Ernesto Che Guevara de le Serna, ya da Küba halkının taktığı ve de hepimizin benimsediği isimle kısaca; CHE’nin; 9 Ekim 1967’de, Yankee emperyalizminin uşaklarınca Bolivya dağlarında katledilişinden bu yana tam 36 yıl geçti. Ama Che adı kapitalizme ve emperyalizme karşı bir savaş çağrısı olmaya devam ediyor. Bu, kuşkusuz Che’nin enternasyonalizme içerik kazandıran düşüncelerinden ve devrim davasını en inatçı, en çıkar gözetmez biçimde temsil eden mücadele tar- zindan doğmaktadır.
O, uluslararası kapitalizmin halkları ezip yok ederek yükselişini temsil eden bir kıtada, devrimci mücadelenin, başkaldırının ve zaferin simgesi olmuştur. Latin Amerika Dayanışma Konferansına gönderdiği mesajda; “Eylemlerimizin her biri emperyalizme karşı bir savaş çığlığı ve insan soyunun en büyük düşmanı Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı halkların birleşmesine çağrıdır. Savaş çığlığımız tek bir kişinin kulağına bile erişecekse, silahlarımızı yerden kaldırmaya başka bir el uzanacaksa, daha başkaları mitralyöz sesleriyle yeni savaş ve zafer haykırışları arasında ölülerimize ağıt yakacaksa, ölüm nereden gelirse gelsin, hoş geldi sefa geldi” diyen sesi, bugün her zaman olduğu gibi zulme karşı yükselen bir savaş sloganıdır.
Başında kızıl yıldızlı beresi, dağınık saçları, hafifçe uzamış sakalı ve geleceği görürmüş gibi bakan gözleriyle bir enternasyonalizm bayrağı gibi dalgalanır durur yıllardır Che Guevara. Hala; “Bir, iki, üç... daha fazla Vietnam” diyerek halkları emperyalizme isyana çağırmaktadır sanki. Amerika ve emperyalizme bir meydan okumadır yaşamı ve duruşu. Devrimciliği özverili bir adanma olarak gören, devrimcinin kendisini ancak ölümün son verdiği bir sürekli çabada tüketmesi gerektiğine inanan, “Yeni insanın şarkısını halkın gerçek sesiyle söyleyen devrimciler gelecektir” diyen bir devrim inadıdır Che. Halkların yeminli düşmanlarının ondan bu denli nefret etmesinin ve ehlileştirmeye çalışırken bile efsaneyi büyütmelerinin nedenini bu inatta aramak gerekir.
Ernesto Che Guevara birçok hayat yaşamayı bilen insanlardandı. Arjantin’de doğdu. Bir yandan tıp öğrenimi yapıp bir yandan tüm Latin Amerika’yı dolaştı. Demokratik devrim günlerinde Bolivya’daydı. Tıp doktoruydu; gazetecilik, fotoğrafçılık, futbol antrenörlüğü, oyunculuk ve kitap pazarlamacılığı dahil bir sürü mesleğe girip çıktı. Guatemala’ya Amerikan müdahalesi sırasında oradaydı. Devrimcilik mesleğine girenlerle ve Fidel Castro Ruz ile ilk orada tanıştı. Emperyalizmle mücadele perspektifi bu müdahale sırasında pekişti. Küba’da ikinci kumandandı. Efsanevi gerilla önderi, Camillo Cienfiegos ile birlikte 3 Kasım 1959’da Havana’ya ilk giren kişiydi. Devrimin zaferinden sonra; Endüstri Bakanı, Merkez Bankası Başkanı ve Ordu Kumandanı olarak görev yaptı. Günü geldiğinde tüm yüklendiği insanları bir tarafa bırakıp, başka coğrafyalardaki devrimci kavgaların peşine düştü. Anne ve babasına yazdığı veda mektubunda; “Bir kez daha bacaklarımın altında Rossinante’nin gövdesini hissederek yollara düşüyorum” diye yazdı. Rossinante Don Kişot’un atının adıdır. Zalime karşı savaşması gerektiğine inanan ve karşılaşacağı zorlukların farkında olan bir adamın benzetmesidir bu.
Küba devrimine katıldıktan sonra gerçek bir dönüşüm geçirmiştir. Bunu aynı mektupta şöyle dile getirir: “ilk bakışta hiçbir şey değişmedi, ama şimdi daha bilinçliyim, Marksizm daha derin şimdi içimde ve her şey yerli yerine oturdu. Özgürlüğünü kazanmak isteyen halklar için tek başarı yolunun silahlı mücadele olduğuna inanıyorum ve inançlarımla tutarlıyım. Çok kişi benim bir maceracı olduğumu düşünebilir, evet, öyleyim, ama bir başka yapıda: Gerçek bildiklerini savunmak için hayatlarını hiçe sayan bir maceracı.” Che, yaşamı konusunda yazan her insanın belirttiği gibi “devrimle evli olan” bir maceracıydı. Dünyanın her köşesinde devrimin peşinden koştu. Ancak bu basit bir tutku değildi. Çok daha gençken; “... kapitalist ahtapotun yok edildiğini görünceye kadar mücadele etmeye yemin etmiş” birinin kararlılığıydı. Altmış sekiz kuşağını simgeleyen; “Gerçekçi olun, imkansızı isteyin” sözü, onun hayallerindeki ufuk genişliğinin en iyi anlatımıdır.
Önce Afrika’ya, ardından da Bolivya dağlarına gitmesini Fidel Castro ile aralarının açıklığına yoranlar olmuştur. İkbal peşinde koşanların, yalnızca kendileri için iktidar isteyenlerin anlayamayacağı davranışlardır yaptıkları. Oysa o bir kavga adamıdır. Ve eylemiyle sözleri arasında en ufak bir tutarsızlık yoktur. Emperyalizme karşı yeni cepheler açmak, devrimi; Asya, Afrika ve özellikle de Latin Amerika’da yaymak için çıkar yola. Latin Amerika’da devrim ateşini tutuşturmanın yalnız Küba’yı rahatlatmayacağına, Vietnam devrimine yardım için bir ikinci cephe açmak anlamına da geleceğine inanıyordu. Che, Kübalı devrimci Jose Marti’nin: “Gerçek bir insan, başkasını yanağına indirilen tokadın acısını kendi yanağında duymalıdır”, sözünü düstur edinmişti. Bir bütün olarak emperyalizme karşı mücadele eden ülkelere verdikleri desteği de bu sözlerle açıklamıştı 1961’deki bir konuşmasında. Devrimden devrime koşmasının ardındaki gerçeği maceracı ruhunda değil, inancının derinliğinde aramak gerekir. “Devrim partisinin ideolojik itici gücü olan Devrim, tüm dünyayı kapsayacak güce erişemezse, ölümden başka sonu olmayan bir süreç içinde kendini tüketir” demişti bir keresinde. Üçüncü bin yıla giren insanlık, bu gerçeğin yaşamsallığını pratikten öğrenmektedir.
Che Guevara’nın Bolivya dağlarına gidişi, devrimin dışında başka bir yaşam bilmemesindendir. “Tüm çabamızı sosyalist insanın yaratılmasına harcamalıyız” diyordu, “Gerçek proleter enternasyonalizmini yaratacak olan altında dövüştüğümüz bayrak, insanlığın kurtuluşu kutsal davası olmalı. O nedenle, yalnızca bugün silahlı mücadeleye sahne olan ülkelerden söz edersek Vietnam, Venezüella, Guatemala, Laos, Gine, Bolivya bayrağı altında ölmek... Bir Amerikalı, Asyalı, Afrikalı, hatta Avrupalı için aynı biçimde onurlu ve erişilmez değerdedir. İnsanın bayrağı altında doğmadığı bir ülkeye akıttığı her damla kan, orada hayatta kalan her kişinin daha sonra kendi ülkesinde vereceği kurtuluş mücadelesi için bir deneydir; bir halkın kurtuluşu, başka bir halkın kurtuluş mücadelesinde kazanılmış bir aşamadır”. Ernesto işte böyle bir inançla yaşadı, dövüştü ve öldü. Bu yüzden yaktığı ateş hiç sönmedi. Ölüsünü önce yaktıklarını açıkladı işbirlikçi general Barrientos. Daha sonra, yapılan otopsinin ardından gizli bir yere gömüldüğü anlaşıldı.
