12 Eylül askeri faşist darbesinin kazanılmış bütün hakları silip süpürmesinin ardından 1980’li yılların ikinci yarısından bu yana ezilen toplumsal kesimler, kimi zaman şiddetlenen, kimi zaman düşük tempoda ama, sürekli bir mücadele, egemen sınıflarla çatışma içerisinde oldular. 1987 Netaş greviyle başlayan ve 1989’da patlak veren işçi sınıfının bahar hareketi ve devamındaki gelişmeler, emekçi memurların örgütlenme ve grevli, toplusözleşmeli sendikal hak mücadelesi, 1984’te başlayan ve giderek yükselen Kürt ulusal hareketi, kent yoksullarının mücadelesi, Gazi ayaklanması ve diğer eylemler, komünist-devrimci hareketin yaptığı çıkışlar vb. darbeci generallerin iradesini zayıflattı, oluşturduğu statükoyu zorladı, geriletti. Darbeci generallerin oluşturduğu faşist yasalardan adım adım gedikler açılmaya başlandı.
Bu gelişmeler egemen sınıfların iç çatışmalarını da tetikledi. Kitle hareketinin baskısına paralel, çoğu zaman yönetememe krizine giren egemen güçler, dengeli, kendi içlerinde uzlaşmalarla sonuçlanan değişikliklere gittiler. Biri Anayasa, yedisi yasalar düzeyinde gündeme getirilen “demokratikleşme” ve AB ile “Uyum Paketleri” tamamlandığında, kısmi demokratik kazanımlar söz konusu oldu. Ama 12 Eylül darbesinin hükmü, bu sürecin üzerinde etkisini gösterdi ve değişiklikler, bütün “demokrasi” palavralarına karşın, darbe yasalarını tırtıkladı, bazı yanlarıyla deldi ama onu aşacak bir ağırlığa sahip olamadı.
11 Eylül baskınının ardından ABD merkezli emperyalist saldırganlığın ayyuka çıktığı, uluslararası konjonktürün emperyalist terör dalgası altında vuku bulduğu bir dönemde, Türkiye’deki militarist güçlerin kimi burjuva demokratik hakları sineye çekerek kabullenmeleri elbette ki en başta Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ezilenlerin yürüttükleri mücadelenin bir sonucudur. Ama, yapılan değişiklikler, sadece ezilenlerin demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin yansıması değil, aynı zamanda iktidardaki statükocu güçlerle sermayenin uluslararası yönelim ve ihtiyaçlarına bağlı devlette “yeniden yapılanma”yı dayatan güçler arasında iç iktidar kavgası, ve yine ABD ile AB’nin Türkiye üzerinde sürdürdükleri egemenlik savaşının da bir yansıması olarak gerçekleşti.
Bütün bu çatışmalar, devletin yönetim biçiminde esasa ilişkin bir değişiklik yaratmasa da statükocu güçler ciddi mevzi kayıplarına uğradı, geri çekilerek tavizler vermek zorunda kaldılar. Keza kimi burjuva demokratik hakları sineye çekerek kabullendiklerini belirtmeliyiz.
Bununla birlikte toplumsal gelişmeler karşısında hükmü kalmamış yasaların ötesinde gerçekleştirilen değişiklikler fiilen yürürlüğe konulmadı, ama ezilenlerin bir bütün olarak demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi de sürmektedir/sürecektir. Çünkü değişiklikler, ezilen toplumsal kesimlerin en geri taleplerini dahi karşılamaktan uzaktır.
Egemen sınıfların kendi iç hesapları, sermaye oligarşisinin iktidar inisiyatifini tümden eline alma çatışması da bitmiş değildir. Kimi sorunları tali duruma itilmekle beraber, iç iktidar çatışması da bugün devlet işleyişinde yapılan kurumsal değişikliklere işlerlik kazandırılması, Irak işgali ve bir bütün olarak bölge politikası, Kürt sorunu, Kıbrıs ve YÖK ekseninde sürmektedir.
AB Müktesebatı Ve Türkiye
Uyum Yasaları, 15 üyeye sahip Avrupa Birliği’nin genişleme stratejisine girdiği bir dönemde oluşturulan müktesebat çerçevesinde hazırlanmıştır. AB’ye entegrasyon, daha doğrusu işbirlikçilik belgesi olarak hazırlanan müktesebat, Roma Antlaşmasından başlayarak Maastricht, Amsterdam antlaşmaları, AB Konseyi’nden geçen direktif ve yönetmelikler ile Avrupa Adalet Divanı kararlarından oluşmaktadır. Kendi içerisinde ikiye ayrılan müktesebat, üyelik öncesi üstlenilecek sorunları saptamakta ve Birliğe katılım gereklerinin çerçevesini çizmektedir. Öncelikli AB müktesebatı “A Listesi”nde, diğer hukuksal düzenlemeler ise “B Listesi”nde yer almaktadır. A Listesi, Temmuz 1998 tarihi itibariyle 31 başlık altında ve yaklaşık 5000 adet hukuki düzenleme olarak oluşturulmuştur. Hazırlık çerçevesinde Türkiye’nin eline sıkıştırılan 100 bin sayfalık Avrupa Birliği müktesebatının Türkçe’ye tercüme edilmiş bölümünün ise henüz 10 bini bulmadığı belirtilmektedir. Büyük bölümü ayrıntılardan da oluşsa, bu bile Aralık 2004’te üyelik müzakerelerinin başlatılmasını somutlaştıracak kararın alınacağına Türk burjuva devletinin de pek inanmadığını göstermektedir.
10-11 Aralık 1999 tarihleri arasında Helsinki’de toplanan AB devlet ve hükümet baş- kanlarının, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Estonya, Slovak Cumhuriyeti, Polonya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Romanya, Bulgaristan ve Malta ile birlikte Türkiye’yi de AB’ye aday üyelik katılım sürecine dahil edilmesi kararı almalarıyla Türk burjuva devleti de yönünü daha ciddi olarak AB’ye çevirdi. Bu yönelim doğrultusunda, 26 Ocak 2000 tarihli ve 2000/3 sayılı Başbakanlık Genelgesi ile Avrupa Birliği İç Ekonomik ve Teknik Koordinasyon Kurulu, İç Koordinasyon ve Uyum Komitesi ve Yürütme Sekreterliği, Avrupa Birliği Danışma Kurulu ile Danışmanlar Grubu’ndan oluşan görevlendirmelere gidilmiş ve bunlar arasında koordineli çalışmalar başlatılmıştır. İlk düzenlemelere de Anayasa değişikliğiyle Ekim 2001’de gidilmiş ve buna paralel Uyum Yasaları ile ilgili tasarı, 57. hükümet döneminde, 15 Ocak 2002’de TBMM Başkanlığı’na sunulmuş ve 6 Şubat 2002’de TBMM Genel Kurulu’nda yapılan kimi değişikliklerle birlikte kabul edilmiştir.
Ama çalışmaların başlatılmasının hemen başı, 2000 yılı Mayıs ayında, Genelkurmay Başkanlığı, MGK Genel Sekreterliği, Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü temsilcilerince ortak bir rapor hazırlanmıştır. İzlenecek yolun genel çerçevesini çizen “Başbakanlık İnsan Hakları Üst Kurulu Sekretaryası Eşgüdümünde Hazırlanan Rapor”da; “Anayasa’da ve yasalarda yapılacak değişiklikler sırasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Birliği ülkelerinin mevzuatının gözönünde bulundurulmasında ve AB üyesi ülkelerin yasal mevzuatından daha ileri düzenlemelere gidilmemesinde yarar görülmektedir” deniliyor.
Uyum Paketleri tartışmaları ve aynı kapsamdaki düzenlemelerde ortaya çıkan tabloya işte bu yaklaşım yön vermiştir. Yapılacak değişiklikler, “AB üyesi ülkelerin yasal mevzuatından daha ileri” olmayacaktır! Genelkurmay’ın başında yer aldığı militarist devletin burjuva anlamındaki “demokratikleşme”de bile rıza göstereceği çerçeve budur.
Bir İleri Bir Geri
Bu süreç hem toplumsal dinamiklerin talepleri ve bu doğrultuda oluşturulan baskı ve hem de egemen sınıfların çatışmalarıyla hayli çekişmeli yürüyor. Yedi paket halinde gündeme getirilen uyum yasalarından bir pakette ele alınan maddeler devamındaki paketlerde tekrar tekrar ele alındı, tartışıldı, karara bağlanmış noktalarda bile yeni değişiklikler yapıldı. En çok tartışma yaratan konuların başında ise Kürt sorununa bağlı kültürel haklar kapsamında yapılan değişiklikler, idam cezası, ilerici-devrimci politik kuvvetleri hedefleyen maddeler ve MGK’nın konumu oldu.
“Mini demokrasi paketi” olarak da sunulan ve TCK’nın 159 ile 312, TMY’nin 7 ve 8. maddeleri, DGM Kuruluş ve Yargılama Usullerinin 16. maddesi ile Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu’nun 107 ve 108. maddelerini yeniden düzenleyen ilk uyum paketi, 57. Koalisyon Hükümetinin ortağı partiler arasında tartışmalar yarattı ve hükümeti bu bağlamda böldü. DSP, Ecevit’in şahsında ANAP ile MHP arasında bir denge unsuruyken, MHP 12 Eylül faşizminin ördüğü statünün korunmasından yana ve bir bakıma Genelkurmay’ın hükümetteki temsilcisi durumundaydı. Çünkü MHP de gıdasını faşist rejimden, onun militarist, ırkçı yapısından ve bu çerçevede oluşturulmuş yasalardan alıyor, oradan beslenerek palazlanıyordu. Nitekim, “demokrasiye açılan ilk pencere” olarak 1. Uyum Yasaları tırtıklana tırtıklana aldığı son haliyle bile MHP’nin red oylarına karşın hükümetin iki ortağı ANAP, DSP ve hükümet dışı partiler AKP, DYP ve SP’nin oylarıyla kabul edildi.
Devamında gelen paketlerle birlikte başlıca İl İdaresi Kanunu, Basın Kanunu, Devlet Memurları Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun, Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulu Kanunu (CMUK), Sayıştay Kanunu, Vakıflar Kanunu, Nüfus Kanunu, Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Kanun, İmar Kanunu, İdari Yargılama Usulü Kanunu, Adli Sicil Kanunu, Sinema Video ve Müzik Eserleri Kanunu, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Terörle Mücadele Kanunu, Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Genel Sekreterliği Kanunu, Dernekler Kanunu, Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretim He Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun, Türk Medeni Kanunu ve Askeri Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Kanunu gibi toplamda 40 yasa, belli başlı 200 madde üzerinde görüşüldü, değişikliklere gidildi. Ve mehteran takımını andırırcasına bir ileri bir geri ritminde görüşülen yasalar en son 7. Uyum Yasaları’nın da ele alınıp 7 Ağustos 2003 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla bu süreç şimdilik nihayetlendirildi.
Sınırlı Demokratik Kazanımlar
Uyum Yasaları çerçevesinde yapılan değişiklikle kamuoyunda yoğun bir tepkiye yol açmış bulunan idam cezası kaldırıldı. 3. Uyum Yasaları kapsamında ele alınan ve üzerinde kıyamet koparılarak yapılan bu değişiklik, 3 Ağustos 2002’de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Yasa, “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar için öngörülen idam cezaları hariç olmak üzere, 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, 7.1.1932 tarihli ve 1918 Sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun ile 31.8.1956 tarihli ve 6831 Sayılı Orman Kanunu’nda yer alan idam cezaları müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmüştür” diyor.
Bu elbette bir kazanım. Ama “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar için” idamlar bir silah olarak elde tutulmaktadır. Ayrıca ağır müebbet hapse çevrilme durumunda herhangi bir tutuklu ceza indirimi ve şartlı salıvermede yararlandırılırken politik tutsaklar kesinkes bunun dışında tutulmaktadır. Adli hükümlüler idam cezasının ağır müebbete çevrilmesi durumunda altı yıl hücrede tutulacakken, politik tutsaklar için bu süre dokuz yıl olarak belirlenmiştir. Açık ki bu da, yasaların “ayrımcılık” yaptığı manasıyla “adil” olmadığı, olmayacağı anlamında değil -ki yasalar tepeden tırnağa böyle- ama bundan da önemlisi “cezanın infazı” ile ilgili yapılan düzenleme ile idamın kaldırılması, zindanda, hücrelerde çürütme politikasıyla “telafi” edilmiştir.
159. Madde’de Uyum Yasaları’nın daha ilkinden başlanarak çeşitli tartışmalara neden olmuş, devamındaki paketlerde de bu madde tekrar tekrar ele alınmıştır. Yapılan değişiklik, maddenin birinci fıkrasında yer alan 1 yıldan 6 yıla kadar ağır hapis cezasının önce üst sınırı 3 yıla düşürülmüştür. Yedinci pakette ise, “bir seneden” ibaresi “altı aydan” şeklinde düzenlenerek son hali verilmiştir. Üçüncü fıkrada yer alan değişiklik ise 15 günden 6 aya kadar olan hapis ile 100 liradan 500 liraya kadar olan ağır para cezasının yalnızca para cezası bölümü kaldırılmıştır. 159’la ilgili, söz konusu devlet “organları veya kurumları tahkir ve tezyif kastı bulunmaksızın, sadece eleştirmek maksadıyla yapılan yazılı, sözlü veya görüntülü düşünce açıklamaları cezayı gerektirmez” denmektedir ki bu da son derece gülünç. Şu ana kadar verilen cezalardan hiçbiri de “eleştirmek maksadı” söz konusu edilerek verilmiş değildir zaten. Yapılan bu eklemenin de düşünce özgürlüğü anlamında bir hükmü yoktur.
312. madde de yasalardaki yerini korudu ve sadece para cezası ile ağırlaştırıcı faktörler kaldırıldı. Düşünce özgürlüğü kapsamına giren durumlarda cezai müeyyideler olduğu gibi duruyor. Madde şu şekilde değiştirilmiştir:
“Bir cürmü alenen öven veya iyi gördüğünü söyleyen veya halkı kanuna uymamaya tahrik eden kimseye altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.
Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığına dayanarak, halkı birbirine karşı kamu düzeni için tehlikeli olabilecek bir şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik eden kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.”
Tabi “suçlar”ın işlenme biçimine bağlı cezaların bir kat artırma yoluna gidileceği de belirtilmektedir. Burada önceki maddeden farklılık, “olasılık” kelimesinin “tehlike”, “kişiler” tanımının da “halk” tanımı ile değiştirilmiş olmasıdır. Düşünce suç olmaya devam etmektedir. “Sınıf” ve “Kürt” tanımlamaları da öcü olmayı sürdürmektedir.
Yani siz devletin hoşuna gitmeyen bir “cürmü” över ya da örneğin halka, 12 Eylül faşist anayasasına uymamayı salt düşünce olarak söyleseniz bile 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilirsiniz. Sınıf ya da “bölge” yani işçi sınıfı ve Kürt sorununa dair yapacağınız propaganda da “alenen tahrik” kapsamına alınabilir ve 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilirsiniz.
TMY’nin ucube bir içerikte, propagandayı suç kapsamına alan 8. maddesi de kaldırıldı. 7. maddede ise “örgütle ilgili propaganda yapanlar ifadesinin önüne “terör yöntemlerine başvurmaya özendirecek şekilde” ibaresi yerleştirilerek kaldırılan 8. maddenin içeriği bu madde ile birleştirilip bir bakıma oluşabilecek boşluk kendilerince telafi edildi. MHP’nin de hükümette olduğu dönemde görüşülen bu yasalarda yaşanan çatışmalar rejimin faşist karakterinin korunmasına sarılan güçlerin daha baştan ipin ucunu sıkı tuttuklarını göstermektedir. Onlar her fırsatta kendi konumlarını sarsacak ya da beslendikleri faşist rejimi tedricen zaafa uğratacak durumlar karşısında kıyasıya direndi, karşı koydular. Ama hem Kürt ulusal hareketi, diğer toplumsal kesimlerin mücadeleleri ve hem de uluslararası koşullar (ABD ve İngiltere’nin uyguladığı saldırgan politika, özellikle de ABD işbirlikçisi devletlerde militarizmin elini güçlendirse de) statükonun fiyakasını -yolu yok- bozacaktı/bozdu.
Gözaltı sürelerinde de bazı değişiklikler yapıldı. Toplu gözaltılar da azami süre dört güne indirildi. OHAL’de de bu süre dört gün olarak belirlendi, ama “hakim önüne çıkarılması şartı” ile yedi güne uzatılması yasalaştırıldı. Bu süre daha önceki yasada dört yerine yedi, yedi yerine on gün biçimindeydi. Tutuklu ya da hükümlülerin cezaevlerinden sorgulanmaya alınmasıyla ilgili on günlük süre de dörde indirildi. Hakime, cezaevinden gözaltına alınmada, karar vermeden önce söz konusu kişiyle görüşme ve onu dinleme zorunluluğu getirildi. Ayrıca gözaltındayken avukatıyla yalnız görüşme, tutuklama ve tutuklamanın uzatılması durumunda tutuklunun bu durumu bir yakınına ya da istediği birine hemen bildirmesi hakim kararı şartına bağlandı. Gözaltı süresinde avukatı ile görüştürülmeden alınmış ifadeler de mahkemede delil olarak kullanılamayacak. Bir başka değişiklik de işkence davaları konusunda yapıldı. İşkence davalarının “acele işlerden” sayılması ve zaman aşımına uğratılmadan sonuçlandırılması, duruşmaların 30 günden fazla uzatılmaması, verilen cezaların ertelenmemesi ve para cezasına çevrilmemesi de kararlaştırıldı. AHİM’in işkenceden dolayı verdiği tazminat cezalarının işkenceyi yapan polislere ödetilmesi ve buradan polisin işkence yapmasını sınırlandırıcı olacak düzenleme ise Meclis’ten geçmedi ve bu durum saklı tutuldu. Hiç şüphesiz ki bu da işkencenin ferdi, salt polisiye bir sorun olmadığı, bir devlet politikası olduğunu göstermektedir.
Her şeye karşın işkence davalarının sonuçlandırılmasında atılan bu adım, cezaevlerinde, 12 Eylül’den bu yana yarım asırlık bir dönemdir direnen politik tutsakların, dışarıda sürdürülen politik kampanyaların, ezilenlerin sürdürdüğü kavganın bir ürünü, kazanımıdır. Ağır insan hakları ihlalleriyle, işkencelerle ismi özdeşleşmiş Türk burjuva devletinin bir geri adımıdır bu. Darbeci generallerin, insanlık dışı uygulamalarından bir geriye çekiliş, koyduğu yasalardan açılan bir gediktir.
Basın, toplantı ve gösteri yasalarında da değişiklikler yapıldı. RTÜK ve basın yasalarındaki ağır para cezaları 10-250 milyar liradan 1100 milyar liraya düşürüldü. Basın kuruluşlarının kapatılması süresi de 30 günden 15 güne indirildi. Basılı eserlerin toplatılması, basım makineleri ve aletlerine el konulması ise mahkeme kararı ile gerçekleşebilecek. Ne ki, burada da ihtiyat elden bırakılmamış. Yayın toplatma, kovuşturma safhasında görevli mahkemeye verilmiş olmasına karşın, gecikmesinde “sakınca” bulunması halinde Cumhuriyet savcılıkları doğrudan toplatmaya karar verebilecek. Yani toplatmaların jet hızıyla yapılmasının önü kapatılmış değildir. Özellikle sosyalist basın toplatma teröründen payını almaya devam edecektir. Dolayısıyla “basın özgürlüğü” iddiası da safsatadır, bu özgürlük, tekelci burjuva medyanın özgürlüğüdür. Yasadaki düzenleme politik özgürlükler bakımından son derece sınırlıdır, güdüktür.
Yayınların kapatılmasına gerekçe sayılan durumda sorumlular için verilen bir-altı ay hapis cezası, bir-üç ay olarak değiştirildi. Bu nedenle verilen ek para cezaları ise kaldırıldı. “Devletin şahsiyetine karşı cürümler” ve TCK’nın 311 ile 312. maddelerinde dile getirilen “suçlar” basın suçu kapsamının dışına çıkarıldı. Tabii bu olumlu bir gelişme olarak değil (Bu kapsamdaki yasaklamalar “terör” bağlamında ele alınıp cezalardaki yerini korudu). Son dönemde “Atatürkçülüğe” çok fazla sarılma ihtiyacı duyan generaller, yeni bir suç unsuru daha icat ederek her türlü basılmış eserin dağıtımının önlenmesi ve toplatılmasına ilişkin yasanın, Ek 1. Maddesi’ne “Atatürk ve inkılap kanunları aleyhine işlenen suçlar” ı da eklemiş oldular.
Bitmeyen Senfoni: Bölünmez Bütünlük
Kürtçe, “yasaklanmış dil” olmaktan çıktı. Bireysel haklar kapsamında da olsa Kürtçe dil öğrenimi ve yayın yapma özgürlüğüne yasal mevzuat çerçevesinde fırsat doğdu. RTÜK’ün denetiminde, RTÜK yasasının anadilde yayın yapılmasını yasaklayan 4. maddesine, “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir” ibaresi eklenerek Kürtçe yayına “izin” çıktı. “Yasaklanmış dil” ibaresi de mevzuattan çıkarıldı. Ayrıca “Yabancı Dil Eğitimi ve Öğrenimi Kanunu” bölümünde yapılan düzenleme içerisinde de “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi için 8.6.1965 tarihli ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu hükümlerine tabi olmak üzere kurslar açılabilir” denilmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nca çıkarılacak bir yönetmelikle, kursların açılması ve denetimine ilişkin esaslar da belirlenecektir.
Bu düzenlemeler 3. Uyum Yasaları çerçevesinde yapıldıktan sonra Kürtçe’nin daha ileri düzeyde kendini dayatan bir “tehlike” oluşturmaması için de önlem düşünülmüş ve 7. Uyum Yasaları’nda bu önlem yazılı karara bağlanmıştır: Eğitim ve öğretim kuramlarında, Türk vatandaşlarına Türkçe’den başka hiçbir dil, ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.
İşte bu kadar!
Türk burjuva devleti usüllerine uygun bir demokrasinin sınırı burada biter. Kürtler yoktur, Türkler vardır. Türk vatandaşlarına da Kürtçe anadil olarak okutulamaz. Sistemin iliklerine kadar işlenmiş inkarcılık, yok sayma politikası söz konusu bütün maddelerde yeni düzenlemelerle birlikte hüküm sürmektedir. İktidarını egemen ulus ayrıcalıklarına da dayandıran güçler, Kürt ulusunun varlığını, dolayısıyla anadilde eğitim özgürlüğünü de kabul etmiyor. Kürtçe öğrenim, radyo ve TV yayını gibi en sıradan demokratik talepler karşısında hezeyana kapılıyor, fırtınalar koparıyorlar.
RTÜK’ün çıkaracağı bir yönetmelikle denetim altında yayımı yapılacak Kürtçe de “Cumhuriyet’in Anayasa’da belirtilen temel niteliklerine, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı” yayım yapamayacak. RTÜK bir sansür kurulu olarak kalmaya devam edecektir. Sonuçlarına baktığımızda ise, henüz TV kanallarına yansımış Kürtçe eğitim, yayım söz konusu değildir. Bu yönlü başvurular ise geri çevrilmiştir.
Politik özgürlükler söz konusu olduğunda hemen hemen her maddenin arkasına sıkıştırılmış her derde deva, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”, Kürtçe yayım ve basın yasasıyla da sınırlı değil. İnternet cafelerden toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ve partiler kanununa dek bu belirleme, kısmi özgürlüklerin de üzerinde keskin bir kılıç olarak sallandırılmaktadır.
İnternet cafeleri denetime almayı yasalaştıran devlet, polise, “devletin bölünmez bütünlüğü, genel güvenlik ve ahlak, anayasal düzene aykırı yayın yapan sitelere girildiği” gerekçesiyle kapatma yetkisi de verdi.
Toplantı ve gösteri için izin alma koşulu ise kaldırıldı, düzenleme kurulu üyelerinin imzalarını taşıyan bildirim yeterli bulundu. Vali ya da kaymakamlıklara bildirim süresi ise 72 saatten 48 saate düşürüldü. Ama burada da önce “Bölge valisi, vali veya kaymakam, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla belirli bir toplantıyı yasaklayabilir veya iki ayı aşmamak üzere erteleyebilir” hükmü korundu. Devamında “yasaklama” cürmü “erteleme” olarak değiştirildi. Miting ve yürüyüşleri en fazla on gün erteleme karara bağlandı. “Cumhuriyet’in nitelikleri, devletin bütünlüğünün ve genel ahlakın, genel sağlığın korunması” gerekçesiyle yapılan ertelemeler de iki aydan en fazla bir ay sınırına çekildi.
Yabancıların da çeşitli etkinliklerde bulunma, toplantı ve gösteri düzenlemek için “izin” zorunluluğu kaldırıldı ve “bildirim” esasına geçildi. Ayrıca Ortaçağ’dan kalma bir yaklaşımın ürünü, ırkçılığın sirayet ettiği bir komedi olan Türkiye’de yaşayan yabancıların dilekçe verme yasağı da kaldırıldı ve Türkçe olmak kaydıyla “dilekçe verme hakkı”nı tanıma büyüklüğünde bulunuldu.
Dernekler yasasında da belli değişiklikler yapıldı. Derneklerle ilgili işlemleri sürdürme faaliyeti Emniyet Genel Müdürlüğü’nden alınarak İçişleri Bakanlığı’na bağlı kurulan Dernekler Daire Başkanlığı’na devredildi. “Kamu hizmeti görevlileri”nin dernek kurmaları önündeki engel kaldırıldı. Öğrencilerin sınıfta kaldıkları gerekçesiyle yönetici olamama uygulamasına da son verildi, “sosyal ve moral gelişim” amaçlı öğrenci derneklerinin kurulmasına olanak sağlandı. Dernek, sendika ve meslek kuruluşları için yaş sınırı 21’den 18’e düşürüldü. Dernekten ayrılmak isteyenin altı ay önceden haber verme koşulu kaldırıldı. Yabancılara da dernek kurma izni getirildi. Vakıf ve dernekler yurtdışında şube açabilecek, yurtdışındaki benzer kuruluşlara üye olunabilecek. Keza yurtdışındaki dernek ve vakıflar da Türkiye’de şube açabilecekler. Ama bu, ancak Dışişleri Bakanlığı’nın görüşü alınmak koşuluyla, İçişleri Bakanlığı’nın önerisi ve Bakanlar Kurulu’nun kararıyla mümkün olabilecek. Yani özcesi, yurtdışında şube açma ya da yurtdışındaki derneklerin Türkiye’de şube açmaları yasalaştı, ama bu hakkı kullanmak deveye hendek atlatmak gibi bir şey.
Yeni yasal değişikliklerin yol açtığı yaygın bir kanı da partilerin kapatılmasının son bulduğu yanılgısıdır. Evet, parti kapatma konusu mevzuattan çıkarıldı. Kapatma kısmen sınırlandırıldı, ama tamamen kaldırılmış değildir. Kapatma davasını açma yetkisi Cumhuriyet Başsavcılığından Yargıtay Başsavcılığına verilmiştir. Kapatmaya gerekçe olarak “odak olma” kriteri getirilmiştir. Siyasi Partiler Kanunu’nun 102. maddesine göre, partilerin faaliyetlerinin izlenmesinde, Yargıtay Başsavcılığı, istediği belge ve bilgiler ya da istediği başkaca hususlar 30 gün içerisinde yerine getirilemezse Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak söz konusu partinin kapatılması veya duruma göre devletçe yapılan yardımların kısmen ya da tamamen kesilmesi amacıyla dava açabilir ve kapatmasını sağlayabilir. Siyasi partilerin kurulmasında kurucu üye olma için aranan koşullar ile üyelik koşulları arasında da paralellik sağlandı. Kısıtlama, yine politik hükümlü olma, yani bilinen “terör eylemlerinden mahkum olma” teranesi. Parti kapatmada aranan “beşte üç oy çokluğu” biçimindeki değişiklik de yasalara yansıtıldı. Seçimlerde getirilen bir hafta önceden yayın yasağı da 24 saate indirildi. Aynı şekilde anket yayını süresi de bir haftadan 24 saate düşürüldü.
Yol Haritası Ve Milli Güvenlik Kurulu
MGK, 12 Eylül darbesinin generaller tarafından örgütlenen en güçlü ve kalıcı kurumu olmuştur. MGK, olağanüstü yetkilerle donatılmış iktidarın merkez örgütü, Genelkurmay’ın iktidardaki pozisyonunu yasal güvenceye alan sivil görünümlü başlıca temel kurumudur. MGK, siyaset belirleme, güvenlik konuları, bunun gerektirdiği uzmanlık ve bilgi akışının da tepesinde, merkezindedir. Bundandır ki, Uyum Yasaları bağlamında ele alınan “belalı” konuların başında MGK’nın siyasetteki (daha doğrusu iktidardaki) yeri ve rolü gelmiştir.
MGK, her tartışma gündemine geldiğinde kıyametler kopmuş, egemen sınıflar arasındaki iç çatışmalar şiddetlenmiştir. Genelkurmayın iç ve uluslararası siyasette alacağı konum, elindeki iktidardan vereceği pay bütün bu sürecin egemen sınıflar cephesindeki en dikkate değer gelişmesi olacaktı/oldu.
Avrupalı emperyalistler de en çok MGK üzerinde durmuş ve bu kurumu, Türkiye üzerindeki egemenlik çatışmasında dengeleri ABD lehine en üst düzeyde koruyan bir kurum olarak değerlendirmişlerdir. AB’nin hazırladığı 1998’deki ilk ilerleme raporunda, “1961 Anayasası ile kurulmuş Milli Güvenlik Kurulu, milli güvenlik politikasının oluşturulmasında önemli rol oynar ve ayrıca geniş kapsamlı konuları ele alır. MGK’nın kararları hukuken bağlayıcı değildir, fakat hükümetin siyaseti üzerinde çok etkilidir. Bu kurumun varlığı temel bir demokratik yapıya rağmen Türk Anayasası’nın ordunun sivil bir rol oynamasına ve siyasi hayatın her alanına müdahale etmesine imkan verdiğini göstermektedir” deniyor. AB’nin patronları aynı kaygılarını, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin 2003 yılı versiyonunda da dile getirmektedirler.
Bütün bu nedenlerledir ki, MGK konusu en son, ancak 7. pakette gündeme alınabilmiş ve egemen güçler arasında bir uzlaşma zemini sağlanarak yeni bir yasal forma kavuşturulmuştur. Bu süreçte MGK’da asker sayısı da -Kıvrıkoğlu’nun “isterse 100 sivil olsun” tepkisel çıkışına karşın- “sivil” sayısının gerisine düşürülmüştür. MGK’nın rolü yeniden, “Milli Güvenlik Kurulu, 2. maddede belirtilen milli güvenlik ve devletin milli güvenlik siyasetine ilişkin tanımlar çerçevesinde devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili konularda tavsiye kararları alır ve gerekli koordinasyonun sağlanması için görüş tespit eder, bu tavsiye kararlarını ve görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirir ve kanunlarla verilen görevleri yerine getirir” biçiminde çizilmiştir.
Yapılan değişiklikler çerçevesinde, MGK’nın icracı bir kurum olmaktan çıkarıldığı, “danışma” niteliğinde bir kuruma dönüştürüldüğü ve sadece “Devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması” alanında tavsiye kararları alacağı belirtilmektedir. Burada yazılı, “kanunlarla verilen görevler”in ne olduğu ise açık değil.
Aynı zamanda bir gizli yönetmelikler ülkesi ve kontra örgütlenmelerle ya da kamuoyunda “gizli devlet” olarak bilinen yöntemlerle yönetilen Türkiye’de, MGK’nm ve MGK Genel Sekreterliği’ne “kanunlarla” belirlenen görevler ya da “gizli yönetmelikler”in neler olabileceğini tahmin edebiliriz. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ya da açıklanmamış gizli yönetmeliklerle iktidarın MGK’da toplandığı ve MGK Genel Sekreterliği’nin iktidar örgütlenmesinde özel bir yer tuttuğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Yeni düzenlemeye bağlı MGK Genel Sekreterliği’nin görev ve sorumluluk alanına dair, kararların Resmi Gazete’de yayımlandığı 23 Temmuz 2003 tarihinden itibaren üç ay içerisinde yeni bir yönetmeliğin hazırlanacağı karara bağlanmıştır.
Bu kapsamda yapılan değişikliklerden biri de, MGK Genel Sekreteri’nin, bundan sonra mutlak olarak ordudan gelmiş olmasına son verilmesi ve “Başbakanın teklifi ve Cumhurbaşkanının onayı ile” atanacak olmasıdır. Tabii atama TSK içerisinden yapılacaksa Genelkurmayın onayı alınmış olacaktır. Ayrıca MGK Genel Sekreterliği’nin, sansür kurulundan çıkarılacağı, MGK kararlarını izleme görevlerine son verileceği de yeni düzenlemede belirtilmektedir. TSK’nın, bütçe dışında tutulan fonları, elindeki devlet malları, “savunma hizmetleri”nin de her türlü denetimden azade olamayacağı ve “gizlilik esasları”na göre denetlenebileceği yasal prosedüre alınmıştır.
Egemen sınıfların ordunun iktidardaki konumunu geriletme ve otoritesini inşa etmeye dönük iki başka adım atılmıştır. Bunlardan biri, ilçelerde kaymakamlığa jandarmanın vekaletine, diğeri, halkın askeri sorunlarla ilgili görüşleri nedeniyle askeri mahkemelerde yargılanmasına son vermek olmuştur.
Sonuç
Bütün bu süreç boyunca 12 Eylül çizgisinde direniş sürmüştür. Generallerin daha “uyum” çalışmalarının başında eşgüdüm içerisinde hazırladıkları raporda da dile getirdikleri sınırların aşılmaması çabası, iki yıl boyunca devam etmiştir. 159. Madde, Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. ve 8. maddeleri, Dernekler Yasası’nın kimi maddeleri, Kürt sorunu bağlamında ele alınan maddeler vb. birkaç paket kapsamında ele alınmış, her defasında bir öncekinden farklı değişiklikler yapılmıştır.
Özcesi, süreç çatışmak ilerlemiştir. Generaller mevzilerinden geri çekilmiş ama inisiyatifi ellerinden bırakmamışlardır. Devlet kuvvetleri kendi içlerinde tasfiyeye yol açabilecek denli çatışmaları göze alamamış, kuvvet dengeleri üzerinden değişiklikleri uzlaşma ile sonuçlandırmışlardır. Ezilenlerin mücadelesi de faşist rejimin değişimini koşullayacak düzeyde zor unsuru olamamıştır. Buna karşın 2001’den 2003’e niceliksel ciddi değişimler gerçekleştirilmiştir. İdamın kaldırılması, Kürtçe yayım gibi kimi tabular yıkılmıştır. ‘82 Anayasası ve yasaları delinmiş, ama düzenlemeler bütün sınırlılığıyla birlikte kendi içinde tutarsız, çelişkili ve yamalı bohça niteliğindedir. MGK, DGM, YÖK, RTÜK, yargı sistemi bazı değişikliklere karşın olduğu yerde durmaktadır. ‘82 Anayasası halen yürürlüktedir vb.
İşçi sınıfı ve emekçi milyonlar, Kürt ulusu, kadınlar, gençlik kayıtsız şartsız mevcut faşist rejimle mücadelesine devam edecektir. Onların oyalayıcı ve sistemin ömrünü uzatmaya çalışan çabalarına karşın, hem kazanımı olan değişikliklerin uygulanırlığını sağlamak, hem bu sınırlı demokratik hak ve özgürlükler alanını genişletmek (örneğin 12 Eylül Anayasası’nın yırtılması, darbeci generallerin yargılanması ve bu dönem gasp edilmiş bütün hakların iadesinin sağlanması gibi) ve hem de bütün bu reformlar uğruna mücadeleyi, insanlığın kurtuluşu mücadelesinin etkili bir basamağı haline getirmek için daha bir bilenerek kavgaya atılmalıdırlar. Biraz özgürlük değil, tam özgürlük için kavgaya atılmalıdırlar. Başka kurtuluş yok.