Bolivya’da Lozada hükümetinin, ülkenin doğalgaz kaynaklarını ABD’ye satma kararına karşı başlayan halk hareketi, önce genel grev genel direnişe, ardından da halk ayaklanmasına dönüşerek burjuva iktidarını sarstı. Oluşan devrimci durum, Lozada’nın ABD’ye kaçmasıyla şimdilik yerini proletarya ve ezilenler ile burjuvazi arasında bir “ateşkes”e bıraktı.
Burada, olayların gelişimini ayrıntılı biçimde aktarmayacağız. Bu, devrimci ve komünist basında genişçe yapıldı. Biz daha çok, Bolivya ayaklanmasının dünya proletaryasının devrim kavgası açısından önemini ve bıraktığı dersleri incelemeye, açığa çıkarmaya çalışacağız.
Doğalgaz Sorunu
Ayaklanmanın merkezinde, doğalgaz sorunu duruyordu. Burjuva medya kaynakları gelişmeleri, doğalgazın Şili üzerinden ihraç edilmesine karşı halkın gösterdiği milliyetçi bir tepki olarak yansıtmaya özen gösterdi. Çünkü Şili, 1879’daki savaşla, Bolivya’nın okyanusa açılan limanlarını ele geçirmişti. Şimdi aynı limanlar üzerinden Bolivya’nın doğalgazı ABD’ye satılacak, bu ticaretten fiili de önemli bir pay alacaktı.
Ancak gerçekte, bu satışın fiili üzerinden yapılacak olması, Eduardo Galeano’nun deyişiyle yalnızca “yaraya basılmış tuz”dan ibaretti. İsyanın gerçek nedenleri ise çok daha derinlerde yatıyor. Sorun doğalgazın hangi güzergahtan geçirilerek satılacağı değil, ülkenin tarihi boyunca hep yapıldığı gibi, doğal zenginliklerin yağmalanacak olmasıydı.
Bolivya, İnka İmparatorluğu’nun bir parçası iken, 16. yüzyılda İspanyol sömürgeciler tarafından ele geçirildi ve “Yukarı Peru” adıyla İspanyol Amerikası’na katıldı. Bolivya’nın dağlık kesimlerinde, Potosi’de gümüş madenlerinin ortaya çıkmasıyla, bu ülke sömürgecilerin ‘gümüş yağması’na sahne oldu. İki yüzyılı aşkın bir süre, Potosi’nin gümüş madenleri, Avrupa’nın ilkel sermaye birikiminin kaynaklarından biri oldu. Bolivya’nın yerlisi olan Kızılderililer, çevredeki köylerden toplanıp, zorla madenlerde çalıştırıldılar. Bu madenlere giren her 10 yerliden yalnızca 3’ü sağ çıkabildi. Sonuçta, gümüş madenleri tükendiğinde, tüm zenginlik Avrupa’ya akmış ve Bolivyalıların payına ise, madenlerde ölen 2 ila 8 milyon arasında yerlinin cesedi kalmıştı.
1879’daki Pasifik Savaşı’nda Şili, İngiltere’nin de desteğiyle Bolivya ve Peru’yu yendi ve bu ülkelerden toprak ilhak etti. Gerçekte bu savaşın galibi, John Thomas North adlı bir İngiliz kapitalistiydi. Çünkü bu savaşta Bolivya yalnızca okyanusa olan kıyısını değil, aynı zamanda güherçile madenlerini de kaybetti. North, bu savaş sayesinde, önceden Peru ve Bolivya’ya ait olan güherçile madenlerinin mülkiyetini elde ederek güherçile kralı oldu.
20. yüzyılda Bolivya dünya pazarının başlıca kalay imalatçısı oldu. Bolivya madenlerinin derinliklerinde işçilerin ciğerlerine dolan zehirli gazlar sayesinde dünya pazarı ucuz kalay madenine sahip oluyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında Bolivya, Müttefik emperyalistlere kalay madenini gerçek fiyatının onda birine satıyordu, işçilerin ücreti ise neredeyse sıfıra indirilmişti. Kalay madenlerinde greve çıkan işçilere burjuvazinin yanıtı makineli tüfekler oldu. Çok sayıda işçi katledildi. 1952’de bir devrim gerçekleşti, bir kalay madeni sahibi ve aynı zamanda devlet başkanı olan Simon Patino devrildi ve kalay madenleri ulusallaştırıldı. Ama kalay madenlerinden geriye pek az şey kalmıştı. Aynı devrim, köylülere de toprak dağıttı. Ama burjuvazinin devrimci barutu çabuk tükendi ve ABD emperyalizmiyle işbirliğine girişti. 1985’te ülkenin kalay madenleri kapatıldı ve 50 bin maden işçisi işsiz kaldı.
1990’larda Bolivya’da doğalgaz kaynakları keşfedildi. Son bir yıl içinde, bu kaynakların, sanıldığından 10 kat geniş olduğu anlaşıldı. Bolivya, Venezüella’dan sonra, kıtanın ikinci büyük doğalgaz rezervine sahip. Ama ülkenin beş yüz yıllık tarihinde hep olduğu gibi, bu kez de doğalgaz kaynakları emperyalistlere peşkeş çekilmek isteniyor. Bolivya’nın emekçi, ezilen milyonları, bu “alışveriş”ten paylarına doğalgaz madenlerinde ucuza çalıştırılmak dışında hiçbir şey düşmeyeceğini tarihsel deneyimlerinden açık biçimde görüyorlar. Devlet, gaz ve petrol işletmesi YPFB’yi 1996’da özelleştiren burjuva hükümetin, şimdi de ülkenin gaz kaynaklarını ABD’ye ucuza satmasına karşı duruyorlar. İhraç edecek kadar bol doğalgaz varken, bu kaynağın kendilerine ucuz fiyattan verilmek yereni ABD’ye satılması, yoksul halkı öfkelendiriyor.
Bu isyan, biçim olarak ulusal bir isyandır. Ama gerçekte, “ulus”un bir kısmı bu yağmadan pay almaktadır. Dolayısıyla, ulusal biçim altında cereyan eden, gerçekte bir sınıf savaşıdır. Bolivya’nın gazını ABD’ye satarak palazlanmak isteyen işbirlikçi Bolivya burjuvazisi bir yanda, ezilenlerin, emekçilerin Bolivya’sı diğer yanda. Bolivya’yı kapitalistlerin kurduğu Doğalgaz Birliği bir yanda; işçi ve köylü örgütlerinin oluşturduğu Gaz ve Egemenliği Savunma Koordinasyonu diğer yanda. Ulus, doğalgaz sorunu etrafında açık biçimde ikiye bölünmüştür.
Kapitalist dünya sistemi, oluşumundan bugüne, en gelişkin kapitalist devletlerin dünyanın geri kalanını yağmalaması üzerine kuruludur. Emperyalizm, bu olguyu sivriltip en uç noktasına vardırdı. Dolayısıyla, ülkenin doğal zenginliklerinin yağmasına karşı ayağa kalkan kitleler, gerçekte emperyalist kapitalist dünya sisteminin işleyişine isyan etmişlerdir. Gazın ABD’yi zenginleştirmek için değil, Bolivya’nın sanayileşmesi ve emekçilerin yoksulluktan kurtarılması için kullanılmasını talep etmişlerdir. Bu talep, doğal kaynakları kendi “doğal sermayesi” olarak gören burjuvaziyle, bu kaynakları tüm halkın “ortak zenginliği” olarak gören emekçilerin bakış açısı arasındaki çarpıcı farkı ortaya koymaktadır. Burjuvazi, bu kaynakları “en kârlı” biçimde değerlendirmek istiyor; emekçiler ise “halk için en faydalı” biçimde değerlendirilmesini istiyor. Bu, merkezinde “azami kâr” duran tekelci kapitalizmin, toplumun varlığıyla bağdaşmaz hale gelmiş olduğunun pratik bir görünümü değildir de nedir?
Yerli Sorunu
Kıtada sömürgecilerin temelini attığı politik yapıların ana özelliği yerlilerin dışlanmasıdır. Bu olgu, özellikle Ekvador, Guatemala, Peru, Bolivya ve Meksika gibi, yerlilerin nüfus içinde önemli bir ağırlığa sahip olduğu ülkelerde çok çarpıcı biçimde gözlenebilir. Kıtanın İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinden kurtulmasının ardından kurulan burjuva demokrasisi rejimleri, antik Atina’nın “köle sahipleri demokrasisi”ni andıracak ölçüde ırk ayrımcısıydı. Seçme ve seçilme hakkı sadece Avrupalı beyazlarındı. Bolivya’da da bu hak uzun yıllar birkaç on bin beyaza ait oldu. Yerliler, 20. yüzyıl boyunca, bu politik dışlanmışlığa karşı mücadele ettiler. Ancak seçme ve seçilme hakkını elde etmeleri de dışlanmaya son vermedi. Bu ülkelerde hala, tüm temel iktidar aygıtları ezici çoğunlukla Avrupa kökenli ve beyaz’dır.
Peru Komünist Partisi’nin kurucusu Jose Mariategui, daha 1920’lerde, yerli sorununu Marksist bir bakış açısıyla çözümlemiş ve sosyalizmin Kızılderili halkların talep ve mücadeleleriyle birleşmesi gerektiğini ortaya koymuştu. Mariategui, yerli sorununu kültürel, ahlaki bir sorun olarak formüle eden burjuva anlayışla hesaplaşır. Ona göre, yerli sorununun kökleri, ülkedeki toprak sistemindedir. Feodal toprak ağalığına dayanan bu sistem, yerlilerin ağır yoksulluğunun ve politik dışlanmışlığının da sebebidir. Toprak sistemi değişmeden, yerli sorununa idare, polisiye önlemlerle çözüm getirilemez.
Mariategui’nin bu çözümlemesi, yerlilerin nüfusun ezici çoğunluğunu (Resmi verilere göre yüzde 70, yerli liderlerine göre yüzde 90) oluşturduğu Bolivya için de geçerlidir. 1952 devrimi, Bolivya’da toprak sorununu büyük ölçüde çözmüştür. Ancak Bolivya’da yerli sorunu, IMF’nin tarım politikalarının sonucunda, emperyalizme karşı mücadeleyle doğrudan bağlanmıştır. Çünkü yerlilerin çok büyük bir kısmı köylüdür. Mariategui’nin 1920’lerde “toprak ağalığı sistemiyle” yerli sorununun bağlı olduğunu ifade ettiği anlamda, bugün yerli sorunu kapitalizmin yıkım politikalarıyla bağlıdır. Bolivya’da köylülerin yıllık ortalama geliri 600 doların altındadır. Bolivya’daki deyişle “Campesinolar”, yani yerli köylülük, Latin Amerika’nın en yoksul ülkesi olan Bolivya’nın en yoksullarıdır. Mariategui, Peru’daki sosyalist mücadeleye ilişkin ise şunları şöyler: Perudaki sosyalizm, “öncelikle yerlilerin istemleriyle dayanışma içine girmediği takdirde (...) ne Perulu ne de sosyalist sayılamaz”; “çünkü Peru toplumunun yüzde 80’i yerli ve köylüdür” (1927). Nitekim, 1980’lerde Peru’da yükselen Aydınlık Yol, Mariategui’nin bu tezini temel alıp, yerli halkın devrimci potansiyelini açığa çıkararak bir devrimci dalga yaratabilmiştir. Aydınlık Yol’un gerilla savaşı, aynı zamanda bir yerli ayaklanmasıydı. İşçi hareketiyle yerli hareketinin birliğine dayanıyordu. Kırın Kızılderili köylüleri, kentlerin beyaz ve Kızılderili işçileriyle ellerini birleştirerek, doğalgaz yağması ve IMF politikalarının yanı sıra, yerlilerin politik dışlanmışlığına da isyan etmiştir.
Devrimci yerli hareketinin liderlerinden, milletvekili Felipe Quispe’nin, bir röportajda söylediği gibi; “Seçkinlerin ırkçı bir yaklaşımı olduğu doğru. Biz nüfusun yüzde 90’ıyız ve iktidarımız yok. Nasıl böyle olabilir? Yapı buna izin vermiyor. Bundan tek çıkış yolumuz devrimdir, sadece bizim için değil, Guetemala, Ekvador, Meksika ve Peru yerlileri için de. Pasifleşirse yerli iktidarı asla alamayacaktır, kendi kaderimizi ellerimize alma vakti ise çoktan gelip çattı.”
2002’deki başkanlık seçimlerinde Sosyalizme Doğru Hareket’in lideri Evo Morales’in devlet başkanlığına aday olmasıyla ilk kez Bolivya’da bir yerli, başkan olma şansını yakaladı. ABD, açıklama yaparak, “Morales seçilirse, Bolivya’ya dış yardımı keseriz” tehdidini savurdu. Buna rağmen Morales yüzde 20 oy aldı. Morales’ten yalnızca yüzde 2 fazla oy alan Lozada başkan oldu. Bu durum, Bolivya’daki ayrımcı politik rejimin bekçisinin ABD olduğunu gösterdi.
Koka Sorunu
Kapitalizmin küçük köylülüğü yıkım politikaları ve özelleştirmeler, Latin Amerika’da “koka sorununu” doğurmuştur. Köylüye konulan vergiler ve hükümetlerin fiyat politikaları sonucunda köylünün geleneksel tarımla yaşamını sürdürmesine olanak kalmamıştır. Koka ekimi, köylülüğün kapitalizmin yıkımına karşı bir direnme biçimi ve yoludur. Dahası, özelleştirmeler ve işten atmalar sonucu işini kaybeden binlerce Bolivyalı da çareyi köyüne dönüp koka ekmekte buluyor. Koka, Bolivya’da, tıpkı Kolombiya ve Peru’da olduğu gibi, köylülüğün üretim masraflarının üzerinde bir gelir elde edebileceği yegane tarımsal üründür. Ancak Latin Amerika’nın uyuşturucu mafyası da bu kokalardan kokain yapıyor ve ABD’ye sokuyor. Uyuşturucu mafyasıyla mücadele etmeyen ABD, koka tarlalarını imha ederek sorunu çözmeye çalışıyor. Kullanılan gazlar sonucunda tüm tarım tehdit altına giriyor. Latin Amerikalı devrimciler, küçük köylülüğün koka ekimi talebini destekliyorlar. Ancak bu gerçekte proleter devrimin çözebileceği bir sorundur. Ancak proleter devrim, küçük köylülüğü kapitalizmin yıkımından kurtarabilir ve emeğinin karşılığını almasını sağlayabilir.
Bolivya’da da koka tarımının büyük boyutlara ulaşması, 1985’te yürürlüğe konulan neoliberal programın sonucunda oldu. Özellikle kalay madenlerinin kapatılmasıyla 50 bin maden işçisinin işini kaybetmesi, çok sayıda madencinin koka işine girmesine neden oldu. Koka ekimi, aynı zamanda ABD’nin ülkeye askeri müdahalesinin de gerekçesi oldu. Bolivya’ya yerleştirilen yüzlerce ABD askeri görünürde uyuşturucu ile mücadele programı uyguluyorlar. Ancak gerçekte, Bolivya ordusunu karşı-ayaklanma faaliyetleri ve kirli savaş için eğitiyorlar.
ABD’nin Morales’in başkanlığına itiraz etmesinin temel nedenlerinden birisi de Morales’in koka üreticisi köylülüğün temsilcisi olması ve iktidara geldiğinde koka ekimini serbest bırakacağını ilan etmesi. Yerlilerin koka ekimi talebi, onların politikadan dışlanmasının yeni bir gerekçesini oluşturuyor. Yerliler ise, Bolivya ve Latin Amerika’da uygulanan koka imha programlarının, ABD sokaklarındaki uyuşturucunun miktarını ve fiyatını etkilemediğini belirtiyor ve hükümetlerin köylülerle değil, uyuşturucu mafyasıyla mücadele etmesi gerektiğini belirtiyorlar.
Anlaşılacağı üzere, Bolivya’da koka sorunuyla yerli sorunu ve iç içe geçmiş durumda. Bu ikisi de ABD emperyalizminin ve işbirlikçi burjuvazinin uyguladığı neoliberal politikaların yarattığı yıkımla iç içe geçiyor. Bu üç sorun, üst üste binerek, işçi ve köylüleri birleştiren, patlamaya hazır bir devrimci düğüm oluşturuyor. Burjuvazi bu sorunları çözmekte tümüyle yetersiz kalıyor.
İsyanın Dili
Eylül ve Ekim aylarında Bolivya’da muazzam bir toplumsal patlama yaşandı. Biriken toplumsal ve siyasal sorunlara karşı ezilenler devrimci itirazlarını yükselttiler.
Yerlilerin politik dışlanmışlığa, ezilmişliğe, yoksulluğa, kentlerdeki işsizliğe, ülkede ikinci sınıf görülmeye karşı öfkesi ve bununla birleşen, köylülerin koka yasağına öfkesi;
Maden ve fabrika işçilerinin, kent yoksullarının neoliberal vahşete, serbest piyasacı kapitalist saldırganlığa, özelleştirmelere, işsizliğe, yoksulluğa öfkesi;
Öğretmenlerin yaşam koşullarına, adaletsizliklere öfkesi;
Öğrenci gençliğin haksızlık ve adaletsizlik üzerine kurulu düzene öfkesi;
Orta sınıfların, aydınların ve yüksek ücretli memurların konumlarını kaybetmelerine karşı tepkileri;
Tüm bunların ulusal aşağılanmaya, ülke kaynaklarının çokuluslu tekeller tarafından yağmasına tepki ve öfkeleri...
Bu sayılanların tümü birleşerek dev bir toplumsal siyasal hareket olarak düzenin üzerine yuvarlandı.
Fabrika ve maden işçileri ayaklanmanın ana sürükleyici gücü oldular. Kızılderili köylülüğün ülkenin her yanında gerçekleştirdiği yol kesme eylemleri, işçilerin dört bir yandaki yürüyüş ve grevleri, başkent La Paz ve kuzeyindeki 1 milyonluk El Alto’da merkezileşti.
19 Eylül’de Cochabamba ve La Paz’da “doğalgaz anlaşmasının iptali” talebiyle on binlerin katıldığı gösteriler yapıldı. 20 Eylül’de ordu, Warisata’da aynı taleple yol kesme eylemi yapan Aymara köylülerinin üzerine saldırdı ve 8 köylüyü katletti. Bu katliama karşı, binlerce işçi ve köylü, taşlarla, sopalarla, sapanlar- la bölgedeki ordu kışlasına saldırdı. Bunun üzerine eylemler dört bir yanda çığ gibi büyümeye başladı. Bolivya’nın en büyük sendika konfederasyonu olan Bolivya Merkezi İşçi Sendikası (COB), 29 Eylül’de “süresiz genel grev” ilan etti. Genel grev, gelişmelerin merkezine oturdu.
İşçilerin genel grevi, toplumun diğer kesimleri tarafından da desteklenerek, genel grev genel direnişe (Bolivya’daki tabirle ‘halk grevi’ne) dönüştü. Kitlesel gösteriler, yol kesmeler, kepenk kapatmalar, sokaklara kurulan barikatlar... 8 Ekim’de başkent La Paz’ın kuzeyindeki bir işçi kenti olan El Alto, “halk grevi” kararı aldı. Çoğunluğu La Paz’da çalışan işçilerden oluşan ve hemen tümü Kızılderili olan bu 1 milyonluk kent, başkenti işçisiz, iletişim- siz bıraktı. Otoyolları keserek, başkente gıda ve ihtiyaç maddeleri ikmalini durdurdu.
Bu yüzden burjuva diktatörlüğü ilk olarak El Alto’ya saldırdı. 12 Ekim’de El Alto’daki barikatlara saldıran ordu güçleri, tam bir katliam gerçekleştirdiler. Ertesi gün ise La Paz sokaklarında ordu katliamı yaşandı. Toplam 53 emekçinin (hemen tümü Kızılderili) katledildiği bu saldırıların ardından, emekçi kitlelerin eylemi, zaptedilemez bir nehir gibi her yandan burjuva iktidarının üzerine yürümeye başladı ve bir halk ayaklanmasına dönüştü.
Madenciler ve köylüler, ülkenin dört bir yanından La Paz’a yürümeye başladılar. Şehitlerin cenazeleri, büyük kitlelerin öfkesini buluşturdu. El Alto’dan yüz binlerce insan La Paz’a yürüdü. Başkent La Paz’ın sokaklarında görülmemiş bir kitle toplandı. Katliamların ardından kitlelerin temel talebi doğalgaz sorunundan Lozada’nın istifasına kaydı. 16 Ekim’den itibaren yüz binlerce emekçi, Başkanlık Sarayı’nı kuşattı. Mahallelerde kurulan özsavunma komiteleri ve yollara kurulan barikatlarla birlikte, Saray Kuşatması, fiilen sokaktaki iktidarın emekçilerin eline geçtiği anlamına geliyordu.
Orta sınıflar, sisteme tüm itirazlarına rağmen, sosyal devrimden duydukları korku nedeniyle, sürecin aktif bir bileşeni olmaktan geri durdular. Sürecin sonlarına doğru, kitlesel açlık grevleri ve barışçıl protestolarla Lozada’nın istifasını istediler; ama tabii ki ‘anayasal düzenin korunması’nı talep ettiler ve Mesa’nın başkan seçilmesini de desteklediler. Kilise’nin bazı kesimleri ve tanınmış aydınlar da bu açlık grevlerinin içinde yer aldılar.
Lozada’nın istifasının ardından, proletarya ve köylülük, sokakları boşaltıp, Saray Kuşatması’na son vererek, burjuva iktidarla ateşkes yaptılar. Yeni başkan Mesa, orduyu sokaklardan çekti. Barikatlar söküldü, greve son verildi, ulaşım yeniden başladı ve kapalı kepenkler açıldı.
Ayaklanma Toprağında Açan Çiçekler
Bu iki ayda ezilenler cephesinden ortaya çıkan eylem biçimleri şunlardı:
Yol kesmeler (kent sokakları ve otoyollar), genel grev, sokak çatışmaları, iller arası yürüyüşler, köylerden kentlere yürüyüşler, kitlesel açlık grevi, barışçıl yürüyüşler, kepenk kapama, başkanlık sarayı kuşatması, barikatların silahlarla korunması, özsavunma komitelerinin sokakları denetlemesi.
Genel grev genel direniş ve halk ayaklanması, kitlelerin silahlı mücadelesini ortaya çıkardı. İlkel silahlarla donanmış kitleler, diktatörlüğün ordularına meydan okudular. Kitlenin silahları; Taş, sopa, barikat, molotof, basit tüfekler, dinamit (özellikle madenciler) ve basit patlayıcılar idi.
Ayaklanma sürecinde ortaya çıkan silahlı mücadele biçimleri, kitlelerin ortaya çıkardığı iktidar aygıtlarının emri altındaydı.
Ekim’de, COB’un çağrısıyla La Paz’da bir “Cabildo abierto” toplandı. İspanyol egemenliği döneminden kalma bir gelenek olan Cabildo abierto, belediye meclisinin önemli konuları tartışmak üzere tüm kent halkını çağırdığı bir toplantıdır. Lozada’nın doğalgaz anlaşmasının “halk temsilcileriyle tartışılmadan yürürlüğe sokulmayacağı” açıklamasının ardından toplanan ve 30 bin kişinin katıldığı bu Cabildo’da; Lozada’nın istifasına kadar eylemlerin yükseltilmesi ve öz-savunma komitelerinin, barikatların güçlendirilmesi kararları alındı.
Ekim’de La Paz’da bir başka Cabildo daha toplandı ve “toplumsal seferberliği ülke çapında güçlendirme” kararı alarak, “herkesi tank ve mermilere karşı sokak mücadelesi vermeye hazırlıklı olmaya” çağırdı. Cabildo’nun ardından bir açıklama yapan COB lideri Jaime Solares, “her mahallede, her barikatta siperler kazmalıyız, öz-savunma ekipleri yaratmalıyız” dedi. Solares, aynı zamanda Başkanlık Sarayı’nın kuşatılması talimatını da verdi.
La Paz’da fiilen otorite, COB ve diğer halk örgütlerinin eline geçmiş durumdayken, El Alto’da da Mahalle Birlikleri Federasyonu (FEJUVE) fiilen iktidara el koymuştu. İşçilerin sınıf iradesini temsil eden bu organ, demokratik bir yapıya sahipti. İşçiler tartışıyor ve kitle iradesiyle aldıkları kararı bu organ aracılığıyla uyguluyorlardı. Federasyon, kente egemen olmuştu. Bir başkanı ve dokuz bölgeyi temsil edip çeşitli işlerden sorumlu 20 kişilik bir liderler grubu vardı. Bölge temsilcileri, tabandaki meclisleri koordine ediyordu. Ana yapı, mahalle meclislerinin 562 başkanından oluşuyordu.
Federasyon’a bağlı mahalle komitelerinin izni olmaksızın kimse El Alto’ya giremiyor, ya da kentten çıkamıyordu. Komiteler, barikat savaşlarını yönetiyor, çocuk bakımını ve yaralıların tedavisini örgütlüyorlardı. Komiteler, her sokakta komünal bir mutfak kurdular ve halkın ortak yaşamını düzenlediler.
16 Ekim günü, FEJUVE, La Paz’daki Cabildo’nun kararına uygun olarak, “Silahlı Öz-Savunma Müfrezeleri” kurma çağrısında bulundu. FEJUVE Politik Komitesi’nin kararında 562 mahalle birliğinin önderlerine, hükümet kuvvetlerinin saldırıları nedeniyle karşılaştıkları zarar ve cinayetlere karşı durmak için öz savunma müfrezeleri oluşturma emri verildi. “Müfrezeler gönüllülerden oluşacak ve molotof kokteyli ile patlayıcı imal edeceklerdi”.
Bir haber kaynağının aktardığı şu bilgileri de paylaşalım:
“El Alto’nun yüzde 90’ının denetimi dayanışma komitelerinde, işportacılarda, kamu üniversiteleri öğrencilerinde ve Kızılderili Devrimci Hareketi’nin (Indian Revolutionary Movement - MIP’ın) Aymaralı bir militanı ve Aymara Köylü Sendikaları Federasyonu (CSUTCB) önderi Felipe Quispe’nin izleyicisi olan Roberto de la Cruz tarafından yönetilen Bölgesel İşçi Merkezi’nin (Regional Workers’ Central -COR’un) elindeydi.”
COB’a bağlı COR, Mahalle Birlikleri Federasyonu’yla, fiilen El Alto’da iktidarı eline almıştı. Bunun arkasındaki politik kuvvet ise, devrimci yerli hareketi ve onun önderlerinden Roberto de la Cruz ve Felipe Quispe idi. El Alto, devrimci işçi hareketinin yerli halkın talepleriyle birleştiği ve önderlik ettiği bir örnek olarak, Bolivya’nın geleceğine parlak bir ufuk açtı.
El Alto’daki Santa Rosa bölgesinden bir mahalle önderinin 12 Ekim akşamı sarf ettiği şu sözler, halkın psikolojisini yansıtıyor:
“Sayın gazeteci, Gringo (Lozada, TD) gidene kadar yerimizden kıpırdamayacağız. O artık burada, El Alto’da başkan değil. Buradaki işleri biz yönetiyoruz. Kimsenin doğalgazımızı satmasına, hele Şili üzerinden ABD’ye satmasına izin vermeyeceğiz. Doğalgaz bizimdir. Biz onu çocuklarımız ve torunlarımız için istiyoruz. O zaman bizim gibi yaşamak zorunda kalmayacaklar. Doğalgaz çocuklarımızın geleceğidir.”
Ayaklanma, burjuva devlet saflarını da böldü ve çatlaklar yarattı. Devrimci işçiler, polis istasyonlarını basarak, işçilerin yanında yer almayan polislerin La Paz’dan atılacağını bildiriyorlardı. Polis ve asker bölünmüştü. 13 Ekim’den itibaren başkentteki bazı karakollar beyaz bayrak çektiler. Birçok karakol, kentte devriye gezmeyi reddetti. Askerlerin bir kısmı, özellikle zorunlu askerlik yapan rütbesizler, işçilere ateş açmayı reddediyordu. Bu nedenle birçok asker birliklerinde işkence gördü, 15 asker katledildi. Polis Eşleri Federasyonu, Lozada’nın istifa etmesini istedi ve eşlerinin halka karşı kullanılmasını engellemek için La Paz’daki polis karakollarını bloke edeceklerini duyurdu. Polisin alt kademeleri, maaşlarının yükseltilmesi talebiyle, bu yılın Şubat ayındaki ayaklanmanın da içinde yer almışlardı. 10 Ekim akşamı, 6 polis yetkilisi, Şubat ayaklanmasının içinde yer aldıkları iddiasıyla tutuklandılar. Hükümet partilerinin de tabanlarıyla yönetimleri arasında yoğun tartışmalar oldu.
Yani Bolivya ayaklanması, bir yandan, sovyetik tipte, proletaryanın kitlesel iktidar aygıtlarını yarattı, diğer yandan ise kitlelerin silahlı mücadelesinin ilkel biçimlerini. Eğer kitleler daha ileriye gidemedilerse, eğer tüm halk silahlanamadıysa, mücadele burjuva iktidarını devirecek düzeye ulaşamadıysa, bunun nedeni proleter ve köylü kitlelerinin örgütlülük düzeyidir. Eğer kitleleri silahlandırıp yönetebilecek bir devrimci parti var olsaydı, Bolivya ayaklanması bir devrime dönüşebilirdi. Bu durum, devrimci öncünün silahlı mücadelesini ayaklanma anlarıyla sınırlayan anlayışların yanlışlığını da ortaya koyuyor. Devrimci öncü, ancak silahlı ayaklanma için gerçek, silahlı bir hazırlık yaparsa, savaşı savaşarak öğrenirse, böylesi ayaklanma anlarında kitlelerin silahlı mücadelesini örgütleyebilir ve bu mücadeleye önderlik edebilir.
Ancak iktidarın proletarya ve emekçi köylülük tarafından alınmamış oluşu, yaşananların önemini karartmıyor. Tıpkı 1917 Rus devrimlerinde olduğu gibi, işçi sınıfı, köylülükle birlikte, mevcut burjuva düzenin iktidar aygıtlarını aşan, yeni tipte iktidar aygıtları ortaya çıkarmıştır. La Paz’ın Cabildo’su ve El Alto’nun FEJUVE’si, gerçekte, Sovyetik tipte iktidar aygıtlarıdır. Bu aygıtlar, ayaklanmanın ateşi içinde doğdular. Burjuva iktidarının geçici zayıflamasından yararlanarak, bulundukları alanlarda kısa süreli bir geçici iktidar kurdular. Ve Lozada’nın kovulmasının ardından geri çekildiler. Ancak emekçiler bir kez kendilerinin de yönetebileceğini gördüler. Bunun yaşanmış olması çok değerli bir kazanımdır. Çok kısa süreli de olsa, Sovyetik tipte iktidar organları ortaya çıkmış ve bazı kentlerde iktidarı ellerine almışlardır. Lozada’nın “Ben gidersem, otoriter bir sendika diktatörlüğü kurulur” demesi boşuna değil. Bolivya ayaklanmasında, proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı ve emekçi köylülüğün siyasi eyleminin menziline girmiştir. Dünya proletaryasının devrim savaşımı açısından bu, 21. yüzyılın taşıdığı muazzam olanakları gösterdiği gibi, ileri doğru atılan somut bir adım olması nedeniyle de çok değerlidir. Bir haftalık da olsa, sis dağılmış, güneş görülmüştür. Emeğin kurtuluşu işte bu yoldan gerçekleşecek, kapitalizmin azgın saldırılarının işçi sınıfı iktidarı dışında bir çözüm yolu yoktur.
Şimdi Ne Olacak?
Lozada’nın kaçışının ardından, ayaklanmanın üç başlıca gücü, yaptıkları açıklamalarla, Mesa hükümetine üç ay süre tanıdıklarını, talepleri yerine getirilmezse, sokakların yeniden barikatlarla dolacağını söylediler.
Böylece yeni başkan Mesa’nın hükümeti, isyancı kitlelerle, burjuva ‘anayasal düzen’ arasında bir uzlaşma noktası oldu. Mesa, hükümetini bir “geçici hükümet” olarak tanımlıyor ve ülkeyi erken seçime götürme sözü veriyor.
Ayaklanmanın üç ana odağına gelince...
Bunlardan birincisi COB’tur.
COB, devrimci geçmişi olan bir sendikadır. Che Guavera’ların kurduğu gerilla hareketi ELN’yi desteklemiştir. Hatta, ELN’nin lideri Inti Peredo’nun resimleriyle on binlerce işçiyi yürütmüş, ELN’yi kurtuluş mücadelesinin öncüsü olarak tanımıştır. 1985’ten itibaren madenlerin kapatılmasıyla ve neoliberal politikaların geliştirilmesiyle COB da bir krize girmiş, sağa kaymıştı. Ancak bugün, devrimci işçi hareketinin kalbi COB’da atıyor.
Lozada’nın istifasının ardından, 18 Ekim’de yaptığı son Genişletilmiş Ulusal Toplantıda, COB içinde “izlenecek yol” tartışıldı. İşçi ve köylülerin iktidarı alma noktasına gelmelerine rağmen neden tekrar burjuvaziye teslim ettikleri, yeni hükümete katılıp katılmama, destek verip vermeme gibi konular tartışıldı. Bu tartışmalarda ifade edilen bazı görüşleri aktaralım:
La Paz’a 5 bin madenci getiren Madenciler Federasyonu sekreteri Miguel Zuvieta: “İki hafta devam eden süresiz bir genel grevle birlikte yaşanan halk ayaklanmasının hedefi net değildi. Goni’nin (Lozada, TD) istifasını istedik ama asla bundan sonra ne geleceğini düşünmedik.”
La Paz Kent Öğretmenleri Sendikası sekreteri Luis Alvarez: “Ne yazık ki net hedefler ve devrimci bir önderlik olmaksızın işçiler hayatlarını cesurca feda ettiler; ama salt birkaç anayasal değişiklik yapılsın diye değil. Ayaklanan işçiler daha iyi yaşam koşulları ve yeni türde bir devlet istiyorlar. ... Bu yüzden, sömürülenlerin iktidarı almasını ve işçilerin ve köylülerin devrimci hükümetinin örgütlenmesini mümkün kılacak bir mücadele platformuna ihtiyacımız var.”
Bir madenci lideri: “Yoldaş Solares’in (COB Başkanı, TD) dün belirttiği gibi, ihtiyacımız olan şey, bir işçi sınıfı hükümeti tarihsel hedefinin temeli olarak halk meclislerini kurmak. ... Seferber olan yoldaşlar buraya yalnızca bir hükümeti bir başkasıyla değiştirmek için gelmediler ... Bu yüzden anayasal meclis sloganını yükseltemeyiz, anayasa egemen sınıfa ait. ... Hedef, iktidarın köylü kardeşlerimizle birlikte işçi sınıfı tarafından alınması olmalıdır.”
Bu görüşler, COB içinde azınlık eğilimi olarak kaldı. COB toplantısının sonucunda, yeni burjuva hükümete zaman tanıma eğilimi ağır bastı.
Toplantının sonuç bildirgesinde ifade edilenler şunlardır: İşçi sendikaları, yeni hükümeti desteklememe kararı almıştır çünkü Gonzalo Sanchez de Lozada’nın istifası ekonomik modelin değişmesi değil sadece bir kişinin değişmesidir. Sendika aynı zamanda “sınıfsal bağımsızlığını” koruma, yani “işçi sınıfını temsil etmeyen bir hükümetle anlaşma yapmama”yı tercih etmektedir.
COB, hükümete, karşılanmak üzere, şu talepleri sunmuştur: “Meclis’te petrolün, madenlerin ve devlet mülkiyetindeki kuramların özelleştirilmeleri ya da kısmen özelleştirilmeleriyle ilgili tüm anlaşmaların incelenmesi”, “Toprak yasasının iptali ve toprağın köylülere dağıtılması, yerlilerin toprak üzerindeki mülkiyet haklarına saygı gösterilmesi”, “işçi haklarını ihlal eden tüm yasaların iptal edilmesi”, “işten çıkarma hakkının hemen iptal edilmesi”, “ALCA’da tanımlanan biçimiyle serbest ticaretin reddedilmesi ve ulusal sanayinin yeniden inşa edilmesi”. Son olarak “Bolivya halkının katledilmesinden sorumlu olanların yargılanması”.
COB genişletilmiş ulusal toplantısının açıklaması şöyle bir uyarı ile son buluyor: “Hangi hükümet başta olursa olsun, halkın taleplerini yerine getirmek zorundadır. Böyle olmazsa, ülkemizin yolları ve sokakları yeniden barikatlarımızla kesilecektir”.
Solares ise, yaptığı açıklamada, yeni hükümetin bu talepleri karşılamaması durumunda tüm halk örgütlerinin ve sendikalarının temsilcilerinin katılımıyla bir Halk Meclisi kurulacağını açıkladı.
Ayaklanmada rol oynayan bir diğer temel dinamik ise, koka üreticisi yerli çiftçilerin temsilcisi, MAS milletvekili Evo Morales’tir. Morales, reformizmi temsil ediyor. Ayaklanma sırasında, “başkaldırının, sağ’ın çıkarlarına hizmet ettiğini” söyleyen Morales, Lozada’nın istifasının ardından ise, “Düzen kurabilmesi ve halka verdiği sözleri yerine getirmesi için Carlos Mesa’ya biraz soluklanma zamanı vereceğiz” dedi. Lozada’yla aynı partiden (MNR) olan Mesa ile ilgili olarak, “Mesa’nın fikirleri MAS’ın sosyalist felsefesiyle uyuşuyor” açıklamasıyla, oportünist, uzlaşmacı bir siyasetin sinyallerini verdi. Yeni hükümete katılmayacaklarını açıklayan Morales, mecliste ‘yapıcı muhalefet’ yapacaklarını açıkladı. Morales’in bu açıklamaları, olası bir erken seçimde devlet başkanlığını garantilemek için burjuvaziyle ve ABD’yle bir uzlaşma arayışına denk düşüyor.
Morales, “Anayasal (Kurucu) Meclis” sloganını ortaya atıyor. Rejimin, katılımcı demokrasi temelinde yeniden yapılanması için, bir Kurucu Meclis kurulmasını öneriyor. Kurucu Meclis, ayaklanma sırasında geniş yığınlar tarafından da benimsenen bir slogan oldu. Ancak Morales’in Kurucu Meclis talebiyle Solares’in Halk Meclisi çağrısı arasında temel bir fark var. Kurucu Meclis, burjuva anayasası temelinde, yerlileri de içeren bir politik rejim kurulması anlamına geliyor. Halk Meclisi ise, burjuva anayasal düzenin ve burjuva parlamentosunun aşılması, doğrudan doğruya işçi- emekçi iktidarının kurulması anlamına geliyor. COB Meclisi’nde konuşan madenci yoldaşın söylediği gibi: “Anayasal meclis sloganını ortaya atamayız, çünkü anayasa egemen sınıfa aittir.”
Tıpkı Ekim günlerinde olduğu gibi! Kitlelerin ortaya çıkardığı iktidar organlarının burjuva düzeni aşması ve iktidarı ele geçirmesi seçeneği bir yanda... Kurucu Meclis yoluyla, burjuva düzenin reforme edilmesi seçeneği diğer yanda... Ancak COB ve Solares de Halk Meclisi’ni hemen toplamayarak, burjuva iktidarının soluklanmasına ve güçlenmesine fiilen olanak sağlamış oldular.
Ayaklanmanın diğer bir temel bileşeni, Felipe Quispe’nin liderliğindeki Aymara köylü hareketiydi.(*) Felipe Quispe, Bolivya Emekçi Çiftçiler Sendikası Konfederasyonu’nun, Pachacuti Yerli Hareketi’nin önderidir. Quispe, aynı zamanda şu anda dağılmış olan, Tupac Katari Gerilla Ordusu’nun da lideriydi. Quispe, 26 Ekim’de Brezilya’da yayın yapan Folha gazetesine verdiği röportajda, “Katilin istifası ilk adımdı. Çok iyi. Şimdi Kongre’de ne olacağını izleyeceğiz. Başkan yardımcısıyla müzakerelerde bulunmayı deneyeceğiz. 72 taleplik istemlerimizi kabul etmezlerse, gösterilere ve protestolara devam edeceğiz. İstemlerimiz kabul edilmezse, iktidarı almayı deneyeceğiz” diyor. Gazetenin “Anlaşma olmazsa hedefiniz hükümeti zorla devirmek mi?” sorusuna ise Felipe Quispe, “İktidarı almanın tek biçimi devrimdir. Hükümetin bizim kaderimizi belirlemesiyle yetine- meyiz. Kurumsal yollarla iktidarı alamayız, sadece hükümet olabiliriz. Devrim bir gün olacak. Kendi iktidarımızı kurmak için her şeyi devirmemiz gerekli: Kuzey Amerika’nın çıkarlarına hizmet eden silahlı kuvvetleri, polisi ve ekonomik iktidarı” yanıtını veriyor.
Yani proletarya ve köylülüğün burjuvaziye ilan ettiği ateşkesin arkasında, gerçekte iki farklı tutum var. Birinci tutum, burjuvaziye ‘soluklanma’ ve ‘anayasal düzeni onarma’ fırsatı vermek gerektiğini savunan ve Anayasal (Kurucu) Meclis toplanması çağrısını yapan Morales’in tutumu. İkinci tutum ise, güç dengelerinden dolayı şu an gerçekleştiremese de, çözümün proletarya ve köylülüğün mevcut iktidarı devirmesinden geçtiğini düşünen, Halk Meclisi türü Sovyetik organların iktidarını savunan Solares ve Quispe’nin tutumu. Bolivya’da iktidar sorununu çözebilecek bir devrimci önderliğin yaratılması sorunu, esasen, bu ikinci tutumun bir parti olarak örgütlenmesi sorunudur. Bugün için sendikalar ve sosyal örgütler biçiminde örgütlenen bu eğilimin, devrimci bir parti etrafında birleştirilmesi sorunudur.
Uluslararası cephede de bu tutum ayrışması kendini gösterdi.
Brezilya Başkanı Lula, ABD’yle birlikte “Amerikan Devletleri Örgütünün (OAS) Bolivya halkını kınayan bildirisini imzaladı: “OAS’a üye 34 devlet, anayasal düzenin değiştirilmesi için şiddet ve güç kullanılmasını şiddetle kınar”... Burjuva düzenin pratikte aşılması tehlikesi karşısında her zaman olduğu gibi, Bolivya örneğinde de Lula’lar emperyalizmin eteğine yapışmışlardır. Loza- da’nın katliamlarını dahi kınamaktan geri durmuşlardır. Devrimci Küba ise, “Küba, Bolivya’nın kahraman halkını selamlar” açıklamasıyla, kitlelerin devrimci eylemini sahiplendi.
Lozada’nın ABD’ye sığınmasının ardından isyancı güçlerin ilan ettikleri “ateşkes”, işçi ve köylülerin burjuva iktidarı üzerinde “aşağıdan denetim” kurma istemlerini yanıltıyor. İktidarı alacak denli güçlü olmayan proletarya ve köylülük, taleplerini burjuvaziye bu yolla dayatıyor. Mesa da kitlelere talepleri doğrultusunda davranacağı vaadinde bulunarak, bu ilişkiyi kabul etmiş oldu. Aşağıdan denetim ilişkisi, geçici bir güç dengesinin politik ifadesidir. Ancak her halükarda geçici bir durumdur. Çünkü Bolivya burjuvazisinin, proletarya ve köylülüğün taleplerini az çok karşılaması olanaklı değildir.
Örneğin doğalgaz meselesi. Mesa’nın yapabileceği en fazla doğalgazın satış güzergahını Şili’den Peru’ya çevirmek, fiyatını biraz artırmak olabilir. Ama emperyalist küreselleşme koşullarında, bir burjuva iktidarı altında, doğalgaz kaynaklarının, Bolivya halkının ihtiyaçları için kullanılması olanaksızdır.
Örneğin koka meselesi. Bolivya’ya yapılacak tüm uluslararası yardım, ABD’nin yardımı ve hatta Bolivya’nın alacağı krediler bile, ABD’nin koka söküm projelerinin uygulanmasına bağlıdır. Yerli-köylü hareketi ise koka yasağının kaldırılmasını istiyor. Mesa ne yapacak? ABD’nin koka sökümü projeleri mi? Yerli halkın koka üretimi talebi mi?
Örneğin Lozada’nın yargılanması sorunu. Daha bugünden, ordu ve egemen burjuvazinin partileri arasında Lozada’nın yargılanmasına karşı engelleme tutumları belirginleşiyor. Çünkü Lozada kaçmış olsa da, burjuva iktidarı yerli yerinde duruyor ve uygulayıcısının kim olduğuna bakmaksızın, burjuva devlet şiddetinin arkasında duruyor. Bir burjuva partinin milletvekilinin mecliste yaptığı konuşmaya bakın: “Barışa ve sakinleşmeye ihtiyacımız olan şu günlerde Lozada’nın yargılanması, yeniden gerginliği ve kamplaşmayı tırmandıracaktır”! Zaten geleneksel olarak Bolivya’da devlet şiddeti, insan hakları ihlalleri cezalandırılmıyor. Askerler hakkındaki insan hakları ihlali davaları, Bolivya hukukuna aykırı olmasına rağmen hep askeri mahkemelere yollanıyor ve tabii orada askerler ‘aklanıyor’.
Bir diğer sorun, COB’un temel taleplerinden birisi olan “işçi karşıtı yasaların kaldırılması”dır. Bolivya hükümeti, bu kölelik yasalarını kaldırırsa, yabancı sermaye ülkeden kaçar, Bolivyalı burjuvaların da kârları azalır.
Yerlilerin politikaya katılım talebi... Mesa Yerli İşleri’yle ilgili bir bakan atayarak, yerlilere olumlu mesaj verme çabasında. Ancak gerçekte, yerlilerin savunduğu politik talepler, burjuva iktidarının temel politikalarıyla kökten çelişiyor. Örneğin topraksız köylülerin toprak talebi. Örneğin koka ekimine serbestlik. Bu yüzden yerlilerin dışlanması devam edecektir.
Dolayısıyla, Bolivya burjuvazisi ve ABD emperyalizmi, kitlelerin temel yaşamsal talepleri konusunda adım atmaktan acizdir. Dahası, yeni saldırıların hazırlığı içindedir. Sınıf savaşının sürmesi, sertleşerek üst biçimlere sıçraması kaçınılmazdır. Mücadele ya burjuva iktidar güçlerinin geçici bir zaferiyle bir süre ertelenecek ya da proletarya önderliğindeki halk, burjuva iktidar aygıtını dağıtıp iktidarı alacaktır.
Proletarya Diktatörlüğü Ufukta
2000’deki Ekvador ayaklanması, işçi ve köylülerin iktidara yaklaştığı bir andı. 2001 Arjantin ayaklanması daha kendiliğindendi. Doğurduğu Halk Meclisleri, hiçbir kentte iktidara el koymadılar ama, halkın iradesini ortaya koyan organlar oldular. Şimdi Bolivya’yla birlikte burjuva iktidarının devrilmesi, yerine işçi sınıfının, emekçilerin iktidarının kurulması, dünya proletaryasının pratik eyleminin gündemine bir kez daha somut olarak girmiştir.
1989/90 olaylarının üzerinden henüz 13 yıl geçmişken, dünya proletaryasının Bolivya bölüğü, yeniden, burjuva düzen kuramlarını aşan Sovyetik iktidar biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Proletarya iktidarı, ufuk çizgisinde şöyle bir görünüp kaybolmuştur. Bu durum, okyanusların vahşi dalgaları arasında yıllarca süren bir yolculuğun ardından ufukta karanın görünmesine benzetilebilir. Bolivya proletaryası, dünya burjuvazisine karşı savaşım cephesinde bir adım öne çıktı ve hedefi gösterdi. Şimdi sırada, bu hedefin kazanılması var. Güç sorununun çözümüne bağlı olarak, işçi-köylü iktidarı veya doğrudan proletarya diktatörlüğü şu ya da bu ülkede maddi bir gerçeğe dönüşebilir. Bolivya’yla birlikte, enternasyonal sınıf mücadelesi, yeniden proletarya diktatörlüğünün eşiğine varmıştır.
“Kapitalizmde sınıf mücadelesi proletarya diktatörlüğüne varmak zorundadır” diyen Marksizm-Leninizm, hayat tarafından bir kez daha çarpıcı biçimde doğrulandı. Vah zavallı burjuva ideologlar! Üzerinde “işçi sınıfı öldü”, “proletarya devrimi devri kapandı”, “sınıf savaşının yerini sınıf barışı aldı” yazılı pespaye tezlerinize ne oldu? İşte Bolivyalı emekçiler, devrimci geçmişlerinden aldıkları güçle ve yığınların tarihsel inisiyatifiyle yine o hedefi işaret ediyorlar. Yığınların temel sorunlarının çözümünün, proletarya ve ezilenlerin burjuva iktidarını devirmesiyle, sosyalizmle çözülebileceğini gösteriyorlar.
Bolivya ayaklanmasının örneğin bir Arjantin’den ayırıcı bir özelliği de, bir ekonomik çöküşün sonucu oluşan düzensiz bir patlama değil, tüm halkın bilinçli, örgütlü çabasının ürünü oluşuydu. Doğalgaz sorunundan başladı mücadele ve... Ezilenlerin, sovyetik örgütlenmeler üzerinden burjuva iktidarı zorlama ve kendi egemenliklerini ilan etme girişimlerinde bulunma eşiğine kadar geldi. Bu durum, emperyalist sistemin kırılganlığını ve kendi sınırlarına varmış oluşunu gösterdiği kadar, dünya devriminin öznel koşullarının da adım adım olgunlaşmakta olduğunu da işaret ediyor. Kuşkusuz bu uzun bir yürüyüştür. Bu, Ekvador’dan Arjantin’e, Honduras’tan Paraguay’a, Kolombiya’dan Bolivya’ya ve oradan da başka ülkelere doğru birikerek akan ve gittikçe gürleşen bir ırmaktır. Her ayaklanma, kitle grevi ve direnişi, bu öznel koşulların gelişimine yeni halkalar ekleyecektir.
*Aymara'lar ve Kueça'lar, Bolivya'daki en kalabalık iki yerli halktır.