Kimin İçin Kime Karşı “Kamu Reformu”

Egemenler arasında “Kamu Yönetimi Reformu” üzerinde fırtına kopuyor. Kamu Yönetimi Temel Kanunu Bakanlar Kurulu’na sunuldu. Kamu Personel Rejimi Kanunu da yakında meclise getirilecek. Önce Merkezi Yönetim Yasa Tasarısı ve Yerel Yönetim Yasa Tasarısı hazırlanmıştı. Daha sonra bu iki tasarı tek tasarı olarak “Kamu Yönetimi Temel Kanun Taslağı” haline getirildi.

Kısaca Kamu Yönetimi Reformu” olarak anılan bu tasarılar kimilerine göre merkezi, hantal, bürokratik yapının “yerelleştirilme”si, ya da demokratikleşmede köklü adımlar anlamına geliyor; karşı cephedekiler ise bunun eyalet sistemini uygulamaya sokma yönünde bir hamle olduğu ve özünde “üniter devleti parçalama amacı taşıdığını ileri sürüyorlar. Bazılarına göre “iktidar, özel sektöre devrediliyor.”

Genelkurmay ve yandaşları “Tasarı”ya karşı aktif bir lobi faaliyeti yürütüyor. CHP aynı cephede. Kimi sendikalar da çıkarılmak istenen yasayı Genelkurmay ağzı ile eleştiriyor. Örneğin Yol-İş Sendikası gazetelere verdiği ilanlarla tasarıyı “Türkiye’nin bütünlüğünü ve üniter devlet yapısını zayıflatma” amaçlı olmakla itham etmiş, herkesi, “eyalet sistemine, federasyona, Türkiye’nin parçalanmasına karşı çıkmaya” çağırmıştı. Dahası Tasarıya karşı çıkmak adına işi ırkçılığa kadar vardırmıştı: ”Devlet memurluğu ve işçiliği, il özel idaresi ve belediye memurluğuna ve işçiliğine dönüşecektir; böylece bölgeler arasında tayinler ve kaynaşma ile farklı etnik kökendeki insanlarımız arasında evlilik, akrabalıklar ve bütünleşme önlenecektir.”

23 Nisan’da Genelkurmay, Cumhurbaşkanı ve CHP’nin resepsiyona türbanı bahane ederek katılmamasının hemen akabinde Tayyip Erdoğan’ın “üniter devleti parçalamaya, ya da, eyalet sistemi getirmeye niyetimiz yok” açıklamasını yapması perde arkasındaki asıl kapışmanın da adresini göstermesi bakımından ilginçti.

İçerde TÜSİAD, dışarıda AB hazırlanan Tasarıya sıcak bakıyor.

AKP hükümeti bu tip kanun tasarılarıyla -AB uyum paketi de bu çerçevede ele alınmalı- hükümet olmaktan “iktidar” ortağı olmaya doğru yol almaya çalışıyor.

Devlet yönetiminde söz sahibi olmayı, Genelkurmayın etkisini zayıflatmayı amaçlıyor. Genelkurmay da iktidar erkini zayıflatmaya yönelik bu tür hamleleri savuşturmakla uğraşıyor.

Somut görünüm böyle olsa da sanılanın aksine bu konu AKP hükümeti ile Genelkurmay arasındaki kavganın çok ötesinde bir içeriğe sahiptir. Sorun emperyalistlerin yeni sömürgeleri yeniden yapılandırmaları, ya da yeniden sömürgeleştirmeleri girişimidir.

TÜSİAD’ın Araştırması

TÜSİAD Aralık 2002’de “Kamu Reformu Araştırması” yayınladı. Araştırma sonuçlarına göre “Türkiye’de ‘mülk’ de ‘adalet’ de güvence altında değildir... Devlete karşı güvensizlik ve ‘kirlenme’ algılaması yalnızca merkezi yönetimle sınırlı değildir, aynı zamanda yerel yönetimleri de içine almaktadır...kural koyucu ve uygulayıcı, adaleti sağlayıcı ve arabulucu olarak devletin işlevlerini yerine getirmediği inancı, topluma bütünüyle kuralsızlığın egemen olduğu algılamasını beslemektedir. O nedenle Türkiye’de artık, odağında kamu yönetiminin yer aldığı genel bir güven bunalımının geliştiği söylenebilir.” (abç)

Araştırmayı yapan yazarlar toplumla devlet arasında derin bir güven bunalımının oluştuğunu belirtiyorlar. “Toplumdaki güven bunalımının aşılması ve devlete yönelik güvensizliğin giderilmesi için”... “kamu reformu”nun yapılmasının bir zorunluluk olduğunu belirtiyorlar.

