Doğa boşluk tanımıyor. Doğada var olan bu boşluk alerjisi, zamanla topluma da bulaşmıştır. Türkiye’de son iki-üç dönemde gerçekleşen genel seçimler bu alerjinin boyutunu çok net açıklıyor. Üç dönemlik genel seçimlerde toplumca siyaset alanı baştan sona yapılanmaya ve eskiyenin elenerek, dayanmayanların teste tabi tutulmasına sahne olmuştur. Deneme, eleme sonucunda siyaset alanında önemli bir boşluk oluşmuştur. Aynı zamanda toplumun duyargaları da siyasete bir o kadar açılmıştır.
Emekten, demokrasiden, özgürlüklerden ve ezilenlerin çıkarlarını korumadan yana politika yapmayı amaç edinen parti ve örgütler, faşist diktatörlüğün baskı ve engellemelerinin yanı sıra kendi aralarında girdikleri kısır ve dar tartışmaların da sonucunda topluma gitmede, program ve amaçlarını anlatmada, en önemlisi de var olan potansiyel enerjilerini sinerjiye dönüştürmekte yetersiz kalmış ve var olan bu siyasi boşluğu doldurmamışlardır. Bir diğer neden de toplumsal bir talep olan demokrasi ve özgürlükler talebini programatik düzeyde özümseyememiş ve bu alanda elde edilecek kazanımlara, önemsiz küçük birer adım olarak bakmış olmalarıdır. Bu bağlamda söylemlerini zenginleştirip, dillerini geliştirecek özde, düşünsel sezgileri topluma açmada tutuk ve yetersiz kalmışlardır. Oysa, demokrasi özgürlükler ve insan hakları üzerine seminerler düzenlemek hak alma bilincini geliştirmek ve çeşitli etkinliklerde bulunmak, deyim yerindeyse günün yirmi dört saati halkla iç içe olmak günümüz açısından elzemdir. Eğer Türkiye’nin bir geçiş döneminde olduğunu varsayıyorsak -ki, bu varsayım doğrudur siyasetin kendini yeniden her düzeyde örgütlemesi de vazgeçilmez bir gerekliliktir. Ezilenlerden yana politika yürütenler, toplumda hak alma temelinde bir demokrasi bilincinin gelişmesi ve yerleşmesinde gücü oranında ön ayak olmamış, söylemlerini canlandırıp zengin kılacak tartışmalardan uzak kalmayı yeğlemiştir.
Hal böyle olunca siyasi boşluk bir kez daha burjuvaziye bırakılmış ve toplum burjuva siyasi demagoglarca bir tür demokrasi terapisine tabi tutulmuştur. Yer yer ajitasyona varan demokrasi ve insan hakları nutuklarıyla halk deşarj edilerek talepleriyle birlikte bir kez daha uyutulmaya daha doğrusu seçimden seçime açılacak bir tür kozaya sokulmak istenmiştir. Demokrasi konusunda Tayyip Erdoğan’ın nutku bunun en bariz kanıtıdır.
Milli Görüş kimliğinden koptuktan sonra, bir tür kimliksizlik ve köksüzlükle cebelleşen ve bu yüzden de tam anlamıyla gerçek kişiliğini bulamayan AKP, nihayet kendine uyan bir kimlik buldu. “Muhafazakar Demokrat) si”. Bu tanım kavramsal ve teorik bazda irdelenmeyi hak ettiği gibi, bunu benimseyen siyasi partinin programını da tanımayı gerektiriyor. Fakat biz yazımızı şimdilik sadece kimlik arayışının nedenleriyle sınırlıyoruz.
