Türk Milliyetçiliğinde “Öze Dönüş”

Faşist ve Kemalist güçler, Kıbrıs, AB, “Kamu reformu” vb. konularda hükümetin (aslında devletin) politikalarına alarmist-kıyametçi hamasetle saldırarak “savunmacılık” siperlerini güçlendirmeye çabalıyorlar. İşçi Partisi, ADD gibi parti ve örgütlerin başını çektiği “Denktaş’a destek” eylemleri, “Kızılelma koalisyonu” türü birlikteliklerle; “Kurtuluş (savaşı)” öncesi işgal ve mütareke günlerine gönderme yaparak; “Türk Milleti ve Devleti” ‘beka’ sorunuyla karşı karşıya, ‘millet ve devlet parçalanıyor, eyaletlere bölünüyor, Kuzey Irak’ta Kürdistan kuruluyor, sıra bize gelecek”; “Kıbrıs’ı veren Türkiye’yi (de) verir”, “milli işletmeler özelleştirme ile yabancıların eline geçiyor, gizli işgal altındayız”; “laiklik elden gidiyor, teokrasi gelecek”... mealindeki sayıklamalarla kendi beka sorununu “Türk milletinin beka sorunu” olarak ortaya koyup, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” vecizine uygun olarak şovenist bir ‘heyecan dalgası’ yaratma peşindeler.

Bu tarz-ı siyasetin, iktidar bloku içindeki “klik”lerin güncel meseleler etrafındaki çatışmalarına ‘kitle desteği’ yaratma gibi bir işlevi olduğu gibi emperyalist küreselleşme ve AB sürecinin ‘ulus-millet’, ‘ulus-devlet’ gibi ‘projeler’de yarattığı “yapı söküm”e karşı bir “öze (1930’ların tezlerine) dönüşü”de ifade ediyor. “Hilafetin kaldırılışı” ve ‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılışının yıldönümü vesilesiyle düzenlenen, ordu komuta kademesinin iki-üç eksikle tam tekmil katıldığı (ayrıca diğer “zinde güçler”in de yoğun katılım gösterdiği, konferans’ın sonucunda okunan “Ulusal Uyanış ve Birlikteliğe Çağrı” bildirisinin içeriği, bu siyasetin her iki yönünü de içermektedir.

İktidar bloku içinde, TÜSlAD’ın temsil ettiği sermaye oligarşisinin siyasetinin “devlet siyaseti” haline gelişi, devlet kemalizminin sahibi/hamisi, ‘sivil’ kemalistlerin de ‘kemalist cumhuriyet’in kurucusu ve kollayıcısı olarak görülen Ordu’nun gücünün/etkinliğinin gerileyişi, faşist ve kemalist “zinde güçler”in ‘beka’ korkularının depreşmesine neden oldu. “Çağrı”daki ifadeler bunu gösteriyor: “... Şer odaklarının, Cumhuriyet, ülkenin bölünmez bütünlüğü ve ulusal menfaatleri ile ilgili olarak geçici kazanımları karşısında karamsarlığa düşenlerin çare olarak gördükleri ulusal birleşme.” (akt. Cumhuriyet gazetesi 4 Mart 2004, altı çizen-bn). Bütün faşist ve kemalist güruhun katıldığı konferansın bildirisi “ant” olarak takdim edildi.

Kemalizmin hem devlet katının hem de ‘sivil’ örgütlerin, kişilerin ideolojisi olarak yazılması, ikisi arasında konjonktürel çakışma ve çatışmaların yaşanması 1940’lı yılların sonlarından beri yaşanan bir olgudur. 1960 darbesinin kısa süren “devrim günleri”ni saymazsak, ‘çok partili sistem’e geçişten itibaren kemalistler kendilerini hep “mağdur” ve “muhalif” olarak telakki etmişler, öyle bir pozisyona da düşürülmüşlerdir. Devletin resmi ideolojisi olarak kemalizm devletin (yani hakim olan sınıfların) hassasiyetleri doğrultusunda değişik yönlerden revizyona tabi tutulmuştur hep. “Yeşil Kuşak Projesi” gereği ırkçı-şeriatçı örgütlenmelere ve uygulamalara yol ve destek verilmesi, sonra da ‘Türk-lslam Sentezi’nin ‘resmi ideoloji’ mertebesine çıkarılması, liberal ekonomik uygulamalar, vb. gelişmeler, laiklik, devletçilik, halkçılık gibi ilkeleri daha çok öne çıkaran Pozitivist-Aydınlanmacı, ‘sivil’ kemalist “zinde güçler”le devletin arasının açılmasına neden olmuştur. “Sivil kemalizm”, ’60-’80 arası dönemde, ‘reel-devlete’ muhalefet ederken, sol-sosyalist fikriyatla etkileşime girerek (sosyalizmi Türkleştirerek; tabii içini boşaltarak) esası aşkın-devlet eliyle kalkınmacılık stratejisini ilke edinen “sol-kemalizm” denen bir lisan edinmiştir. ’80 sonrası liberal politikalara ve Türk-lslam sentezciliğe yine bu temelde bir lisan kullanarak, ‘sol’ olarak telakki edilme şerefine nail oldu.

’90’larda Cumhuriyet’in “inkarının inkar edilmesi” yani Kürt milli hareketinin yükselişi, Alevilerin hareketleri ve siyasal fslamm hükümete kadar gelişi, ‘sivil’ kemalistlerin reel-devlete eleştirilerini “aşkın-devlet ve millet” arzularının altında bıraktı. 28 Şubat süreciyle ordu önderliğinde başlatılan ‘yeniden yapılandırma’nın Türk-lslam Sentezi’nden vazgeçilerek laiklik ve cumhuriyet ilkelerinin vurgulanması koşullarıyla kemalizmin ihya edilmesi, ‘sivil kemalistlerce ordunun aslına/özüne rücu etmesi olarak telakki edildi, öyle de savunuldu. Ordu, özüne rücu ederek, Devlet’e ve Millet’e sahip çıkan milli/anti-emperyalist kemalist bir ordu olmuştu! Artık ‘mağdur ve sahipsiz ve de muhalif değillerdi; dolaylı olarak da olsa kendilerini gene devletin ve milletin sahibi/hamisi olarak kurgulayabilirlerdi. Öyle de yaptılar. Her nevi kemalist, iktidar bloku içindeki mücadelede Ordu’nun arkasında mevzilendiler. Ordunun ‘atfedilmiş misyon’a uymayan davranışları susarak geçiştirildi. Ve saire...

Ordunun ‘özüne rücu ettiği an’da, bu sefer devlet siyaseti üzerindeki belirleyiciliği azalıyor, sınırlanıyor. ‘Devlet siyaseti’ asıl olarak, işbirlikçi tekelci sermaye oligarşisinin (Ordu’daki hakim kanat da bunlara dahil) emperyalist küreselleşmeye uyum siyaseti tarafından belirleniyor. Küreselleşmenin neoliberal siyaseti ise ‘milli devlet’, devletçilik vb. kavramların aşılmasını, egemenliğin emperyalistlerce paylaşılmasını gerektiriyor; ‘sosyal devlet’ uygulamalarının terki ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yoluyla ‘hizmet üretimi ve dağıtımının’ piyasaya açılmasını istiyor, vesaire. “Milli çıkar” değil emperyalizme uyum “milli övünç” ve itibar kaynağı artık. TÜSİAD, AB üyeliğini ve IMF programının eksiksiz uygulanmasını her şeyden önemli görüyor. Bunun için Kıbrıs sorununun engel olmaktan çıkarılmasını istiyor, bunun için bastırıyor. “Siyasal istikrar(!)’ın sürmesi için Meclis’te tek başına istediği yasayı çıkarabilecek olan hükümeti kolluyor, destekliyor.

Hem iç hem dış konjonktür ordunun siyasetteki ağırlığına gem vurup, geriletiyor. Kuzey Irak için belirlenen ‘kırmızı çizgiler’in aşılması (özellikle “milli gurur” sorunu haline getirilen ‘çuval olayının’ geçiştirilmesi), ABD’nin Kürtlerle kurduğu ilişkilerden duyulan ırkçı öfkeye vesaire rağmen hala “çakal siyaseti” mesaisi yapmaları faşist ve kemalist ‘zinde güçler’i “karamsarlığa” ve nevrotik bir krize sürük(ledi)/lüyor.

Bu ahval ve şerait içinde, faşist ve kemalist ‘zinde güçler’, kemalizmi program alan örgütlenmelere gidiyorlar. Yeniden, ‘tarihsel misyon’larını -“halk için halka rağmen” “Milleti ve devlet”i korumak yerine getirmek için harekete geçiyorlar! Hareketin “fikri ya da söylemi ise, 1930’ların millet ve devlet anlayışı temelinde şovenizmi ihya etme.

3 Mart’taki konferansta okunan bildiri, ’90 sonrasında, özellikle de 2000’lerden itibaren Kızılelma koalisyonunda somut sembolik ifade kazanan yakınlaşma-harmanlanmanın ideolojik muhtevasının kesinlik kazandığını bildiriyor. Bildiride, “Ulusal mutabakat. Atatürk’ün, ilke ve devrimlerini etkisizleştirmek, anayasada tanımlanmış dünya görüşünü değiştirmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni bölüp parçalamak, millet ve ulus-devlet anlayışını ortadan kaldıracak milli hedef ve menfaatlere ulaşmamızı engellemek.” isteyenlere karşı kurulmuş bir birliktelik olduğu belirtildikten sonra, “. (‘ulusal mutabakat’ın) gayri-milli işbirlikçi politikaların Türkiye’yi hangi noktaya götürdüğü gerçeğinden hareketle, emperyalizmin kıskacından ve onun yurt içindeki işbirlikçilerinden kurtulmayı...” amaç ve sorumluluk olarak benimsediğini ilan ediyor.

Faşistler ve kemalistler, anti-Kürtçülük ve anti-şeriatçılık üzerinden şovenist söylemlerini örmüşlerdi. Kürt ulusal hareketine karşı yapılan “düşük yoğunluklu savaş” ta asıl olarak anti-Kürtçülük üzerinden örgütlenen, şehit cenazelerini vs. kullanarak bu temel motifi şovenizmin kökleşmesi ve yaygınlaşmasının payandası yapmış olan faşistler ve kemalistler, “sıcak savaş” ortamının Öcalan’ın “Barış” siyaseti gereği sonlanması ile adeta “konu”suz kalmışlardı. Yani “iç-düşmansız” kaldılar, daha doğrusu ‘iç-düşman’ olarak takdim ettikleri, toplumca inandırıcı bulunmuyordu. En başta, “milli davalar” ya da “şeriat tehlikesi” gibi konularda kamuoyunun galeyana getirilmesinde (psikolojik harbin) büyük bir belirleyiciliği olan büyük medyanın artık eskisi gibi/ kadar desteği yok(tu). Neoliberal siyaset gereği medya, “Milli dava”lar, ‘laiklik’ konusunda tavır değiştirdi.

Şimdi ‘Ulusal Mutabakat’ bildirisi bir “iç-düşman”, tüm topluma ona karşı birleştireceğini umut ettiği bir “düşman” yaratarak, “konu bulmuş oluyor. “İç-düşman” eskiden (emperyalizmin maşası olan) Kürtlerdi; şimdi gene emperyalizmin işbirlikçisi gayrı milli unsurlar. Burada “gayrı milli unsurlar” olarak kast edilen, açık ki, işbirlikçi tekelci büyük burjuvazinin bazı sözcüleri. Ama elbette, bunlara azınlıklar, Kürtler rahatlıkla dahil edilecektir, güncel olaylara göre. Fakat dikkat edilmesi gereken iki şey var burada. Birincisi, gayrı milli diye tanımlananların emperyalizmin uzantıları olarak dışsallaştırılmaları. Yani her türlü şovenist söylem ve politika anti-emperyalizm olarak pazarlanacak!

İkincisi ve daha da önemlisi, ulusal mutabakat bildirisinde “ulus” kavramı yerine “milli”, “millet” kavramlarının kullanılmasındaki seçiciliğin manasıdır. Ulus ile millet kavramlarının anlamdaş olarak kullanımının yaygınlığına karşı ulus’un ülke(daş), yurttaş olma, farklı etnik kökenlileri ülkedaş olarak, yurttaş olarak -devlet merkezli, bir devletin yurttaşı olarak kimliklendirmesi ‘olanağı’ varken, millet direk bir etnik, homojen bütünü, özü kimliklendirir. Millet aslmda belli bir etnik topluluktur. Millet, ırksal temele de göndermelerde bulunur. ‘Mutabakat’ bildirisinin ulus kavramı yerine ‘millet’ kavramını seçişinin arkasında bu vardır. Millet/ulus anlayışında yeniden 1930’ların Türk Tarih Tezi’nin ve öncesinde M. Kemal’in türdeş, sınıfsız, zümresiz, asil kan taşıyan “halk” anlayışına dönüş var. “Ulusal birliktelik bir kişiye, bir zümreye, bir sınıf ya da bir çıkar grubuna ait bir düşüncenin ürünü değildir (...) milletin bir araya gelişi, dini, mezhebi, sınıfsal ya da tarikat bağı değil, Türk milleti ortak paydasında gerçekleşmiştir. Türk milleti yüce Atatürk’ün tanımı ile ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halkın adıdır’, bölünmez.” (agy) Buradaki vurgu, son yıllarda, bazı kemalist aydın ve çevrelerce (bile) kabul edilen, uluslaşma projesinin başarısız kaldığı homojen (tek dil, tek devlet, tek bayrak) ulus’un yaratılamadığı; “Türkiye ulusal/milleti” demenin daha yerinde olacağını (yani Türklüğün de bir altkimlikler içinde baskın olan, (eşitler arasında birinci) olarak kavranması, kavramlaştırılmasının) tartışılmaya başlanması; Kürt vd. etnik kimliklerin alt-kimlik olarak tanınması gerektiği gibi tartışmalara karşı bir tavır alış söz konusudur. ‘Millet vurgusunda akıl-dışılığa varan inkarcı bir şiddet var; “bölünmez”! Dolayısıyla alt-kimlik, üstkimlik tartışması yapılamaz. Herkes Türk’tür. Keza, bu ‘millet’ vurgusu, ’60’lı yıllardan sonraki, milletin sınıflara ayrıştığı yollu kabulleri de reddetmektedir.

Bildirgede ifadesini bulan bu, 1930’lardaki tarih ve millet tezlerine geri dönüş, çok daha kapsamlı aslında. Tür milliyetçiliğinin -kemalistler, ‘ülkücü hareket’ vd.yüzünü 30’ların tezlerine dönmesinde belirleyici izlek AB, daha geniş boyut küreselleşmenin etkilerine karşı durmak ve içeride “yapısöküme” karşı tayakkuza ve taarruza geçmektir. Bu çerçevede yeniden Hititlerin Türk olduğu gibi iddialar piyasaya sürülüyor. Örneğin, Bilim ve Ütopya (sayı 115, Ocak 2004) Güneş-Dil Teorisi’nin aslında ne kadar ‘bilimsel’ olduğunu anlatan eski-yeni yazılar yayınlıyor, üniversiteler proto-Türkler’in Anadolu’daki varlığına dair kazılar düzenliyor, vs. (Türk milliyetçiliğinin ’30’ların tezlerine dönüşü’ için, ayrıca bkz. Toplum ve Bilim Sayı 96, Bahar 2003, Suavi Aydın’ın yazısı)

“Ulusal Mutabakat” bildirisi, faşist ve kemalist güruhun yeni söylem ve konumlanışlarının altını çizmek açısından önemli. İç siyasal arenada en gerici, en şoven-inkarcı, dış siyasette ise yayılmacı-emperyalist[1] yönelimin ana mecrası olarak kendilerini takdim ve tahkim ediyorlar. 2002 genel seçimlerinde vuku bulan Genç Parti olayı hatırlanırsa, neoliberalizmin yarattığı dışlanma, sefalet, güvensizlik vs. içindeki kitlelerin otoriter/totaliter ve popülist-milliyetçi söylemlere eklemlenmesinin koşullarının varlığının daimi olduğu görülür. Alternatifsizlik koşullarında ya da güçlü ve etkili bir alternatif yaratılamadığında, kitlelerin faşist söylemlerin ardından gitmesinde de anormal bir durum yok, hele ki şovenist kirli kanın hala isyan damarlarında dolaştığı akıla getirilirse. Şovenizmin, “gayrı milli” (neoliberalist sermaye oligarşisi de dahil ediliyor bunlara) güçlere karşı aşkın-devlet ve millet savunusu suretinde tezahürü, anti-emperyalist (daha somutta AB ve ABD karşıtlığı) ve “anti-tekelci sermaye” maskesini geçiriyor suratına. Her ne kadar bu şovenizmden nemalanmak isteyenlerin çokluğu, büyük medyanın aktif desteğinden mahrum olması gibi (dolayısıyla popüler milleyetçilik haline gelemese de) dezavantajları olsa da rehavete kapılmayı gerektirecek bir durum yok. Şovenizm hala ezilenlerin isyanını zehirleyen kan olarak dolaşımda.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi