyuluyor.
Göçerleri kentte işsizlik, konutsuzluk ve açlık bekliyor. Çoğunluğu bankalara ve devlete olan borcundan dolayı toprağını düşük fiyata elden çıkarmak zorunda kalan emekçi köylülük, kentlerde ücretli işçi olmak dışında bir seçeneğe sahip değil.
Böylece bir yandan fabrikaların önünde iş aramak için oluşan kuyruklar git gide uzarken, diğer yandan da yeni göçenlerin artışı konut darlığını tırmandırıyor.
Kiralar neden artıyor?
Kent nüfusu artmasına karşın, büyük kentlerde, emekçilerin oturabileceği konut sayısında hissedilir bir artış yok. Sermaye, emekçilerin oturabileceği ucuz konutlardan ziyade, burjuvazinin ve kısmen orta sınıfların oturacağı lüks konutlar yapma işinde yoğunlaşıyor. Bu da, varolan konutlara talebin artmasını ve dolayısıyla kiraların yükselmesini getiriyor.
Böylece, enflasyondaki genel düşmeye karşın kiralar enflasyonun üzerinde yüzdelerle artmaya devam etti. Çünkü kira artışı, sadece paranın uğradığı reel kaybı karşılamaz, aynı zamanda arsa fiyatındaki artışı da yansıtır. Geçtiğimiz yıl enflasyon yüzde sıfır dahi olsaydı kiralarda artış olacaktı.
2003 Kasımından 2004 Kasımına, bu bir yıllık dönemde, DİE tarafından hesaplanan verilerle, ortalama kira artışı yüzde 20.8’dir. İstanbul’daki kira artışları ise yüzde 22 düzeyindedir. Aynı dönem esas alınarak hesaplanan yıllık tüketici enflasyonu ise yüzde 9.7’dir. Böylece yüzde 10-12’lik bir reel artış görülüyor.
Geçen yıl sonunda 299 milyon lira olan İstanbul’daki ortalama konut kirası, 2004 Kasım’ında 358 milyon liraya çıktı. Bu, 318 milyon liralık net asgari ücretten yüzde 10 daha fazladır! Yani işçi sınıfının en geniş kesiminin aldığı ücret miktarı, bir ev kirasına yetmemektedir. Kira, ücretin yüzde 110’una denk gelmektedir! Ortalama kiranın 266 milyon lira olarak belirlendiği Ankara’daysa kira ödemesi asgari ücretin yüzde 83.7’sini götürüyor. Bu oran, İzmir’de yüzde 75.8 düzeyinde seyrediyor.
Ortalama memur maaşının ise, yüzde 35’i kiraya gidiyor.
Bundan altı yıl önce, 1997’de ise, asgari ücretin yüzde 48.5’i, ortalama memur maaşınınsa yüzde 23.9’u konut kirasını karşılamaya yetiyordu. (3)
1970’lerin başında COMECON ülkelerinde (SSCB, D. Avrupa ve Küba) kiralar, emekçilerin ortalama gelirinin yüzde 4’üne denk geliyordu. Ki, bu ülkelerde devlet kira yardımlarıyla emekçilerin kira yükünü hafifletmeye çalışıyordu. Bugün bile, dünyanın en büyük emperyalist gücünün ablukası altındaki Küba’da kiralar, ortalama gelirlerin yüzde 10’una denk gelmektedir.
Burjuvazi gecekondulara gözünü dikti!
Nüfusun yüzde 60’ının “yasa dışı” ve plansız yerleşmelerde yaşadığı tahmin edilen İstanbul’da kent toprağının büyük kısmı hazineye aittir. Aynı gerçek, Başbakanlık Toplu Konut Müsteşarlığının açıklamasına göre, yapıların yüzde 40’ının ‘kaçak’ olduğu Türkiye geneli için de geçerlidir. (4) İmara açık kent toprağının çok küçük olması, burjuvaziyi arsa açlığına itiyor. Gözler hazine arazilerine dikiliyor. Bu araziler üzerinde ise “ayaktakımı’nın gecekonduları var!
Gecekondu mahalleleri, kapitalizmin ürünüdür. Gecekondu, emekçilerin konut sorununu kendi tarzlarında çözmesinin ifadesidir. Gecekondu, düzen dışı ve fiilidir. Gecekondu, devlete ait arazilerin emekçilerce fiilen işgali ve kullanılmasıdır. O bakımdan gecekondu, emekçilerin geri alma hakkını kullanma eylemidir. Düzen, emekçilerden topraklarını ve kırda geçim olanaklarını çalar ve onları kentlere sürer. Emekçi ise kent toprağının belli bir kısmını devletten fiilen alarak kendine mal eder.
Burjuvazinin bakış açısından, üzerinde gecekondu kurulu her karış hazine toprağı, kendi “doğal servet”inden yapılmış bir kesintidir. Egemen sınıfın bakış açısından, devletin elindeki tüm kaynaklar, bütçe gelirleri kadar hazine arazileri ve doğal kaynaklar (madenler vb.) de egemen sınıfın ‘doğal zenginliği’dir.
Bu servetin sermayeye çevrilmesinin önündeki tüm engeller yıkılmalıdır. Emekçi köylüye verilen sübvansiyon; işçiye verilen emekli aylığı; bedelsiz sağlık hizmeti ve eğitim için yapılan kamu harcamaları; emekçilerin fiilen kullandığı hazine arazileri... Bunların tümü sermaye sınıfının bakış açısından artı-değerden yapılmış gereksiz kesintilerdir. Neoliberal projenin bir boyutu, tüm bu toplumsal kaynakların sermayenin birikim sürecinin içine çekilmesidir.
Türkiye’de, 50’lerden 80’lere uzanan tarihsel kesitte kırdan kentlere göçen milyonlarca işçi, konut sorununu kendi tarzlarında çözerek, gecekondu mahalleleri oluşturdular. Düzen, bu mahallelere dönük kapsamlı yıkım saldırılarına girişse de, o günkü koşullarda emekçilerin konut sorununun bu tarzda çözülmesi ücretleri düşürücü bir etki de yaptığı için, gecekondu son tahlilde kabul edilebilir bir olguydu.
İşçi sınıfı kitlelerinin gecekondu yoluyla kendi konutlarına kavuşması, kira masrafını ortadan kaldırır. Böylece kira harcamaları işgücünün değerine girmez. Ücret ise, işgücünün değerinden başka bir şey değildir. Ve işçinin zorunlu yaşam masraflarını kapsar. Kira masrafının ortadan kalkması, böylece işgücü değerini ve dolayısıyla ücretleri düşürür. İşçilerin kitleler halinde gecekondular inşa etmesi, genel ortalama ücret düzeyinde bir düşme yaratır.
Gecekondu, burjuva sınıf bakımından iki anlama gelir. Birincisi, yukarıda ifade edildiği gibi, kent rantının belli bir kısmından yapılan bir kesintidir. İkincisi ise, işgücünün üretimi için gerekli değerin azalması, böylece ücretlerin düşmesidir.
Burjuva düzenin gecekondu sorununa dönük pratik tutumunda bu iki faktör arasındaki bağıntı belirleyici rol oynar. İkincisinin sağladığı fayda, birincisinin sağladığı zarardan büyük olduğu sürece, burjuva düzen gecekonduya belli ölçüde tahammül edebilir. Bu, siyaset esnafının ‘tapu sözü’ üzerinden yaptığı demagojik siyasetin nesnel temelini oluşturur. Ama tersi olduğu zaman, yani, gecekondulaşma ücret düzeyi üzerinde hissedilir bir etki yaratmadığı koşullarda, burjuvazinin kent rantına olan açlığının önünde engel oluşturuyorsa, iktidar gecekonduya saldırır.
Fakat genelde, burjuva düzenin pratik tutumu, bu ikisinin bir bileşimidir; bazen birinci durum, bazen ikincisi ağır basar. 60’lardan 80’lere kadar daha ziyade birinci eğilim ağır basıyordu. Bu durum, doruk noktasına, Özal’ın dağıttığı tapu tahsis belgeleriyle çıktı. Bugün kronik kitlesel işsizliğin yıkıcı etkisi ve burjuva iktidarın ‘antienflasyonist’ etiket altında yürüttüğü düşük ücret politikası koşullarında ve Türk sermayesinin emperyalist efendileriyle birlikte, kent rantı yutarak büyümeye çalıştığı koşullar altında öne çıkan ikinci durumdur. Sermayenin ulaştığı teknolojik düzeyde, işsizliğin vardığı düzey, ücretler üzerinde zaten çok büyük bir basınç yaptığı için, gecekonduların bu konuda oynayacağı rol eski önemini yitiriyor. Kent rantına duyulan açlık, bunun önüne geçiyor.
Gecekonduya yönelik saldırıyı, bu hazine arazilerinin müteahhitlere ihaleyle verilmesi ve yeni konutların inşa edilmesi izleyecektir. Gecekondulara karşı saldırının amacı, burjuvazinin kent rantıyla semirmesidir. Aynı zamanda burjuva devlet, kent rantından pay alır ve bunu borç ödemesi aracılığıyla finans sermayesine aktarır. Kent rantının bir kısmı ise, belediyeler aracılığıyla burjuva partiler tarafından emilir ve/veya yandaş şirketlere dağıtılır.
Fakat bu saldırı, aynı zamanda tarım politikalarının sonucunda kentlere yönelen göçün yeni gecekondu mahalleleri yaratmasının önüne geçmeyi de amaç ediniyor. 73 milyon insana adeta bir korku filmi gibi ekranlardan izletilen, binlerce polis eşliğinde gerçekleştirilen gecekondu yıkımları, bir bakıma, psikolojik savaş yürütme amacı da taşıyor. Yeni yasalar ve polis terörüyle yeni kondu mahallelerinin doğuşu engellenmeye çalışılıyor. Ancak milyonlarca köylüyü topraklarından ederek kentlere sürenler, bu büyük yığının yaşamsal talepleri karşısında polis zorunun da, yasaların da bir hükmünün olmayacağını görecekler. Büyük kentlerin etrafında yeni gecekondu mahallelerinin oluşması kaçınılmazdır. Düzen güçlerinin şiddeti, yalnızca bu mahallelerin taşıdığı devrimci patlayıcı maddeleri arttıracaktır.
Diğer yandan, kırsal nüfusun kentlere yığılması, inşaat sermayesine de yeni bir kâr alanı açar. Fakat kente yığılacak bu yeni nüfusun müteahhitlerin kâr konusu olabilmesi, ancak onların yeni gecekondular yapmasının engellenmesiyle mümkündür. Bu da, gecekondu yıkımlarının burjuva sınıfının ekonomik çıkarlarına hizmet ettiğinin bir diğer göstergesidir. (Tabii, müteahhitler derken, sadece inşaat şirketlerini değil, aynı zamanda finans sermayesini de kastediyoruz. Çünkü inşaat sektöründeki en büyük sermaye gücü, gerçekte bankalardır -İş Bankası, Yapı Kredi, Emlak Bankası vb. Finans sermayesi, hem emlak spekülasyonunda, hem de inşaat sanayiinde en temel rolü oynamaktadır.)
Konut sorunu üzerinden emekçi yığınlarla rejim arasındaki çatışma, önümüzdeki dönem boyunca tırmanma eğilimi içinde olacaktır.
Gecekondu direnişlerinin içeriği
Gecekondularda yaşayanlar, yıkıma karşı neyi savunuyor? Birincisi, barınma haklarını. Emekçiler, bir biçimde barınma sorunlarını çözmüşlerdir, fakat şimdi bu tehdit altındadır. Eğer emekçi ev sahibiyse, aynı zamanda bizzat kendi emeği tehdit altındadır. Çünkü gecekondu, bir miktar cisimleşmiş emeğin ürünüdür. Bu emeğin sahibi, ev sahibinin kendisi ve ailesidir. Toplumsal kaynak bakımından ele alındığında, ücretlerin bir kısmının işçinin yaşamsal giderlerinden tasarruf edilerek ev yapımına ayrıldığı ve gecekondunun, bu mali kaynakla birleşen, emekçinin kendi emeğinin ürünü olduğu görülür. Dolayısıyla, gecekondu, ücretli emekçinin emeğiyle inşa edilmiştir. Şimdi burjuva devlet, bu emeği yok etmek istiyor.
Fakat, üçüncü bir unsuru da gözden kaçırmamalıyız. 1980 öncesinde yapılan gecekondu mahallelerinin birçoğu, Turgut Özal döneminde ‘tapu tahsis belgeleriyle’ ev sahibi yapıldı. Bu evlerin birçoğunun üzerine yeni katlar çıkıldı ve ev sahipleri, küçük mülk sahipleri haline gelerek bu evleri kiraya verdiler. Böylece, emekçilerin bu kesimleri orta sınıfa (küçük burjuvaziye) dahil edildi. Bugün, bu küçük mülk sahiplerinin kiraladıkları evleri de tehdit altındadır. Alibeyköy’deki ‘istimlak’ ve yıkımlar, küçük mülk sahipleriyle düzen arasındaki çelişkiyi de içeriyordu. Üç, dört katlı evler dikmiş küçük mülk sahiplerinin istimlak ve yıkımdan sonra devletten alabilecekleri tek bir dairedir. Hükümet bu konuda manevra yaparak, bu küçük burjuva kesimi yanına çekebilecek durumda değil.
Böylece, kiracılar, kendi evinde oturanlar ve kirada evi olanlar arasında doğal bir cepheleşme oluşuyor. Kapitalist düzenin, Özal döneminde özellikle varoşları politikadan ve devrimci mücadeleden uzaklaştırmak için verdiği tavizleri bugün verecek durumda olmayışı dikkat çekici bir olgudur. Çelişkilerin keskinlik düzeyini göstermektedir. Ancak bu yine de, bu kesimin düzenle uzlaşmaya en açık kesim olduğu gerçeğini karartmıyor.
Yıkımlara karşı birleşik direniş
Eğer, sosyal haklara dönük saldırı ile gecekondulara dönük saldırı aynı merkezden geliyorsa ve aynı sınıfın çıkarlarını temsil ediyorsa, bu saldırılara karşı direniş neden ortaklaşmasın?
Müteahhitlerin, devletin, bankaların ve burjuva partilerin gecekondulara karşı kurduğu ittifak, bir olgudur. Bu, villaların ittifakıdır. Bu, aynı zamanda faizcilerin, borsacıların, özelleştirmecilerin, kölelik yasalarını çıkartanların ittifakıdır.
Tüm bu saldırılarla yüz yüze olan işçiler, emekçi memurlar, kent yoksulları ve semt esnafı da direniş ittifakını kurmalıdır.
Birincisi; yıkılmak istenen gecekondu mahalleleri bu dört kesimin ortak mekanı olduğu için, ortak bir sınıfsal cepheleşme alanıdır. Yıkım saldırısına karşı mahallelerde tüm halkın ortak mücadelesi örülmelidir.
İkincisi; farklı saldırılara karşı mücadele eden farklı toplumsal sınıf ve kesimler arasında, dayanışma ve ortak mücadele örülmelidir. KESK’in, petrol şirketine karşı mücadele eden Mersin Karaduvar emekçilerini desteklemek için Karaduvar’da eylem yapması, neden genelleştirilmesin? Yıkım saldırısına uğrayan mahalleler neden tüm mücadeleci güçlerin eylem alanı haline getirilmesin? Bu, saldırıların merkezi olan devleti ve sermaye sınıfını da tecrit edecektir.
Üçüncüsü ise; yıkım tehdidi altındaki tüm mahallelerin ortak, eşgüdümlü eylemler örgütlemesidir. Alibeyköy’den Armutlu’ya, Gülsuyu’ndan Aydos’a, oradan İzmit prefabriklerine bir eylem ortaklığı kurulmasıdır. Keza, yıkım tehdidi altında olmasa da tüm emekçi semtlerinde, yıkımlara karşı dayanışma eylemleri, destek ziyaretleri, AKP önü eylemleri vb. örgütlenebilir.
Evleri yıkılanlar için maddi yardım toplanabilir. Yıkım cephesine karşı ezilenlerin duygudaşlığı ve amaç ortaklığı ancak eylemle inşa edilebilir. Yıkım cephesi; hükümetinden medyasına kadar hızla tek bir gerici koro haline gelebiliyorsa, direniş cephesi de hızla ortak eylemi örebilmelidir.
Gecekondu sorununun çözümü devrimdir
Gecekondu sorunu, emekçi yığınlarının barınma sorunudur. Ama gecekondu sorunu aynı zamanda, kapitalist kentin emekçilere reva gördüğü sefil yaşam koşullarıdır. Dolayısıyla kent sorunu ve barınma sorunu, gecekondu sorununda kesişir. Gecekondu sorununun çözümü, bu konutlarda yaşayan emekçilerden üçünün, beşinin, onunun, yüzünün, bininin değil, gecekondularda ve kayıt dışı yapılarda yaşayan onmilyonlarca emekçinin, sağlıklı, insanca yaşanabilir bir konut ve eksiksiz kent hizmetleri talebinin gerçekleştirilmesi sorunudur.
Kapitalist düzen ise, neoliberal saldırganlık programıyla; bir yandan gecekondu yıkımlarıyla emekçilerin barınma hakkına saldırırken, diğer yandan gecekondu mahallelerinin zaten ancak kırıntılarından faydalanabildiği kent hizmetlerini paralı hale getirmektedir.
Kapitalist düzenin gecekondu sorununa getirdiği ‘çözüm’, bu konutların yıkılması ve gecekondularda yaşayan emekçilerin yeniden kiracı konumuna düşürülmesidir. Ama zaten, gecekondular, emekçilerin geliri kiraya yetmediği ve zaten kentlerde konut darlığı olduğu için doğmuştur. Dolayısıyla burjuvazinin ‘çözüm’ü, çözüm değil, sorunun koşullarının yeniden yaratılmasıdır.
Emlak spekülatörleri, son dönemde bu ‘çözüm’e yeni bir parlak fikir daha eklediler: İngilizce bir kavramla ifade edilen bu ‘çözümün adı ‘Mortgage’ sistemidir -ya da Türkçesiyle ipotekli kredi. Kişi, eve yerleşmekte ve ipotek altındaki evi için her ay belli miktarda para yatırmaktadır. 20 küsür yıl içinde ev kendisinin olmaktadır. Belki orta sınıfın üst kesimleri kendilerini 20 yıllık bir mali sözleşmeye bağlayabilecek koşullara sahiptir, ama ezici çoğunluğu güvencesiz işlerde çalışan ve her an işten atılma tehlikesi altında çalışan, bazı aylar ücretini dahi alamayan işçi sınıfının kendisini böyle bir sözleşmeye bağlaması mümkün değildir. Orta sınıfların sıkça yaşadıkları iflas dalgaları da hesaba katıldığında, bu sistemin nihayetinde ipotek sahibi emlak spekülatörlerine aynı evi birkaç kez satma olanağı sağlamaktan başka bir derde deva olması zor görünmektedir. Burjuvazinin Ertuğrul Özkök gibi yetkin kalemleri, meselenin içine bir de “estetik” boyutu katarak, gecekonduları çarpık kentleşmenin ve kapitalist kentin çirkin görünümünün baş suçlusu ilan etmektedir. Ancak belediyelerin ruhsatıyla oluşan villakondu ve blokkondu mahalleleri de çarpıklık bakımından gecekondu mahallelerinden aşağı kalmazlar.
Çarpıklık ve anarşik gelişim, kapitalist kentin yapısal bir özelliğidir. Üretim anarşisi ve özel mülkiyet, tıpkı sanayide ve tarımda olduğu gibi, kentte de çarpık, dengesiz ve plansız bir gelişim yaratır. Gecekonduların yıkımı, bu sorunu çözmez, yalnızca yeni blokkondu mahallelerinin doğuşuna neden olur.
Kapitalizm koşullarında bu sorunda yakalanabilecek en ileri düzey, gecekondu mahalleleridir.
Toplam sayısı onmilyonları bulan emekçi kitlelerin konut koşulları, kapitalizm koşullarında ancak bu ölçüde iyileştirilebilir.
Dolayısıyla komünistler, kapitalizm koşulları altında, hiç tereddütsüz ve açıkça, emekçi halkın gecekondu hakkını savunurlar. Gecekonduların sağlıksız konutlar olmasının ve gecekondu mahallelerinin kent hizmetlerinden yoksun bırakılmasının sorumlusu emekçiler değil, kapitalist düzendir. Burjuva belediyelerin, yıkımların ve imar planlarının ‘iyileştirme’, ‘ıslah’ amaçlı olduğu demagojilerine karşın, kapitalist düzen asla işçi-emekçi kitlelere sağlıklı, insanca yaşanacak konutlar sağlayamaz. Bu planların yegane sonucu, emekçilerin bireysel çıkarlar temelinde bölünmesi ve gecekondu mahallelerinin tasfiye edilmesi olabilir. Emekçilerin mahalleleri her zaman burjuva mahallelere oranla kent hizmetlerinden yoksun kalacaktır. Çünkü kapitalizm ve onun kenti, burjuvazinin hizmetindedir. Emekçi milyonlar için sağlıklı konutlar ve düzenli, kent hizmetlerinden eksiksiz yararlanan mahalleler ancak sosyalizmde mümkündür.
Gecekondu sorununun emekçi çözümü toplumsal devrimdir. Kapitalizmin kentlerine yığılmış milyonlarca işçi-emekçi, sağlıklı, insanca yaşanabilir bir konuta ve eksiksiz kent hizmetlerine ancak kapitalist sömürü düzeninin yıkılması yoluyla ulaşabilirler. Kapitalist düzenin yıkılması, aynı zamanda onun kentinin de yıkılması demektir. Sosyalist kent, bugünkü kentin yıkıntıları üzerine inşa edilecektir. Burjuvazinin konutları etrafında düzenlenmiş, yoksul semtlere sefaleti, zengin semtlere sefahati öngören bugünün kenti, yerini; planlı, düzenli, toplu taşıma sistemine dayanan, emekçilerin maddi refahının merkezde durduğu, kentin emekçiler tarafından yönetildiği sosyalist kente bırakacaktır. Sosyalist kentte, üretim alanlarıyla yaşam alanları birbirinden ayrılacak, emekçiler sanayi tesislerinin zehirini solumaktan kurtulacaktır.
Kent rantı nedir? Kent rantı, toprak rantının özgül bir biçimidir. Kaynağı, kent toprağının sahipliğidir. Nihayetinde kent rantı da, genel olarak toprak rantı gibi, artı değerin bir parçası ve biçimidir. Kent rantı; spekülatif ticaret veya inşaat sanayii alanlarında değerlenebilir. Birinci durumda, potansiyel kent rantının elden ele değişmesi söz konusudur. İkinci durumda ise, inşaat sanayiinde üretilen artı değerin bir kısmı kent toprağının (arsanın) sahibine rant olarak verilir. Bu, arsa sahibine verilen bir veya birkaç daire biçiminde de olabilir, nakit para biçiminde de olabilir. Fakat özsel olan yan, konut üretimiyle ortaya çıkan toplam artı-değerin bir kısmının toprak sahibi tarafından gasp edilmesidir. Bu durumda toprak sahibinin gelirinin kaynağı inşaat işçisinin ödenmemiş emeğidir.
|
Ancak devrim, daha sosyalist inşasının ilk anında bile, emekçilerin barınma hakkının gerçekleşmesi alanında, diğer bir anlatımla konut sorunun çözümünde büyük adımlar atabilir. “Rasyonel kullanımı varsayımıyla, büyük kentlerde herhangi bir gerçek ‘konut darlığını’ anında giderecek mesken için yeterli bina zaten vardır.”(5) Sadece tek bir burjuva ailesinin, Sabancıların sahip olduğu konutların ulusallaştırılması -bu ailenin sadece Boğaz’da 14 yalısı vardıren az 50 emekçi ailesinin konut sorununu çözer. Boğaz boyunca sıralanan, bir kısmı devlete, bir kısmı tek tek burjuva ailelere ait 500 yalının ulusallaştırılması bile tek başına 1500 ailenin konut sorununu çözebilir. Emekçilerin sırtından geçinen bu asalak sınıfın tümünün elinde, binlerce ailenin yerleşebileceği ölçüde konut yoğunlaşmıştır. Bu listeye, kapitalist düzende ticari amaçlarla kullanılan, ama sosyalist devrimle birlikte gereksizleşecek yüzbinlerce metrekarelik konutu da ekleyebiliriz. Bugünkü düzen, sürekli büyüyen bir konut alanını ticaret merkezleri, bürolar ve işyerleri olarak kullanıyor. Kapitalist rekabetin gereklerine uygun olarak oluşan bu ticari yapılaşma, sosyalizmde gereksizleşeceği için kapitalist kentin ticaret merkezlerinde yoğunlaşan bu devasa yapılar, emekçilerin konutlarına dönüştürülebilir. Bu listeye, son olarak, devletin elindeki atıl durumda bulunan veya ticari amaçlarla burjuvaziye kiralanan devasa mülkleri de eklersek, konut darlığının esasen mevcut konutların irrasyonel, eşitsiz dağılımı nedeniyle ortaya çıktığı daha iyi anlaşılır.
1917 Ekim Devrimi’nde de Sovyet iktidarı, ilk işlerinden birisi olarak burjuvaziye ait konutları ulusallaştırdı. İşçilerden komisyonlar oluşturularak, burjuva konutları denetlendi. Bu konutlara emekçi aileleri yerleştirildi. Küçük mülk sahiplerinin evlerine dokunulmazken, büyük konut mülkiyeti ulusallaştırıldı.
İşçi sınıfı semtlerindeki kira borçlan ya tamamen silindi ya da indirimler yapıldı. Ulusallaştırılmış konutlarda yaşayan işçilerin kiraları ciddi ölçüde düşürüldü ve giderek ortadan kaldırıldı.
Fakat bunlar ancak ilk adımlardı. Engels’in dediği gibi, “konut sorunu, ancak, toplum en aşın noktasına günümüz kapitalist toplumu tarafından getirilmiş olan kent ve kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılmasına doğru bir başlangıç için yeterince değiştirilebildiği zaman çözümlenebilir”(6). Tarımın, kooperatifler (kolhoz) ve sosyalist devlet çiftlikleri (sovhoz) aracılığıyla giderek kolektifleştirilmesi, milyonlarca küçük ve orta köylünün adım adım bu kolektifler içinde toplanması, tarımın makineleştirilmesi, kır-kent çelişkisinin ortadan kaldırılması için ilk koşullan yarattı.
Kent arsaları üzerindeki büyük toprak mülkiyeti ulusallaştırıldı. Böylece arsa spekülasyonu son buldu. Bu, konut darlığının ortadan kaldırılması için, hiçbir kapitalist devletin atamadığı bir adımdı. Bu adımlara Sovyet devletinin kamusal kaynaklara dayanarak giriştiği büyük konut seferberlikleri eşlik etti. 1920’lerin ortalarında başlayan ve 30’larda hızlanan devasa sanayi atılımı, SSCB’nin kırlarından onmilyonlarca köylüyü kentlere çekmesine karşın, ciddi bir konut darlığı yaşanmadı. Özellikle 1950’lerden sonra SSCB, konut koşullarının iyileştirilmesine ve yaşama mekanının büyütülmesine yoğunlaştı. Devrimci Küba’nın deneyimi de bu noktada önemli bir örnek oluşturuyor. Devrimin ilk yıllarında Küba devleti, Batista döneminden kalan ‘piyango’yu kaldırmadı. Piyango gelirlerini konut yapımında kullandı.
70’lerde ve 80’lerde geniş Sovyet yardımına dayanan konut sanayii, 1989/91’de Doğu Avrupa ve SSCB’nin yıkılmasıyla büyük bir krize girdi. Konut yapımı, 1990’da önceki döneme kıyasla yüzde 47 geriledi. D. Avrupa ve SSCB rejimlerinin yıkılmasıyla dış ticareti yüzde 85, kredi ve finans kaynaklan yüzde 100 gerileyen Küba, buna rağmen Nisan 1992’de konut seferberliği başlattı. Kentlerde, emekçilerden gönüllü çalışan ‘Mikro takımlar’ kuran rejim, konut inşasında yerel halkın inisiyatifini açığa çıkarma çizgisinden yürüdü. Sonuçta, 1992 Nisanından 1995’e kadar geçen dönemde 250 bin kişinin yerleştiği 65 bin düşük ücretli sosyal konut inşa edildi. Konut inşa programına değişik seviye ve biçimlerde toplam 50 bin kişi dahil oldu. 1990’da bir ev yaklaşık 20 bin 700 peso ederken, 1995’te bu fiyat 12 bin pesoya düştü. Ve 1996 için konut yapım planı, 50 bin yeni evin yapımını öngörmekteydi. Bu, ABD kuşatması altındaki devrimci bir rejimin, gönüllü çalışmaya ve halk inisiyatifine dayalı başarısıydı
Dipnotlar:
1) Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi, sf. 28
3) Cumhuriyet, 22 Kasım, 2004.
4) Ticaret Gazetesi, 7 Şubat, 2003.
5) Engels, Konut Sorunu, sf 35
6) Konut Sorunu, sf. 54