Che’nin cesedi üç yıl önce bir toplu mezarda bulunduğunda, Latin Amerika halkı için çoktan Aziz Ernesto olmuştu O. İşbirlikçi BolivyalIlar ve ABD emperyalistleri, cesetle birlikte devrim ruhunu da gömebileceklerini var- saymışlardı besbelli. “Küba oğluna kavuştu” diye yazdı burjuva gazeteleri o zaman. Şimdi alevden atlı devrimci Küba göğünün altında. Ülkesi ise emperyalizme karşı hâlâ direnmekte. Öldüğünde, bir öğrenci şöyle demişti Ernesto için, “Che’nin ölmüş olması önemli değildir. Önemli olan onun gibi bir insanın yaşamış olmasıdır. Yoldaş Che’yi yok edebilmek için, bizi, yoksulların tümünü yok etmeleri gerekir. Bu, ise olanaksızdır”.
Kübalı küçük öğrenciler her sabah okullarında “Che gibi olmak” istediklerini haykırmayı sürdürüyor bugün de. Demek ki umut ayakta olmaya devam ediyor Che sözü Latin Amerika Kızılderili lehçelerinde “insan” anlamına geliyor. Arjantin argosunda ise ahbap, arkadaş demek. Bu durumda Che gibi olmak, insan olmak demek oluyor. O Che ki, Bolivya dağlarında ilk yayınladığı bildiride; bir başka devrimcinin, İspanyol komünisti Dolares İbarruri’nin sözleriyle; Diz üstü yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir, diye seslenmişti tüm dünyaya.
Bu söz And dağlarından, Meksika’ya, Arjantin’den, Nepal’e, Endonezya’dan Filistin’e ve coğrafyamıza dek tüm dünyada hâlâ yankılanmaya devam ediyor.
Günümüzde insan olmak ve ayakta kalmak seçenekleri yok sayılıyor. Bütün dünya, adına “gösteri toplumu” dedikleri seyirlik oyunun bir parçası olarak görülüyor. “Oynayabileceğiniz ve katılabileceğiniz tek oyun bu!” deniyor, sanki herkese. Tüm tezgahlar insanların başını çevirip, bir başka seçenek daha var, dememesi için düzenleniyor. Kapitalizmin çok seslilik görünümü altında, hazları, düşünceleri, istemleri tektipleştiren mekanizmalarına “Hayır!” demek, esarete karşı çıkmak anlamına geliyor. Bu yüzden, Che Guevara, hayata itiraz etmenin ve her şeyi değiştirmenin mümkün olduğunu söylüyor her anımsanışında.
“Che Yılı” ilan edildiğinde, bizdeki yeni liberaller, yani eski dönekler, hop oturup hop kalktı bu nedenle. Sistem büyük bir ustalıkla, başkaldırının haşarı çocuklarını ehlileştirip meta haline getirmek için çalışsa da, Che’nin içindeki isyancıyı bir kalıba sokmak mümkün olmuyor. Che hep haşarı olmaya ve denemekten asla vazgeçmemeye çağırıyor. Diz üstü sürünmeyi seçenler, insanın düşünün olay yaratacağının farkında olduklarından öfkeliler. İnsanlığın korkularını yenmesinden, değerlerini yeniden keşfetmesinden tedirgin oluyorlar. Sınıf sezgileriyle Ernesto’nun gündemleşmesini, devrimin güncelleşmesi olarak algılıyorlar. Korkuları haklı ve yerindedir. Çünkü tercihini yapmış; “Bir devrimde ya muzaffer olunur ya da ölünür” demekten çekinmeyen örgütlü cüreti temsil ediyor Che Guvera.
Bundan ötürü devrimcilerinin “Che gibi olmak” sözü üstünde derinlemesine düşünmeleri gerekiyor. Che gibi olmak, çok kısa olarak; devrime, insana, geleceğe inanmak; hangi yaşta olursa olsun değişme, mücadele ve yeniden başlama iradesine sahip olmak, kapitalizm ve emperyalizmden derin bir nefret, olağanüstü bir enternasyonalist ruh anlamına geliyor. Arkadaşı Jean Cormier; “Hiç kuşkusuz Che “çoğul”dur. Ben’i bilinçli olarak ve ısrarla, azimle, biz’e doğru götürmüştür. O bir kaleydoskoptur, her yüzeyi öteki yüzeyi aydınlatır ve yönlendirir” tespitini yapıyor. Demek ki onu yalnızca çok yönlü bir devrimci olarak görmek yetmiyor. Bugün bilinçli olarak, genç yaşta, iktidarı reddedip, ölmeyi seçen eylemciliği öne çıkarılıyor. Çünkü yiğitlik destanı gizlenemiyor.
Ama O, kendinin değil, insanlık adına bir sınıfın iktidarını talep ediyor. “İktidar, devrimci güçlerin zorunlu stratejik hedefidir, her şeyin bu büyük amaca bağlı kılınması gerekir” diyor. Sosyalist iktidarı ciddiyetle savunuşunun, yeni insan üstüne söylediklerinin ve eleştirel bakışındaki derinliğin üstü örtülüyor. Oysa Che yalnızca adanmışlığı, bireysel başkaldırıyı değil, yapıcı olmayı, kolektif mücadele ruhunu ve gelecek insanı temsil ediyor. Efsaneyi yaşatıp, inançlarını unutturmak isteyenlere itibar edilmemelidir. Che hep tam da kendi şiirindeki gibi; “Lenin’in icra ettiği ve halkların söylediği/ Marks ve Engels’in şarkılarını” söylemeye çalışmıştır.
Küba devrimi için çalıştığı altı yıl boyunca yazdığı ekonomik ya da siyasi tüm yazılarda “yeni insan” ve “sosyalizm” üstüne ciddiyetle düşündüğü anlaşılıyor. Uluslararası sosyalist hareketin ve özellikle Sovyetler Birliği’nin sorunları üzerine kafa yoruyor. Düşüncelerini ve gözlemlerini her platformda diplomatik bir dille ya da açıklıkla dile getirmekten çekinmiyor. Küba devriminin ardından 6 Ağustosta Fidel Castro Kuzey Amerika petrol şirketlerini ulusallaştırdığı andan itibaren, Küba’nın izleyeceği yol belli olurken, ABD saldırganlığı ve ambargosu da gündeme geliyor.
Latin Amerika Gençliği’nin Havana’da düzenlediği bir kongrede şöyle diyor, Che: “Bana devrimimizin komünist olup olmadığını soracak olursanız, ben, Marksist olduğunu söylerim. Devrimimiz Marx’ın nirengilerle gösterdiği yolları kendi yöntemleriyle bulmuştur. Şimdi ben burada tüm inancımla şöyle sesleniyorum: Sovyetler Birliği, Çin, sosyalist ülkeler ve özgürlüğünü kazanmayı başarmış eski sömürge ve yarı sömürge ülkelerin halkları bizim en yakın dostlarımızdır. Latin Amerika’daki bazı hükümetlerin, bize, ısıramadığımız eli öpmemizi salık vermelerine karşın, bizim, kıtamızın köle tacirleriyle bir kıtasal birlik çerçevesinde bir araya gelmemiz mümkün değildir”. Latin Amerika üniversitelerinden, tüm dünyaya yayılacak olan “Küba si, Yanki No” sloganı bu sözlerden kaynaklanacaktır.
