“Zenginden alıp yoksula vermek”. Bu adalet yargısının “sihirli” çekim gücünden etkilenmeyecek emekçi sınıf insanı yok denecek kadar azdır herhalde. Antik uygarlık dönemine ait köle isyanlarından günümüz burjuva uygarlığındaki örneklerine varıncaya değin, ezilenlerin mücadele ve isyan bilincinde sembolleşen ‘halk Kahramanlarına yükledikleri en yalın ideolojik misyon da bu olsa gerek. Robin Hood’dan Simon Bolivar’a, Sun Yat Sen’den Şeyh Bedrettin’e, Emilio Zapata’dan Nehru’ya, Spartaküs’ten Che Guevara’ya vb. kadar uzanan bir meşruiyet sürekliliği kazanan bu tarihsel halk yargısının gücü, günümüzde de işlevini sürdürüyor.
Venezüella devlet başkanı Hugo Chavez’in 21. yy’ın gerçek bir “halk kahramanı” olarak anılıp anılmayacağını şimdilik tarihin hükmüne bırakalım, ama ‘zenginden alıp yoksula verme”yi temel propaganda sloganı olarak kullanan bu asker kökenli Latin Amerika milliyetçisi, iktidarının çıpasını “sağlam yere” attığından emin görünüyor. 1992’de liderliğini yaptığı ilerici küçük rütbeli subayların öncülüğünde giriştiği darbenin başarısızlığa uğraması sonucunda tutuklanan ve iki yıl cezaevinde kalan Chavez’in bu yenilgiden gerekli dersleri çıkardığı sonradan açıkça görülecekti. Aftan yararlanarak cezaevinden çıkmasından kendisini başkanlık koltuğuna taşıyan 1998 seçimlerine kadar geçen süreyi, liderliğini yaptığı Movimento Bolivariano Revolucionario’nun (Devrimci Bolivar Hareketi) kitle tabanını güçlendirme stratejisini adım adım uygulayarak ilerleyen Chavez böylece muradına ermiş oluyordu.1982 yılında ordu içinde kurmuş olduğu MBR’in (bu hareket 1997’de Movimiento Quinta Republica-Beşinci Cumhuriyet Hareketine dönüştürüldü) daha o zamandan ilan ettiği “asker-sivil ittifakı” Chavez’in 1998 başkanlık seçimlerinde aldığı yüzde 57’lik oyla cisimleşmişti. Aynı başarının 2000 yılındaki seçimlerde de tekrarlanmış olması, Venezüella emekçi sınıflarının ve ezilenlerinin Chavez yönetimine olan desteğini perçinliyordu.
Petrol Kuyularından Yoksulluk Fışkıran Ülke
Karşıdevrimci egemen politik kültürün darbe iktidarları geleneğince ikame edilen yapılanmaya dayalı olarak sürdürüldüğü Latin Amerika coğrafyasında, Chavez tipi ‘vahşi’lerin boy göstermesine oligarşik güçler tarafından tahammül edilebileceği zaten pek beklenemezdi. Venezüella, Amerika emperyalizminin cuntacı bahçıvanları eliyle budanıp temizlediği ve ‘arka bahçem’ dediği Latin Amerika’nın verimli topraklarından biriydi. Üstelik en verimlilerinden: dünyanın 4. büyük petrol üreticisi ve OPEC üyesi olan Venezüella’nın petrol ihracatının yüzde 80’i doğrudan ABD’ye yapılıyordu. ABD’nin toplam petrol tüketiminin yüzde 10’unu karşılayan bu pazarın istikrarının temel bir öneme sahip olduğu kendiliğinden anlaşılır. Amerika emperyalizminin Venezüella üzerindeki sıkı politik denetiminin altında yatan temel ekonomik çıkar, petrol üzerinden elde edilen gelirin kontrolüdür. Ülkenin ulusal gelirinin yarısını karşılayan petrol üretiminde aslan payına el koyan Venezüella burjuvazisinin servetinin ağırlıklı bölümünü ABD “hazine bonolarına” yatırması, onu emperyalizmle etle tırnak gibi iç içe geçmiş politik karakterini anlamak bakımından temel bir veridir. Bu aynı zamanda petrol zengini olan Venezüella’da yüzde 80’e varan yoksulluğun, yüzde 25’e dayanan işsizliğin, sayıları 200 bini bulan çocuk dilencilerin vb. sayısız göstergenin işaret ettiği toplumsal eşitsizliğin ve sefaletin de kaynak verilerinden biridir.
Şehirleşme oranının hayli yüksek olduğu Venezüella’da kapitalist sömürünün merkezi kentler olmakla birlikte, örgütsüzlüğün daha yaygın olduğu kırlarda yoksullaşma daha dramatik boyutlara ulaşıyor. Latifundia denen büyük kapitalist tarım işletmelerinde sömürü en vahşi biçimlere bürünürken, topraksız köylü yığınları (Venezüella’da toprakların yüzde 60’ı nüfusun yüzde 1’ini oluşturan toprak sahiplerinin elindedir.) için yaşam kör bir kuyu dibinden farksız durumdadır. Emekçi sınıfların bu genel sefaletine eklenen ırk ayrımcısı uygulamalar toplumsal tablonun iyice kararmasına neden olmaktadır. Ezici çoğunluğu emekçi sınıflara ait yerli, melez ve siyah ırktan milyonlarca insan, genel olarak egemen sınıfa ait azınlık durumundaki beyaz ırktan burjuvalar tarafından ikinci, üçüncü sınıf insan olarak görülmekte ve köle muamelesine tabii tutulmaktadır. Son 10-15 yıldır kesintisiz uygulanan neoliberal yeniden yapılandırma programının (kapitalizmi krizinin Latin Amerika ülkelerini de vuran dalgasıyla birleşmesinin) ürünü olan bu Venezüella tablosundan Chavez gibi bir alternatifin çıkmış olması pekte sürpriz sayılmamalı. Bir yandan ordu içinde geleneksel olarak var olan ‘Bolivarcı’ ulusal damarın uzun bir süredir “aktif hale” geçme tehdidi; bir yanda işçileri düzene bağlayan 2 milyon üyeli CTV(Venezüella İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ağalarının burjuvazinin paralı uşağı olmaya dönüşen düşkünlüğünün ayyuka çıkması ve işçiler nezdinde inandırıcılıklarını iyice yitirmeleri; bir yanda da genel olarak ezilenlerin, sistemin sigortası olarak iş gören iki temel partisindeki çürümeye tepki olarak onlardan uzaklaşmalarıyla oluşan bileşkenin yönü dosdoğru radikal bir değişim isteğine işaret ediyordu. İşaret edilen yerde buna hazır olan Chavez’den başka kimse de yoktu.
Peki ama Chavez, neye , ne kadar hazırdı? Bu sorular, devlet başkanlığı koltuğuna oturduğu ilk günden itibaren Amerika emperyalizmi ve Venezüella burjuvazisi tarafından bir darbeyle devrilmesine karar verildiği kesin olan Chavez yönetimini erken yakalayacaktı ve öyle de oldu. Politik çizgisi itibariyle küçük burjuva reformculuğunun sınıf işbirliğine dayalı siyaset felsefesine sıkı sıkıya bağlı olan Chavez’in uygulamaya koyduğu program, ABD emperyalizminin planlayıcı önderliğinde Venezüella oligarşisinin (burjuvazi, ABD’ci generaller, Kilise, sendika ağaları, medya) topyekün muhalefet cephesi açmasına yetti de arttı bile. Chavez halkın yoksulluğunu azaltma doğrultusunda bir dizi iktisadi ve sosyal reformu devreye soktu. Bunların en başında ulusal petrol şirketlerinin özelleştirilmesinin durdurulması geliyordu. Venezüella Petrol İşletmesi’nin (UPİ) özelleştirilmeyeceğini anayasal düzenlemeyle teminat altına alan Chavez, bir yandan devlet gelirlerini arttırma yolunu tutuyor, diğer yandan da petrol üzerindeki denetimini güçlendiriyordu. Bunu toprak reformunun başlatılması izliyor ve boş araziler kamulaştırılarak köylülere dağıtılıyordu. Bir milyona yakın çocuğun tekrar öğretim programı içine alınması ve ilk okuldan üniversiteye kadar eğitimin parasız hale getirilmesi; barınma ve ucuz konut yapımının desteklenmesi, sosyal reform programlarının önemli ayakları olarak peş peşe devreye sokuldu. Sağlık sigortası sisteminin hayata geçirilmesi, düşük gelirlilerden alınan vergilerin azaltılması, yüksek gelir gruplarından alınanların arttırılması vb. önlemler reform programını tamamlıyordu.
Bütün bu radikal sayılabilecek reformlar Chavez’i destekleyen ve ‘kurtuluş umudunu’ ona bağlayan Venezüella emekçilerinin yaşamında göreli bir düzelmenin önünü açsa da, sosyal ve sınıfsal çelişkilerin derinliği hesaba katıldığında bu adımlar yine de kısmi dönüşümler olarak sınırlı kalıyordu.
Çünkü sonuçta ne ABD’li petrol şirketlerinin yatırımları engellendi, ne petrol burjuvazisinin elindeki zenginliklere ne de büyük toprak sahiplerinin mülkiyetine el sürüldü. Sendika ağalarının statükolarına ve ordudaki generallerin hiyerarşisine de dokunulmuş değildi. Kilise, gericiliğin ideolojik kürsüsü olarak yerinde duruyor; medya, olağan üstü gücüyle kitleleri maniple etmeye devam ediyordu. Özcesi kapitalist sistemin ve oligarşik rejimin yapı taşları oldukları yerlerde duruyordu. Chavez’in attığı adımlar küçümsenemezdi ancak gerçek durumda buydu. Zaten bu gerçeklik daha sonra göreceğimiz gibi, Chavez yönetimini devirmenin birleşik kuvvetleri olarak rollerini oynayacaktı.
Chavez’in içte yürüttüğü bu sosyal liberal politikalar burjuvazi için yine de bir ölçüde kabul edebilirdi belki, ama dış politikada doğrudan ABD karşıtlığına denk düşen uygulamalar, dengeleri önemli ölçüde tehdit edecek boyutlara uzanıyordu. Nitekim Venezüella’yı hızla iç savaş ortamına doğru sürükleyen gelişmelerin ardındaki tetikleyici kuvvet de, ABD’nin bu “tehdit algılamalıydı. Bu cephede neler olduğuna bir bakalım.
Chavez, yönetime gelir gelmez Venezüella’nın OPEC içindeki etkinliğini aktifleştirmenin adımlarını attı. OPEC’in başkanlığını da üstlenen Venezüella, OPEC’i güçlendirerek ABD’nin kurum üzerindeki belirleyici etkinliğini zorlayacak girişimlerde bulundu. Petrol fiyatlarının yükseltilmesi doğrultusundaki bu uygulamalar, dünyanın en büyük petrol tüketicisi ABD’nin ekonomik dengelerini tehdit etmeye yetiyordu. Keza ABD’nin İran, Irak ve Libya’ya koyduğu ambargoları delenlerin en başında gelenlerde biri yine Chavez oluyordu. Aynı şey özellikle Küba’yla geliştirilen petrol karşılığı tıbbi malzeme alışverişi ve yoğun diplomatik ilişkiler bakımından da fazlasıyla geçerliydi. Amerika emperyalizminin “Kolombiya planı” denilen karşı devrim stratejisine cepheden tutum alan Chavez, ABD uçaklarının Venezüella hava sahasını kullanmasına da izin vermedi. Bush yönetiminin “uluslararası terörizme karşı savaş” çağrılarına olumsuz yanıt verenlerin başında gelen Chavez, Afganistan’ın işgalini “terörist” bir eylem olarak niteleyerek ipleri germeyi sürdürüyordu vb...
Darbe, ABD'nin Elinde Patladı
ABD karşıtlığına dayanan ulusal bağımsızlıkçı çizginin ve bütün bu uygulamaların Chavez için bir karşılığı tabii ki olacaktı ve “beklenen” darbe 11 Nisan 2002’de geldi. Ancak “beklenmeyen” bir şekilde hızla bertaraf edildi. Latin Amerika gibi, darbe klasiklerinin ana vatanı olmuş bir coğrafyada yaşanan bu başarısızlık, darbenin planlayıcısı ve denetleyicisi ABD emperyalizminin prestijini ciddi biçimde sarstı. Ordu içindeki üst düzey subaylar eliyle gerçekleştirilen darbenin ömrü 48 saat sürebildi. Tutuklanarak Karayipler’deki bir adada hapsedilen Chavez’in istifa ettiğini açıklaması baskısı karşısında direnmesi ve reddetmesi darbecilerin işlerin bozulmasının başlangıcıydı. Ama asıl belirleyici olan özellikte başkent Caracas’ın dış mahallelerinde yaşayan yoksul kitlelerin sokaklara dökülerek Chavez’i sahiplenmesi ve darbeye karşı direnmeleri oldu. Sıkıyönetim ilanı da bir işe yaramadı ve Chavez yanlıları ordu ve polis güçleriyle çatışmayı ve kayıp vermeyi göze alarak sokaklarda kaldı.
Darbenin çözülüşünü belirleyen kritik gelişme ise ordu içindeki çatlağın açığa çıkması oldu. Darbecilerin başkanlığa getirdikleri Venezüella’nın en büyük sermaye örgütünün (Türkiye’nin TÜSİAD’ı gibi) başkanı Pedro Carmona’nın ilk iki icraatı, darbecilerin niyetlerinin en açık biçimde ortaya çıkmasına neden oldu. Carmona, ulusal meclisin ve yargıtayın derhal lağvedileceğini açıklıyordu. Bush yönetimi yeni iktidarı hemen tanıdığını ilan ediyor, ardından da IMF, yeni hükümete mali açıdan desteklemeye hazır olduğunu bildiriyordu. Böylece darbenin anatomisi çıplak gözle incelenebilecek kadar net bir şekilde ortaya çıkmış oluyordu. Ordu içinde güçlü olan Chavez yanlılarının hızla harekete geçmesine neden olan bu gelişmeler, daha zayıf olan darbecilerin birliğini ise zayıflatıyordu. Daha iki gün geçmişti ki Chavez götürüldüğü adadan ordu içindeki yandaşlarınca kurtarıldı ve görkemli bir şekilde tekrar koltuğuna oturtuldu.
Darbe öncesi Chavez karşıtı kampanyayı yürüten Venezüella oligarşisinin bütün kuvvetleri şaşkındı. Ama gerçekte asıl şaşkınlık Washington’da, Latin Amerika’daki yeni hegemonya stratejisini uygulama konusunda işi sıkı tutan Bush yönetiminin yediği darbede somutlaştı. Bu şaşkınlık, Bush’un ulusal güvenlik baş danışmanı Condalizza Rice’nin Washington darbesini püskürten Chavez’e “umarım gerekli dersi almıştır” gibi şapşalca gevelemelerde bulunmasına dönüşüyordu.
"Kansız, Barışçıl Ve Bolivarcı" Devrim!
Chavez’in “ders alıp” almamasından bağımsız olarak, darbe sonrasında geliştirdiği tutum, onun sınıf uzlaşmasını temel alan politik stratejisinin mantığına tümüyle uygun olacaktı. O hem kavgacı, hem uzlaşmacıydı; “kansız, barışçıl ve Bolivarcı” bir devrim istiyordu! Onun için darbeyi püskürttükten sonra “intikamcı” karşı saldırıya geçmedi. ABD’yle karşılıklı çıkar ilişkilerinin sürdürüleceğini, borçların ödenmeye devam edileceğini (Venezüella bu konuda Latin Amerika’da örnek ülkedir) vb. yineledi. Darbenin başındaki Pedro Carmona ve birkaç üst düzey subay dışında cezalandırmaya da yönelmedi. Medyaya da herhangi bir özel bir sınırlama getirmedi vb.
Ama “iktidar”ını güçlendirmeye dönük olarak halk arasında örgütlü yapılanmaları sağlamlaştırmaya hız verdi. “Bolivarcı meclisler” denilen bu örgütlenmeler bizzat hükümet tarafından da teşvik edilmekte, hükümetten bağımsız benzeri biçimdeki başka örgütlenmelerle iç içe bir şekilde askerler, işçiler, köylüler, mahalleler ve öğrenciler arasında yaygınlaşmaktadır. Bolivarcı gelenekten gelen değişik grupların ve başkaca devrimci siyasi çevrelerin de aktif olarak örgütlenmesine katıldıkları ve destekledikleri bu “meclis”lerin ülke çapında koordinasyonuna yönelik arayışlar devam ediyor. “Devrimci Halk Meclisi”nin kurulması ve ulusal koordinasyonun bunun üzerinden sağlanması doğrultusunda Venezüella’daki devrimci siyasal yapılardan kaynaklı yorumlar sıkça dile getirilmektedir.
Bu halk örgütlenmelerin silahlanıp silahlanmayacağı ise politik çevreler arasında temel bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Venezüella gericiliğinin halkın meclisler aracılığıyla gizlice silahlandırıldığı ve Chavez’in bir diktatör ve katil olduğu yönündeki propagandası karşısında uzlaşma siyasetinin zarar göreceğini düşünen Chavez, meclisleri savunmasız bırakmayı göze almaktadır. Halka yaptığı bir konuşmada “silahları bırakma” çağrısı yapması bunu doğrulamaktadır. Ne var ki Bolivarcı geleneğin değişik eğilimleri ve devrimci yapılar buna karşı çıkmaya devam ediyor.
"Zenginlerin Grevi"ni Yoksullar Kırdı
Bu gelişmeleri dikkatle ve tedirginlikle izleyen ABD ve Venezüella burjuvazisi başarısız darbe fiyaskosundan çıkardığı “derslerin” de ışığı altında yeniden başlattığı Chavez karşıtı kampanyayı 2002’nin Aralık ayında “genel grev” örgütleyerek açık saldırıya dönüştürmüştü. Petrol sanayicilerinin ve onların uşağı CTV sendikası ağalarının eliyle başlatılan bu saldırı, aslında düpedüz bir genel lokavttı. Medyanın kudurganca bir Chavez karşıtı yalan ve karalama kampanyasıyla desteklenen bu saldırı, orta sınıfların üst katmanları, petrol sanayiinde çalışan ayrıcalıklı hale gelmiş işçiler, kilise gericiliği ve burjuvazinin denetiminde olan polis gücü tarafından açıktan destekleniyordu. İki aydan fazla süren ve ülke ekonomisini felç ederek Chavez hükümetini istifa etmeye zorlayıp yeni bir seçim yapılmasının önünü açmaya çalışan lokavt saldırısı da sonunda darbe benzeri bir akıbetle noktalandı. Lokavtın (halk buna çok yerinde olarak “zenginlerin grevi” diyordu) amacını çabuk kavrayan halk yığınları, sokaklara inmekte yine tereddüt göstermedi ve Chavez karşıtı göstericilerden çok daha fazla inisiyatif ortaya koyarak karşı cepheyi dağıtıcı ve sindirici bir rol oynadı. Karşıt gruplar arasında sık sık çatışmaların yaşandığı, yer yer silahlarında kullanıldığı gösterilerde ölen ve yaralananlar da oldu. Devrimci durumun zaten bir olgu halinde süreğenleştiği tartışmasız olan Venezüella’da burjuvazinin son saldırısıyla birlikte iç savaşın başlangıç evresine girildiğini apaçık gösteren gelişmeler yaşanıyordu. Sürecin nereye evirileceği ise ABD emperyalizminin ve burjuva cephenin neleri göze alacağına; Chavez’in yüzünü daha çok nereye doğru döneceğine ve işçi sınıfı ve ezilen halk kitlelerinin devrimci eylemine önderlik edecek güçlü merkezlerin açığa çıkıp çıkmamasına bağlı olarak belirlenecektir. Bu çerçeveden bakıldığında ABD ve Venezüella oligarşisinin Chavez’i yıpratma ve gözden düşürme planlarının şimdilik önemli ölçüde tıkanmaya uğradığı ve bu noktadan itibaren de geri adım atmayla yüz yüze kaldıkları görülmektedir. Chavez ise iktidarını koruyan gerçek gücün halk kitlelerinin devrimci inisiyatifi olduğu gerçeğiyle daha açık olarak yüz yüze gelmekte ve onların, kendilerine şimdiye kadar verilenden çok daha fazla şey istediklerini, eğer verilmezse kendilerinin doğrudan almak isteyeceklerini anlamak zorunda kalmıştır. Şimdiki politik dengeler içinde, karşı devrimci rüzgarlara direnen iktidar gemisinin, Chavez yüzünü burjuvaziye döndüğü oranda “çıpasının” gevşeyeceği ve esecek devrimci fırtınalarla alabora olacağını sezdiğinden şüphe edilemez. Venezüella’da devrimci iktidarı örgütleyecek önderlik boşluğunun henüz doldurulamadığı devrimci kriz koşullarında Chavez merkezli geçici bir statükonun bir süre daha hüküm süreceği öngörülebilir.
Uluslararası Krizin Latin Ayağı
Venezüella’da olan bitenlerin “dünyanın yeni durumu”yla doğrudan bağıntısı dikkat çekici bir çarpıcılık taşımaktadır. Birincisi bu bağıntı kapitalist dünya ekonomisinin genel kriz koşullarıyla ilgilidir. Neoliberal emperyalist politikaların tıkanmasının göstergelerinden biridir Venezüella. İkincisi; Venezüella’daki halk hareketi dünya işçi sınıfı ve ezilenlerin emperyalist küreselleşmeye karşı yükselişe geçen yeni kitle dalgasının öncü birliklerinden birini temsil etmektedir aynı zamanda. Üçüncüsü; Amerika emperyalizminin petrol ve enerji kaynakları üzerindeki hegemonya mücadelesinde Irak (Ortadoğu) üzerinde başlattığı yeni saldırı hamlesiyle tetiklenen uluslararası krizin sacayaklarından biri durumuna gelmiştir Venezüella. Bush yönetiminin uluslararası krizin tepe noktasına ulaştığı bu koşullar altında burnunun dibindeki ‘vahşi’nin çılgınlıklarına tahammül göstermemesinin nedeni budur. Venezüella’nın başta Latin Amerikanın diğer ülkelerine olmak üzere dünya halklarına esin kaynağı olma tehlikesi, Amerikan haydutlarının korkulu rüyasıdır. Ama artık Venezüella’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açığa çıkmıştır. Ya darbe, ya devrim. Uluslararası krizin diyalektiği Venezüella’da bu sarmal üzerinde dönüyor.