Muktedirler, 28 Şubat “postmodern” darbeyle hükümette bulunan RP’yi alaşağı edip siyasal İslam’a iktidar olma yolunu tümden kapatmak istediler. Lakin ’80 askeri faşist darbesinden sonra yeşil kuşağın bir iç versiyonu olarak öne sürülen Türk-İslami senteziyle palazlanıp gelişen bu kesim, Kürt özgürlük hareketine karşı kullandırılmanın avantajlarını da değerlendirerek, zamanla muktedirlerle iktidarı paylaşmak isteyecek kadar devletin üst kademelerine sirayet etmeyi başarmış ve hafife alınmayacak bir güç durumuna gelmişti. “Postmodern” darbe, ilk hamlede önemli bir başarı elde etse de, iç’e doğru nüfus eden bu kesime nihayi darbeyi vurmayı başaramadı ve amacına ulaşmadı. Darbe sahipleri “Batı Çalışma Grupları”, “Doğu Çalışma Grupları” vb. biçimde hukuk dışı çalışmalar yürütseler de, iktidar aygıtı içindeki çıkar ortaklığına dayanan (burda çıkar kirli savaşta elde edilen rantki, bu nedenle hizbikontrayı bütünüyle ortaya çıkarmadılar ve yeşil sermayedir) uzantılarını bünyesinden söküp atmayı başarmayacağını da gördü. Bu bağlamda “böl-parçala-yönet” çerçevesinde bu kesim içinde, kendine işbirlikçiler edinerek hareketi içten bölüp güçten düşürmek, etkisizleştirip kontrol edilebilir hale getirmek istedi.
Hareketin içinde yer alan yeşil sermaye sahipleri, iktidara yakın durarak elde ettikleri konumlarını ve avantajlarını din için kaybetmeyi göze alamadıklarından, uzlaşma yollarını arıyorlardı.
Yeşil sermayenin bu uzlaşı arayışı da muktedirlerin bu yeni konseptiyle çakıştığından bölünme kısa sürede gerçekleşti. AKP bu konseptin sonucunda doğdu. (Bu doğumun dış siyasi konjonktürlerde bağlantısı olduğunu da belirtelim) Bu güne kadar süren kimliksizliği de bunu kanıtlıyor. Kemalist laisizm ile siyasal islamın suni döllenmesinden peydahlanan bir tür kırma ama gerçek anlamda melez dahi olamayan bir oluşum.
Tam melez olmayan bu kırma hareket, Türkiye’nin süregelen siyasal, ekonomik ve yapısal krizlerin sonucu oldukça yıpranan bir siyasal ortamda yararlanarak öne çıkmayı başardı. Burjuva siyaset sahnesinin vitrininde yerini aldıktan sonra hızla kendini tanımlayacak ve kişiliğini anlamlandıracak kimlik arayışına da girdi. İlk adımlarında “ılımlı İslam” tanımını kendine uygun bulsa da bu tanım muktedirlerin pek hoşuna gitmedi. Ki, takkiyecilikle suçlandı ve bir takım “kulak çekme” operasyonlarına maruz kaldı.
İslami çerçevelerde Milli Görüş’ün haylaz çocuğu olarak görülen AKP eskimiş saydığı gömleği sırtından bir kez çıkarmış, (her fırsatta bunu dillendiriyordu) ama buna rağmen muktedirleri memnun etmemişti. Bu nedenle “ılımlı İslam” tanımlamasında fazla direnmeyerek, yeniden arayış içine girdi. Ve “Müslüman demokrat” tanımlamasını yaptı. Lakin, islam dininin katı kuralları ve tartışma kabul etmez şeriat yasaları demokrasiyle pek bağdaşmıyordu. Öte yandan, gözetmenlerini tatmin etmek için Islami renkten tamamen uzaklaşması gerektiğinin de farkına varmıştı. Bu tanımın da kimseyi ikna edemeyeceğini düşünmüş olmalı ki, bir süre sonra bundan vazgeçti. Irak işgali döneminde, ABD’de hükümet eden çetenin etkisinde kalarak bir ara neo-con’culuğa da özense de (ki bu son ‘muhafazakar demokrasi’ kimliğinden de bu etkilenmenin izleri var. ABD’deki çete de kendini ‘yeni muhafazakar’ olarak da tanımlıyor) siyasal, ekonomik ve askeri alandaki zayıflıklar bu rolü daha fazla sürdürmelerine el vermedi. (Irak’a fetih atından indiğinde bu heveste gitmişti) Ve en son “muhafazakar demokrasi”ye vardılar. Bu tanımlamada demirlenecekleri de kesin gibi.
10 Ocak günü R.T. Erdoğan’ın açılış konuşmasını yaparak tartıştırmak istediği siyasi kimliğini “Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu”nda masaya yatırdı.
AKP’nin kendini tanımlayıp yeni bir forma dökmek için başlattığı kimlik arayışı yıllardır Türkiye siyaset sahnesinde benzeştiklerini de gösteriyor. Arayış AKP’nin eski kimliğinden kurtulmak istediği kader, farklılaşmayı ve toplumca özenilen yani -eskiyenden farklı bir siyasi kimliğin ve söylemin de ifadesidir. Bir diğer anlamı da 3 Kasım 2002’deki genel seçimlerle dağılan siyaset-burjuva siyaset tiyatrosunu da yeniden toparlamaktır.
Bakın AKP’nin bu arayışını Erdoğan nasıl ifade ediyor: “Türkiye’de siyasetin gerçekçi bir zeminde yapılması; partilerin kendi siyasal kimliklerini deklare etmeleri, buna uygun siyaset tarzı gütmeleri, siyasetin güçlenmesi anlamını taşıyacaktır. AKP siyaseti radikalleştiren siyasi cemaat anlayışına da (bu cemaat RP ve Milli Görüşçüler olmalı), siyaseti fikirsizleştiren siyasi şirket anlayışına da karşıdır. AKP muhafazakarlık temelinde bir kitle partisidir. Siyasetin fikir ekseninde yapılmasını temel almakta, buradan kalkarak kitlelere dönük merkez siyaseti üretmektedir” diyor. Doğa-boşluk diyalektiği çerçevesinde dikkate değer bir atılımdır bu hamle.
Buna benzer arayışlar. Türkiye siyaset sahnesinin geçmiş dönemlerinden değişik biçimlerde gündeme gelmiştir. Fakat burjuva siyaset arenasında cereyan eden değişikliklerin ve söylem farklılıklarının tümü, halkı aldatma zemininde gerçekleşmiştir. Bugün AKP’nin başlattığı değişim ve yenilenme de (bu bir anlamda merkez sağ’ın yenilenmesidir) eskilerden pek farklı olmayacaktır. Ki, bunu AKP’nin hükümette bulunduğu dönemden bu güne kadar ki pratiğinden de çıkarmak pek zor olmasa gerek.
Demagoji
10 Ocak 2004’te AKP’nin düzenlediği “Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu” nda Başbakan R.T. Erdoğan açılış konuşmasında demokrasi nutku çekti. Erdoğan, konuşmasında birçok noktaya temas etti. İnsan haklarına atıfta bulundu ve bakın ne inciler döktürdü: “Herkesin doğuşta sahip olduğu insan hakları hiçbir dinsel, ırksal, cinsel, dinsel, siyasal ya da sınıfsal ayrım gözetmeksizin tüm insanlar için geçerli olmalı ve hukuki zeminde tanınmalıdır” diyor. Diyor, fakat bu söylemin hükmünü sormuyor/sorgulamıyor. Söylem sorgulanmalı ve pratikte denenmeli ki söz hükmünü yitirmesin. Ki bizce söz-söylem eylemin özüdür. Ama Erdoğan bunu göz ardı ediyor. Çünkü O, ancak düşününce düş’ünün gerçekleşeceğine inanıyor. Nesnel-somut gerçekler hakkında düşünemiyor, onları yok sayıyor. Tıpkı, Kürt sorununda “düşünmezseniz yoktur” dediği gibi. Marks bir mektubunda bu idealist düşünüş biçimini yererken aynen şöyle diyor, “bu aptalca düşünüş biçiminden dolayı onlarca insan boğularak öldü. Sadece boğulmayı düşünmezseniz, boğulmazsınız diyen bir aklı evvel yüzünden”. Erdoğan da insan haklarını ancak düşündüğü zaman varsayıyor. “Dinsel, ırksal” ayrıma tabi tutulmaz diyor; ama burada Kürtleri varsaymıyor. O yüzden “hani herkesin doğuşta sahip olduğu haklar” vardı. Kürtleri sadece Kürt doğdukları için yok saymayı, hangi hakkı bağdaştırıyorsun diye sormak da boşuna. Boşuna çünkü suç Tayyip’te değil onun düşüncesinde! “Cinsel” baskıdan da bahsediyor mesela. Ama desen ki, sadece barış, demokrasi ve özgürlük istedikleri için İstanbul’da, Diyarbakır’da, Van’da Kürt kadınları polisin tecavüzüne ve cinsel şiddetine maruz kalıyor. Bu insan haklarına yapılmış en adi saldırı değil mi? O an düşünmediği için böyle bir şeyi yok sayıyor. Bingöl’de hak arayan depremzedeleri provokatör, Ankara’da sendikal hak için yürüyen memurları ise illegal örgüt militanlığıyla suçluyor. Çünkü o hem katıksız bir idealist, hem de muhafazakar! En “makul” olanlarından. İşte tüm düşündüğü insan hakları bu “makul” sınırlar içinde cereyan ettiği sürece vardır. Keza demokratlık anlayışı da aynı sınırlar için kalmak şartıyla uygulanıyor. Yukardaki söylemi de bir tür güzelleme olarak benimsiyor. Erdoğan’dan sel olup akan bu tutum AKP’de kalıba dökülüyor. O yüzden hükümette bulunduğu dönemden bugüne kadar insan haklarını iyileştiği görülmemiştir.
Buna rağmen AKP’li Erdoğan demokrasiden de dem vuruyor. “Demokrasi bir diyalog, tahammül ve uzlaşı zeminidir. Diyaloğun gelişmediği kapalı toplumlarda demokratik bir çözüm üretilemez. Türkiye’de kendine özgü demokrasi yerine, çoğulculuk, çokseslilik (peh peh peh) ve tahammül duygusunu içine sindirmiş bir demokrasi tesis etmelidir. İdeal olan, seçimlere ve belli kuramlara indirgenmiş bir demokrasi değil; idari, toplumsal ve siyasal tüm alanlara yayılmış organik bir demokrasidir. Biz buna derin demokrasi diyoruz”. Böylece derin devleti “derin demokrasinin” üstüne oturtuyor.
Bu uzun alıntıyı burjuva siyasetçilerinin ne kadar ucuz demagojik söylemlerle halkı uyuttuklarını anlatmak için aktardık. Bu sözlerin pratikte hiçbir hükmü yok. Lakin yine de insan sormadan edemiyor akla gelenleri.
İnsan, R.T. Erdoğan’ın sözlerini okuyunca, herhalde iktidarda olanın AKP ve bu konuşanında başbakan olmadığını düşünüyor. Aslında bu türden kulağa hoş gelen konuşmalar birkaç yıldır Türkiye’de sıklıkla tekrarlanmaktadır. Yargıtay açılışlarında, cumhurbaşkanının çeşitli konuşmalarında vb. dinleyenleri mest eden konuşmalar...
Bu konuşmalar bir tür toplumsal terapiyi andırıyor adeta. Toplumun genel talebi olan demokrasi ve insan hakları bağlamındaki beklenen iyileştirmeler üzerine devletin en yetkili kurumlan ve kişilerini bu türden konuşmalarıyla toplumu, deşarj etmek istiyor adeta. Bunlara alışıldı artık.
Bizce demokrasi de kast edilen derinlik bu mevzuya ilişkindir. Derin ruhi meditasyon...