Küba devrimi Soğuk Savaş’ın en hızlı döneminde, üstüne üstlük Amerika’nın arka bahçesinde gerçekleşir. Küba’nın ABD’ye uzaklığı yalnızca 80 mildir. Bu, Birleşik Devletler yöneticilerinin hiç hazmedemediği bir durumdur. Ancak, ne sabotajlar, ne propaganda seferleri, ne Domuzlar Körfezi çıkartması Kübalıları dize getirmeye yetmemiştir. Kennedy döneminde gündeme gelen ve Latin Amerika ordularının iç düşmana yönelmesini öngören Ulusal Güvenlik Doktrini ABD’nin Küba Devrimi’nden çıkardığı derslerden biri olmalıdır. Öte yandan Sovyetler Birliği, bu dönemde devrimci yürüyüşünü durdurmuş, savunma stratejisi izlemektedir. Mevcut kazanımlarını korumaya çalışmak, bazı ödünler karşısında vazgeçmeye hazır olduğu ileri çıkışlar yapmak, bu nasyonalist politikanın belli başlı çizgileridir. Bu nedenle 1963 yılında Küba’da füze krizi patlak verdiğinde, Sovyet yöneticileri Türkiye’deki modası geçmiş füze başlıklarının sökülmesi karşılığında, üstelik başlıkların sökülmesini bile beklemeden, Küba’daki füzeleri kaldırmışlardır. Küba hükümetine danışılmadan Amerikan iradesine bu boyun eğiş, Che Guevara’yı derinden etkilemiştir.
24 Şubat 1965’te Cezayir’de toplanan, Asya-Afrika ülkeleri konferansında bir konuşma yaparak düşüncelerini açıklıyor. Şöyle diyor;
“...(Sovyetler) işçi sınıfının küresel hedeflerinden uzaklaşmış, davamıza tümüyle yabancı bencil bir politikanın çıkarlarını gözeterek, halkçı devrim hareketlerine vereceği desteğin pazarlığını yapmaktadır. (...) Bilinçlerde tüm insanlık için kardeşçe bir yaklaşımı sağlayacak değişimler oluşmamışsa sosyalizmin varlığından söz edilemez”. Bu konuşmasında, onu çileden çıkaran karşılıklı çıkar temelli Sovyet politikasını yerden yere vuruyor. Ve bu işleyişi açıkladıktan sonra; değişik bloklardaki uluslararasında da böyle ilişkiler kurulabiliyorsa, “bundan sosyalist ülkelerin de emperyalist sömürü düzeninde suç ortağı olduğu sonucunu çıkarabiliriz” diyerek, dönemin Sovyet politikalarına açıkça eleştirel bir tutum takınıyor.
Che’nin bu görüşleri, sosyalizm koşullarında; çalışma, maddi özendiriciler ve yeni insan konusundaki düşünceleri ile de tutarlıydı. O devrimin yeni bir insan tipi tarafından sürekli hale getirilebileceğine inanıyordu.
“Hombre lobo no, hombre nuevo si!” yani; Kurt insana hayır, yeni insana evet!” onun ortaya attığı bir slogandı.
Sovyet sosyalizminin yaşadığı sorunlar üzerine kafa yoruşu, geriye dönüşün nedenleri üzerine düşünüşü, onu dönüp dolaşıp; değer yasası, para, çalışma, maddi özendiriciler konusuna getiriyordu. Kâra ve tüketim toplumu kalıplarına göre yetişmiş insan tipinin kökten değişmesi gerektiğine inanıyor, Sovyet insanını “tersyüz edilmiş Amerikalılar” olarak görüyordu.
Sovyet ekonomisi üzerine çalışmış Bettelheim’ın, Küba’da, işletmelerin özerkliğini ve verimliliğin artması için maddi özendiricileri öngören planını hemen geri çevirdi. Sosyalizmde değer yasasının bilinçli olarak kullanılabileceği biçimindeki görüşü reddediyordu. Çünkü o, meta değişimine yol açan ve kârı temel alan her uygulamanın kapitalizme götürdüğünü biliyordu. Ücret makasının açılmasının; çalışmada ürün kalitesinin yükseltilmesi ve üretkenliğin arttırılması amacıyla kullanılmasını kabul etmiyor; “Bunlar kapitalizmin uyarıcıları. Bunların yerine, yeni bir insan yaratacak moral uyarıcılar gerek bize” diyordu.
Che, tüm bunları söylerken hiç de hayalci değildir. Çalışmanın zorunluluk olmaktan çıkıp ihtiyaç haline gelmesi için maddi koşulların olgunlaşması gerektiğini bilir. Öte yandan bilinç unsurunun sürece etkisinin karşılıklılığının farkındadır. Hatta bilinç unsurunu maddi dönüşümlerin itici gücü olarak görmektedir. “Karşıt sistemin savunucuları için tüketim maddeleri, hayatın vazgeçilmez parçası ve bilincin temel unsuru. Kanaatimizce maddi uyarıcılar (aslınsa uyuşturucular) ve bilinç birbiriyle hiç örtüşemeyecek iki zıt kavramdır”der. Maddi özendiricilerin yerini manevi özendiricilerin alması konusunda ısrarlıdır. Ancak geçmişin köklü alışkanlıklarının ne denli güçlü olduğunu pratik ona göstermiştir. Maddi özendiricilerin geçmişten miras alındığını, süreç içinde halkın hayatından silinmesi gerektiğini söyler. Ve ekler; “Ancak, bugün etkili olan bu tip güdülemenin her geçen gün önemini biraz daha yitirmesi, yerini manevi özendiricilere, görev aşkına, yeni devrimci bilince, yeni düşünce biçimine bırakması için gereken koşulları hazırlamalıyız”.
Karl Marx 1844 El Yazmaları’nda; “Komünizm, insanın kendisine yabancılaşması demek olan özel mülkiyetin gerçek anlamda yok edilmesi ve sonuçta, insan özünün gerçek anlamda, insanlar tarafından, insan için geri getirilmesi, yani insanın bilinçli biçimde ve daha önceki gelişiminin tüm zenginliğini kucaklayarak, toplumsal (yani insancıl) insan olarak, tam anlamıyla kendine dönmesidir. Komünizm, tam anlamıyla gelişmiş doğalcılık=insancıllık, tam anlamıyla gelişmiş insancıllık=doğalcılık olarak insanla doğa, insanla insan arasındaki anlaşmazlığın doğru çözümü, varoluş ve öz, nesneleşme ile kendini doğrulama, özgürlükle zorunluluk, bireyle tür arasındaki mücadelenin gerçek son buluşudur. Komünizm, tarih bilmecesinin çözümüdür, çözüm olduğunun da bilincindedir” diyor.
Guevara işte altı çizilmiş bu “bilincinde oluşa” dikkati çekiyor. Bu noktadan hareketle sosyalizm bakımından, insanı bütün işleyişin merkezine koyuyor ve değişimin esasını “bilinç” unsurunda görüyor:
“Bilincindedir” kelimesinin altı çizilidir, çünkü Marx, sorunun ortaya konuluşunda bu ifadenin temel olduğunu biliyordu, diye ifade ediyor düşüncelerini. Ve şöyle sürdürüyor ; “Marx insanın kurtuluşunu düşünüyor, komünizmi insanı yabancılaşmaya iten çelişkilerin çözümü, ama bilinçli bir eylem olarak görüyordu. Yani, komünizm yalnızca, yüksek düzeyde gelişmiş bir toplumun, doruğa ulaşmadan önceki geçiş aşamasında çözülen sınıf çelişkilerinin sonucuymuş gibi düşünülemez. İnsan, tarih sahnesinin bilinçli aktörüdür. Kendi toplumsal varlığını da tanımayı da içeren bu bilinç olmaksızın komünizm olamaz”.
Che’nin Sovyetler Birliği’ne yönelik eleştirileri de bu derinlikli bakış açısının ürünüdür. “Mal insanının” varoluşu son bulmalıdır, diyor, Sovyetler Birliği’nde “değer yasasının” meydanı boş bulduğunu söylüyordu. Maddi özendirici etkenler ve bir fabrikanın verimliliğinin satışlarla ölçülmesi konusunda Sovyetlerde yaptığı gözlemleri aktarırken, yapılanların yeni bir şey olmadığına dikkati çekiyordu. Kendisine bir fabrikayı gezdirmişler ve işleyişi anlatmışlardır. “kapitalizmin yaptığı da budur zaten” yorumunu yapıyor, bununu üzerine. Ardından da; “Ne var ki, sistemi tek bir işyeri için değil de tüm toplum için genişletecek olursak, üretim anarşisine varırız. Bu da büyük bir bunalım yaratır, sonra sosyalizmi yeniden kurmak gerekir” diye ekliyor.
Guevara bunları söylediğinde henüz altmışlı yılların ilk yarısıdır. NEP dönemine bir geri dönüş savunması algılıyor.
Ve haklı olarak, pratiğin zorladığı bir sürecin, teorileştirilmesi eğilimine karşı çıkıyor. Çok dikkatli bir üslupla; “.Kısacası, bugün yolunu değiştiren birçok ülkeyle karşı karşıyayız” tespitini yaptıktan sonra; maddi özendiricilere başvurulmasından yöneticilerin kârlı çıktığını iddia ediyor, henüz ümitsiz değil ama; “teori, ilke ve analiz yoksunluğundan kaynaklanıyor bunlar” diyor.
Ancak söylemek istediklerinin açıkladıklarından çok daha fazla olduğunu, konuşmayı bitirirken “Şimdilik söyleyeceğim bunlar” demesinden çıkarmak mümkün. Bu, bir başka konuşmasında, “Sovyet yöneticilerinin tüketim mallarının bilinci yönetmesine izin verecek bir sistem sürdürdüklerini” söylemesinden de açıklıkla anlaşılıyor.
Che; pazar ve para gibi eski kategorilerin, maddi çıkara dayalı özendiricileri var eden koşulların giderek ortadan kaldırılmamasının, kapitalizme yol açacağını çok iyi bilir. Altı yıl boyunca, Küba’da yaptığı her konuşmada, yazdığı her yazıda konuya dikkat çeker. Hele geri kalmış bir ülkede daha kararlı davranmaktan yanadır. Aksi halde geriye, gelirin emeğe göre dağılımı ve sömürüye son verme eğilimi dışında bir şey kalmayacağını, bunların ise geçiş dönemini göğüslemek için gereken devasa bilinç değişikliğini gerçekleştirecek etken olarak yetersiz olduğunu söyler. Değişimin bireye ve insana dayanarak gerçekleşeceği Che Guevara’nın temel önermesidir. “Bu değişim, tüm yeni ilişkilerin çok yönlü etkisiyle yani eğitim ve sosyalist ahlakla, dolaysız maddi özendiricinin insan bilincini, insanın toplumsal bir varlık olarak gelişimini frenleyerek etkisi altına aldığı şeklindeki, bireye değer veren düşünce tarzıyla gerçekleşmelidir”, der.
Ona göre komünizm, insanlığın yalnızca bilinçli olarak ulaşabileceği bir amaçtır. Eğitimi bu yüzden önemser. Bu anlamda devrimi çift yönlü olarak algılar; siyasal devrim ve maddi gelişme süreci içindeki bir toplumun bilincini ve düşünüş biçimini değiştirmek. Yani bilinçlerdeki devrim. Guevara işte tam bu düşüncelerin tümüdür. Ve Guevara’yı değerlendirmek, onun gerilla mücadelesi üstüne geliştirdiği tezleri esas alarak değil, sosyalizm üstüne söyledikleri ve uygulamaya çalıştıklarına bakarak yapılmalıdır. Çünkü Guevara’nın tüm devrimci, ekonomik, politik amaçlarının ardındaki temel düşünce, yeni insanın ve tutarlı bir komünist toplumun oluşturulması için, manevi bir dayanak olarak gördüğü yeni bir bilincin uyandırılması ve güçlendirilmesiydi. Günümüzde yenilginin nedenlerini araştırırken, üstünde durmamız gereken can alıcı noktalardır bunlar.
Guevara, bir eylemci ve devrim peşinde koşan bir romantik değildi yalnızca, devrimin her türlü sorununa kafa yoran inatçı bir devrim insanıydı. Devrimin insanın özünün değiştirilmesine yönelmeden başarılı olmayacağını bilecek kadar gerçekçi, davranışlarında ve eyleminde geleceğe ait biriydi. “Haşin olmalıyız” diyordu, “Şefkatimizi hiç yitirmeden”. Usta romancı Jorge Amado’nun dediği gibi; “ Che Guevara, kahramanlığı da efsaneyi de aşıyordu. O bir insandı”. Hayal ve umutlarımızın gerçekleşebilir olduğunu göstermeye devam eden bir insan!... Küba devrimine giderken yazdığı ilk veda mektubunun sonunda; “Bu andan itibaren ölümümü bir kayıp olarak algılamayın, Nazım Hikmet gibi: Mezarıma yalnız yarım kalmış bir şarkının hüznünü götüreceğim” demişti. Che’nin türküsü sürüyor. Onun yeniden dillerde dolaşması külün altında ateşin yandığını gösteriyor. Ölümünden 36 yıl sonra bile, emperyalizmin uşaklarının karabasanı olmaya devam etmesi, bireysel bir maceracı olarak gösterilmeye çalışması bundandır. O bir sosyalizm savaşçısıydı. Bireysel davranmayı ve vazgeçmeyi bilmedi. İnsanların güzele ve umuda, yani insana olan ihtiyacıdır Che’yi gündemleştiren.
“Onun ikinci hayatı Bolivya’da başladı, hayatın taşlarda devam ettiğine inanan Bolivyalılarda” diyor Jean Cornier. “Efsanye göre sekizinci İnka, Virococha, Titicaca gölünde doğdu. Dünyanın çok karanlık olduğunu görerek, ayı, güneşi, yıldızları yarattı ve dünyaya ışığı armağan etti. Sonra Curzo’ya İnka’ların başkentine doğru yola çıktı, ama on sekiz mil kala, Cacha denilen bir yerde onun kim olduğunu bilmeyen insanlar onu öldürmek istediler. Viracocha’yla savaşçıları o zaman taşa dönüştü, tekrar savaşa başlayacakları günü beklemek üzere. La Higuera’daki ve çevredeki köylüler için Che de taşa dönüştü ve tekrar hayata döneceği günü bekliyor”. Emperyalizme ve kapitalizme karşı halkların her başkaldırışında her direnişinde hayata dönüyor Ernesto Che Guevara.
Che gibi olmak; Sınırlar, bayraklar, önyargılar, şovenlikler ve egoizmlerden uzaklıktır. Her hangi bir zamanda, her hangi bir halkın davası uğruna kanını dökmeye hazır olmaktır. Öğrenme sevdasını ve serüven tutkusunu militan devrimciliğe çevirmesini bilmektir. Maddi şeyleri bir tarafa itebilme iradesidir. Che; “Marksist tüm insanların en yetkini olmak zorundadır... araştırmada, çabada sürekli öncü... her an diğerlerinden daha mantıklı, daha bilinçli, daha insancıl” demişti. Bizler açısında Che gibi olmak böyle anlaşılmalıdır. Tam da bu yüzden her halktan her ulustan devrimciyle birlikte; I Hasta siempre comandante, diyoruz her ölüm yıl dönümünde ve onu her anımsadığımızda. Tıpkı devrim gibi; Daima seninle kumandan Che Guevara!...