Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü tarafından yönlendirilen neo liberal eğitim politikaları, burjuva eğitimin iç yapısında ve kitlelerin eğitim kurumuyla ilişkilerinde köklü değişiklikler yaratıyor. Eğitimdeki neoliberal dönüşüm, burjuva ulus devletin yeniden yapılandırılması süreciyle de paralellik taşıyor. Eğitim, tekellerin öncelikli ilgi alanlarından birisi haline geldi.
Öyleyse, şu soruyu sorarak başlayalım: Neden? Neden, eğitim ve eğitim sürecinin dönüşümü hem emperyalist kurum ve tekellerin, hem de işbirlikçi sermayelerin öncelikli ilgi alanlarından birisi haline geldi? Neo liberal söylem, bu durumu “bilgi toplumu” kavramıyla açıklıyor. Dünya Bankası raporlarında sakız gibi çiğnenen bu kavramı YÖK’ün bir açıklamasından aktaralım: “Coğrafi sınırların öneminin azaldığı, devletçiliğin yerini serbest pazar ekonomisine bıraktığı, özelleştirmeye hız verildiği ve rekabetin her alana damgasını vurduğu günümüzün küreselleşmiş dünyasında, yükseköğretim sistemi, ... insanlığın ulaşmış olduğu bilgi toplumu aşamasında bilgi ekonomisinin beyni niteliğine bürünmüş bilgi fabrikasıdır.”(1) Yine bugünkü YÖK Başkanı Kemal Gürüz, 1994’te TÜSİAD için hazırladığı bir raporda, şunları söylüyordu: “Bilginin ve bilgili insan gücünün, ekonominin en önemli girdileri haline gelerek sermayenin ve üretim faktörlerinden birisini oluşturması, bilim ve teknoloji arasındaki ... ilişki ile birlikte, Bilgi Toplumu’nun ve Sanayi Sonrası Toplum’un en belirgin niteliğidir. Bu nedenle ... bilgi ve bilgili insanların kaynağı olan üniversiteler ve araştırma merkezlerine ileri ve özellikli üretim faktörleri adı veriliyor”(2) Tekelci burjuvazinin sükseli eğitim bakanı Erkan Mumcu da, eğitim sistemine dair internette başlattığı sözüm ona “geniş katılımlı” tartışmanın sunuşunda aynı düşünceleri paylaşıyordu: “Bilginin temel üretim faktörleri arasında birinci sıraya yükseldiği, küresel rekabet üstünlüğünün bilgi üretimine ve paylaşımına bağlı olduğu günümüzde...”(3) YÖK, TÜSİ- AD ve AKP’nin hemfikir olduğu bu nokta, Dünya Bankası eğitim yapısal uyum programlarının da çıkış noktasıdır.
Bilgi Ve Kapitalist Rekabet
“Bilginin temel bir üretim faktörü haline geldiği” söylemi, bilim ve teknoloji üretiminin kapitalist rekabet açısından taşıdığı önemi ifade ediyor. Bunun için, uluslararası tekeller başta gelmek üzere, kapitalist şirketler, araştırma-geliştirme (Ar-Ge) merkezleri kurmak veya üniversitelerin bu alandaki olanaklarından yararlanmak yolunu tutuyorlar.
Bilgi, birbiriyle kıyasıya rekabete tutuşan kapitalist tekeller için hayati bir önem taşıyor. Üretimin ve sermayenin daha ileri bir düzeyde dünyasallaştığı, dünya pazarının geçmişe oranla daha sıkı bir entegrasyon düzeyine vardığı bir kapitalist dünyada, üniversiteler, kapitalist rekabetin lojistik destek gücü ve cephe gerisi olarak görülüyor. Kapitalist rekabetin ‘70’ler boyunca süren yükselişi, SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte, baş döndürücü bir hız ve yoğunluk kazandı. Sanayi üretiminin ‘70’lerden başlayan otomasyonu ve mikro elektronik temelindeki yenilenmesi, diğer yandan bilgisayar teknolojilerinin üretimde önemli bir yer tutmaya başlaması, “bilgi üzerindeki mülkiyetin, bu rekabette önemli bir yer tutmasına yol açıyor. Kapitalist tekeller, bilgi mülkiyetini patent hakkına bağlayarak, rakiplerinin bu bilgiden yararlanmasını engelliyor, mülkiyetlerine aldıkları bu bilgiyi piyasa üzerinde egemenlik kurmak ve rakiplerini geriletmek için kullanıyorlar. Burada kullanıldığı anlamıyla “bilgi”, belli bir ürünün daha ucuza üretilmesini sağlayan bir buluş, ürünün pazar payını yükseltecek yeni bir vasıf, emek zamanını kısaltan yeni bir makine olabilir. Tüm belli başlı dünya tekelleri, “araştırma geliştirme” laboratuvarları aracılığıyla, pazardaki rekabet savaşında avantaj sağlamaya çalışıyorlar. Bizzat şirket bünyesinde kurulan araştırma merkezleri, araştırma projesi satan özel şirketler ve tabii ki, proje üreterek kapitalist şirketlere satan üniversiteler, böylece kapitalist rekabetin uzuvları olarak ortaya çıkıyorlar. Böylesi araştırma merkezleri kurmak büyük yatırımları gerektirdiği için, kapitalist şirketler, global bir eğilim olarak, maliyetinin bir kısmı devlet tarafından karşılanan üniversite araştırmalarını satın almak, üniversitelerin bilimsel faaliyetlerine egemen olmak istiyorlar. YÖK’ün raporunda ironik biçimde “bilgi fabrikası” olarak adlandırılan üniversiteler, böylece kapitalist sanayinin bir yan koluna, onun proje üretim şubesine çevrilmek isteniyor.
Uluslararası mali kurumlar, emperyalist küreselleşme saldırısında özel bir yer tutuyorlar. Sermayenin yönetiminde olmayan, kar amacıyla üretim gerçekleştirilmeyen alanların sermayeye açılmasında, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuramların basıncı ve bağlayıcı uluslararası anlaşmalar “anahtar” rolü oynuyor. Eğitim açısından da Dünya Ticaret Örgütü ve bu kurum bünyesinde imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) bu zorlayıcı misyona sahip. GATS, Dünya Ticaret Örgütü kurucu anlaşmasının bir ekidir. DTÖ anlaşmasıyla birlikte, 15 Nisan 1994’te imzalanan bu anlaşma, 25 Şubat 1995’te TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. DTÖ anlaşmasını imzalayan ülkeler, hizmet sektörünü adım adım liberalleştireceklerine, devlet kontrolünü azaltarak serbest piyasaya açacaklarına dair taahhüt altına giriyorlar. GATS’ın “eğitim hizmeti üreten işletmeler” olarak gördüğü okullar da bu taahhüdün kapsamına giriyor. Türkiye’nin bu anlaşmayı imzalamasını izleyen ilk eğitim yılı başlangıcında (1995 Eylülü) üniversite harçlarının yüzde 350 zamlanması, kuşkusuz ki bir rastlantı değil, GATS’ın uygulanmasının sonucudur. Kuşkusuz Türk burjuva devleti 1994’e kadar da eğitimin ticarileşmesi yönünde adımlar attı. Ancak GATS, bu adımlara genel bir çerçeve ve “yasal” bir dayanak sağladı.
1999’da kurulan 57. DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde atılan adımlar ve meclis gündemine taşman “yeni YÖK yasa tasarısı” ise, GATS’ın uygulanmasında yeni bir aşamanın eşiğinde olduğumuzu gösteriyor.
Humboldt'tan Bugüne
Burjuva üniversite, aydınlanma ve rönesansın ürünü olarak ortaya çıktı. Burjuva sınıfın gelişmesi, genel olarak bilimin gelişmesine bağlıydı ve bilimdeki her büyük gelişme, yeni gelişen kapitalist üretim tarzının temellerini güçlendiriyordu. Wilhelm von Humboldt, bu dönemin üniversitesini sembolize eden örneklerden birinin, Berlin Üniversitesi’nin kurucusudur. (1809) Humboldt, üniversitelerin “araştırma üniversitesi” olması gerektiği düşüncesindeydi. Ama, bugünkünden çok farklı bir anlamda. Ona göre, bilimsel araştırmanın amacı genel bilimsel gelişmeyi sağlamak olmalıydı. “Yüksek bilim kurumlarının özelliklerinden biri, bilimi daima çözülmemiş bir problem olarak ele almak ve bunun sonucu olarak da, (liseler sadece hazır ve kabul edilmiş bilgilerle uğraşır) bunları öğretirken araştırmayı hiç terk etmemektir. Bu bakımdan, yüksek bilim kurumlan denilen şey, ... insanların düşünce hayatından, buna ayrılacak zamandan ve bilimsel araştırmaya götüren özlemden başka bir şey değildir.”(4) Bu dönemin görüşlerinin anlaşılması bakımından burjuva liberal düşüncenin kurucularından John Stuart Mill’den de 1867 tarihli bir görüş aktarırsak; “Üniversitenin ne olmadığı konusunda genel anlamda bir anlaşma var. Mesleki bir eğitim yeri değildir. Üniversiteler insanlara, hayatlarını belli bir biçimde kazanmalarını sağlayacak bilgileri öğretmekle yükümlü değillerdir. Amaçları maharetli hukukçular, fizikçiler ya da mühendisler çıkarmak değil, yetenekli ve muktedir beşeri varlıklar yetiştirmektir.”(5) Ancak kapitalist üretim ilişkileri, daha henüz o dönemde bile, bu çerçeveyi çatlatıyordu. “Erdemli insan” yetiştirmeye dönük bu üniversite anlayışı, yerini belli mesleklere dönük eğitim yapan ve kapitalist sanayiyle pratik işbirliğini sürdüren üniversitelere bırakıyordu. Bu durum, Humboldt’un eleştirisine de konu olmuştur. “Eskiler (yani Yunanlılar),insanın, insan olarak tüm yeteneklerinin geliştirilmesine ve eğitilmesine çalışıyorlardı. Yeniler ise, insanı bir refah, zenginlik ve kazanç gücü olmasına uygun olarak eğitmektedirler. Eskiler erdemi, yeniler ise refahı aramaya yönelmişlerdir.”(6) Örneğin İngiltere’de 1851 sonrasında kurulan “civic university” (kent üniversiteleri) kapitalist sanayiyle işbirliği temelinde gelişmiş ve sanayicilerin yoğun desteğine konu olmuşlardı. Oxford ve Cambridge gibi geleneksel üniversiteler ise, 20. yüzyıl başına kadar, büyük oranda sanayiyle işbirliğinden ve mesleki eğitimden uzak durmuşlardır. Humboldtvari romantizm, ancak burjuva devrimleri döneminin ve kapitalizmin doğum döneminin üniversitesinde geçerli olabilirdi. Liberallere gelince... Tıpkı, Diderot’u “bir ulusun bütün çocuklarına fark gözetmeden kapılarını açan, evrensel bilimi kucaklayan, yeni bir üniversite”(7) tasarımı gibi, Mill’in “muktedir insan yetiştiren” üniversite tasarımı da, liberalizmin tüm diğer vaatleri gibi, kapitalizmin gelişimine ve burjuvazinin gerçek sınıf ihtiyaçlarına uyarlanmıştır.
YÖK’ün yukarıda bir parçasını alıntıladığımız 2001 tarihli raporu, Humboldt modeliyle yolların artık kesin biçimde ayrıldığını ilan ediyor. “Ondokuzuncu yüzyılın başında Wilhelm von Humboldt ideal üniversiteyi, bir mesleğe yönelik olmaksızın eğitim-öğretim ve pratik sonuçlarına bakılmaksızın araştırma yapılan bir kurum olarak tanımlamış ve eğitim-öğretim ile araştırmanın birbirini tamamlar nitelikte işlevler olduğunu öne sürmüştür. Ancak son yüzyıl içinde meydana gelen bilimsel gelişmeler, ... yükseköğretim sistemini aynı zamanda milli Ar-Ge (araştırma-geliştirme, bn) sisteminin de bir parçası haline dönüştürmüştür.”(8) Artık burjuva üniversitelerin burjuvazinin ve kapitalist sanayinin genel ihtiyaçlarına hizmet edecek, genel bir bilimsel faaliyet yürütmeleri kapitalizmin ihtiyaçlarına yanıt olmuyor. Üniversitelerin doğrudan doğruya Ar-Ge zincirinin bir parçası olarak konumlanmaları, şirketler için proje üreten bir yapıya kavuşturulması gerekiyor. Eğitimin içeriği bakımından ise, eğer yaşasaydı Mill’e küçük dilini yutturacak ölçüde teknikleşmiş ve belli bir mesleği edindirmeyi birinci amaç edinmiş bir üniversiteyle karşılaşıyoruz.
Günümüzdeki burjuva üniversitenin yakından incelenmesi, üniversitelerin bir yandan ticarileşirken diğer yandan da faaliyetinin içeriği itibariyle teknikleştiği görülür. Mezunlarına somut bir iş ve iyi bir gelir kazandırma olanağı taşıyan bölümler tercih edilir ve geniş kaynaklarla donatılırken, bu olanağı sunmayan bölümler geriliyor. Dünya Bankası uzmanı Psacharopoulos’un hesaplamasına göre, kişisel getirisi en fazla olan bölümler; yüzde 19 ile mühendislik, yüzde 17.7 ile ekonomi ve işletmedir.(9) Genel olarak burjuva üniversitede teknik bölümler gelişirken, sosyal bilimler geriliyor. Aynı Psacharopoulos’a göre, eğitimin bireysel getirisi, toplumsal getirisinden fazladır. Eğitim, insanın, gelecekte elde edeceği kazançlar uğruna kendisine yaptığı bir yatırımdır. Böylece neoliberaller, eğitimi “insan sermayesine yapılan bir yatırım olarak tanımlıyorlar; dolayısıyla onlar açısından bu durumda anormal bir şey yoktur.
Böylece, tekelci sermaye, üniversitelerin piyasaya, belli bir alanda somut olarak eğitilmiş vasıflı işgücü yetiştirmesini talep ediyor. 1994 tarihli TÜSIAD raporunda şöyle buyurulur: Üniversitenin vereceği mezunlar, “bilgi toplumu ve küreselleşme sürecinin gerektirdiği insan gücü profili”ne uygun olmalıdır.(10) Böylece, üniversite, insanların bilimsel bilgiyi edinmek ve üretmek için devam ettikleri bir kurum olmaktan sıyrılarak, giderek daha fazla, meslek öncesi eğitim merkezi olarak işlev görüyor. Örneğin bir öğrenci, dershanesinin rehber öğretmenine, ÖSS’de felsefe bölümünü kazanmak istediğini söylediğinde rehber öğretmen bunu çok saçma ve anlamsız buluyor. Çünkü felsefe bölümü (formasyon hakkının gaspından sonra) mezunlarına somut, belli bir meslek “vaat” etmiyor. Humboldt’un “insanların düşünce hayatından, buna ayrılacak zamandan ve bilimsel araştırmaya götüren özlemden” ibaret gördüğü üniversiteye, araştırma merakından ve felsefeye ilgisinden dolayı gitmek isteyenin garip karşılandığı bir durumdayız! Bugünün burjuva üniversitesi, tüm düzeneğini “parça insan” üretmek üzerine kuruyor. Fakülteler ve bölümler, kapitalist iş bölümü esas alınarak bölünüyor. Üniversite, doğa bilimleri öğrenmek isteyenler, sosyal bilimleri öğrenmek isteyenler vb. şeklinde değil, mühendisliğe hazırlananlar, teknisyenliğe hazırlananlar, bankacılığa hazırlananlar, vb. şeklinde bölümlere ayrılıyor. Doğa bilimlerine dayanan eğitimden bilim tarihi, bilim etiği ve bilimin toplumsal işlevine dair dersler tasfiye ediliyor. Toplum bilimleri bölümlerinde işletme, uluslararası ticaret gibi mutasyona uğratılmış ekonomi bölümleri öne çıkarken, kazanç vaat etmeyen tarih, felsefe, sosyoloji gibi bölümler geriliyor veya ortadan kalkıyor. “Bilgi toplumuna uygun” mezunlar, toplumdan ve tarihten bihaber mühendisler ve bilgisayar uzmanlarıyla, gerçek yaşamdan bihaber, istatistiklerin ve “genel denge” problemlerinin soyut dünyasında yaşayan ekonomistler ve işletmeciler olsa gerek.
Girişimci Üniversite
Dünya Bankası, bugünkü kapitalist dünyada, ihtiyaç duyulan üniversite tipini “girişimci üniversite” olarak tarif ediyor. Bu üniversite tipi, piyasaya proje üretecek, öğrencilerinden öğrenim ücreti toplayacak, diğer üniversitelerle rekabet edecektir. Böylece “serbest piyasanın gizli eli” bilimsel kalitenin yükselmesini sağlayacaktır. Dünya Bankası, bu programı hayata geçirmek için, orta vadeye yayılmış bir “kriz siyaseti” izlenmesini dayatıyor. Eğitime devlet bütçesinden ayrılan pay dereceli olarak geriletilirken, öğrenci sayısı sürekli genişleyen eğitim sistemi, ağır bir kaynak sorunuyla yüz yüze bırakılıyor.
Böylece eğitim sistemi krize doğru itilerek, devlet dışı kaynaklardan kendisini finanse etmeye zorlanıyor. Bu “devlet dışı kaynakların” ne olduğu okurun malumu:
Öğrencilerden alınacak ücretler ve sanayi şirketleriyle girişilecek işbirliği. Bırakın yeni bilimsel üretim gerçekleştirmeyi, ısınma giderlerini bile karşılayamayacak duruma getirilen üniversiteler, temizlik için dahi para bulamayan liseler, atölyelerinde hala 1950’ler- den kalma teknolojiyle eğitim verilen meslek liseleri, “yaşamın yakıcı zorunluluğu” içinde velilerden zorunlu bağış almaya, atölye bölümlerini yenilemek için tekellerle anlaşma yapmaya, sermayeye proje üreterek satmaya vb. zorlanıyorlar. Türkiye’de öğrenci başına düşen bütçe ödeneği, 1981’de 1932 dolardan, 2001’de 768 dolara -yüzde 60 oranında- geriledi. Yine, öğrenci başına cari harcama, 1981’de 1487 dolardan, 2001’de 534 dolara, yüzde 64 oranında geriledi. Genel bütçe açısından ise, öğrenci sayısındaki muazzam artışa rağmen, eğitime ayrılan bütçe payı, 1983’te yüzde 15.2’den, 2002’de yüzde 10.1’e gerilemiştir.(11) Ki bu bütçe payından vakıf üniversitelerine oldukça cömert bağışlar yapıldığı da belirtilmelidir. (2001-2002 eğitim yılında vakıf üniversitelerine 13 trilyon TL devlet yardımı yapıldı. Bunun 7 trilyonu sadece Bilkent Üniversitesi’ne gitti.) Buna paralel olarak, üniversitelerin yaptığı “teknolojik proje” sayılarında da hissedilir bir artış oldu. Üniversitelerin yürüttüğü teknolojik araştırma yatırımlarının toplam sayısı 1996’da 83’ten, bir yıl sonra 387’ye ve 2002’de 498’e yükseldi. Baş döndürücü! Bu veri, ödeneklerdeki kısıntının üniversiteleri şirketler için proje üretmeye doğru itişini somut olarak gösteriyor. 2001 yılında, üniversitelerin toplam geliri içinde bütçeden gelen ödeneğin payı yüzde 59’dur. Gelirlerin yüzde 35’i “döner sermaye ve diğer kaynaklar”dan karşılanmıştır. Öğrenci harçlarının payı ise yüzde 4’tür. Böylece, üniversite gelirlerinin yüzde 40’ının “işletmeci” yöntemlerle elde edildiği anlaşılmış oluyor. Üniversitelerin geliri içinde bütçe ödeneğinin payı, 1988’de yüzde 75’ten, 2001’de yüzde 59’a geriletilmiş; döner sermaye, kantin, kafeterya vb. kanallardan akan gelir ise, 1988’de yüzde 22’den, 2001’de yüzde 35’e çıkmıştır.(12) Bunlar, “sessiz sedasız” yürütülen ticarileştirme programının verileridir. 57. hükümet döneminde meclise sunulan “yeni YÖK tasarısı”, üniversiteleri şirket işleyişine göre yapılandırmayı öngörerek, bu programı açık seçik ilan etti. Bu yasa tasarısı, bizzat YÖK Başkanı Gürüz tarafından hükümete sunulmuştu ve 2001 Kasım tarihli YÖK belgesinde tarif edilen “girişimci üniversite” modelinin yasaya dökülmüş ifadesiydi. “Girişimci üniversite adı verilen bu modelin ideal halinde, üniversite kendine tahsis edilen kamu kaynaklarını, sahip olduğu her türlü tesis, teçhizat, bilgi birikimini ve insan gücünü müteşebbis bir yaklaşımla değerlendirerek yarattığı kaynaklar ve öğrencilerden aldığı reel öğrenim ücretleri ile birleştirerek faaliyetlerinin kapsam ve niteliğine uygun kendi bütçesini yapabilmektedir.”(13)
Çizilen, klasik bir şirket şemasının üniversiteye giydirildiği bir tablodur. Kar-zarar hesaplarının tüm üniversite faaliyetine hükmettiği bir model yaratılmak isteniyor. Üniversitenin, yalnızca kapitalist şirketlerin hizmetindeki bir kurum olmanın da ötesine geçip, bizzat şirketleşmesi öneriliyor. Böylece, üniversite “hantallık ve bürokrasiden” kurtulacak, “verimli ve etkin” olacaktır. Peki bu verimlilik kimin işine yarayacaktır? Kuşkusuz ki, “bilgi”yi bugünkünden daha etkin biçimde sermaye birikim sürecinin hizmetine sokmak isteyen burjuvazinin. Rektörler ise, bu vesileyle, fiilen şirket yöneticisi olma fırsatı yakalayacaklardı. Ancak 58. AKP hükümeti, onların bu tatlı düşlerini bozdu. YÖK’ün önerdiği şirketleşmiş üniversiteyi YÖK’ün ve rektörlerin yetkilerini kırarak, doğrudan sermaye örgütlerinin yönetiminde kurmaya kalktı. Aralarındaki dalaş sürüyor.
Ancak, bu arabaşlıkta bizi daha çok ilgilendiren şudur: Şirketleşmiş üniversite nasıl bir şeye benzeyecektir?
ABD’de, Kaliforniya Üniversitesi, 1998’de İsviçre’nin Novartis ilaç tekeliyle bir anlaşma imzaladı. Bu sözleşmeye göre, şirket, üniversitenin mikrobiyoloji bölümüne yaptığı 25 milyon dolarlık bağış karşılığında Kaliforniya eyalet hükümeti ve federal hükümet tarafından finanse edilenler dahil, bölümün araştırmacılarınca mikrobiyoloji ve eczacılık alanlarında yapılan keşiflerin üçte birinden fazlasına sahip olma hakkı elde etti. Ayrıca, yine bu bağış karşılığında, Novartis, üniversitenin araştırma fonlarını dağıtmakla yükümlü bölüm araştırma kurulunun beş üyesinden ikisini belirleme hakkını elde etti.
Nike şirketi, üç ABD üniversitesine yaptığı finansal yardımı (Michigan, Oregon ve Brown) bu üniversitelerin öğrencilerinin Nike’ı “çocuk emeği sömürdüğü” için protesto etmesi üzerine kesti.
Yine ABD’de, 1980’de çıkarılan Bayh-Dole yasası, üniversitelere, devlet tarafından finanse edilen buluşları patent belgesine bağlama hakkı verdi. Böylece, kapitalist şirketler, araştırma maliyetinin küçük bir kısmını karşılayarak bu patent belgelerini elde etme olanağına kavuştular. Bu yasanın yürürlüğe girmesinden 20 yıl sonra, üniversite araştırmalarına özel sektörce ayrılan toplam kaynak miktarı sekiz kat artmış, buna karşılık üniversitelerce elden çıkarılan patent sayısı 20 kat artmıştır. (14)
Bir başka kaynaktan da şu verileri okuyoruz: ABD’de “üniversitelerin kar amaçlı faaliyetleri serbest bırakıldıktan sonra, araştırma işlevleri metalaştırıldı. Üniversite kaynaklarının büyük bölümü, öğrenim faaliyetlerinden, patent ve telif hakları kazandırması beklenen araştırma faaliyetlerine kaydırıldı. Öğrenime ayrılan personel ve zamanın düşmesiyle birlikte, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı yükseldi, böylece her ikisinin de omzundaki yük ağırlaştı.” (15) Ancak yazarın belirttiğine göre, bu durum, eğitimin verimsizliğine yorularak, standartlaşmaya gidilmiş. Dersler, standartlaştırılmış bir içerik üzerinden internetten verilmeye başlanmış. Bu ise, eğitimcileri basit metin yazarları durumuna getirirken, bu metinlerin üniversite dışından yazılabilmesini de olanaklı kılmış. E-eğitim (internet üzerinden eğitim), kar amaçlı üniversite faaliyetlerine oldukça uygun bir biçim olarak ABD üniversitelerinde uygulanıyor. Bu yeni teknik, eğitimi, insanla insan arasındaki bir karşılıklı etkileşim olmaktan çıkarıyor. Eğitimin insani özü tümüyle ortadan kalkarak yerini, bilgi satıcısıyla müşterisinin internet üzerinden kurdukları ilişkiye bırakıyor. ABD’de, esas amacı e-eğitim olan üniversiteler vardır. (Phoenix Üniversitesi buna bir örnektir. Bu sanal üniversitede verilen sanal derslerin saati 237 dolardır.)(16)
ABD üniversiteleri, kapitalist piyasa ilişkilerini öylesine içselleştirmiştir ki, belli başlı üniversitelerin, fonlarını borsada hisse senedi alıp- satarak değerlendirdikleri belirtiliyor. Burada bahsedilen, milyarlarca dolarlık borsa fonlarıdır.(17) Şirketleşme, üniversitenin her türlü yan faaliyetini iktisadi açıdan “doğal” ve “mantıklı” hale getiriyor.
ABD üniversiteleri, şirketleşmiş üniversite için, YÖK’ün raporlarında sürekli atıf yapılan bir “rol modeli”dir. ABD üniversiteleri, kuruluşlarından itibaren Amerikan pragmatizmine uygun olarak şirket işleyişine dayalı gelişmiştir. Üniversitenin başında, mütevelli heyeti adında tipik bir şirket yönetimi bulunur ve eğitim bu şirketin alıp sattığı bir metadır. Bilimsel özgürlükler, ancak “bağış yapanlar”ın, “finansör”lerin ve dolayısıyla şirket olarak üniversitenin çıkarına hizmet ettiği oranda geçerlidir. Öyle ki, burjuva sosyolojisinin en önemli figürlerinden Max Weber bile 1919’da Amerikan üniversitelerinde yaptığı incelemeler sonucunda şaşkınlığa düşmüştü:
“Amerikan üniversitelerinde öğrenci, profesörü hakkında basit bir fikre sahiptir: Nasıl sebze satıcısı annesine lahana satan biriyse, profesör de babasının parasına karşılık kendisine bilgiler ve yöntemler satan birisidir.”(18)
Bütün bunlarla birlikte, ABD’de dahi, eğitim sisteminin özel okullara dayanmadığını belirtelim. 1990’da ABD’deki toplam eğitimin sadece yüzde 12’si özel eğitimdi. Ki, bu yüzde 12’nin yüzde 70’i de dini amaçlı özel eğitim kuruluşlarıydı. Yani ABD’de şirketleşmiş üniversite modeli, başından itibaren devlet üniversiteleri üzerinden hayata geçirildi.
Avrupa kapitalizmi ise, İngiltere dışında, tarihsel olarak üniversite eğitiminin devletçe karşılıksız bir hizmet olarak sunulduğu bir yapıya sahip. Ancak üniversitenin şirketleşmesi ve paralı eğitim, yaklaşık 20 yıldır, kıta Avrupası ülkelerinde de gündemdedir. 1986’da Fransa’da eğitim bakanı A. Devaquet tarafından gündeme getirilen yasa, bunun ilk örneklerinden birisiydi. Üniversiteye girişi zorlaştıran bu yasa, öğrenimi de paralı hale getiriyordu. Bu tasarı tepkiler üzerine geri çekildi. Ancak, her biri GATS anlaşmasının da imzacısı olan kıta Avrupası emperyalist devletleri, üniversite eğitimini ticarileştirecek ve şirketleştirecek yasaları birbiri ardına parlamentolarının gündemine getiriyorlar. İspanya’da 2001’de kabul edilen LOU adlı yasa, Almanya’da Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde geçen dönem gündeme gelen harç artışı, bunun örnekleriydi. Avrupa Birliği (AB), Avrupa kapitalistlerinin birleşik organı olarak, eğitim hakkının gaspı ve üniversitenin şirketleştirilmesi saldırısını ortaklaştırmanın aracı durumunda. Avrupalı Sanayicilerin Yuvarlak Masası (ERT) adlı örgüt, oluşturduğu neoliberal gündemlerle fiilen AB’yi yönetiyor. Eğitim- öğretimi “sanayinin gelecekteki başarısı için stratejik bir yatırım” olarak değerlendiren ERT, Avrupa sermayesinin eğitim programlarının “hızlı bir reformuna ihtiyaç duy”duğunu ifade ediyor. Ne yazık ki(!), “sanayi, öğretilen programlar üzerinde zayıf bir etkiye sahiptir” ve öğretmenler de “ekonomik çevreye, iş dünyasına ve kâr kavramına dair yetersiz bir kavrayışa sahiptir.” Avrupa sanayisi, küreselleşmeye yanıt vermiş, ama “eğitim dünyası, yanıt vermekte yavaş kalmıştır.” Çare olarak ise; “yerel iş çevreleriyle okullar arasında ortaklıklar kurulmalıdır.”(19) Kısacası, Avrupa kapitalizmi de, sermayenin doğasına uygun olarak ABD kapitalizmiyle aynı yönelim ve bakış açısıyla hareket ediyor. Türkiye’nin AB üyeliğinin üniversite gençliğine getireceği bir sonuç da üniversitenin şirketleşmesi ve paralı eğitim olacaktır.
Şirketleşmiş üniversite modelinin bazı temel özelliklerini sıralarsak;
a) Bu modelde, üniversite yönetimi tipik şirket yönetimi modeliyle oluşturulur ve bu kurulda yer almak için akademisyen olma şartı aranmaz. Profesyonel işletmeciler de yönetimde yer alır.
b) Üniversitenin mali kaynakları devletten özel şirketlere doğru kaydırılır. Devlet, şirket projelerini finanse eden yeni bir rol oynar.
c) Kapitalist şirketler, gerek üniversite yönetiminde doğrudan temsil edilerek, gerekse de verdikleri “bağış”lar ve sponsorluk ilişkileri dolayısıyla akademik yaşamın gerçek yönetici gücü haline gelirler.
d) Üniversite eğitiminin, “tüm toplumun bedelsiz olarak yararlanabileceği bir kamu hizmeti” olarak tanımlanmasına son verilir. Üniversite eğitimi, bireyin bizzat kendi “insan sermayesine yaptığı bir yatırım olarak tanımlanır. Bu yatırım, gelecekte gelir olarak bireye geri dönecektir, dolayısıyla bir ücretinin olması da kaçınılmazdır!
e) Üniversite faaliyetinin odak noktası eğitimden araştırmaya kayar. Paralel olarak, araştırmaların amacı da genel bilimsel ilerlemeden, belli şirketlerin kârını yükseltici buluşlar yapmaya doğru kayar.
f) Eğitimin odak noktası ise, “piyasa”nın ihtiyaç duyduğu türden vasıflı işgüçlerini yetiştirmek haline gelir.
Şirketleşmiş Üniversitede Öğrenciler, Eğitimciler Ve İşçiler
Geniş emekçi yığınlar ve gençlik bakımından üniversitenin şirketleşmesinin en acil ve yakıcı sonucu, eğitimin paralı hale getirilmesidir. Eğitim bedelsiz bir hizmet olarak tanımlandığı sürece, üniversite eğitimi görmek işçi ve emekçi çocuklarının da olanağı dahilinde olur. Ancak eğitim, “insan sermayesine yapılan bir yatırım” olarak tanımlanıp, ücretlendirildiği durumda, üniversite eğitimi de giderek bir sınıfsal ayrıcalığa dönüşür. Neo liberal söylem, bu ayrıcalığın üstünü örtmek için, “ödeyemeyecek durumda olanlara kredi ve burs sağlanacağını” öne sürüyor. Bu tez, üniversite eğitiminden “reel öğrenim ücreti”, yani binlerce dolarlık harç alınmasını savunan YÖK tarafından da sıkça dile getiriliyor. Bedelsiz eğitimle kredili eğitim arasında ise biçimdeki yanılsamalı benzerliğe karşın, derin bir uçurum vardır.
Bedelsiz eğitimde öğrenci karşılıksız bir hakkı kullanırken, kredili eğitimde mali yükümlülük altına giriyor ve mezun olduktan sonra bu parayı faiziyle ödüyor. Kredili eğitim, öğrenciyi borç köleliği altına sokarak, geleceğini ipotek altına alıyor. ABD’de 4 yıllık toplamı yüz binlerce doları bulan harçların kredi borcunu geri ödemek için, mezunların ücretlerinden 28-30 yaşına kadar kesinti yapılmaktadır. Bu durumda üniversite öğrencisi, sadece, belli bir işe hazırlık amacıyla üniversiteye gidebilir. Kredili eğitim, öğrencinin araştırma ve öğrenme amaçlı eğitim görme hakkını gasp ediyor. İngiltere’deki uygulamaya dair şu veriyi de burada aktaralım: “1990’larn sonuna doğru, burslar kaldırılarak, öğrenim ücretleri devreye sokuldu. Bu gelişme öğrencileri eskisinden daha büyük bir borcun içine sürüklerken, öğrenciler sanat ve edebiyat gibi bölümlerden ziyade, daha fazla gelir getirecek işler sağlayacak bölümleri tercih etmeye başladılar.”(20) Öğrencinin sırtlamak zorunda bırakıldığı on binlerce dolarlık borç yükü onu mezun olur olmaz piyasanın hizmetine girmeye ve itaatkâr bir ücretli emekçi olmaya zorlayacaktır. Bütün bunlara rağmen YÖK ve MEB’in öngördükleri üniversite modelinde kredili/burslu eğitim görenler küçük bir azınlığı oluşturacaktır. Burs ve kredi mekanizmaları, emekçi sınıfların en zeki gençlerini burjuvazi için devşirmek işlevini taşıyacaktır. Üniversite, burjuvazinin ve küçük mülk sahiplerinin üst kesimlerinin sınıfsal ayrıcalığı olmakla birlikte, emekçi gençler için de böyle bir devşirme kanalı açılacaktır. Taşra üniversiteleri ve Meslek Yüksek Okulları (MYO) ise, işçi emekçi ailelerden gelen gençlerin gittiği alanlar olacaktır. Genel toplam üzerinden düşündüğümüzde ise, üniversite çağındaki gençlerin üniversiteye gitme oranında keskin bir düşüş yaşanması kaçınılmazdır.
Öğretim üyeleri ve araştırma görevlileri açısından da şirketleşmiş üniversitenin tablosu daha iç açıcı olmayacaktır. Dünya Bankası’nın bir belgesinde üniversitede neoliberal saldırının nasıl bir dönüşüme neden olacağına dair şu ifadeleri okuyoruz: “Bir yükseköğrenim kurumundaki radikal değişim ya da yeniden yapılanma; çalışanların, fakültelerin ve öğrenim kadrosunun sayısının azaltılması ve/veya değiştirilmeleri anlamına gelir. Bu, işten çıkarmalar, erken emekliliğe sevk etmeler ve kadronun köklü bir yeniden eğitimi ve yeniden görevlendirilmesi demektir; tıpkı etkin olmayan ve yetersiz kurumlanın kapatılması ve kaliteli kurumların birleştirilerek, maliyet açısından etkin hale getirilmeleri için bir dizi operasyon yapılması gibi. Bu, kurumun misyonunun ve üretim işlevinin kökten biçimde değiştirilmesi anlamına gelir; yani fakülte nedir, nasıl davranır, nasıl örgütlenir, nasıl çalışır ve zararları nasıl karşılanır sorularının yanıtları değişecektir.”(21) Bütün bu “yanıtlar” değişirken, öğretim üyesi kimdir ve nasıl bir işleve sahiptir sorusuna da yeni yanıtlar gündeme geliyor. Örneğin YÖK’ün geçtiğimiz yasama döneminde hazırladığı “yeni YÖK tasarısı”, “araştırma profesörlüğü” statüsünü getiriyordu. Bu statüdeki profesörler, derslere girmeyecek, tam zamanlı olarak şirketlerin sipariş ettiği projeler üzerinde çalışacak ve ücretini doğrudan doğruya projeyi yaptıran şirketten alacaktı. Araştırma görevlilerinin de bu işleyiş içinde, araştırma projelerinin yardımcı elemanları olarak konumlandıracakları anlaşılıyor. Hatta “girişimci üniversite” modeli, öğrencilerin de bu projelerde ücretsiz işgücü olarak çalıştırılmalarını gündeme getiriyor. Bakan Mumcu’nun “üniversitede ezbere dayalı eğitimin yerine projeye dayalı eğitime geçilecek” açıklamasının altında, bu mantık yatıyor. Neo liberal saldırı, akademisyenlerin elinden kar amacı olmayan bilimsel araştırmalar yapma özgürlüğünü koparıp alıyor, üniversite araştırmalarını şirketlerin kar hırsının içine hapsediyor.
Üniversite çalışanı işçiler açısından ise, girişimci üniversite, esnek çalışma ve işsizlik anlamına geliyor. YÖK’ün hazırladığı tasarı, öğrencilerin yarı zamanlı olarak çalıştırılmalarını yasallaştırıyordu. Ancak bu uygulama fiiliyatta zaten vardır; üniversite işçileri işten çıkarılarak, çok sayıda öğrenci yarı zamanlı ve düşük ücretli olarak işe alınıyor. Üniversite yönetimleri taşeronlaştırmayı ve sendikasızlaştırmayı gündeme getiriyor.
YÖK Krizi Ve YEK
1980 askeri faşist darbesinin ürünü olarak 1981’de kurulan YÖK, o tarihten bugüne, üniversite alanını belirledi. Üniversitenin iç yapısı ve işleyişi, bu kurum tarafından örgütlendi ve yönetildi. Şimdi, YÖK tarafından belirlenen bu sistemin iki yönlü bir kriz içinde olduğunu tespit edebiliriz.
Bir yandan, başta öğrenci gençlik olmak üzere, üniversite bileşenlerinin 20 yıllık istikrarlı mücadelesi, YÖK’ü geniş yığınlar nezdinde teşhir etmiştir. Üniversite bileşenlerinin demokratik tepkisi ve mücadelesi, YÖK’ü siyasal açıdan yıpratarak krize sokmuştur. YÖK’ün faşist ve despotik bir kurum ve üniversitenin boğazına basılmış bir asker postalı olduğu çıplak biçimde ortaya çıkmıştır. İşçi Partili şovenistler dışında, MHP dahil hiçbir siyasi akımın YÖK’ü mevcut haliyle açıktan savunamaz hale gelmesi önemli bir veridir.
Diğer yandan ise, Dünya Bankası ve IMF yönlendirmesiyle yıllardır uygulanagelen “sessiz imha” politikası, yani eğitime ayrılan bütçe kaynaklarının sürekli azaltılması, YÖK’ü ve onun temsil ettiği üniversite işleyişini mali açıdan krize sürüklemiştir. Üniversite öğrencisi sayısı sürekli bir artış göstererek 2000/2001 eğitim yılında 1 milyon 500 bine çıkarken, eğitime ayrılan bütçe sürekli biçimde düşmüştür. Rakamsal verilerini yukarıda aktardığımız bu düşüş, ısınma masraflarını karşılayamayan, araştırma ve bilimsel yayın takibi için ödenek bulamayan bir üniversite tablosu yarattı. Üniversite öğretim üyelerinin maaşları eriyerek, bilimsel işlevlerini gerçekleştirmelerine olanak tanımayacak bir düzeye düştü. Bütün bu olgular birlikte, üniversiteyi, üniversite olarak işleyişini zora sokan bir mali krize sürüklemiştir. Ya eğitime ayrılan kaynakların kısılması politikasından vazgeçilmesi ya da üniversitenin kendi finans- manini “başka kaynaklardan” -yani şirket bağışları, proje satışları ve öğrenci harçları- sağlaması kendini dayattı. Geçtiğimiz hükümet döneminde rektörler tarafından hazırlanan “yeni YÖK tasarısı”nda, tam da bu krizin üniversitenin şirketleşmesi yoluyla çözülmesi öngörülüyordu.
YÖK krizinin birinci boyutu, gençliğin ve akademisyenlerin YÖK karşıtı demokratik mücadelesinin ürünüdür. Bu krizin ikinci boyutu ise, Dünya Bankası ve işbirlikçi Türk burjuva devleti tarafından izlenen mali politikanın ürünüdür. YÖK krizinin bu iki boyutu, üniversitelerde belirli bir değişimi koşulluyor, zorunlu kılıyor. Bu değişimin hangi yönde olacağı ise, yaşamın içinde belirlenecek.
YÖK bürokrasisi ve rektörler, üniversitelerin siyasal yapılanması ve işleyişinde mevcut statükonun korunup sürdürülmesini, hatta rektörlerin iktidar gücünün daha da artırılmasını savunuyorlar. YÖK bürokrasisinin “değişim” planı, esas olarak üniversitenin mali yapısı ve işleyişindeki değişiklikleri kapsıyor. Yukarıda andığımız, DSP- MHP-ANAP hükümeti döneminde meclise sunulan yeni YÖK yasa tasarısından ve YÖK’ün hazırladığı raporlardan yola çıkılarak bu “değişim” planı analiz edilebilir. Ana hatlarıyla YÖK, üniversitelerde bir işletme hesabı kurularak, bunu yöneten kurulun fiilen bir şirket yönetim kuruluna dönüşmesini istiyor. Bu fiili yönetim kuruluna akademisyen olmayan üyeler de alınabilecek ve kurulun başkanı rektör olacaktır. Böylece, rektörün de pozisyonu güçlenecek, iktidar gücü büyüyecektir. Üniversitelerin alacağı harç miktarları rektörler tarafından belirlenecek, üniversiteler gelirlerini proje satarak, binalarını kiraya vererek, şirketlerden “bağış” alarak ve öğrencilerden aldıkları binlerce dolarlık harçlarla sağlayacaktır.
TÜSİAD, üniversiteler üzerinde yürütülen çatışmanın bir tarafıdır. TÜSİAD’ın üniversiteye dair planları, bugün için AKP hükümeti ve Eğitim Bakanı Erkan Mumcu tarafından yürütülüyor. TÜSİAD, üniversitelerin yönetim mekanizmalarında rektörlerin iktidar gücünün kırılmasını ve sermaye örgütlerinin doğrudan doğruya üniversite yönetimlerinde yer almasını savunuyor. Mumcu’nun hazırladığı “YEK tasarısı” da YEK’in (Yükseköğrenim Eşgüdüm Kurulu) için de TOBB ve TISK temsilcilerinin yer almasını öngörerek bu anlayışı yasaya dökmek istiyor. Yine, bu tasarıda her üniversitede patronlardan oluşturulacak “üniversite sosyal konseyi” oluşturularak, pek çok yönetim yetkisinin bu konseye aktarılması öngörülüyor. Kısacası, TÜSİAD destekli AKP planının YÖK krizinin siyasal boyutuna çözümü “yönetişim” anlayışıdır. Sermaye örgütleri, hatta tek tek burjuvalar üniversite yönetimlerine sokularak, burjuvazinin üniversite üzerinde dolaylı değil, doğrudan yönetimi öngörülüyor. AKP bunu yaparken, 20 yıllık YÖK karşıtı demokratik mücadeleyi de arkalamaya çalışıyor. Diğer yandan, TÜSIAD planını içeren YEK yasa tasarısında, üniversitenin mali işleyişine dair hükümler fazlaca yer almıyor. Ancak YÖK krizinin bu boyutuna dair TÜSIAD ve bakan Mumcu’nun görüşleri ve planları açıktır. Üniversitenin şirketleştirilmesi konusunda, YÖK’le hemfikirdirler. “YEK tasarısında” yer almasa da, tasarı üzerine yapılan çalışma grubu toplantılarında bakan Mumcu’nun üniversitelere yüzde 20 oranında paralı öğrenci alınması önerisini yaptığı basma yansıdı. MEB’in internet sitesinde yayımlanan bir haberden ise, Mumcu’nun geçmiş hükümet döneminde gündeme gelen “yeni YÖK tasarısı”nın mali hükümlerini gündeme getirmeyi planladığını öğreniyoruz: “Mumcu, mali hükümlere ilişkin düzenlemeler konusunda Maliye Bakanlığı ile birlikte çalışılacağını, daha önce YÖK tarafından hazırlanan ve 53 devlet üniversitesi tarafından desteklenen yasa tasarısının dikkate alınacağını bildirdi ”(22)
YEK tasarısında bu noktada öngörülenler ise; her üniversitede “uygulama ve araştırma merkezleri” kurularak şirketlere proje üretilmesi, “ek ders ve kursların” ücretlendirilmesi, bu ücreti “üniversite sosyal konseyi” adı altında sermaye örgütlerinin ve burjuvaların belirlemesi, “Mesleki Teknik Eğitim Bölgeleri” (METEB) kurularak üniversitelerin sermayeye vasıflı işçi yetiştirmesi. Yine, bu METEB’lerin kapitalist sanayi için fason üretim yapan bir yan kol olarak örgütleneceği de düşünülebilir.
Şirketleşme adımlarında MEB ve Mumcu açısından temel sorun, üniversitedeki şirket işleyişinin kimin elini güçlendireceğidir. Rektörlerin üniversitedeki iktidar gücü kırılmadan şirketleşme adımları atılırsa, bu adımlar rektörleri güçlendirecektir. Bunun için Mumcu, öncelikle üniversite yönetim aygıtlarını düzenlemekle işe başlıyor. YÖK ve AKP arasındaki çatışmanın arka planının generallerle TÜSİAD arasındaki klik mücadelesine uzandığını da buraya not düşelim. Dolayısıyla, YÖK mevzusundan açılan tartışma, içine Kıbrıs, MGK’nın statüsü, AB gibi konuları da hızla alarak bu iki kliğin dalaşının bir unsuruna dönüşüveriyor.
Öğrenci gençlik ve üniversite bileşenleri ise, bu çatışmanın üçüncü tarafını oluşturuyorlar.
Üniversite bileşenleri, YÖK’ün dağıtılmasını ve üniversitenin öğretim üyeleri, öğrenciler ve üniversite çalışanları tarafından yönetilmesini savunuyorlar. YÖK despotizminin ürünü olarak üniversiteden atılanların geri alınmasını, soruşturmaların iptal edilmesini ve soruşturma kurullarının dağıtılmasını talep ediyorlar. YÖK sisteminin bir unsuru olan asimilasyoncu eğitim anlayışının tasfiye edilmesini ve üniversitelerde Kürtçe ders yasağının son bulmasını istiyorlar, anadilde eğitim hakkını savunuyorlar. Irkçı, şovenist, ezberci eğitimin son bulmasını istiyorlar. Generallerin, bürokratların ve burjuvaların değil, üniversite bileşenlerinin yönettiği bir üniversite istiyorlar. YÖK krizinin diğer boyutu, yani mali kriz konusunda ise, üniversitenin bütçeden alman fonlarla işlemesini savunuyorlar. Ağırlıklı olarak işçi ve emekçilerin ödediği vergilerden oluşan bütçeden, üniversiteye, tüm giderlerini karşılayacak oranda pay ayrılmasını talep ediyorlar. Tüm bu talepler, “özerk demokratik üniversite” şiarında toplanıyor. AKP ve Mumcu’nun ikiyüzlü “özerklik” anlayışıyla “özerk demokratik üniversite” talebi arasında bir uçurum olduğunu da not edelim. Mumcu, sermaye boyunduruğu altında bir üniversite yaratmak istiyor. Diğer yandan, Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı temsilcilerini ve çeşitli bakanlıklardan sayısız bürokratı YEK’e almakta sakınca görmüyor. Özerk demokratik üniversite talebi ise, hem sermayeden hem de devlet iktidarından özerk bir üniversite istemini içeriyor. Üniversitelerin sermayeden özerk olabilmesi ise, karşılıksız bütçe kaynaklarıyla finanse edilmelerine bağlıdır.
Böylece, üniversitelerde kendisini dayatan “değişim” ihtiyacını kendi talepleri doğrultusunda yönlendirmek isteyen üç ana kuvvetin duruş noktalarını gördük. Kimin ne istediğini kısaca özetlersek;
-YÖK bürokrasisi ve rektörler: Kendi yönetimleri altında bir şirket üniversite.
-TÜSİAD ve AKP: Sermaye örgütlerinin, “bağış veren” şirketlerin ve “en çok vergi veren” burjuvaların yönettiği, generaller ve bürokratların denetlediği bir şirket üniversite.
-Öğrenciler, öğretim üyeleri, araştırma görevlileri, üniversite çalışanları: Üniversite bileşenlerinin yönettiği özerk demokratik bir üniversite, üniversiteye karşılıksız bütçe fonları.
İlk iki plan, burjuvazinin üniversiteyi şirketleştirme planının iki farklı versiyonunu oluşturuyor. Üçüncü plan ise, emeğin burjuvaziye karşı güncel bir savaşım şiarıdır.
Güncel durumun bu tablosu, YÖK’e ve YEK’e karşı yürütülecek mücadelenin perspektifleri hakkında da bir fikir veriyor. YEK’e karşı hayırhah tutum alan, onu, “olumlu ama eksik bir adım” olarak gören ve sonuç olarak da “YEK’e hayır” demeyen bazı gençlik grupları, burjuva egemenler arasındaki çatışmanın bir tarafına yedeklenmiş oluyorlar. Hedefin YÖK’ün yerine özerk demokratik üniversiteyi yaratmak olduğu unutulmamalı. Kimi şovenist çevrelerin “YEK tasarısına karşıtlık” üzerinden YÖK’e kitle tabanı kazandırma uğraşlarına karşı durulmalı. Politik mücadelenin ana hedefi, YÖK’tür.
Yürütülecek ajitasyonun içeriği de kitleleri harekete geçirmek açısından belirleyici önem taşıyor. “YÖK’ten YEK’e sadece bir harfin değiştiği” söyleminde olduğu gibi, gerçek durumu açıklamayan ajitasyon şiarlarının inandırıcılığı ve kitleleri harekete geçirici gücü zayıf kalır. Çünkü sorun, hiçbir şeyin değişmemesi değil, yaşanması kaçınılmaz olan değişimin kimin talepleri doğrultusunda gerçekleşeceğidir. Geçtiğimiz dönem gündeme gelen “Yeni YÖK tasarısı”, YÖK’ün istediği değişimi temsil ediyordu. YEK, TÜSİAD’ın istediği değişimi temsil ediyor. Gençlik ve üniversite bileşenleri ise bambaşka bir değişim istiyor. Bu süreç, demokratik gençlik hareketinin büyütülmesi ve gençliğin taleplerinin egemenlere dayatılması için büyük devrimci olanaklar sunuyor. Gençlik kitlelerini bu değişime damgalarını vurmak ve taleplerini elde etmek için YÖK’e ve TÜSİAD-AKP ikilisine karşı sokaklara, eyleme, boykota, direnişe çağırmalıyız. Eğitim emekçileriyle gençliğin birleşik gücünü yaratıp eyleme dökebilen bir hareketin burjuva egemenlerin planlarını bozması son derece olanaklıdır.
Özerk demokratik üniversite, komünist hareketin asgari programında da yer alan, “Gençliği gerici, faşist, şovenist, dinsel ve militarist düşüncelerle zehirleyen bugünkü gerici-faşist ve cinsiyetçi eğitim sistemi kaldırılacaktır. Üniversiteler özerk-demokratik hale getirilecektir. Eğitim maddi üretimle birleştirilecek, bütün gençlerin bilimsel ve devrimci bir eğitim görmeleri için gereken olanaklar sağlanacak, paralı eğitime son verilecektir.” demokratik bir taleptir. Üniversite, özgürlüğünü ancak özel mülkiyetin kaldırıldığı sosyalist toplumda kazanabilir. Sermayenin yerini toplumsal mülkiyet ve burjuva iktidarının yerini proleter iktidarı almadıkça, bilim özel mülkiyetin parmaklıklarından tam olarak kurtulamaz.
Sosyalist devrim, bilim üzerinde giderek artan bir hakimiyet kuran sermayenin yerine toplumsal mülkiyeti geçirecek ve bilimsel üretimi de toplumsallaştıracaktır.
Kapitalizm, bir yandan kar hırsıyla üniversiteleri şirketleştirir ve emekçiyi üniversiteden dışlarken, diğer yandan da bilgiden ve eğitimden yoksun kalanların isyanını büyütüyor. Bilimin sermaye boyunduruğuna isyanıyla, emekçilerin bilgiden yoksun bırakılmaya karşı isyanları örtüşüyor. Eğitim alanında emekçilerin kazanılmış haklarını gasp eden kapitalizm, emekçi nüfusu karanlığa boğuyor, cehalete doğru sürüklüyor.
Hem insanlığın yeni bir bilimsel atılımı için, hem de emekçi yığınların toplumsal aydınlanması için sosyalist devrim kaçınılmazdır.
Sosyalizm eğitimi, insanın insanlaşması süreci olarak örgütler. Odağında insan duran ve insanı amaç edinen sosyalizmde eğitimin amacı, insanın tüm potansiyelleri ve yetenekleriyle kendisini geliştirmesidir. Üniversite, emekçi insanın kendi potansiyellerini açığa çıkararak özgürleştiği bir araç haline gelir. Üniversite eğitimi, emekçilerin aydınlanmasını sağlayarak, aynı zamanda proletarya iktidarının temellerini güçlendirir.
Sosyalizmde üniversite eğitimi, tamamen karşılıksız kamu kaynaklarıyla gerçekleştirilir. Üniversite, özel kapitalistlerin araştırmalarını yapan bir araç olmaktan çıkar ve genel bilimsel gelişmenin ve toplumun ihtiyaç duyduğu bilimsel araştırmaların aracı olur. Toplumsal mülkiyete dayanan sosyalizm, üniversite eğitimini de gerçek toplumsal ihtiyaçlara yöneltir.
Dipnotlar
1- Türk Yükseköğretiminin Durumu, YÖK, Kasım 2001
2- Türkiye’de ve Dünyada Yüksek Öğretim, Bilim ve Teknoloji, TÜSİAD Yayınları, K. Gürüz vd. akt. Fuat Ercan, Eğitim ve Kapitalizm, ÖES Yayınları, sf. 90
3- Bu metin, MEB’in internet sitesinde bulunabilir. (www.meb.gov.tr)
4- Aktaran, Taner Timur, Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, İmge Yay., 2000, sf. 71
5- Akt.: Age, sf. 76, abç.
6- Aktaran Fuat Ercan, age. sf. 21
7- Taner Timur, age, sf. 63
8- Türk Yükseköğretiminin Durumu, Kasım 2001, YÖK
9- Fuat Ercan, age, sf. 87
10- Adı geçen rapordan akt. Taner Timur, age, sf. 353
11- Türk Yükseköğretiminin Durumu, Kasım 2001, YÖK
12- Aynı kaynaktan.
13- Adı geçen YÖK raporundan.
14- Seçkin Özsoy, Özgür Üniversite Forumu, Üniversite AŞ başlıklı 17. sayı, Ocak-Mart 2002, sf. 89
15- Les Levidow, Yüksek Eğitimin Piyasalaşması: Neoliberal Stratejiler ve Karşı Stratejiler, Cultural Logic, c. 4 sayı 1, http://eserver.org/clogic, çeviri bize ait. Bu dergi internet üzerinden yayın yapıyor.
16- Seçkin Özsoy, Özgür Üniversite Forumu, age, sf. 92
17- Aktaran Taner Timur, age, sf. 316, dipnot.
18- Aktaran Taner Timur, age, sf. 20
19- ERT’nin 1989 ve 1998 tarihli raporlarından aktaran, Les Levidow, age.
20- Les Levidow, age.
21- DB’nin 1998 tarihli raporundan aktaran, Les Levidow, age.
22- www.meb.gov.tr, “Mumcu: Üniversite özerkliği teminat altına alınacak” başlıklı haber.