TÜSİAD’ın araştırması mevcut devlet yapılanmasının toplum nezdinde ne denli çürümüş, kokuşmuş, tükenmiş olduğunu bir kez daha teyit ediyor. Sermayedarlar bu durumun daha fazla sürdürülemez olduğunu görüyor. O nedenle bir “devlet reformu” öneriyorlar. TÜSİAD’ın bu önerisi emperyalist devletlerin yeni sömürgeleri yeniden sömürgeleştirme girişimlerinin bir parçası olduğu kadar, devlete karşı güvensizlikleri had safhaya varan milyonların devrimci çözüme yönelmelerini önlemek, devrimci çözüme barikat oluşturmak amacı da taşımaktadır.

Devletin yeniden yapılandırılmasını düzenleyen bu yasa tasarısına karşı tutum coğrafyamızda belli başlı üç politik kuvvetin, ya da üç partinin diğer kuvvetleri çekim alanına alarak merkezileştiğini bir kez daha teyit ediyor. Bunlar ordu partisi, sermeye partisi ve henüz güçlü bir çekim merkezi haline gelmiş olmasa da devrim partisidir. Ordu partisi mevcut devlet yapısını, faşist rejimi “cumhuriyeti koruma” adı altında savunmaya çalışmaktadır. Sermaye partisinin programı ise reform ya da “değişim”i içeriyor. Malum, devrim partisinin programında devrim var. En çok gürültüyü ordu partisi çıkartsa da, gelişmeler asıl kapışmanın sermaye partisi ile devrim partisi arasında geçeceği yönünde olduğunu gösteriyor. Ordunun gürültüsü kendini savunma telaşından kaynaklanıyor.

TİSK Ne İstiyor

TİSK’in istekleri de TÜSİAD’dan farklı değil.

TİSK Genel Sekreteri yaptığı açıklamalarda şu talepleri dile getiriyor:

*"Küçük ve Etkin Devlet" ilkesine uygun olarak ekonomide devletin ağırlığı azaltılmalı,

*ekonomik alanda AB'nin Maastricht Kriterleri'ne özdeş kurallar getirilmeli,

*kamu hizmetlerinde Toplam Kalite Yönetimi'ne geçilmeli,

*kamuda verimlilik programı başlatılmalı, harcama reformu yapılmalı,

*kamu personel reformu gerçekleştirilmeli,

*özelleştirme, şeffaf şekilde, kesimlerin katılımı ve sermayenin tabana yayılması amaçlarına yönelik olarak hızlandırılmalıdır.

*"Minimum Bürokrasi" ilkesi benimsenmeli; yatırım yapan, istihdam yaratan, gelir üreten müteşebbisin faaliyetlerini kolaylaştıran bir bürokratik zihniyet değişimi gerçekleştirilmelidir.

Değiştirilmesi düşünülen yasalar incelendiğinde görülecektir ki TÜSİAD ve TİSK’in belirttiği ne varsa o yasaya girmiştir. Bu da yasanın amacını ve içeriğini, hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini ortaya koyuyor.

“Kamu Reformu” Yeni Değil

“Kamu yönetimi”nden kastedilen devletin yürütme işlevidir. 1980’lerden beri emperyalist metropollerde “kamu reformu” üzerine tartışmalar yapılmaktadır.

2. emperyalist paylaşım savaşının ertesinde, savaşın yol açtığı yıkıcı sonuçları hızla gidermek, sosyalist sistemin ekonomik gelişmesini engellemek ve ondan daha hızlı gelişmek, kendi aralarındaki rekabette avantajlı konuma geçmek için devlet tekellerinin sanayi ve mali sektörde büyük yer kapladığı tekelci devlet kapitalizmi adım adım başat hale geldi. Aynı zamanda işçi sınıfının gelişkin örgütlülüğünün ve sosyalist sistemin basıncı altında devletin üstlendiği toplumsal hizmetlerin yaygınlaştırılması ve herkesin kullanımına sunulması ile gelişkin sosyal güvenlik uygulamalarını içeren “sosyal devlet” hayata geçirildi. Öyle ki, “OECD üyesi ülkelerde kamu harcamalarının ulusal gelirdeki ortalama payı birkaç on yıl içinde yüzde 25’in altından yüzde 45’in üzerine çıktı.”

1970’lerin ortalarından itibaren “refah devleti” çatırdamaya başladı. Tekelci devlet kapitalizmi bir yandan fazla üretim krizleri ile sarsılıyor, diğer yandan yapısal kriz içine yuvarlanıyordu. Bu arada dev tekeller dünyayı bir ahtapot gibi sarmaya başlamıştı. Devlet tekellerinin tasfiye edilerek bu uluslararası ve yerli tekellere devredilmesi ve sosyal devlet uygulamalarına son verilmesi bunalıma çare olarak sunuluyordu. Bu çözümün diğer unsuru sermayenin dolaşımı önündeki engellerin kaldırılmasıydı.

1980’lerde bu burjuva çözüm çerçevesinde “minimalist devlet” anlayışı geliştirildi. Buna göre devlet savunma, güvenlik, kolluk, yargı hizmetleri ve temel alt yapı gibi işlevlerin dışında her türlü faaliyetten çekilmeliydi. “Devlet, varlığın ya da gelirin bölüşümü ya da kaynak transferi gibi bir işlev üstlenmemeli, piyasalar üzerinde düzenleyici rol üstlenmeye son vermeli ve ticari piyasalarda girişimci olarak hiç yer almamalıydı.” Büyük özelleştirme furyası bu dönem hız kazandı. Telekomünikasyon, bankacılık, altyapı, sigortacılık, enerji gibi sektörler, devlet tekeli olmaktan çıkarıldı. Eğitim, sağlık ve temel altyapı alanlarında devlet yatırımları neredeyse durma noktasına geldi. Bu yeni bir kriz anlamına geliyordu. Çünkü görüldü ki, temel alt yapı hizmetlerinden devletin çekilmesi halinde sermayenin varoluşu hem fiziki hem de iktisadi olarak güvencede değildir.

1990’ların ortasından sonra sermaye cephesi yeni arayışlara girdi. 1997’de yayınlanan Dünya Bankası’nın “Değişen Dünyada Devlet” başlıklı Raporu bu arayışların bir sonucuydu. O tarihten beri gerek kapitalist metropollerde gerekse de yeni sömürge ülkelerde DB raporunda belirtilenler çerçevesinde burjuva devlet yeniden yapılandırılmaktadır. Devletin yürütme işlevlerindeki değişikliğe bağlı olarak devlet yürütme organlarının yeniden örgütlenmesi gerektiği de ileri sürülüyordu.

“Değişen Dünyada Devlet”

DB raporuna göre devletin ölçeği tek başına yeterli değildir. Daha büyük değil daha güvenilir ve etkin devlete gereksinim vardır. Büyük tekelci burjuvazi nasıl bir devlete ihtiyaç duyduğunu “güvenilir, etkin ve yeterli devlet” formülasyonuyla ifade ediyordu. Rapor “kamu yönetiminin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması” için şu önerilerde bulunuyordu.

1) “Yönetsel tasarruflar etkin kural ve tahditlere bağlanmalıdır”; yasamanın yürütme üzerindeki denetimi ve yargının bağımsızlığı güçlendirilmeli, yolsuzlukla mücadele için etkin önlemler alınmalıdır.

2) “Kamu aygıtında yarışmacı bir ortam yaratılmalıdır”; kayırmacılık ortadan kalkmalı, “liyakate dayalı işe alma ve terfi sistemi ile performansı ödüllendiren bir ücret sistemi” uygulanmalıdır. Her iki madde de devlet aygıtının özel sektör mantığıyla yönetilmesi, devlet tarafından toplanan kaynakların bürokrasi labirentinde, hükümet bürolarında rüşvet ve başkaca yolsuzluklarla heba edilmemesi ve bu kaynakların el sürülmeden tekellerin hizmetine sunulması isteğine dayanmaktadır. Bu aynı zamanda en genel anlamda tekelci sermayenin “ucuz devlet” arayışının da bir ifadesidir. Önce devletin elindeki işletmeler tekellere devredilerek tekeller palazlandırıldı. Sıra devletin kendisinin yani bir bütün olarak yürütme erkinin tekellerin kolektif çıkarlarına uygun hale getirilmesiydi. Bir üçüncü öneri daha vardı ki ilk iki öneriyi güvence altına almayı hedefliyordu.

3) “Politika oluşturma süreçlerinde yurttaşların söz hakkı ve katılımı”; bu söz hakkı ve katılımın tekelci burjuvazinin söz hakkı ve katılımı olduğu açık. Oluşturulan özerk kurullar aracılığıyla tekeller hükümetlerin yerini alıyor, birçok alanda yürütmeyi doğrudan üstleniyor. Ki buna “yönetişim” deniyor.

Tekelci Burjuvazi Nasıl Bir Devlet İstiyor

1980’lerden bugüne “kamu reformu”na dair tekelci burjuvazinin raporları ve uygulamalarından elde edilen sonuçlar yeniden gözden geçirildi. Eğer çok kısaca özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:

*“Kamu girişimciliğine” son verilmesi. Bunun özü özeti, özelleştirmedir. Devletin üretim, ticaret, bankacılık ve hizmet alanlarından bütünüyle çekilerek buraların tekellere devredilmesi anlamına gelmektedir.

*Hükümetin denetim yetkisinin sınırlı olduğu merkezi ya da yerel özerk kurulların oluşturulması. Bu açıkça mali politikaların belirlenmesi ve Pazar denetiminin tekellerce doğrudan üstlenilmesi demektir. Merkez Bankası da dahil bir çok alanda oluşturulan özerk kurullar aracılığıyla tekeller devlet yönetimine katılıyor ve yürütmenin bir bölümünü üstlenmiş oluyorlar.

*“Sosyal Devlet”tin tasfiyesi. Eğitim ve sağlık gibi devletin eşit ve parasız olarak yerine getirmeyi taahhüt ettiği hizmetlerin paralı hale getirilmesi ve bu alanların tekellere açılması, sosyal güvenlik uygulamalarının minimum düzeye indirilmesi vb. tasfiyenin unsurlarından bazıları.

*“Kamu istihdamı ve kamu harcamalarının makroekonomik bakımdan sürdürülebilir boyutlara indirilmesi.” Yani, memur sayısının en aza indirilmesi, devlet yatırımlarının durma noktasına çekilmesi.

*Merkezi hükümet yetkilerinin zayıflatılarak, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, bir başka deyişle “yerelleşme”. İş takibinin basitleştirilmesi ve bürokrasinin en aza indirgenerek demokratik katılımın güçlendirilmesi gerekçelerine dayandırılan “yerelleşme”, gerçekte “eski” merkezi yapıyı güçsüzleştirerek devlet üzerindeki hakimiyetini geliştirmeye çalışan tekellerin politikasıdır.

Görülüyor ki, tekeller palazlandıkça devleti kendi çıkarlarını koruyan bir araç olmaktan çıkarıp doğrudan yönettikleri, denetledikleri, gerektiği yerde müdahale edip değiştire bildikleri bir biçime sokmak istiyorlar. Devletin ekonomik ve mali alandaki girişim ve yönetici rolüne son vererek bu alanları kendi çıkarlarına uygun düzenlemek ve doğrudan denetlemek, yönetmek niyetindeler. Onlara göre güvenlik, savunma ve yönetim işleri ile sınırlandırılmış devlet bu işleri en az masrafla yerine getirmelidir. Çünkü devletin giderleri ne kadar az olursa tekellere aktarılacak kaynak o kadar çoğalacaktır. Böylece toplam gelirden siyaset erbabına ve devlet bürokrasisine ayrılan payın azaltılarak, olabilecek en alt düzeye indirilecektir. Bu bilinen bugünkü biçimi ile siyasetin ve devletin tasfiye edilmesinden başka bir şey değil.

Çünkü bütün burjuva siyasal partiler hem ekonomide hem de yasama, yürütme, yargı alanında tek bir programa bağlı hale getiriliyor. Bu program da tekellerin programıdır. Burjuva partilerin yönetici kadroları da doğrudan tekellerin yönetiminden buralara devşirilmektedir. Bu egemen burjuva siyasal partiler arasında hiçbir ayrımın kalmadığı anlamına gelmez. Elbette bazı farklar olacaktır. Ama bunlar nüans düzeyindedir ve aynı ülkenin tekelleri arasındaki farklılığı ifade eder. Devlete hangi tekelci gruplar hakim olacaktır? Bütün ayrım bundan ibarettir. Kuşkusuz, değişik burjuva katmanların çıkarlarını savunan başka partiler de bu katmanlar mevcudiyetlerini korudukça var olmaya devam edecektir. Ancak, bu partiler de temsil ettikleri katmanların giderek erimeye yüz tutmasına bağlı olarak erimektedir, etkisizleşmektedir.

Devletin yeniden yapılandırılmasını içeren tekelci program kapitalist metropollerde ve yeni sömürge ülkelerde aynı biçimde uygulanamaz ve aynı anlama gelmez. Her ülkenin farklı tarihsel ve ulusal koşullarına göre çeşitli değişiklikler içerir. Buna karşın bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde devletin büyük tekelci gruplar lehine yeniden yapılandırılması, yeni sömürgelerde ise bu yeniden yapılandırma yoluyla buraların tekellerin eliyle yeniden sömürgeleştirilmesi anlamına geliyor. Kısaca tekeller kendi ülkelerindeki hükümet işlerini şirkete bağlarken yeni sömürgeleri de bu şirketin alt merkezleri haline getirmeyi amaçlıyor.

Türkiye’de “Kamu Reformu”

Yukarıdan beri genel anlamıyla aktarılan süreç ve “reform”un anlamına dair söylenenler Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’de “reform süreci” pek çok ülkeye göre bir hayli sancılı geçiyor.

Yeni sömürgelerin yeniden sömürgeleştirilmesi iki eksen üzerinde oturtulmuş. Birincisi devletin ekonomik, mali, ticari alandan çekilmesi ve bu alanların yasa, yapı ve örgütlenmelerinin emperyalist tekellerin çıkarına göre yeniden düzenlenmesi. İkincisi, siyasi yapının bu değişikliklere uygun olarak yeniden yapılandırılması. Birincisinde devletin ekonomi ve mali politikaları belirleme yetkisinin minimum düzeye indirilmesi, ikincisinde devletin merkezi yürütme yetkisinin alabildiğince sınırlandırılması amaçlanıyor. Birincisini kısaca özelleştirme, ikincisini kısaca özerkleştirme, yerelleştirme olarak ifade edebiliriz. Burada ekonomik ve siyasi ilhakın bir arada özgün biçimini görebiliriz. Bunu “barışçıl” dayatmayla kabul etmeyenler “silah zoruyla” tasfiye edilmektedir. Irak bunun yakın örneğidir. Bazen bu “zor” değişik kılıklara bürünebilir. Örneğin 2000 yılı başında uygulamaya konan “Enflasyonla Mücadele Ve Ekonomik İstikrar Programı” “barışçıl” dayatmayla, Şubat 2001 krizinden sonra “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” çerçevesindeki köklü yapısal değişiklikleri içeren yasalar “zor”la dayatılarak kabul ettirildi. 2000 ve 2001 yılında uygulamaya konan programlar Dünya Bankası tarafından belirlenen “kamu reformu”na tamamen uygun. Bu tarihlerden önce de bir dizi program uygulanmıştı. Ama bu son iki program bunların en kapsamlı olanlarıydı. Demek oluyor ki “kamu reformu” yeni değil. O halde zaten başlamış olan sürecin bugünkü aşamasında neden bu kadar gürültü kopuyor?

Şubat krizi öncesinde ve sonrasında uygulanan programlar yürütme erkinin alanına kısmen müdahale içeriyordu. O nedenle egemenler arasında kavgalar görülse de meselenin özü hakkında hemfikirdiler. Biriken ve her gün daha çok artan borçların çevirimi için emperyalist dayatmaları kabul etmek dışında bir seçenekleri yoktu. Genelkurmay ne özelleştirmeye karşıydı ne de derinleşen emperyalist ekonomik ilhaka. Onun bütün muhalefeti, devlet yönetimindeki egemen konumunu sarsma girişimlerineydi.

Bugün yürürlüğe sokulmak istenen yasalar ise doğrudan yürütme erkine müdahale ve değişiklikleri içermesi nedeniyle ordu için daha büyük öneme sahip. Kamu reformu taslağı kabul edildiği takdirde ordunun devlet yönetimi üzerindeki hakimiyeti düne göre sınırlandırılmış olacak. Bir başka yan daha var. Taslağın yasalaşması halinde Kuzey Kürdistan statüsünde esaslı bir değişiklik olmasa da yerel yönetimler yasası ile Kürtlerin bazı yeni “bireysel” haklara kavuşma ihtimali de Genelkurmayı çileden çıkarıyor. Konunun daha iyi anlaşılması için yasa taslaklarına kısaca göz atmakta fayda var.

“Yerelleşme”

Tasarıyla iki tür bakanlık oluşuyor: yalnızca merkezde örgütlenebilen ve taşrada da örgütlenebilen bakanlıklar. Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Maliye, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı merkez ve taşrada örgütlenebilecek. Öbür bakanlıklar Ankara dışında örgütlenemeyecek. Her yerde örgütlenecek bakanlıklara bakıldığında “reform”un ne anlama geldiği kolaylıkla anlaşılır. Devlet, mahkeme kuracak, ordu besleyecek, vergi toplayacak, işçilere karşı patronların çıkarlarını güvenceye alacak ve bu düzeni polis zorbalığı ile koruyacak. Eğitim, sağlık, bayındırlık, kültür gibi bakanlıklar ise yerelde örgütlenmeyecek. Bugüne kadar bu bakanlıklara bağlı olarak çalışanlar (yaklaşık 2 milyon kişi) “kamu görevlileri” haline getiriliyor.

Bunlar İl Özel İdarelerine bağlı olacaklar.

İl Özel İdareleri İl Genel Meclisi, İl Encümeni ve Validen oluşuyor. Encümen Meclisin Valilik de Özel İdarenin yürütme organı. Kararlar ancak valinin onayından geçtikten sonra uygulanabiliyor. Vali merkezden atanıyor. İl Genel Meclisi ise il yerelinden seçiliyor. Vali şehrin “kralı” aslında. Şehir yönetimini düzenleyen bu kanun Osmanlılardan kalma. “Kamu Reformu”nun yürürlüğe girmesi halinde valiliğin yetkileri çok daha artacak. Bu da bir çelişki. Vali zaten merkezden atanıyor. Merkezin yetkileri azaltılmış olmuyor, merkezin bazı alanlarda yetkilerini kullanan kuramlarda değişiklik yapılıyor. O nedenle “reformun bundan sonraki ayağı valilerin seçimle gelmesi. Bu daha şimdiden dillendiril- meye başlandı bile. Genelkurmayı asıl telaşlandıran da bu.

Vali seçimle gelir ve yetkileri de genişlerse bunun adı eyalet sistemine geçmektir diyorlar. AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde Türkiye’den “bölge birimleri” kurulması talep ediliyor. “Reform”un bu talebi karşılamaya dönük olduğu, bunun da “üniter yapı”yı bozacağını düşünüyorlar. İl Özel İdaresinin yetkilerinin artırılması ve ardından valilerin seçimle gelmesi halinde Kürt illerinde Kürt şehir idarelerinin kurulacağını ileri sürüyorlar.

Böyle bir durumda belediye başkanlığı seçimlerinde olduğu gibi islamcı biri de pek ala vali olarak seçilebilir. Kürtlerin yerel yönetimlerde söz sahibi olma haklarının artışı ve “islamcı” şehir yönetimlerinin oluşma olasılığı “cumhuriyetin temellerine yönelik yıkıcı bir saldırı” biçiminde değerlendiriliyor.

“Reform tasarısı” devlet içinde ordunun yönetici pozisyondan kısmen uzaklaştırılması yönünde önemli bir adım olarak algılanıyor ki, bu yanlış değil.

Ama bu yerelleşmenin demokratikleşmenin geliştirilmesi ile bir ilgisi yok. Yukarıda da belirtildiği gibi bu egemenler arasında post kavgasıdır. AB, işbirlikçi burjuvazi ve hükümet kanadı orduyu devlet yönetiminden adım adım uzaklaştırmaya çalışıyor, yürütme üzerindeki etkinliğini zayıflatmayı amaçlıyor. “Reform” yeni sömürge Türkiye’nin emperyalizmle yeni tipte ekonomik ve siyasi entegrasyonunun önemli bir kilometre taşı olduğu gibi tekelci burjuvazi, hükümet kanadı ile ordu arasındaki iç mücadelenin de unsurlarından biri. Tekelci burjuvazi ve hükümet için “reform tasarısı” bu bakımdan da büyük öneme sahip. Bunun içindir ki amaç devlete egemenlik ve devletin emperyalist tekellerin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yapılandırılması değil de demokratikleşmeymiş gibi gösterilmek isteniyor. Gerçekte devlet temel hiçbir konuda yetki devrine gitmiyor. Örneğin eğitimin valiliklerce organize edilmesi eğitim politikasının valiliklerce belirleneceği anlamına gelmiyor. İl Özel İdareleri merkezden belirlenen eğitim politikalarının yürütücüsü oluyor, hepsi bu.

Bazı aklı evveller bu kanun taslağına karşı eski yapının savunuculuğunu yapmayı antiemperyalistlik ya da ilericilik sanıyorlar. Osmanlı artığı eski idari yapı, merkezi denetimi öyle sıkılaştırmış ki, devlet faşist biçimde yeniden örgütlendiğinde bu idari yapıda fazla bir değişiklik yapma gereği duyulmamıştı. Mevcut idari yapı aynı zamanda kontrgerilla örgütlenmesi ve bugün onun uzantısı haline gelmiş mafya için de yerleştikleri bir dere yatağı gibidir. Genelkurmayın ve bir kısım bürokratın yasaya karşı tutum almasında bunun payı büyüktür. Mevcut faşist idari yapının savunulması nasıl olur da antiemperyalist tutum olarak sunulabilir.

Tersi bir tutum da kesinlikle doğru değildir. “Reform Taslağı” ile amaçlanan “değişim” özgürlük alanının genişletilmesi olarak algılanmamalıdır. Bu düpedüz emperyalist hegemonyanın derinleştirilmesi hamlesinin bir parçasıdır. MGK’ya, Orduya karşı çıkmak adına emperyalistlere ve TÜSİAD’a biat edilemez. “Reform” diye sunulan gerçekte kölelik zincirine eklenmek istenen yeni halkalardır.

Çalışanların Durumu

Taslak kanunlaşırsa 1.5 milyondan fazla memur -ki bu toplam memurların yüzde 80’ini kapsar- İl Özel İdaresi personeli haline gelecek. Bu memurların yeni statüsü “sözleşmeli kamu görevlisi” olacak. Memurlar bugüne kadar kazanılmış bütün haklarından vazgeçmek zorunda kalacaklar. Sözleşmeli olmakla her şeyden önce örgütlenme hakkından yoksun bırakılacaklar. İş güvenceleri olmayacak. Özellikle ilerici politik aktivite içinde olan emekçi memurlar özel idarenin kararıyla kolayca işten atılabilecekler. Personel Rejimi Kanununda belirtilen bu hususlar doğrudan DB’nin önerileri doğrultusunda hazırlanmış. İMF’de bunları kanunlaştırmayı kredi verme şartı olarak dayatıyor. Hükümet de İMF’ye verdiği niyet mektuplarında bu yasayı geçireceğini taahhüt ediyor.

Yasanın diğer bir maddesi performansa göre değerlendirme. Görülüyor ki özel işletmelerde uygulanan kalite çemberleri yöntemi memurlara da uygulanacak. Bu memurlar arasında bireysel rekabetin artması, ücretlendirmede eşitsizliğin büyümesi, daha çok işin daha az çalışanın sırtına yüklenmesi demektir.

Yasanın diğer maddelerine de göz atmakta fayda var.

*Norm kadro uygulaması her yerde ve herkes için geçerli olacak.

*Görevden alınanlara yargı yolu kapatılacak.

*İşçi-memur ayrımı kaldırılarak “çalışan” tanımı getirilecek.

*Memurlarda esnek çalışmaya tabi olacak. Bazı alanlarda “part-time” çalışmaya geçilecek.

*Özelleştirme sonucu çalışanların bir kısmı işten çıkarılacak, kalanlar da memur yapılacak.

Düşünülen değişiklikler açık ki emekçi memurların bütün kazanımlarını bir çırpıda yok ediyor. 1475 sayılı iş yasasındaki değişiklikle aynı dönem gündeme getirilmesi tesadüfi değil.

Emperyalist tekeller ve onların yerli işbirlikçileri daha fazla sömürü ve yağma için daha çok “değişim”i dayatıyorlar. Kazanılmış bütün hakları yok etmek istiyorlar. İşçi sınıfı ve emekçi memurlar yasalara bu nedenle karşı çıkmalıdır. Yol-İş’in yaptığı gibi Genelkurmayın bir neferi olarak şovenizmin bayrağını yükselterek emekçilerin kazanımları korunamaz.

Herkes Kendi Partisinin Bayrağı Altına

Sorun kazanımların korunması gibi salt ekonomist bir mantıkla ele alınamaz. İşçi ve emekçi memurlar kazanılmış haklarını korumak için sonuna kadar mücadele etmelidirler. Ama unutulmasın ki bugün Türkiye’de bütün sınıf ve katmanlar belirli bir siyasal programın etrafında birleşiyorlar. Bunun bilinçli bir seçim olup olmamasının bir önemi yok. Ne kadar politikadan uzak kalmak isterseniz isteyin, ne kadar salt ekonomik çıkarlarınız peşinden koşmaya çalışırsanız çalışın, koştuğunuz o yol sizi bir bayrağın altına götürecektir.

Türkiye nereden bakarsanız bakın köklü değişimlerin öngünlerini yaşıyor. Değişim olacak da, nasıl?

Bir yandan son birkaç yıldır şiddetlenen emperyalist dayatmalar, AB, IMF; DB karar ve uygulamaları, TÜSİAD raporları ve bütün bunlara uygun olarak meclise gelen yasa değişiklikleri.

Diğer yandan Genelkurmayın her yasa değişikliği öncesinde kopardığı fırtına. Değişiklikleri engellemekten öte bu “değişim’ Terin kendisine fazla dokunmadan, kendisini fazla hırpalamadan gerçekleşmesini sağlama çabası.

Emekçiler ekonomik çıkarlarını siyasal bilinçle savunmayı öğrenmezlerse bu iki cepheden birinin bayrağı altında toplanacak. Bu programlar onun idam fermanı oysa. Mesela KESK içindeki ÖDP kanadı birincisine, Türk-İş merkezi de dahil, içindeki kimi merkezler -Yol-İş gibi- ikincisine koşuyor.

Ne faşist devlete ne de emperyalizme karşı çıkmak yetmez; emperyalizme, kapitalizme ve faşizme karşı çıkmak gerekir. Ki bu sosyalistlerin devrim bayrağıdır.

Ekonomik mücadele her zamankinden çok siyasal mücadelenin konusu haline gelmiştir. Aynı şey ideolojik mücadele için de geçerlidir. İşçi sınıfı ve emekçi memurlar bu bilinçle sorunları ele almalı, sosyalist bilinç ve devrimci siyasal örgütlülük büyütülmeden başarılı olunmayacağı bilinmelidir.

Her emekçinin birbirine soracağı ilk soru şudur: Hangi programı savunuyorsun? Emperyalist tekellerin ve işbirlikçi sermaye oligarşisinin “değişim” programını mı, Genelkurmayın faşist devleti “koruma ve kollama” programını mı, sosyalistlerin devrim programını mı? İkinci soru şudur: Peki hangi program senin çıkarlarına hizmet ediyor?

Yol ve hedef bellidir. Sermayenin “demokratikleşme” aldatmacasına gelmeden generallerin ve çömezlerinin “devletçilik”ine kanmadan devrim bayrağına sarılmak.

“Kamu Reformu” yasasına karşı tutumda bu çerçevede ele alınmalıdır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi