Noam Chomsky Teorinin Neresinde

“İş bilmez” DGM’nin gafleti, dünyaca ünlü antiemperyalist aydın Noam Chomsky’yi Türkiye’ye getirdi. Emperyalizmin vahşetine, tutarlı demokrat bir tutum alan Chomsky, Türkiye’de de özgürlükçü bir rüzgar estirdi.

Siyasal mücadele bakımından konunun esası budur; selamlanması gereken bir onurlu aydın duruşu ve Chomsky’nin ABD emperyalizmine meydan okuyuşu... Türk burjuva devletinin antidemokratik yüzünü tüm dünyaya teşhir eden ziyareti. Diyarbakır’a gitme cüreti göstermesi ve “başkent”te binlerce yurtsever Kürdü cesaretlendiren bir konuşma yapması. Tüm bunların Türkiye ve Kürdistan halklarının politik özgürlük mücadelesine güç katan esinlendirici “eylemler” olduğu açıktır. Bu toprakların marksist leninistleri, bu onurlu aydın tavrını yürekten alkışlar ve politik özgürlük davamıza yapılan bu mütevazı ama önemli katkıyı selamlarlar.

Diğer yandan, antiemperyalist antifaşist politik duruşunun yanı sıra, Chomsky, özellikle son yirmi beş yıldır, uluslararası anarşizmin önemli düşünürlerinden biridir. Pratik politik duruşundan daha az tanınan bir yönü olarak o, anarşizmin belirli bir akımının temsilci simalarındandır. Hiç kuşkusuz, onun anarşist ideolojik duruşu, gerek düşünsel eserine, gerekse de pratik politik duruş ve beyanlarına siniyor, yön veriyor. Chomsky’nin politik etkisindeki genişleme, aynı zamanda anarşizmin ideolojik etkisinin de genişlemesine neden oluyor.

Anarşizm, 90’lı yıllardan bu yana, kendisini, “küreselleşme”ye karşı gelişen uluslararası muhalefetin bir akımı olarak yeniden üretti. Özellikle ‘99 Seattle eyleminden bu yana, “küreselleşme karşıtı” hareket içinde anarşistlerin belirli bir yer tuttuğu, ülkemizden de gözlenebiliyor. Polisle çatışmaların aktif bileşeni olanlardan, pasifist kesimlere kadar, anarşizmin çeşitli akımları, bu hareketin içinde yer alıyor. Tıpkı Chomsky’nin antiemperyalist politik duruşu gibi, bu akımlar da antiemperyalist bir karakter taşıyorlar. Ancak diğer yandan, uluslararası yeni kitle hareketinin içinde anarşizmin tuttuğu yer, proletarya ve gençliğin ideolojik kafa karışıklığının bir görüngüsüdür. Kapitalizme öfke duyan yığınların ideolojik netleşmesi ve sosyalizm alternatifinin yığınların elinde bayraklaşması için, anarşizm de dahil, komünizm dışı akımların güncel eleştirisi önem taşıyor. Biz de, Chomsky’yi bu kimliğiyle, yani kapitalizme karşı çıkan, “özgürlükçü” sosyalizmi savunduğunu ifade eden bir anarşist olarak ele alacağız.

Tekelci Kapitalizme Karsı Küçük Ölçekli Kapitalizm

Chomsky’ye göre kapitalizm, devlet müdahalesiyle ayakta tutulan büyük şirketler sistemidir. Onun ifadesiyle; “ ‘kapitalizm’ denilen şey, çok sayıda dev özel şirketin, ekonomi, politik sistemler, sosyal ve kültürel hayat üzerinde geniş bir kontrol kurduğu; bu şirketlerin güçlü devletlerle yakın işbirliği içinde çalıştığı; güçlü devletlerin ise kendi ekonomilerine ve uluslararası topluma yoğun biçimde müdahale ettiği bir şirket merkantilizmi sistemidir.”(1)

Dev tekelci birliklerin varlığı, bunların toplum üzerindeki egemenliği, “serbest piyasa” söylencelerine rağmen kapitalist devletin bunları koruyup kollaması vb. tüm bunlar günümüz kapitalizminin reddedilemez olgularıdır. Ancak kapitalizm bunlardan ibaret de değildir. Kapitalist üretim ilişkilerinin dayandığı en derin toplumsal temel, meta üretimidir. Küçük meta üretiminin genelleşmesi, eskiden kendi ihtiyacı için üreten küçük üreticilerin satış için üretmeye başlamaları, kapitalizmin şafağı olur. Sermaye, küçük meta üretiminin bağrından doğdu. Çok sayıda küçük meta üreticisinin içinden sıyrılan az sayıda büyük üretici, ellerindeki maddi zenginliğin ve sahip oldukları üretim araçlarının gücüne dayanarak diğerlerini mülksüzleştirdiler. Küçük üreticiler mülksüzleşip ücretli işçiye dönüşürken, az sayıda sermayedar diğerleri aleyhine giderek artan oranda zenginleşti.

Ancak, bugün ulaşılan tekelleşme düzeyinde dahi, küçük meta üretimi bir bütün olarak ortadan kalkmadı. Küçük ölçekli kapitalizm, bir yandan sistemin çarkları arasında ezilip yutuluyor. Ama diğer yandan çok sayıda yeni küçük sermaye her gün piyasaya çıkıyor. Küçük ölçekli kapitalizmin toplumda tuttuğu yer daralsa da, o varlığını koruyor.

Chomsky’nin kapitalizm tanımı, küçük- ölçekli kapitalizmi içermiyor. O, emperyalist devletlerin, dünya tekellerinin göz çıkaran barbarlıklarını şiddetli biçimde eleştirirken, kapitalizmin ve tekellerin hangi toplumsal temelden fışkırarak geliştiklerinden hiç bahsetmiyor. Onun kapitalizme dair rahatsızlıkları, tekeller ve devlet müdahaleciliği olarak özetlenebilir. Hatta o, bugünkü kapitalizmin kapitalizm olmaktan çıktığını da düşünüyor: “fiu anda var olan sistemin kapitalizmle hiçbir benzerliği yoktur. Var olduğu kadarıyla kapitalizm, 1920’lerde, 30’larda yok oldu. Bugün her sanayi toplumu devlet kapitalizminin şu ya da bu biçimidir.”(2) Onun tasarladığı sistemde dev tekeller yok. Devlet de yok. Ancak meta üretimi varlığını korumaya devam ediyor. O, üretimin birbirinden bağımsız üretim komünlerinde gerçekleşmesi ve toplumun da bu komünlerin bir birliği olarak şekillenmesi gerektiğini savunuyor. Her üretim komünü, üretimi kendisi yönetecek ve farklı komünlerin ürettikleri alınıp-satılacaktır. Chomsky’nin Rudolf Rocker’den aktardığı, kendisinin de hemfikir olduğu şu satırlarda yazıldığı gibi:

“Anarko-sendikalistler, sosyalist bir ekonomik düzenin hükümet kararnameleriyle yaratılamayacağını, ancak üretimin her kolundaki işçilerin el ve beyin işbirliği ve dayanışmasıyla yaratılabileceğine inanıyorlar. Bu, tüm işletmelerin yönetiminin üreticilerce devralınması demektir. Öyle ki, ayrı gruplar, fabrikalar ve sanayi kollan, genel ekonomik organizmanın bağımsız üyeleri olurlar. Bunlar, ürünlerin üretim ve dağıtımını özgür karşılıklı anlaşmalar zemini üzerinde, topluluğun çıkarı doğrultusunda gerçekleştirirler.”(3)

Rocker’ın bu projesini aktardıktan sonra Chomsky devam ediyor: “Özel mülkiyetin lağvedildiği ve asalaklıklara, özel ayrıcalıklara yer olmayan bir ekonomik organizasyonda devletin nasıl bir işlevi olacağını bize açıklayacak herkese teşekkür etmeye hazırız.”(4)

Rocker ve Chomsky’nin çizdikleri toplumsal modelde, temel ekonomik birim, “üretim komünleri” oluyor. Ancak, nihayetinde bunlar “topluluğun çıkarı” için üreten, meta üreticisi topluluklarıdır. Bu meta üreticisi grupları, diğer gruplarla “özgür karşılıklı anlaşmalar” yaparak meta ticareti yaparlar. Üretimin satış için gerçekleştiği bir üretim biçiminde —ki buna meta üretimi diyoruz- üreticinin artan ihtiyaçlarını karşılamasının yegane yolu, daha fazla üretmesidir. Rocker’ın deyişiyle “topluluğun çıkarı doğrultusunda” gerçekleşen üretim, topluluğun sürekli artan gereksinmelerini karşılamak için sürekli artar. Bu durum, her bir üretici topluluğunu daha fazla üretmeye ittikçe, topluluğun geliri arttığı oranda, tek tek üretim birimleri arasındaki rekabet de artar. Bununla birlikte, artan maddi gelirin bölüşümü için üretim biriminin içinde de rekabet başgösterir. Üreticilerin bu “özgür birliği” meta üretiminin yasalarına boyun eğer. Üretim topluluklarının bazıları diğerlerinden daha varlıklı hale gelir; buna paralel olarak, topluluk üyeleri arasında da gelir farkı oluşmaya başlar. Küçük meta üretimine dayalı komün, kendi zıttına, kapitalizme dönüşmeye başlar.

Tıpkı küçük el zanaatları üretiminin kendi zıttını, kapitalist sanayi üretimini doğurmuş olması gibi. Şimdi Chomsky’nin sorusuna geri dönersek: Proletarya devrimi, büyük özel mülkiyeti bir çırpıda ortadan kaldırabilir. Tıpkı burjuva devletini ortadan kaldırabileceği gibi. Ancak özel mülkiyetin küçük ölçekli biçimleri; küçük köylü üretimi, el zanaatları ve küçük esnaf vb. bir anda ortadan kaldırılamaz. Bunun için uzun yıllar sürecek bir toplumsal dönüşüm süreci gerekir. Rocker ve Chomsky’nin modeli; üretimi küçük özel mülkiyet temelinde yeniden örgütlemeyi öneriyor. Komünistler ise, küçük özel mülkiyetin sistemli biçimde kolektifleştirilmesini, küçük üretimin büyük sanayi üretimiyle kaynaşmasını ön görüyorlar. Özel mülkiyetin ve sınıfların tümüyle ortadan kalktığı bir toplumda kuşkusuz ki devletin yeri yoktur. Özel ayrıcalıkların ve nihayet kapitalizmin toplumsal temeli olan meta üretiminin varlığını zorunlu olarak koruduğu bir toplumda ise devlet, proletaryanın elinde, üretimin topyekün kolektifleştirilmesi için de bir araç olacaktır.

Chomsky’nin modelinde üretim “topluluğun çıkarına” yapılır. Peki topluluğun çıkarı, toplumsal çıkarla çeliştiği durumda ne olur? Bugünkü üretim anarşisinin ilk biçimleri ortaya çıkmaz mı? “Genel ekonomik organizma”nın “bağımsız üyeleri” olan sayısız üretim biriminin (fabrika, atölye, çiftlik vb.) üretimi kendi dar “topluluk çıkarları” doğrultusunda gerçekleştirdiği bir toplumsal model, üretimin toplumsal karakteriyle uyumlu olabilir mi? Bu modelde “hükümetin yerine endüstriyel organizasyonu koyuyoruz” diyen Rocker, ekonomiyi bir federal ekonomi konseyinin yönetmesini savunuyor. Peki, üretici güçlerin ileriye doğru bir atılımı için, tüm tekil üretim birimlerinin uyması gereken bir toplumsal plan gerekmiyor mu? Birbiriyle iç içe geçmiş sayısız iş kolundan ve el birliği yapan sayısız işletmeden oluşan sanayi üretimi, bir merkezi planlama ve yönetim olmaksızın, sayısız üretim biriminin kendi topluluğunun çıkarına yapacağı üretimle nasıl işleyecek? “Genel organizma”nın çıkarlarıyla, üretim topluluğunun çıkarları çeliştiğinde hangisi geçerli olacak? Eğer ikincisiyse, bu model, toplumsal bir üretim olan modern sanayi üretimi ile üretim topluluklarının “bireysel” çıkarları arasındaki çelişkilere tabi olur. Eğer birincisiyse, bu tekil üretim birimlerini genel plan doğrultusunda sevk edecek bir yönetim aygıtı gerekmez mi? Meta üretiminin ve küçük özel mülkiyetin tamamen ortadan kalktığı bir toplumda, modeliniz kusursuz işler. Ama kapitalizmin bağrından yeni doğmuş bir toplumda, modeliniz kapitalizmin yeniden doğumuna götürür.

“Meta üretiminin yasaları”ndan bahsetmişken, ekonominin ve toplumsal gelişmenin belirli yasalar tarafından yönetildiği konusunda da dostumuz Chomsky’yle oldukça farklı noktalarda duruyoruz.

Örneğin Chomsky, kapitalizmin bir dizi kötülüğünü sıraladıktan sonra, bunları şöyle yorumluyor:

“Bu gelişmeler genellikle engellenemez pazar güçlerine mal edilir; David Ricardo da (...) bunların yerçekimi kanunu gibi değişmez olduğunu öne sürmüştü. (...) kendine özgü değerleri ve seçimleri olan insan kuramlarını doğa kanunlarıyla kıyaslamanın saçmalığını bir yana koysak dahi, yine de tüm bunlarda bir aldatmaca vardır. Ticaret ve otomasyonun söz konusu etkilerinin pazara mal edilmesi oldukça zordur. Devasa devlet desteği ve müdahalesi her zaman gereklidir.”(5)

Chomsky’ye göre pazar güçlerinin etkisi “engellenemez” değildir; çünkü insana ait kurumlar, hangi değerlerin öncelik taşıdığına dair bir seçimin ürünüdür. Toplumsal gelişimin nesnel yasalara değil, insanların seçim ve tercihlerine dayandığı düşüncesi, Chomsky’yi pazar ilişkilerini açıktan savunmaya kadar götürüyor:

“Pazar işlemlerinde neyin yanlış olduğunu gayet iyi anlıyorum, ama bu, pazar işlemlerini yok eden bir sistemin tercih edilir olduğu konusunda beni ikna etmeye yetmiyor.” (6)

Eğer insan toplumunu belirli nesnel toplumsal yasalar değil de, tercihler yönetiyorsa, pekala, pazarın ve meta üretiminin kendisi de insana hizmet eden bir yola sokulabilir! Tıpkı Chomsky’nin tasarladığı üretim birimleri federasyonu gibi. Chomsky, insan iradesinin gücüyle, pazarı “ehlileştirmeye” ve emekçi yığınların hizmetine sokmaya çalışıyor. Oysa insan iradesi, ancak uygun nesnel toplumsal zemin üzerinde etkide bulunabilir. Doğası ve karakteri itibariyle kaçınılmaz olarak sömüren ve sömürülen, mülk sahibi ve mülksüz, ezen ve ezilen ayrışmasına götüren meta üretimi ilişkilerine dayanarak, geleceğin özgür toplumunu kuramazsınız. Oysa Chomsky, kapitalizmin yıkıcı sonuçlarını, pazar ilişkisinin nesnel doğasına değil, “devlet müdahalesi”ne bağlıyor. Ekonomik yasaların, bizzat devleti de dönüştürerek kendi yolunda yürüyeceğini göremiyor. Bu durumda, Rus feodalizminin binbir türlü engelleme ve kısıtlamasına rağmen Rusya’da kapitalizmin nasıl egemen hale geldiğini açıklayamayız. Ya da Fransız Devrimi’nin arka planında kapitalist üretim ilişkilerinin feodal devletin varlığıyla artık bağdaşmayacak derecede gelişmiş olmasının yattığını göremeyiz. 'İnsanlık; eşitlik, kardeşlik, adalet gibi değerleri önde tutmayı tercih etti ve devrim oldu dememiz gerekir!) Aynı biçimde, kapitalist toplumun da bugün üretici güçlerin gelişmesinin önünde nesnel bir engel haline geldiğini ve üretim ilişkilerinin boğduğu üretici güçlerin bir toplumsal devrimi koşulladığını da göremeyiz. Kapitalizme karşı çıkışımız hümanist ve vicdani bir itirazın ötesine geçmez. Oysa, toplumun gelişme yasalarının bilimsel analizi bize, çürümüş ve gericileşmiş kapitalist ilişkilerin neden yıkılmak zorunda olduğunu gösteriyor, yeni bir topluma götürecek toplumsal güçlerin bilgisini sunuyor.

Chomsky, tüm kötülüğün kaynağını devlet olarak görüyor ve bizzat devleti de yöneten toplumsal-ekonomik yasaların varlığını yadsıyor. Bu da onu, tarihsel gelişmenin açıklayıcı kavramının “insan doğası” olduğu fikrine götürüyor. Kapitalizm insan doğasına aykırıdır, yıkılmalıdır. Devlet otoriterdir ve insan doğasına aykırıdır, yıkılmalıdır vb. Peki “insan doğası” nedir? “İnsan doğası ve olanaklı toplum biçimleri hakkındaki kavrayışımız o kadar eksiktir ki uzağı gördüğünü iddia eden her doktrin büyük bir şüphecilikle karşılanmalıdır. Tıpkı ‘insan doğası’nın veya ‘verimliliğin ihtiyaçlan’nın veya ‘modern hayatın karmaşıklığının şu ya da bu baskıyı ve otokratik yönetimi gerektirdiğini söyleyenlere şüphecilikle yaklaşmamız gerektiği gibi.” (7) Bakunin’in “kendi bireysel doğamızın getirdiği kısıtlamalar dışında hiçbir kısıtlama içermeyen özgürlük” talebi ve formülasyonundan esinlenen Chomsky, “insan doğası”nın az çok bilimsel bir açıklamasına girişmekten kaçınıyor. Dahası onun bilinemez olduğunu savunuyor. “Şüphesiz ki, zengin ve karmaşık bir insan doğası var ve şüphesiz ki insan doğası büyük oranda insanın genetik yapısı tarafından belirleniyor, tıpkı tüm diğer varlıklar gibi. Ama ne olduğunu bilmiyoruz.”(8) “Tüm bu meselelerde, bilgimiz ve kavrayışımız sığdır; tıpkı insan hayatının her alanında olduğu gibi, sezgi ve deneyimlerimiz, korku ve umutlarımız zemininde ilerleriz.” (9) “İnsan doğası ve toplumsal düzen” üzerine koca bir kitap (Power and Prospects) yazmış olan Chomsky’nin tüm söylediği koca bir hiçlikten ibaret. Chomsky’nin bu açmazı, “insan doğası”nın tarihsel dönemlerden ve bu dönemlere denk düşen sınıfsal yapılaşmalardan kopuk, soyut bir tanımını yapmaya çalışmasından kaynaklanıyor. “İnsan doğası”, toplumsal bir varlık olan insanın içinde yaşadığı koşullar tarafından belirleniyor. Köleci toplum insanıyla kapitalist toplum insanı arasında; kölelerle köle sahipleri, proleterler ve burjuvalar arasında ortak bir “insan doğası” kavramı inşa etmeye çalışınca, açmaza düşmek kaçınılmaz oluyor. Bu kez, tüm insanlar arasında ortak olan şeyin, yani “genetik yapının” insan doğasını belirlediği düşüncesine varan Chomsky, tarihsel gelişmeyle insanın biyolojik yapısı arasında da bir bağ kurulamayacağı için, bu kez, “insan doğasının karmaşıklığı ve bilinemezliği”ne sarılıyor. Tarihin ve toplumun gelişimine dair az çok bilimsel hiçbir şey söyleyemeyen Chomsky, bunun olanaklı da olmadığını söylüyor. Bilinemezciliği ve gizemciliği öğütlüyor. Felsefi bakımdan Chomsky’nin tam bir idealist olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Chomsky’yle sınırlı bir durum değil bu; genel olarak anarşizm, idealist bir temele dayanır. Anarşizmin tüm akımları, şu ya da bu biçimde, toplumsal gelişmenin yasalarını yadsır. Anarşizm, bunun karşısına insan iradesinin yanılsamalı rolünü koyar; her türlü otoritenin dışında davranan bireyci “özgür” eylem. Aynı düşünce sistemi “devlet”i de toplumsal zemininden kopuk bir olgu olarak ele alır ve kötülüğün esas kaynağı olarak görür. “Otorite” kavramını toplumsal durumdan kopararak mutlak düşman ilan eder; “özgürlük” savunusu da soyut ve muğlaktır. Marksizm bakımından ise “özgürlük, zorunluluğun kavranması”dır. İnsan iradesi ancak nesnel toplumsal gelişmenin ve bu gelişmeyi yöneten yasaların en derin kavranışı üzerinden toplumu dönüştürecek bir müdahalede bulunabilir.

Chomsky, yapıtlarında pek çok yerde, dayandığı düşünsel temelin “klasik liberal düşünce” olduğunu ifade eder. Onun ekonomik teorisi de Adam Smith ile David Ricardo’nun teorilerini referans alıyor.

“Klasik liberal düşüncenin, toplumsal yaşama devlet müdahalesine karşı çıkışı, insanın özgürlüğe, farklılıklarını geliştirmeye ve özgürce birleşmeye olan ihtiyacı hakkındaki daha derin varsayımlarından kaynaklanıyor. Aynı varsayımlara dayanarak, kapitalist üretim ilişkileri, ücretli emek, ‘mülkiyetçi bireycilik’ ideolojisi -tüm bunlar tamamen gayri-insani kabul edilir. Özgürlükçü sosyalizm, aydınlanmanın liberal ideallerinin mirasçısı sayılmalıdır.”(10)

“...yeni bir adaletsizlik sistemi olarak kapitalizmin gelişmesiyle, aydınlanmanın ve klasik liberal ideallerin radikal insancıl mesajını taşıyan ve geliştiren özgürlükçü sosyalizm oldu; liberal düşünce ise kurulu sosyal düzeni sürdürmeyi öğütleyen bir ideolojiye dönüştürüldü.”(11)

Adam Smith’in çizdiği toplum modeli; yani devletin ekonomiye müdahale etmediği, serbest rekabetin her bireye tanınan bir hak olduğu vb. bir toplum, Smith’e göre her bireyin eşitliğine doğru bir eğilim yaratacaktı. Ancak öyle olmadı. Tersine, serbest rekabet, sınıfsal kutuplaşmayı, servetin merkezileşmesini ve tekelleri doğurdu. Smith’in iktisadi yapıtı, o günün burjuvazisinin ekonomik gelişimine ve ilerlemesine hizmet ediyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda burjuvazi, tarihsel ilerlemeyi temsil eden sınıftı. Feodal merkezi devletlerin müdahale ve kısıtlamalarına rağmen meta üretimini ve ticaretini geliştirmeye çalışıyordu. Smith ve Ricardo’nun yapıtlarındaki liberal düşünceyle, burjuvazinin feodal devlete karşı savaşımı arasında güçlü bir bağ vardır. Chomsky, düşünürleri belirli sınıfların ideolojilerinin gelişimi içinde bir yere koyma yolunu izlemiyor. O, Smith’i sınıf bağıntısından kopararak, “eşitlik”, “özgürlük” vb. üzerine genel söylemleriyle değerlendiriyor. Oysa Smith, burjuva ekonomi politiğinin gelişiminde bir basamaktır. Burjuvazinin çıkarları başka bir yönde evrimleşince liberal düşünce de o yönde evrilmiştir. Smith’in döneminde kapitalizmin çarpıklık ve çelişkileri henüz nüve halindeydi ve Smith bunları giderilebilecek çocukluk hastalıkları olarak görüyor, karşı çıkıyordu. Chomsky’ye göre bu karşı çıkış, Smith’in ve “aydınlanma”nın özünde anti- kapitalist olan duruşundan kaynaklanıyordu. Smith, serbest rekabet ve devletin ekonomiden elini çekmesi durumunda, pazarın doğal eğiliminin tüm girişimcileri eşitlemek yönünde olacağını düşünüyordu. Bu noktadan bakarak Smith, anonim şirketlere, zenginlik yığılmasına vb. karşı çıkmış, bunları pazarın doğal eğilimine aykırı bulmuştu. Bir de Chomsky’yi dinleyelim:

“Klasik liberaller, olağanüstü ölçeklere ulaşmış bu yeni sorumsuz, mutlak iktidar konusunda ne düşünürlerdi acaba? Örneğin, azınlığın ‘soyulan çiftçilerin ve sefalete itilen küçük toprak sahiplerinin dizginlerini elinde tutup yönetmesine’ aracılık edecek olan bir aristokrasinin, ‘bankacılık kurumlan ve paralı anonim şirketler üzerine kurulu bir aristokrasinin tek ve görkemli hükümeti’ne -onun hayal edemeyeceği ölçüde gerçekleşmiş bir kabustur bu- horgörüyle bakan Thomas Jefferson? Ya da kapitalizm öncesi dönemde ‘anonim şirketler’e şüpheyle bakan, özellikle de bu şirketlerin fiilen ölümsüz insanlar -zaman sının olmadan kişi haklarına (...) sahip olan tüzel kişilikler- haline gelebileceklerinden kuşkulanan Adam Smith? Aynı bağlamda Smith’in ‘kusursuz özgürlük’ altında, eşitlik doğrultusunda doğal bir eğilim olabileceğine inandığını anımsayabiliriz; ona göre, eşitlik piyasanın etkili bir biçimde işlemesinin koşullarından biridir".(12)

Özü ve ruhu itibariyle, Chomsky’nin kapitalizme itirazlarıyla, Smith’in ve diğer liberallerin itirazları örtüşüyor. Kuşkusuz Smith, hiçbir zaman devletin kaldırılmasından söz etmedi. Çünkü burjuvazinin eline geçen bir devlet aygıtı, bu sınıfın gelişimi için büyük faydalar sağlar. Daha Smith’in döneminde Avrupa devletleri, Antillerin ve Latin Amerika’nın sistemli yağması yoluyla Avrupa’da sermaye birikimini hızlandırıyorlardı. Gümrük koruması, fetih savaşları vb. İngiliz burjuva devletinin sermaye birikimini hızlandırmak için başvurduğu yöntemlerdi. Smith hiçbir yerde bunlara itiraz etmez. Ancak Chomsky’yle Smith’i buluşturan, kapitalizmin ilk dönemlerindeki serbest rekabet koşullarının, Chomsky’nin toplum projesini de ifade etmesidir. “Anarşist Chomsky, Smith’in pazarı idealize edişini kucaklıyor, çünkü, gerçekte, anarşistlerin gelecek toplumu da idealize edilmiş pazar ilişkileridir.”(13)

Chomsky’nin Smith ve liberallerle buluşmasının altında, derinde yatan gerçek, onun geçmişin kapitalizmini geri getirmeye çalışmasıdır. Ancak nasıl ki Smith’in öngörülerinin aksine, pazarın eğilimi eşitliğe doğru değil, sınıfsal ayrışmaya doğru olduysa, Chomsky’nin toplum modeli de aynı ayrışmaya ve bu zemin üzerinde büyük ölçekli kapitalist özel mülkiyetin yeniden üretilmesine götürecektir.

Bu arada, Chomsky’nin büyük sanayiyi geliştirerek ilerlemek ile küçük sanayi temelinde bir toplumsal model kurmak arasında gidip geldiğini, kafasının karışık olduğunu ifade edelim. Kimi yerde o, fabrikaların, orada çalışan işçilere ait olduğu ve onlarca yönetildiği bir modeli savunur. Ama yine de örneğin; Gandi’nin köylü kalkınması, komünal projeler ve küçük işletmeciliğin geliştirilmesi üzerine tasarıları için; “Bu Hindistan için çok sağlıklı olabilirdi. Gandi, ağır sanayi temelinde bir kalkınmaya dayanan stalinist modelden çok daha başarılı olabilecek ve insani bir kalkınma modeli önriyordu.”(14) demekten geri kalmaz. Chomsky’yi çelişkiye düşüren nokta şu ki; üretici güçlerin ulaştığı düzey itibariyle bugün, büyük sanayiden geriye, küçük üretime doğru yol almak bir hayalden ibarettir. Bu yüzden herhangi bir toplumsal gelecek projesi, büyük sanayii içermek- sizinedemez. Ancak diğer yandan, Chomsky’nin önerdiği toplumsal model, yani üretim birlikleri federasyonu, üretim aygıtını sayısız ufak birime böldüğü için, modern sanayinin toplumsal karakterine aykırıdır.

Chomsky’nin modeli, küçük, bireysel üretime uygundur. Bu, Chomsky’nin, tıpkı diğer anarşistler gibi, yakasını kurtaramadığı bir çelişki oluyor.

Burjuva Diktatörlüğüne Karsı Burjuva Demokrasisi

Chomsky sınıfların varlığını ve bunlar arasındaki savaşımı kabul ediyor. Ancak, kapitalist toplumun iki temel sınıfı arasındaki savaşımın kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğünün yıkılışına ve proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesine -proletarya diktatörlüğüne- götüreceğini yadsıyor. O, proletaryanın devleti yıkmasını ön görebiliyor. Ancak bunu takip edecek olan, devletsizlik olmalıdır. Hangi biçim ve isim altında olursa olsun, devlet ve “otorite” insan doğasına aykırıdır.

Özel olarak da proletarya devletinin, olabilecek en despotik hükümet biçimi olacağını söylüyor. Chomsky sıkça Bakunin’in aktaracağımız anlayışına gönderme yapıyor: “‘Toplumun sosyalist bilginler tarafından örgütlenmesi ve yönetilmesi’ diyor Bakunin, ‘despotik hükümetlerin en kötüsüdür’. Komünist parti önderleri, (...) ‘tüm yönetimi kendi ellerinde yoğunlaştıracaklardır... [Yığınlar] devlet mühendislerinin doğrudan yönetimi altında olacaklardır; ve bu devlet mühendisleri, yeni bir ayrıcalıklı politikacı-bilim adamı sınıfı oluşturacaklardır.’ Proletarya için bu yeni rejim, kızıl bürokrasinin yönetimi altında ‘bir kışladan başka bir şey olmayacaktır’. (...) ‘Bir grup bireyin, en zeki ve en iyi niyetlilerinin dahi, dünya proletaryasının ekonomik organizasyonunun ve devrimci hareketinin aklı, ruhu, yönetici ve birleştirici iradesi olabileceğine inanmak’ (bir hurafedir). Gerçekte, ‘halkın iradesini ifade ettiğini sanan eğitimli azınlık, bir sözde-temsili hükümet’ kuracak ve bu hükümet de ‘yığınlara bir avuç ayrıcalıklı elitin hükmettiğini gizlemeye’ yarayacaktır. ”(15)

Chomsky, Bakunin’in kızıl bürokrasi üzerine tahlillerinin Sovyet deneyiminde doğrulandığını ifade ediyor. “(Leninist) doktrin, -Bakunin’in bir yüzyıl önce yaptığı analizde kullandığı kavramlarla ifade edersek- ‘radikal entellektüellere’, devlet iktidarını elde tutma ve ‘kızıl bürokrasi’nin, ‘yeni sınıfın vahşi diktatörlüğünü dayatma hakkını tanıyor.” (16)

Bu bakımdan Chomsky, örneğin Lenin’in düşüncesi ve pratiğiyle ABD Başkanı John F. Kennedy’nin düşünce ve pratiğini oldukça benzer buluyor. Chomsky; Kennedy’nin liberal teorisyenlerinden Robert McNamara’dan aşağıdaki alıntıyı yapar:

“Hayati önem taşıyan kararlar, özellikle de izlenecek ana politikalar tepede belirlenmelidir. Tanrı ... kesinlikle demokratiktir. O, beyin gücünü herkese dağıtıyor; ama bu paha biçilmez hediye ile etkin ve yapıcı bir şeyler yapmamızı da haklı olarak bekliyor. İşte yönetimin tüm içeriği budur. Yönetimin aracı insan kapasitesidir; ve en temel görevi değişimle ilgilenmektir. Sosyal, politik, ekonomik, teknolojik ve her alandaki değişimler, bu kapıdan geçerek tüm topluma akılcı biçimde dağılır... Demokrasiye dönük esas tehdit aşın yönetimden gelmez, eksik yönetimden gelir. Gerçekliği eksik yönetmek onu serbest bırakmak değildir. Bunun anlamı, mantık dışında bir gücün gerçekliği şekillendirmesine izin vermektir. ... Eğer insanı mantık yönetmezse, insan potansiyelinden geriye düşer.”

Sonra ise Chomsky şöyle devam eder: “Kısacası, mantık, merkezileştirilmiş yönetime itaati gerektirir: Bu gerçek özgürlüktür, demokrasinin gerçekleşmesidir. Tann’ya yapılan atıf bir yana bırakılırsa, bu alıntının Lenin’den mi, yoksa Robert McNamara’dan mı yapıldığını ayırt etmek oldukça zordur.” (17)

Kısaca özetlersek; sosyalist bir devlet de, tıpkı burjuva diktatörlüğü gibi, küçük bir azınlığın iktidarı olacaktır. Hatta gelmiş geçmiş en despotik hükümet olacaktır. Hatta soğuk savaşçı ABD diktatörlüğüyle, Bolşevik hükümetin özde “oldukça çarpıcı benzerlikleri” vardır. Her ikisi de ‘entelektüellerin’ yığınlar üzerindeki diktatörlüğünün biçimleridir. (Chomsky’nin bolşevizm düşmanlığını ifade edecek çarpıcı birkaç satır aktarırsak; “Eğer sol, ‘bolşevizm’i içerecek biçimde tanımlanıyorsa, benim kendimi soldan ayırmam gerekir. Lenin, sosyalizmin en büyük düşmanlarından birisiydi.”)(18)

Chomsky, “devlet”in tarihsel evrimini, toplumsal gelişmenin yasalarından ve sınıf mücadelesinin somut koşullarından kopararak kendi soyut özgürlük imgesinin aynasından tartışıyor. Somut sorun şu: Devrilmiş, ama yok olmamış burjuvazinin karşıdevrimci direncini kırmak için, yıkıma uğramış ekonomiyi kolektif temelde yeniden örgütlemek için, küçük meta üretiminin modern sanayi üretimi temelinde kolektifleştirilmesi için, karşıdevrimci ayaklanmaları bastırmak için, sınıfların ortadan kalkacağı bir toplumsal gerçekliğe ulaşmak için -YANİ, kısacası, Chomsky’nin soyut özgürlük idealinin somutta yaşam bulabileceği sınıfsız ve sömürüsüz topluma varmak için nasıl bir geçiş süreci yaşanacaktır?

Chomsky, Engels’ten yanıtlayamadığı bir alıntı yapar:

“Anarşistler, sorunu başaşağı koyuyorlar. Proletarya devriminin, politik devlet örgütlenmesini yok etmekle başlaması gerektiğini söylüyorlar. ... Ancak onu öylesi bir anda yok etmek; muzaffer proletaryanın yeni ele geçirdiği iktidarı koruyabileceği, kapitalist düşmanlarını bastıra- bileceği ve toplumun ekonomik devrimini gerçekleştirebileceği (...) o yegane aygıtı yok etmek anlamına gelir.”(19)

İktidarı ele geçiren proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi, kapitalizme karşı kesin zafer için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Kuşkusuz her türlü devletin ortadan kalkması talebinde anarşistlerle ortaklaşıyoruz. Sonuç itibariyle tüm devletler bir sınıfsal baskı gerekliliğinden doğarlar. Bu durumda da, devletten devletsizliğe; kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş amacıyla bağlı bir devlet aygıtı doğar. Bu, eğer proletaryanın devrimine önderlik ederlerse, anarşistlerin de kaçınamayacağı bir durumdur. Karşıdevrimin gücü ve direnci ezilmeden proleter devrimi bir gün dahi ayakta kalamaz. Karşıdevrimi ezmek ve silahsızlandırmak, burjuva iktidarını restore etmek için yapılan girişimleri boşa çıkarmak zorunluluğu, eğer tutarlı devrimci iseler, anarşistleri de bizzat burjuvazi üzerinde diktatörlüğe iter. Bir silahlı zor aygıtı kullanmaya götürür. Adı konulmasa da bir devlet, bir iktidardır bu. Anarşizmin devlet- otorite karşıtı soyut özgürlükçü teorisi, bu durumda yaşam karşısında çözülür. Sınıf mücadelesinin somut toplumsal gerçekliği anarşistleri bizzat iktidar olmaya zorlar. Ancak bu kez de anarşizmin doğası gereği zayıf bir devlet olacaktır bu, “toplumun ekonomik devrimini” gerçekleştirmeye yönelmeyecek, sınıf düşmanı üzerinde en sert proleter şiddeti örgütlemekte tutarsız kalacaktır. Nihayetinde kazanan karşıdevrim olur. Çünkü, Engels’in deyişiyle, “toplumun ekonomik devrimi” gerçekleşmediği durumda, “zafer tıpkı Paris Komünü’nde olduğu gibi, yeni bir bozgun ve kitle katliamıyla son bulur.” (20)

Öte yandan, proletaryanın iktidarı, ancak proletaryanın en ileri, aydınlanmış, sınıf bilinçli öğeleri bir politik parti biçiminde birleşmişse mümkün olur. Chomsky kapitalizme karşı mücadele üzerine çokça yazmasına rağmen, bunun nihayetinde bir siyasal iktidar mücadelesi olduğundan bahsetmiyor. O, yığınların aşağıdan girişkenlik ve mücadelelerini, yarattıkları örgütlenmeleri haklı ve doğru olarak övüyor, yüceltiyor; ancak tek başına bunların bir devlet iktidarını yıkmaya yeterli gelmeyeceğini görmüyor. Sınıf mücadelesi, gelişiminin belli bir aşamasında, bu sınıfların partileri arasındaki bir mücadeleye dönüşür. Sayısız sendika, kitle örgütü, giderek konseyler vb. içinde kitlesel biçimlerde örgütlenmeyen, tüm bu kitlevi örgütlenmelerle en sıkı bağlara sahip bir öncü parti etrafında birleşmeyen, mücadelesinin deneyimlerinin yoğunlaştığı bir önderler kuşağı yaratamayan proletaryanın, burjuvazinin sayısız araçla tepeden tırnağa örgütlenmiş diktatörlüğünü nasıl yıkacağı sorusu, havada asılı kalıyor. Chomsky’ye göre her durumda “otorite, tartışmanın odağında durmalıdır; otoriter olan kesin biçimde reddedilmelidir.”(21) Ancak, otorite yalnızca egemen burjuvazinin toplum yaşamına sınırsızca aşıladığı bir hastalık değildir; ezilenlerin her türlü örgütlenmesi de şu ya da bu düzeyde “otorite”yi içerir. Her sendikanın, derneğin ve tabii her partinin, üyelerinin gönüllü disiplinine dayanan şu ya da bu düzeyde bir “otorite” içerdiğini saptamak gerekir. Örgüt fikri, otoriteyi içerir. Chomsky’nin otoriteye itirazı ve mutlak soyut özgürlük ideali, ezilenlere daha az ve daha zayıf örgütlenmeyi öneriyor. Bilimsel sosyalizm ise, proletarya ve diğer emekçi katmanlara sayısız örgütte biraraya gelmeyi, bir öncü parti etrafında birleşmeyi ve demokratik merkeziyetçi bir “otorite”yi sınıf davasında ezilenlerin kolektif gücünü açığa çıkarmak için kullanmayı öğütlüyor.

Peki, bolşeviklerin önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi ve onun yarattığı Sovyet Cumhuriyeti, bir avuç entelektüelin yığınlar üzerindeki diktatörlüğü müdür? Ekim Devrimi ile, iktidarı işçi ve asker sovyetleri (konseyleri) devralmıştır. Kısa süre sonra, köylü sovyetleri ile işçi ve asker sovyetleri birleşmiştir. Sovyet devleti, işçi, asker ve köylü sovyetlerinin devletidir. Bu iktidarın önderliği Sovyetler Genel Kongresi tarafından Bolşevik Partisi’ne verilmiştir. Proleter devlet aygıtı, Sovyetler’de (ya da benzeri politik iktidar organlarında) örgütlenmiş, kendi doğrudan temsilcilerini seçen proleter ve emekçi yığınlarla, proletaryanın öncü partisi arasındaki zengin karşılıklı ilişkiler toplamıdır. Rusya’nın her yanında kadın ve erkek, genç ve yaşlı milyonlarca işçi, asker ve köylü, doğrudan demokrasi yoluyla kendi temsilcilerini seçmiş ve yönetime katılmıştır. Sovyet iktidarı, her emekçiye devlet yönetimine katılma olanağı sağlamasıyla, işçi emekçi kitleleri silahlandırıp sayısız örgütte birleşmelerini teşvik edişiyle, sovyet üyelerinin geri çağrıla- bilmesiyle, partinin sovyet kongresine karşı sorumlu olmasıyla vb. en demokratik burjuva devletinden bin kez daha demokratik bir yönetim mekanizması yarattı. Kuşkusuz, doğrudan demokrasinin bu en ileri yaşanmış örneğinin giderek nasıl bürokratik bozulmaya uğradığı, Ekim Devrimi’nin yarattığı toplumun bağrından kapitalizme geri dönüşün öğelerinin nasıl oluştuğu vb. komünistler bakımından da tartışma konusudur. Yaşanan deneyimlerin bu konuda olabilecek en ileri düzeyi temsil ettiği de iddia edilemez. Açık ki, proletarya devriminin yeni dalgası, Ekim Devrimi ve 20. yüzyıldaki diğer devrimlerin eleştirel çözümlemesinden güç alacak ve daha ileri örnekler yaratacaktır. Ancak önemli olan şudur ki; proleter ve emekçi yığınlar için en geniş demokrasiyi, proleter demokrasisini, sömürücü sınıflara karşı en şiddetli diktatörlükten, proleter diktatörlüğünden koparamazsınız. Yani Bakunin, “Hiçbir devlet, ne denli demokratik olursa olsun, hatta en kızıl cumhuriyet bile halka istediğini veremez; yani özgür örgütlenmeyi ve kendi yaşamlarını yukarıdan bir baskı olmadan, aşağıdan yukarıya doğru yöneltebilmeyi olanaklı kılamaz(22) dediğinde, aslında niyetinden bağımsız olarak, ezilenlerin, emekçilerin doğrudan demokrasisini olanaksız kılıyor. Çünkü; birincisi, proleter devrimin zaferi, devrimin enerjik biçimde savunulması amacıyla burjuvazi üzerine hücum etmeden sağlanamaz. İkincisi, yüzyıllar boyu atıl bırakılmış, ezilmiş, horlanmış yığınları aktif politikaya çekmede, onların yığın örgütlerinde birleşmelerini teşvik etmede proleter devlet bulunmaz bir araçtır. Proletaryanın en ileri örgütlenme biçimi olarak proleter devlet, proletaryanın diğer örgütlenmelerini besleyen, büyüten bir rol oynar. Üçüncüsü, devlet, devrimi toplumsal alanda ilerletmede, “toplumun ekonomik devrimini” başarmada vazgeçilmez bir araçtır ve yığınların ekonomik durumları iyileşmeden, politik katılımcılıklarının zayıf kalacağı açıktır.

Proleter devleti, sovyetlerde (vd.) örgütlenmiş proleter yığınların devleti olarak, en geniş yığınların aktif politik yaşama katılmasını teşvik eder. Yığınların aktif politikaya katılması, devlet yönetmeyi öğrenmesi, proleter devletin eski devlet bürokratları kastına mecburiyetini de sona erdirir. Diğer yandan yığınların aktif politikaya katılımı, proleter iktidarın temellerini de sağlamlaştırır. Devletten devletsizliğe geçişin devleti, ekonomik-toplumsal alanda sınıfların ortadan kalkmasını örgütlerken, politikada da politikanın/devlet yönetiminin kitleselleşmesini örgütler. Devlet yönetimi bilgisinin kitleselleşmesi devletin sönmesinin politik koşuludur.

Gelelim Lenin’le Kenndy’nin “benzerliklerine”. Nihayetinde her devlet, bir sınıfsal baskı aracıdır. Hangi sınıfın diğerine baskı yaptığı Chomsky açısından önemli olmasa da bu gerçekte belirleyici bir sorundur. Kennedy hükümeti ABD sermayesinin çıkarları için onlarca ülkede müdahaleler gerçekleştirdiğinde, Vietnam’da kirli savaş yürüttüğünde, “iç” te McCarthy’ci dönemin cadı avını sürdürdüğünde, Vietnam savaşı karşıtı gençlik eylemleri kurşunlandığında, yüzlerce insan gözaltına alınıp tutuklandığında, bu, burjuva şiddetidir. Ömrünü doldurmuş ve çürümüş bir toplumsal sistemin suni olarak ayakta tutulması amacıyla bağlıdır. Lenin ve Bolşevikler, Rus (ve dünya) proletaryasının çıkarları için örneğin ÇEKA’yı (23) kurduklarında, karşıdevrimci girişimleri bastırdıklarında, Kolçak-Denikin vb. Çarlık generallerinin karşıdevrimci ayaklanmasını ezdiklerinde, sabotajları vb. önlediklerinde bu, proleter şiddetidir. Kapitalist dünyanın yıkıntıları arasından sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz komünist toplumun yaratılması amacıyla bağlıdır. Kennedy de, Lenin de, kendi sınıflarının sadık hizmetkarlarıdır. Kennedy ve akademisyen kadrosunu yöneten; burjuvazinin sınıfsal ihtiyaç ve yönelimleriydi. “Komünist dünya”ya savaş açan soğuk savaşçı Amerikan burjuvazisinin düşünen beyni ve icra eden eli oldular. Lenin ve bolşevik önderler ise, iktidarı ele geçiren ve komünist dünyayı yaratma savaşımı veren proletaryanın düşünen beyni ve icra eden eli oldular. Nasıl ki Amerikan burjuvazisinden bağımsız bir Kennedy düşünülemezse, Rus proletaryasından bağımsız/kopuk bir Lenin ve Bolşevik Parti de düşünülemez. Ama Chomsky için baskı ve otoritenin her çeşidi aynı anlamı taşıdığından, arada hiçbir ayrım gözükmüyor. “Yeni entelektüel sınıfın baskıcı iktidarının iki biçimi” olarak algılanıyor Kennedy ve Lenin önderliğindeki rejimler. Ancak gerçekte; “entelektüeller”, birincisinde, sermayeyle, ikincisinde ise proletaryayla sıkı sıkıya kaynaşmıştır. Ekim Devrimi, bir avuç aydının ikidarı gasp etmesi değil, milyonlarca işçi, asker ve köylünün katılımıyla gerçekleşen bir toplumsal devrimdir. İç savaş yıllarında (1918-21) sayısız emekçinin Sovyet iktidarını savunmak için ayağa kalkışının anlamı budur. En geniş emekçi yığınların desteğini almasaydı, toplumsal yapıyı işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarı yönünde dönüştürmeseydi, karşıdevrimci abluka altında Sovyet iktidarı bir hafta bile ayakta kalamazdı. Yeni devlet aygıtını oluşturan işçi, asker ve köylü sovyetleri ve bunlarda birleşen milyonlarca işçi, emekçiden kopuk ve onlar üzerinde bir otorite değil, onların en kararlı, en bilinçli bölüklerini birleştiren bir öncüydü Bolşevik Parti.

Diğer yandan, proletarya demokrasisine (aynı anlama gelmek üzere proletarya diktatörlüğüne) karşı soyut özgürlük ve otorite karşıtlığıyla dikilen Chomsky, “saf” ve “ideal” bir (burjuva) demokrasi özlem ve talebini ifade etmekten çekinmiyor. Bugünkü burjuva iktidarına karşı örneğin Jefferson’un demokrasisini savunuyor:

“(Jefferson) dönemin(in) aristokratları, yükselen kapitalist devletin avukatlarıydı. Jefferson, demokrasiyle kapitalizm (ya da daha doğrusu gerçekte var olan, devlet iktidarıyla yakın bağ içindeki kapitalizm) arasındaki açık çelişkiyi fark ederek, durumu üzüntüyle karşılıyordu.”

Jefferson, Amerikan bağımsızlık savaşının önderiydi. Ancak o, ne bir bütün olarak devlete karşıydı, ne de kapitalizme. Amerikan bağımsızlık savaşının arka planında, Amerikalı kapitalistlerin İngiliz gümrük sınırlandırmalarından özgürleşme ve kapitalist gelişmeyi sınırlayan İngiliz boyunduruğundan kurtulma amacı yatıyordu. Böyle bir devrimin, antikapitalist bir iktidar yaratabileceğini düşünmek gülünç olurdu. Tıpkı Chomsky’nin kapitalist ekonomiye dair eleştirilerinin “başlangıç dönemi” kapitalizmine özlemden ibaret olması gibi, burjuva iktidarına eleştirisi de burjuva demokrasisinin ilk dönemlerine özlemden ibarettir. Burjuva demokrasisindeki bozulmanın, kapitalizmin tarihsel ömrünü doldurması ve çürümesi ile bağıntılı olduğunu kavrayamıyor. Kapitalizmin tarihsel olarak ilerici olduğu, üretici güçlerin gelişmesine hizmet ettiği dönemin burjuva demokrasisiyle, tepeden tırnağa çürüdüğü, üretici güçlerin gelişiminin önüne dikildiği dönemin burjuva demokrasisi kuşkusuz ki farklı biçimlere bürünür. İçerik bakımından ise, her iki dönemde de o, burjuva diktatörlüğüdür. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sınıf baskısıyla yönetilmesi rejimidir. Chomsky’nin bir röportajında belirttiği gibi: “Amerikan demokrasisi James Medison’ın 1787’deki Anayasa Kongresi’nde vurguladığı şu ilke üzerine kuruludur: Hükümetin birinci görevi, zengin azınlığı, çoğunluktan korumaktır.” (24) Bu gerçeği teslim etmesi, Chomsky’nin liberal dönem düşünürlerinin “ideal demokrasi” arayışlarını referans kabul etmesini engellemiyor. Chomsky’nin pratik politikadaki duruşu da burjuva diktatörlüğüne karşı burjuva demokrasisini savunmak olarak nitelenebilir. O, başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm burjuva dünyanın kötülüklerine ve vahşetine kaşı çıkıyor; ama bunu burjuva demokrasisinin bakış açısından yapıyor. Uluslararası hukuka aykırılık, demokrasinin işlemesine müdahale edilmemesi vb. Diğer yandan, örneğin ABD’nin Afganistan operasyonlarına karşı çıkarken, 11 Eylül baskınını da “vahşi terörist eylem” olarak niteliyor. Egemenlerin ve ezilenlerin şiddetini aynı kefeye koyuyor.

Burjuvazi ve kapitalizmin tarihsel olarak gericileşmesinden bu yana, demokrasi ve özgürlük idealleri proleter sınıfın omuzlarında taşınıyor. Gericileşen kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin karşısına ancak sosyalizm ve proletarya demokrasisi çıkabilir. İkinci alternatifi reddedenlerin, ne denli eleştirirlerse eleştirsinler, kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin sınırlarından dışarıya çıkamayacakları Chomsky ve günümüz anarşizmi somutunda da görülebilir. Chomsky’nin emperyalist kapitalizmin karşısına koyabildiği alternatif, küçük ölçekli kapitalizm oluyor. Emperyalizmin biçimsel burjuva demokrasisine karşı “ideal demokrasiyi savunuyor. Emperyalist ideologlara karşı aydınlanma döneminin klasik liberallerine dayanıyor. Chomsky’nin basında “müzmin muhalif” olarak adlandırılması bir gerçeği de ifade ediyor. Kapitalizme dair eleştiriniz, onun nasıl yıkılacağının ve yerini alacak toplumun bilimsel analiziyle birleşmiyorsa, kapitalizmin müzmin muhalifi olarak kalmanız da kaçınılmaz oluyor.

Dipnotlar

1) Noam Chomsky’yle Anarşizm, Marksizm ve Gelecek Umudu Üzerine Söyleşi, Red&Black Revolu- tion, sayı 2, 1996, bkz. Znet arşivleri (www.zmag.org)

2) N. Chomsky’yle Kapitalizm Üzerine Röportaj, David Finkel, Detroit Metro Timmes gazetesinden aktaran: Znet arşivi.

3) Aktaran: Anarşizm Üzerine Notlar, Znet arşivi.

4) Communist Voice, 27 Ekim 2000 sayısı, “Noam Chomsky’nin Anarşist Bakış Açısı Üzerine”

5) Aynı yerde.

6) Anarşizm Üzerine Notlar, Znet arşivi

7) Micheal Albert’la Röportaj, Znet arşivi.

8) Power and Prospects kitabından kesitler, Znet arşivi

9) Anarşizm Üzerine Notlar

10) Aynı yer

11) Dünya Düzeni: Eskisi Yenisi, syf. 271

12) Communist Voice, agd.

13) Aktaran Communist Voice, agd.

14) Leninizm ve Devlet Kapitalizmi makalesi, Znet arşivi

15) Sovyetler Birliği Sosyalizme Karşı makalesi, Znet arşivi

16) Leninizm ve Devlet Kapitalizmi’nden

17) Chomsky’yle Anarşizm, Marksizm ve Gelecek Umudu üzerine söyleşi, Znet arşivi.

18) Aktaran; Anarşizm Üzerine Notlar.

19) Aynı yerde.

20) Communist Voice, agd.

21) Aynı yerde.

22) ÇEKA:Tüm Rusya Olağanüstü Komisyonu. Sovyet iktidarına bağlı olarak kurulan karşıdevrime ve sabotajlara karşı mücadele örgütü.

23) Noam Chomsky’yle Anarşizm, Marksizm ve Gelecek Umudu üzerine söyleşi, Znet arşivi.

24) Aktaran Communist Voice, agd.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi