ABD elebaşılığındaki emperyalist yağma ve zulüm koalisyonu Irak ve Güney Kürdistan’ı işgal etti. Bağdat kuşatması günlerine değin süren büyük direniş beklentisi Saddam rejimi ve ordusunun boyun eğmesi sonucu, bir beklenti olarak kaldı. Politik düzen ve Irak devleti yıkıldı. ABD, askeri zaferine dayanarak emperyalist egemenliğini örgütlemeye girişti. Politik ve iktisadi ilhakın, bir diğer ifadeyle sömürgeleştirme sürecinin temel adımları atıldı. Genel ve bölgesel valiler ilan edildi. ABD “günü geldiğinde” politik ilhakın “himayecilik” konumuna doğru daraltılacağını, o güne değin çıplak bir sömürge rejimi kurulacağını açıkladı. Franks ve Garner gibi elleri halkların kanına bulaşmış general ve general eskileri, bir ABD Irak’ı kurmak için emir ve küstahlık kusmaya başladılar.
Irak halkı ise, derin mezhepsel karşıtlığın yarattığı iç parçalanma ve yabancılaşma ile genel örgüsüzlüğüne rağmen işgalcilere karşı mücadele yolunda konumlanıyor. Güney Kürtleri ulusal hareketi ABD emperyalistleriyle işbirliğini seçerken, Türkmenler adına öne çıkanlar Türk burjuva devletinin planları doğrultusunda etkinleşmeye çalışıyorlar.
Bağdat’ın Beklenmeyen Teslimiyeti
Fav, Umm Kasr ve Nasıriye’de derin bir endişeye, Basra, Necef ve Kerbela’da hayal kırıklığına ve korkuya kapılan, tüm bu süreçte birçok kez birbirlerini de bomba ve kurşunlarla (kendi deyimleriyle “dost ateşiyle”) öldüren işgalciler, Bağdat’ta hiç ummadıkları kadar kolay bir askeri zafer elde ettiler.
Bu durum neredeyse bütün dünya için çok önemli bir sürpriz oldu. Saddam liderliğindeki Baas rejimi ve ordusu henüz tam bilinmeyen nedenlerle Bağdat’ı işgalcilere teslim etti. Kenti savunma ve direniş örgütleme -ki, bu onlar için egemenliklerini savunmaktı- cesaret, kararlılık ve yeteneği gösteremedi. Bağdat’ın düşüşü gerçekte tüm Irak’ın işgalcilerin eline geçmesi demekti. Güney Kürdistan’ın kapıları ise burjuva feodal güçler tarafından çoktan açılmıştı. Tiktir, Musul ve Kerkük’ün susturulmasıyla işgal sınırlarına vardı.
Bağdat’ta şanlı bir direnişin, hatta Stalingrad’ın yeni bir baskısının gerçekleştirilmesi, başta parçalanmış Arap halkı olmak üzere, tüm dünya ezilenlerinin en büyük arzusu haline gelmişti. Bunun mümkün olabileceği düşüncesi hızla genelleşti. Fakat olmadı. Peki neden?
Bağdat’ın savaşmadan düşmanın eline geçmesinde veya teslim olmasında, Irak ordusu kurmaylarının ABD’yle işbirliğine girişerek Baas rejimine ihanetlerinin yol açtığı söyleniyor. Bunun doğru çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. Yenilginin ve hele devletin kaçınılmaz göründüğü koşullarda burjuva ordu komutanlarının “başlarının dertlerine” düştüklerine dair yeterince veri sunuyor tarih. İyi ama halk neden direnmedi, ya da halkın tutumu ne oldu? Bağdat’’ta büyük bir direniş, hatta Stalingrad’ın yeni bir baskısı neden yaratılamadı?
Çünkü, birincisi, halk, kendi direnişini devlet ordusunun bir parçası biçiminde, ona sımsıkı bağlı bir biçimde düşünmüş ve tasarlamıştı. Ordunun ve rejimin işgalciler karşısındaki teslimiyetçi tutumuyla korkunç bir şok yaşayarak, adeta “donup kaldı.” İkincisi söz konusu şoktan hızla çıkmasını, şekilsiz, dağınık bir yığından gerçek bir özneye, iradeye dönüşmesini sağlayacak bir örgütlülükten ve hiç değilse antiemperyalist bir alternatif önderlikten, seçenekten yoksundu. Üçünçüsü ise, Baas rejimi ve kapitalist düzenle özdeşleşme içinde olmadığı, dolayısıyla onların yıkımını, kendi yıkımı tarzında algılamadığı için dağınık gruplar halinde ve kendiliğinden bir silahlı direniş de geliştiremedi. (Bunu, işçi sınıfı ve ezilenlerin kendileriyle özdeşleştirdikleri ve buna uygun tarzda örgütlendikleri bir iktisadi-toplumsal düzen ve politik rejim koşullarında değillerse, Stalingrad savunmasının yeni baskılarının yapılamayacağı görüldü diye de okuyabiliriz.)
Bu koşullarda bırakalım her konutun oda oda savunulduğu Stalingrad direnişinin yeni bir baskısını, tarihe iz bırakacak çapta bir savunmanın gösterilmesi bile elbette olanaklı değildi. Nitekim olan da budur. Halkın işgalcilere karşı savaşım için tamamlayıcı bir parçası olarak arkasına mevzilendiği Baas rejimi ordusunun teslimiyeti diğer koşullarla birleşerek tam bir şoka ve moral çöküşe yol açtı. Bir bakıma Hitler’in işgal edilmesi planlanan ülkeleri önce “beşinci kol” yardımıyla içten çökertme taktiği; Bağdat kuşatması koşullarında ABD tarafından yeniden üretildi. Bu yalnızca Saddam yönetimi ve Irak devletinin değil, halkın da yıkımı oldu.
Halkın İşgalcilere Bakışı
Kimsenin aksini iddia edemediği gibi Irak halkı, özellikle de Şii inanıştan halk, ABD ve İngiliz yalan makinelerinin saldırı öncesi propagandalarının aksine işgalcileri sevgi gösterileri ve çiçeklerle değil, silah ve nefretle karşıladı. Yasak, zulüm ve katliamları nedeniyle Baas rejimine karşı işgalcilerle işbirliği yapacakları, hatta bomba seslerinin duyulup, ilk işgalci postalların Irak topraklarına basmasıyla, Saddam’a karşı ayaklanacakları iddia edilen Şii Araplar bağımsızlık bayrağını yükselttiler. Bırakalım işbirliğini, “tarafsızlık” gibi bir utanca da düşmediler. Onurlu bir duruşla ABD ve İngiliz emperyalist ordularının “defol”masını haykırdılar. İşgalciler Bağdat’ın kolay ve hızlı düşüşüne Saddam heykelinin yıkılış ayinini ekleyerek, TV’ler yoluyla halkları demagojileriyle hipnotize edeceklerini umuyorlardı. “Bakın Irak halkı sevinç içinde; bakın ABD postallarını saygıyla selamlıyorlar; bakın kalabalıklar ABD’yi kurtarıcı olarak bağırlarına basıyorlar.” Ne var ki sökmedi. Milyonlarca Arap’ın yaşadığı Bağdat’ta, Firdevs meydanındaki “heykel yıkma partisi”nde iki yüz çapulcuyu ancak bir araya toplayabilen ABD, sahneye koyduğu tiyatroyla gerçekte kendi yalanlarını sergiledi. Nitekim sonraki günlerde aynı meydanda binler ve onbinler ABD için değil, ABD emperyalizmine karşı gösterilere girişerek, Saddam rejimine olduğu kadar, ABD’ye ve tüm işgalcilere de karşı olduklarını haykırarak dünya halklarına gerçeği en berrak haliyle gösterdiler.
Irak Arap halkı açısından en önemli gelişme mezhep karşıtlığına dayalı toplumsal bölünmenin işgale karşı mücadelenin aşil topuğuna dönüşebileceğini sezmek, kavramak ve bunun bilincinde davranmaya başlamak oldu. Bu doğrultuda çağrılar yapıldı, değişik simgesel (aynı camide namaz kılmak vb.) ve pratik adımlar atıldı. Tüm bunlarda, halkın işgalcilere karşı mücadele isteğini ve kararlılığını okumak zor değildir.
Bağdat teslimiyeti şokundan çıkarak emperyalist sömürgecilere karşı bağımsızlık bayrağını yükseltmeye başlayan Arap halkı Bağdat’ta, Musul’da, Basra’da, Kerbela’da, Tıkrit’te ve Felluce’de gerçekleştirdiği kitle gösterileri ve küçük çaplı askeri eylemlerle işgalcilere karşı mücadelenin serpilip gelişeceğini ortaya koydu. Hiç şüphesiz, Şii milyonların buluşmasına sahne olan Kerbela’daki kitlenin işgalcilere ve Saddam rejimine karşı politik öfkesini ortaya koymayı öne geçirmesi ABD’nin Irak’ta sömürgeci veya himayeci sömürgeci rejimine kitle tabanı bulamayacağının, halkın gazabını uğrayacağının en çarpıcı ifadesidir.
Güney Kürtleri Hareketi
Güney Kürdistan Kürt hareketinin burjuva-feodal önderliği kaderini ABD emperyalizmi ile birleştirdi. Dünya proletaryası ve halklarının bu en azılı, en tehlikeli ve en aşağılık düşmanıyla Irak’ın işgalinde suç ortaklığı yaptı. Güney Kürtleri hareketi böylelikle bölgemizde ABD’nin emperyalist egemenliğini geliştiren ve pekiştiren bir rol oynadı. ABD’nin yeni konumu ona Irak ve Güney Kürdistan’ın yağması imkanını sunmakla kalmadı, yeni saldırılar için işgal ettiği toprakları bir üs olarak kullanma imkanı verdi. Ortadoğu halklarının boynundaki kölelik zincirini sağlamlaştırma fırsatı yarattı. Dünyadaki emperyalist egemenlik konumunu güçlendirdi. Apaçıktır ki, Güney Kürtleri hareketi ABD’yle işbirliğine girerek gerici bir rol yüklenmiştir. Onun ulusal taleplerinin meşruluğu bu gerçeği değiştirmiyor.
Güney Kürtleri hareketinin ulusal taleplerinin meşruluğu ve buna karşı özel bir ajitasyon geliştirilmesinin devrimciler bakımdan kabul edilemezliği ne kadar açık bir olguysa, bugünkü konumlarının gericiliği ve asla desteklenemez olduğu da o kadar açık bir olgudur.
ABD’nin Irak’ta askeri zaferine dayalı egemenliğinin ve bu temelde oluşturulacak (Güney Kürdistan’ı da kapsayan ve Güney Kürtlerinin de federal bir parçası olacağı) bir devletin ne kadar ayakta kalabileceği bir yana, bunun asla ulusal özgürlük getirmeyeceği gözler önündedir. Artık Güney Kürdistan emekçilerinin gerek ulusal, gerekse de toplumsal özgürlüğünün önünde yalnızca Barzaniler, Talabaniler, Irak gericiliği değil, fakat daha da önemlisi ABD emperyalizmi var.
Türkmenler
Türkmenler’in, ABD Irak’ında özel bir işlev veya kayda değer bir rol yüklenemeyecekleri görülüyor. Bunda diğer şeylerin yanı sıra, Türkmenler adına öne çıkan “Irak Türkmen Cephesi”nin Türk burjuva devletinin, nüfuz elde etme ve istihbarat yürütme aleti gibi çalışmasının büyük etkisi var. Bu durum Güney Kürtleri’nin burjuva-feodal önderliğini olduğu kadar, ABD’yi de son derece temkinli hareket etmeye zorluyor. Bu arada, kimi verilerin, “Irak Türkmen Cephesi”nin, sanıldığının aksine, Türkmen halkı arasında büyük bir desteğe sahip olmadığını işaret ettiği de akılda tutulmalıdır. Federal ABD Irak’ı içinde Türkmenlerin ağırlığı, onların inisiyatif veya güçlerinin ürünü değil, ABD’nin Türk burjuva devletiyle ilişkileri ve Türkmenler içinde işbirlikçi güçler geliştirme planı bakımlarından gerekli bulduğu ölçüde olacaktır. Dolayısıyla “Irak Türkmen Cephesi”nin yuları ABD’nin elindedir.
Türk Burjuva Devleti Açısından Bazı Sonuçlar
Emperyalizme, daha çok da ABD’ye, ekonomik, mali, askeri ve siyasi bağımlılık ilişkileri dışında, gerek Kuzey Kürdistan’daki sömürgeci varlığı, gerekse de Irak yağmasından pay alma hesapları Türk burjuva devletini efendisiyle birlikte hareket etmeye zorluyordu. Ne var ki, Amerikan emperyalizmi Türkiye’yi bir işgal üssü olarak kullanmak isterken, Türk devletinin Irak’taki askeri işgal sonrası Güney Kürdistan’da işgalci bir güç olarak kalma isteğini kabul etmiyordu. “Pazarlıklar”ın uzaması, ve ilk tezkerenin ardından ikinci tezkerenin meclise geç gönderilmesi, daha o zaman Türk devleti ile ABD ilişkilerini germişti. ABD Türkiye’den sadık bir uşak gibi davranmasını istiyor, Türk devleti kendisinden mal almak zorunda olan müşteriye en yüksek fiyatla malını satmaya çalışan tüccar gibi davranıyordu. TÜSİAD ve Hükümet cephesi daha sabırsız hareket ediyor, ordu ise savaşın olası olumsuz sonuçlarının kendi hanesine yazılmaması için sorumluluğun hükümet cephesi tarafından üstlenilmesini istiyordu. Türk devleti enternasyonal eylemlerin ve yüz bin kişilik Ankara mitinginin baskısıyla 1 Mart’ta 2. tezkereyi burjuva meclisten geçiremedi. ABD hükümet yetkilileri tarafından sonradan yapılan açıklamalarından da anlaşılacağı gibi ABD “hayal kırıklığına uğramış”tı. Bu durumun asıl sorumluluğunu “liderlik yapamadı” diye eleştirdikleri Genelkurmaya çıkardılar. Kendilerinin de belirttiği gibi en güvendikleri kurum istedikleri hızda ve istedikleri düzeyde uşaklık yapmamıştı. Efendinin tepkisi ve öfkesi karşısında telaşlanan uşaklar nedamet gösterileri altında Amerika’nın bütün isteklerini fazlasıyla içeren üçüncü tezkereyi meclise getirme kararı aldı. Ne ki, ABD bu süreçte savaş planlarını değiştirmiş Kuzey Cephesini açmaktan vazgeçmişti. Türk devleti işgale lojistik destek ve hava koridorunu açarak destek verdi. Bu sınırlı destek nedeniyle Türk devleti l milyar dolarlık teselli ikramiyesiyle yetinmek zorunda kaldı. İşbirlikçi holding patronları, işbirlikçi generaller ve işbirlikçi medya bu duruma emperyalist savaş karşıtlarına ve tezkereye hayır oyu veren milletvekiline ateş püskürdüler. Hele de ABD’nin askeri zaferinden sonra!
Türk burjuva devletinin “tezkere krizi”, ABD emperyalizmi ile ilişkilerini ciddi biçimde etkiledi. ABD sonraki süreçte, değişik vesilelerle “stratejik ortağına”, bu “ortaklığın” stratejik uşaklığa dayandığını unutmaması ve çizmeyi aşmaması gerektiğini hatırlattı. Özellikle ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz ile Dışişleri Bakan Yardımcısı Grossman’ın yaptığı açıklamalar, hakaretin ve aşağılamanın ulaştığı düzey ve ABD’nin Türkiye ile bundan sonra nasıl bir ilişki sürdürmek istediğini göstermesi bakımından yeterince açıktı.
Wolfowitz’in Türk devletinin özür dilemesi gerektiğini belirtmesi, Grossman’ın bizim hatamız Türkiye’nin kendisini fazla önemsemesine neden olmak, sözleri efendi ile uşak arasındaki ilişkilerin bundan böyle alacağı yeni biçimlere ışık tutuyor.
İşbirlikçi Türk burjuvazisi ve sömürgeci faşist diktatörlük ABD’ye rağmen Güney Kürdistan’a girmeyi göze alamadı. İşgalci yapılanma sürecinde etkin olma hayalleri suya düştü. Çok korktuğu şeylerden birinin, Kürtler’in ulusal bir konum elde etmeleri, örneğin federal bir devlet yapılanmasının asli bir unsuru olmasının önüne geçememenin çaresizliği içinde. Türkmenler umduğu rolü elde edemedi. Üstüne üstlük petrol sevkiyatı için İsrail bağlantılı bir hat düşünülmesi, egemenleri ve diktatörlüğü paniğe soktu. Kısacası ABD’nin stratejik ortağının “elleri boş kaldı.”
Gelinen aşamada Türk burjuva devleti artık iki ganimetin peşinde. Birincisi, KADEK’in Güney Kürdistan’daki askeri varlığının şu ya da bu biçimde tasfiyesi; ikincisi, ABD tekellerinin kimi işlerinde taşeronluk üstlenmek. İkincisinin -çapından bağımsız olarak- gerçekleşmesinin önünde fazla engel yok. Sömürgeci diktatörlüğün, KADEK’in askeri yapısının, hatta Güney Kürdistan’daki tüm varlığının tasfiyesi isteğinin de, en azından ABD’nin itiraz etmediği bir beklenti olduğu açıktır. ABD, işgalci konum ve düzenlemeleri bakımından en uygun gördüğü anda, bu konuda yeni dünya düzeni stratejisinin gerekleri ve sömürgeci faşist diktatörlüğün beklentileri yönünde hareket edecektir.
Ortadoğu Savaşı
ABD ve İngiltere’yi Irak ve Güney Kürdistan’da hangi gelecek bekliyor? Askeri zaferle elde ettikleri avantajları sömürgecilik veya himayeci sömürgecilik biçiminde kalıcılaştırabilirler mi? Baas rejiminin ve devletin yıkılması savaşın bittiği, işgalcilerin dayattığı kölelik barışının “imzalandığı” anlamına mı geliyor? Irak halkı işgali, en azından görünür gelecekte değiştirilemez bir gerçek görüp, ABD ve İngiltere’ye sessizce boyun eğme veya onların egemenliklerini kabul temelinde ilişkilenme yolunu mu yoksa bağımsızlık mücadelesi yolunu mu seçecek?
Kuşkusuz ABD emperyalizminin temsilcileri, sözcüleri ve değişik ülkelerdeki işbirlikçi takımı için böylesi sorular son derece saçma ve gereksizdir. Irak ve Güney Kürdistan artık ABD’nin ve onun izin verdiği ölçüde İngiltere’nin bir parçasıdır. Hiç kimse başka bir hayal kurmamalıdır. Irak Arap halkına da bu gerçeği kabullenmesi, “yeni hayatını” bu temelde kurması “öğretilecektir”!
Antiemperyalist ve anti-ABD’ci kitlelerin ve politik öznelerin bu sorulara tek bir cevap vermesi ise hiç değilse bu aşamada beklenmemelidir. Bağdat teslimiyetinin, dolayısıyla kahramanca bir direniş beklentisinin boşa çıkışının yarattığı şok, Arap halklarını ve dünyanın dört bir köşesinde emperyalist savaşı durdurmak için mücadele yürütmüş emekçi milyonları, hayal kırıklığına ve demoralizasyona sürükledi. Bunun bir ölçüde umutsuzluk ürettiği de düşünülmelidir. Buradan çıkan önemli bir sonuç da, daha önce defalarca doğrulanmış bir gerçeğin, direnerek ve direnmeden alınan yenilgilerin yarattığı moral sonuçların birbirinden ne ölçüde farklı, hatta benzeşmez olduklarıdır. Fakat tüm bunlar geçicidir. Ne şok “sonsuza” değin sürebilir ve mutlak kölelik üretebilir, ne de damarlardaki umut kuruyup kalır. Irak ‘ta halkın yeni süreçte ortaya koyacağı her olumlu tutum, hayal kırıklığı, demoralizasyon ve umutsuzluk havasının dağılmasını hızlandıracaktır. Nihayet emperyalist savaşa karşı oluşmuş örgütlenmeler, platformlar ulusal ve uluslararası düzlemde işgale karşı örgütlenmelere dönüşüyor. Emperyalist işgale karşı kimi gösteriler düzenleniyor. Bu gösterilerin emperyalist savaş öncesi ve savaş sırasındaki düzeyini yakalaması güç olsa da emperyalist barbarlık ve yıkıma karşı ezilenlerin kitlesel tepkisi yeniden yükselecektir.
Bütün bunları bir yana bırakırsak Irak’ta gelişmelerin yönü hakkında fikir verebilecek, dolayısıyla, yukarıdaki sorulara yanıt kabul edilebilecek belirtiler, olgular boy vermekte midir?
Öncelikle şunu kaydedebiliriz; işgalci emperyalistlerin Irak’ta ve Güney Kürdistan’da, Güney Kürtleri ve esasen, o topraklarda doğmuş ve bir dönem yaşamış olmak dışında gerçekte Irak’la bağı olmayan ithal çevreler dışında “dostları” yoktur. Şu süreçte edinebilecekleri bazı yeni işbirlikçi ilişkiler ise onları Irak halkına bağlayan, işgalci varlıklarını meşrulaştıran bir halka olmayacaktır. Politik ve ahlaki bakımdan daha saldırıdan önce kaybetmiş, zaferini sınır tanımaz bir çıplak zorun üzerine oturtmuş işgal koalisyonu, Baas rejiminin ve devletin çöküşünü izleyen günlerde, şoktaki Arap halkının köleliği kabul edişiyle değil, öfkesi ve protestosuyla karşılaştı. Askerleri saldırıya uğradı. Halkın barut fıçısına dönüşmesi nedeniyle askeri birliklerini işgal ettiği kimi kent ve kasabaların dışına çekti. Gözaltına aldığı bazı insanları protestolar nedeniyle serbest bırakmak zorunda kaldı. Ezilenlerin büyük öfkesini kurşunlarla bastırmaya kalktı, kan akıttı. Halkın eğilimlerin gösteren başka işaretler de vardı. Örneğin, Sünni ve Şii kitleler işgalcilere karşı birleşik mücadele arzularını değişik biçimlerde sergilediler ve ortak tepkiler geliştirdiler. Yalnızca Ahmet Çelebi gibi soytarılara karşı tutum değil, henüz Irak’a adım atışının ilk haftasında, Necefte ABD işbirlikçisi olduğu gerekçesiyle öldürülen Abdülmecit El Hoei adlı (aynı zamanda babasının ciddi saygınlığına dayanan) Şii din adamının akıbeti, ABD’nin Irak Arap halkı tarafından algılanışını kavramak bakımından önemlidir.
Halk genel bir örgütlülükten yoksun. Halkın asıl kümelenişi Şii ve Sünni topluluklar biçiminde. Şii’lerin yekpare bir bütün olmadıkları ve işgalcilerin bu durumu kullanmak isteyecekleri bir sır değil. Ancak bütün bunlardan daha etkili ve güçlü olan bir gerçek var: Irak Arap halkı ABD ve İngiliz emperyalistlerinden nefret ediyor; işgali kabullenme eğilimi taşımıyor, mücadele isteğini pek çok biçimde ortaya koyuyor. Bağımsızlık arzusunu keskinleştiriyor. Ve adım adım savaşım iradesini, kararlılığı sarsan Bağdat teslimiyeti şokundan çıkıyor. Gelişmelerin akacağı nehir yatağı budur.
Artık savaş ABD emperyalistleriyle Irak devleti arasındaki bir denklem olmaktan çıkmış, işgalcilerle Irak Arap halkı arasındaki bir hesaplaşma haline gelmiştir. Şimdi bu çerçevede ortaya çıkacak her gelişme dünya proletaryası ve halkları için yepyeni bir anlam taşıyacaktır.
Ve bundan daha önemlisi, emperyalist savaşın yeni aşamasının gerek ABD ve suç ortakları, gerekse de proletarya ve halklar bakımından bir Ortadoğu savaşına dönüşeceğidir. Irak, Filistin, Lübnan, Suriye coğrafyalarındakiler başta olmak üzere, ezilenler daha güçlü bir kader birliğinin öngünündedirler. ABD emperyalizmi tüm Ortadoğu’ya yenidünya düzeni stratejisi doğrultusunda şekil vermeye; proletarya ve ezilenler ise Ortadoğu’yu ABD emperyalizmine mezar etmeye yöneleceklerdir.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan proletaryası ve halklarına değişik biçimlerde bir parçası olacakları bu süreçte yeni ve tarihi önemde görevler düşecektir.