AB-Türkiye İlişkilerinin Seyri

1989/’91’DE revizyonist bloğun ve Sovyetler Birliği’nin dağılması uluslararası ilişkilerde ve çelişkilerde derin değişimlere neden olmuştur. İki kutuplu, iki süper güçlü, iki pazarlı dünyanın sonlanması, kapitalist dünya sistemi veya dünya burjuvazisi açısından bir milattı.

O zamana kadar “özgür dünya”nın savunulması ve geleceği için Amerika’nın patronluğunda hareket etmek ve “komünizm” tehlikesine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda korumak zorunda olan AB, revizyonist bloğun ve SB’nin dağılması sonucunda, bir taraftan sosyal emperyalist hegemonyadan boşalan alanları doldurmaya yönelirken, diğer taraftan da “özgür dünya” nın geleceği için ABD ile mutlaka ortak hareket etme zorunluluğunun ortadan kalktığına inanıyordu.

AB, bütün ‘90’lı yıllar boyunca ve hâlâ birçok süreci birarada yürütüyor.

a-Aşağıda ele alacağımız gibi entegrasyonu derinleştiren ve kapsamlaştıran zirveler.

b- Genişleme politikası.

c-ABD ile çelişkilerin keskinleşmesi; rekabetin yaygınlaşması ve derinleşmesi.

d-Bütün bu ilişkiler içinde Türkiye’nin değişen; önemlileşen konumu.

1963’te imzalanan ilk anlaşmadan bu yana, daha doğrusu AB’nin Türkiye’nin önemini yeniden keşfettiği ‘90’lı yılların ikinci yarısına kadar Türkiye, bekleme odasında bekletildi.

14 Nisan 1987’de yapılan tam üyelik başvurusu reddedildi. (Aralık 1989’da verilen cevap.)

Soğuk savaş döneminde Türkiye, Amerikan emperyalizmi patronluğunda kapitalist dünyanın kendine biçmiş olduğu rolü istenildiği gibi oynamıştı. NATO üyesi Türkiye, “komünizm” tehlikesine karşı ön cepheydi.

AB’ye göre Türkiye, SB’nin dağılmasından sonra bu stratejik önemini kaybetmişti. Bunun ötesinde Doğu ve Orta Avrupa, Balkanlar, daha öncelikle ele alınması gereken alanlar olmuştu. Bu nedenlerle Türkiye, aday üye olarak, aday üyelik başvurusu olmaksızın da beklemeye devam edebilirdi. Türkiye’nin AB’ye üye olması şart değildi. Bu, Gümrük Birliği üyeliğiyle giderilebilirdi. Öyle de oldu ve Türkiye, 1 Ocak 1996’da Gümrük Birliği’ne üye oldu. Böylece AB, Türkiye için yapabileceğini yapmış oluyordu. AB’ye göre Türkiye-AB ilişkileri Gümrük Birliği’yle sınırlandırılmalıydı.

Ama AB, kısa bir zaman sonra, Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB çıkarları açısından önemini gecikmeli olarak keşfedecekti.

Tek kutuplaşan, çok rekabet merkezli, “küreselleşen” dünyada, bu gelişmelerin sonucu olarak beliren rekabet alanları ve Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikası, Türkiye’yi kazanılması gereken bir ülke, bir alan konumuna getiriyordu. Emperyalistler arası rekabette, jeostratejik konumu her zaman önemli olan Türkiye, bu önemi nedeniyle AB tarafından yeniden keşfediliyordu.

Maastricht Anlaşması'nın Türkiye Açısından Anlamı

10 Aralık 1991’e Maastricht’te (Hollanda) biraraya gelen o zamanki adıyla AT (Avrupa Topluluğu) devlet ve hükümet başkanları, üye devletler arasında para birliğine geçilmesi kararını aldılar. Bunun ötesinde dış politika, içişleri, güvenlik ve adalet alanlarında ortak politikaların oluşturulması kararlaştırıldı.

Maastricht Antlaşması’nın Türkiye-AB ilişkileri açısından iki sonucu vardır:

a- Roma Antlaşması’nın 237. Maddesi değiştirilerek “tüm Avrupalı devletler Birliğe üye olma talebinde bulunabilirler...” anlayışına yer verildi. Bunun ötesinde AB’ye üyelikte uygulanan prosedür de değiştirilmiş, AB üyeliği için Tek Senet yerine Avrupa Parlamentosu’nun onayı gerekli görülmüştür. Avrupa kavramının tam tanımının yapılmaması ve Avrupa Parlamentosu’ nun üyelik için onayının şart koşulması, Türkiye’yi tedirgin etmişti. Türk burjuvazisi, o zamana kadar kendi aleyhinde birçok karar alan Avrupa Parlamentosu’nun üyelik sorusuna sıcak bakmayacağı anlayışındaydı.

b- Maastricht Antlaşması’yla, Avrupa topluluklarının hepsinden önce kurulan BAB (Batı Avrupa Birliği), ortak güvenlik ve dışişleri politikasının uygulayıcı kurumu konumuna gelmiştir. BAB, hukuken AB’nin bir parçası, kurumu değildi. AB, NATO üyesi olan, ama BAB üyesi olmayan Avrupa ülkelerini bu kuruma üye olmaya çağırmıştır. Türkiye, bu çerçevede BAB’a “ortak üye” olacaktı. Ama bu statü, AB’nin tam üyesi olmadığı için Türkiye’yi AB’nin güvenlik ve savunma gibi konularında karar alma sürecinden dışlıyordu.

‘90’lı yılların başından AT (Maastricht Antlaşmasından sonra AB), Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile arka arkaya “Avrupa Anlaşmaları” imzaladı. Amaç, bu ülkeleri AB üyeliğine hazırlamaktı. Böylece bu ülkeler ön plana çıkıyorlar ve Türkiye, 1963’ten beri sahip olduğu “güçlü” ortak statüsüne rağmen geri plana itiliyordu. Geri plana itiliş, AB’nin mali ve teknik yardımlarının Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yönlendirilmesiyle de kendini gösteriyordu.

‘90’lı yılların ilk yarısında Türkiye, yukarıda belirttiğimiz uluslararası altüst oluşlar nedeniyle önemsizleştiğine inanılarak, AB’nin genişleme takviminin tartışmalarının yapıldığı platformlarda ya hiç yer almadı, ya da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden, Malta ve Kıbrıs Rum Kesimi’nden sonra söz konusu edildi.

Kopenhag Zirvesi'nin Türkiye Açısından Anlamı

Lizbon Zirvesi’nde (25-27 Haziran 1992) diğer şeylerin yanı sıra, Türkiye ile ilişkilerin “...Ankara Anlaşmasının hedeflerine uygun şekilde ve siyasi bir diyalogu da içeren biçimde geliştirilmesi” görüşü benimsendi. (Sanki yeni bir şeymiş gibi!) Ayrıca aynı zirvede EFTA üyesi olan Avusturya, Finlandiya, İsveç, İsviçre ve Norveç ile tam üyelik görüşmelerinin Maastricht Anlaşması’ndan hemen sonra başlatılması, AB Komisyonu’nun 1989 tarihli kararında yer alan “derinleşme hareketi ve tek pazar kurulması yönündeki çabalar sonuçlanmadan AT’ın yeni üyelik müzakerelerine” başlamayacağının sadece Türkiye’ye yönelik bir anlayış olduğu bir kez daha görüldü.

21-22 Haziran 1993’te Kopenhag’da gerçekleştirilen zirvede AB, genişleme süreci açısından büyük önem ifade eden kararlar almıştır.

Kopenhag Zirvesi’nde, Maastricht Antlaşmasının söz konusu maddesini tamamlayıcı karar alındı. Bu karara göre aday üyeler, tam üyeliğin gerekli kıldığı ekonomik ve siyasi koşulları sağladıklarında tam üye olabilecekler.

Kopenhag Kriterleri olarak bilinen bu koşullar üç başlık altında toplanabilir:

-Siyasi kriterler; demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, azınlıkların korunması.

-Ekonomik kriterler; işleyen ve aynı zamanda AB çerçevesinde rekabetçi baskılara ve diğer “serbest piyasa” güçlerine dayanabilecek bir pazar ekonomisi.

-AB mevzuatını benimseme kriteri; her bir aday ülke, siyasi, ekonomik ve parasal birliğin hedeflerine bağlı kalarak gerekli yükümlülükleri yerine getirme yeteneğine sahip olmalıdır.

Bu zirvede Türkiye ilgili olarak da şu karar alınmıştı:

“AT Zirvesi, Türkiye ile işbirliğinin, bir gümrük birliğinin kurulmasıyla ilgili olduğu ölçüde, 1963 tarihli Ortaklık Anlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol’de öngörülen perspektif içinde geliştirilmesi ve yoğunlaştırılması konusunda Lizbon’da toplanan AT Zirvesi’nde kabul edilen esasların etkili bir biçimde uygulanması Konsey’den istenmiştir.”

Böylece AB, Türkiye’yi üyelikten vazgeçmeye, Gümrük Birliği ile yetinmeye çağırıyordu. Ancak Türk burjuvazisi bunu, “gümrük birliği oluşturarak, AB’ye arka kapıdan girmek” olarak yorumladı.

Lüksemburg Zirvesi'nin Türkiye Açısından Anlamı

AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını imzaladıktan sonra Türkiye, sıranın AB’ye tam üyeliğe geldiği anlayışından hareketle AB’den aday üye statüsünün tanınmasını ve tam üyelikle ilgili bir takvimin belirlenmesini talep etti. Bırakalım tam üyeliği, aday üyelik konusunda da en ciddi itirazlar bu dönemde, Gümrük Birliği anlaşmasından sonra gelmeye başladı. AB’nin önde gelen ülkeleri, örneğin Almanya, ilk kez “kültürel farklılık”tan bahsediyordu. Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya, İspanya Hıristiyan Demokrat partilerinin Brüksel’de yaptıkları toplantıda (4 Mart 1997) Türkiye’nin adaylığına ilişkin olarak “kültürel farklılık, kimlik ve aidiyet” temelli olan ciddi itirazlar yükseliyordu.

Bu dönemde Türkiye, hiçbir zaman üye olamayacak, istenmeyen “aday üye” konumundaydı.

AB Komisyonu, “Gündem 2000 Raporu”nu 16 Temmuz 1997’de açıkladı. Bu rapor, AB’ye üyelik konusunda Türk hükümetinde hayal kırıklığına neden olmuştur. Rapor da Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye üyelikleri öngörülüyordu.

Türkiye, raporda ayrı bir başlık altında ele alınıyor ve Gümrük Birliği’nin memnun edici bir biçimde işlediğinden ve bunun devamından bahsediliyordu. Bunun ötesinde “Gündem 2000 Raporu”nda bir dizi ekonomi, demokrasi sorunlarını içeren eksikliklerden söz ediliyor, ama bir bütün olarak Türkiye’nin AB aday üye yeteneğinin olduğu kabul edilebiliyordu. Bu rapor, AB’nin genişlemeyle ilgili en önemli belgesiydi ve Türkiye’ye üyelikle ilgili bir perspektif verilmemişti!

12-13 Aralık 1997’de Lüksemburg’da gerçekleştirilen zivrede AB, “Gündem 2000” raporunu ele aldı ve rapor onaylandı. Sonuç bildirisinde Türkiye ile ilgili olarak şöyle deniyordu:

“Konsey, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğe ehil olduğunu teyit etmektedir. Türkiye, diğer aday üyelerle aynı kriterler temelinde değerlendirilecektir. Üyelik müzakerelerine başlamayı sağlayacak siyasi ve ekonomik koşullar bulunmamakla birlikte, Konsey, üyeliğe hazırlanmak üzere Türkiye’yi her alanda AB’ye yakınlaştıran bir strateji tanımlamanın önemli olduğu görüşündedir. Bu strateji, Ankara Anlaşması potansiyelinin geliştirilmesi, gümrük birliğinin derinleştirilmesi, mali işbirliğinin uygulanmaya konması, mevzuatın yakınlaştırılması ve birlik müktesebatının ele alınması... çeşitli programlara ve kuramlara katılımın durum bazında kararlaştırılmasını içermektedir...”

Sonuç bildirisinde Türkiye-AB ilişkilerinin güçlendirilmesi için siyasi içerikli dört koşul öne sürülüyordu:

1- Türkiye’nin “insan haklan alanındaki norm ve uygulamalarının AB’ninkilere uyumlulaştırılması çerçevesinde başlattığı siyasi ve ekonomik reformların takibi”.

2- “Azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunması.”

3- “Yunanistan ve Türkiye arasında tatmin edici ve istikrarlı ilişkilerin oluşturulması, anlaşmazlıkların özellikle uluslararası Adalet Divanı yoluyla çözümlenmesi.”

4- Türkiye’nin “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarından hareketle Kıbrıs’ta siyasi bir çözüme ulaşmak amacıyla BM’nin koruması altında yürütülen müzakerelere destek vermesi”.

Bunun dışında sonuç bildirgesinde AB’ye katılma istidadı olan, onun değerleri ile iç ve dış hedeflerini paylaşan Avrupa devletleri ile AB üye devletlerini biraraya getirecek bir Avrupa Konferansı gerçekleştirilmesi karar altına alınıyordu. Devamla “Konferans üyelerinin, barış, güvenlik ve iyi komşuluk ilişkileri, egemenliğe saygı, AB’nin üzerine inşa edildiği ilkeler, dış sınırların ve uluslararası hukuk ilkelerinin bütünlüğü ve ihlal edilemezliği konularında karşılıklı taahhüdü ve aynı zamanda toprak anlaşmazlıklarının barışçıl yollarla, özellikle Lahey Uluslararası Adalet Divanı tarafından çözülmesi taahhüdünü paylaşmaları...” gerekiyordu. Davetiyede, Konferans öncelikle ilk aşamada “Kıbrıs, Orta ve Doğu Avrupa aday ülkeleri ve Türkiye’ye yöneliktir” deniyordu.

Lüksemburg Zirvesi, Türkiye’ye indirilen bir şamardı. Bu denli bir dışlanma beklemeyen hükümet, AB ile siyasi diyaloğu askıya aldı, belirtilen konferansa katılımın söz konusu olmadığını açıkladı. Tabii sorun sadece, Türkiye’nin aday üyeliği konusunda değişen bir şeyin olmamasıyla sınırlı değildi. Bu zirvesinde AB, Türkiye’nin görmeye, tartışmaya yanaşmadığı, sorunları dile getiriyordu; demokrasi sorunu, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ege sorunu vs.

AB’nin Almanya ve Fransa gibi önde gelen emperyalist ülkeleri, AB ile mevcut ilişkiler çerçevesinde bağlantılı olan, AB üyesi olmayan bir Türkiye’yi, AB’nin çıkarlarına —aslında Almanya ve Fransa’nın çıkarlarına— en iyi hizmet eden bir Türkiye olarak görüyorlardı. O dönem “emekli” devlet ve hükümet başkanlarının şu veya bu parti, hükümet ve devlet temsilcisinin Türkiye’nin AB’ye alınmaması gerektiği üzerinde durmaları dikkat çekicidir. Bunlara örnek olarak Fransa eski cumhurbaşkanı Valery Giscand d’Estaing, Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt gösterilebilir.

Helsinki Zirvesi'nin Türkiye Açısından Anlamı

Lüksemburg Zirvesi’nden sonra Türkiye, AB’ye rest çekti, ilişkilerde gerilimin hakim olduğu bir süreç başladı. Ama AB, Türkiye’yi yumuşatma, güya onu arkalama/avlama tavrını izledi. O güne kadar AB’nin Türkiye’ye ilişkin bütün tavrını ve kararlarını homurdanarak da olsa kabul eden Türkiye’nin böyle bir tepkiyi açığa vurma cesaretinin olamayacağına inanan AB, şaşkındı.

15-16 Haziran (1998) Cardiffde (İngiltere) yapılan zirvede AB, Lüksemburg Zirvesi sonuçlarına gönderme yaptı, tam üyelik açısından Kopenhag Kriterleri’nin önemi vurgulandı, ama bu zirvede Türkiye’nin aday üyeliğine bakışta belli bir yumuşama görüldü. Türkiye için ehil kavram yerine, aday üyeliği dolaylı ifade eden tanımlamalar kullanıldı. Mali destekten de bahseden AB, bu zirvesinde aldığı kararlarla Türkiye’yi yumuşatmayı hedeflemiştir. 11-12 Aralık’ta (1998) gerçekleştirilen Viyana Zirvesi, mevcut durumun teyidi anla- mini taşıyordu.

AB Komisyonu’nun 1998 Yılı Raporu’nda Türkiye, adaylığı onanmış olan diğer 12 ülkeden ayrı olarak ele alınıyordu. Bu raporda Türkiye’ye ilişkin olarak şu tespitler yapılıyordu;

Türkiye’de “politik açıdan kamu otoritelerinin işleyişinde bazı anormalikler (var), insan haklan ihlalleri (devam ediyor)... azınlıklara muamele konusunda önemli eksiklikler (var), ordunun sivil denetime tabi olmaması kaygı verici... Milli Güvenlik Kurulu’nun siyasi yaşamda oynadığı büyük rol bunu (yansıtıyor)... Güneydoğudaki duruma askeri olmayan sivil bir çözüm bulunması (gerekiyor)... Zira ülkede gözlenen medeni ve siyasi hak ihlallerinin pek çoğunun şu veya bu şekilde bu konuyla bağlantılı” olduğu ileri sürülmekteydi.

Ayrıca raporda açık tanımlama yapmadan Türkiye-Yunanistan ilişkileri kastediliyor ve Türkiye’nin “...muhtelif komşu ülkelerle tüm anlaşmazlıklarının uluslararası hukuka uygun barışçı yollarla çözülmesine yapıcı bir katkı sağlaması” gerektiği belirtiliyordu. Bunun ötesinde raporda, Türkiye’nin ekonomik kriterler bakımından “bir pazar ekonomisinin temel özelliklerinin çoğuna hayli gelişkin kurumsal ve hukuksal çerçeveye, dinamik bir özel sektöre ve liberal bir ticaret kurallarına...” sahip olduğu vurgulanıyordu.

4 Haziran 1999’da Köln’de (Almanya) gerçekleştirilen zirvede, Almanya’nın hazırladığı, Fransa ve İngiltere’nin desteklediği Türkiye’nin beklentilerini şu veya bu şekilde ifade eden taslak metin, Yunanistan ve bazı başka üye ülkenin olumsuz tavrı nedeniyle reddedildi.

AB Komisyonu’nun 1999 yılı İlerleme Raporu’nda Türkiye tam üyeliğe aday olarak gösteriliyordu ve Lüksemburg Zirvesi’nde diğer aday üyelere önerildiği gibi, Türkiye’ye de bir Katılım Ortaklığı stratejisi öneriliyordu.

Raporun siyasi kriterler bölümünde Türkiye için, “.songelişmelerin, Türkiye’de bir demokratik sistemin temel özellikleri mevcut olmakla beraber. Kopenhang siyasi kriterlerini hâlâ karşılamadığı... ” değerlendirmesi yapılıyordu.

Türkiye’nin tam üyeliğe hazırlanabilmesi için AB, Türkiye’ye somut bir katılım öncesi ortaklığı öneriyordu. 1999 Yılı İlerleme Raporu çerçevesinde (aynı öneri Lüksemburg Zirvesi’nde diğer aday üyelere de yapılmıştı) katılım öncesi ortaklığın belli başlı unsurları şunlardı:

-Siyasi diyaloğun derinleştirilmesi,

-Ortak Dış ve Güvenlik politikası çerçevesinde AB’nin ortak tutum ve faaliyetine ortak olunabilmesi olanağı.

-Katılım öncesi mali yardım kaynaklarının tek bir çerçeve içinde eşgüdümün sağlanmasına yönelik bir ulusal program ile birleştirilmiş bir katılım ortaklığının kurulması vs.

11 Aralık 1999’da Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği kabul edildi. Alınan karara göre Türkiye, diğer aday üyelerle eşit konuma gelmiş oluyordu. Yani aday üyelerin yararlandığı olanaklardan yararlanması ve her bir aday üyenin, tam üye olmak için yapması gerekenleri yapması gerekiyordu.

Helsinki Sonuç Bildirgesi’nde Ege ve Kıbrıs ile ilgili tespitleri Türkiye, önce birer ön koşul olarak algıladı ve kabul etmeyeceğini ifade etti. Bu konularda sonuç bildirisinde şöyle deniyordu.

Ege sorunlarıyla ilgili olarak: Aday ülkeler, “Avrupa Birliği’nin antlaşmalarla ifade edilen değerlerini paylaşmalıdırlar. Bu bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi anlaşmazlıkların BM Antlaşması’na uygun olarak barışçı yoldan çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletlerini, devam eden sınır anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konulan çözmek için her gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunmadığı taktirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde uluslararası Adalet Divanı’na götürmelidirler. Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak en geç 2004 yılı sonuna kadar Divan yoluyla çözüme bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir. Ayrıca

Avrupa Birliği Konseyi, hatırlatır ki, Kopenhag’da belirlenmiş olan siyasi kriterlere uyum, üyelik müzakereleri açılmasının bir ön şartıdır ve tüm Kopenhag kriterlerine uyum AB’ye üye olarak katılımın temelidir.”

Sonuç bildirisinin 4. paragrafında bütün aday üyelere yönelik bu anlayış, aslında Ege sorunlarını ifade ediyor ve Türkiye-Yunanistan ilişkilerini gözönünde tutuyordu.

Kıbrıs sorunu ile ilgili görüşler sonuç bildirisinin 9(a) ve (b) paragraflarında yer alıyordu. Orada konuya ilişkin olarak şöyle deniyordu:

9(a); “...Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık (1999) tarihinde New York’ta Kıbrıs meselesinin kapsamlı bir çözüme yenilik olarak başlatılan görüşmelerini memnuniyetle karşılar ve BM Genel Sekreteri’nin bu süreci başarıyla sonuçlandırma yönündeki gayretlerine güçlü desteği ifade eder.”

9(b); “... Avrupa Birliği Konseyi, siyasi bir çözümün Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılmamış olursa, Konsey’in üyelik konusundaki karan, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır.”

Söylenen açık; Türkiye, sorunun çözümü için ileri sürülen önerileri sonuca ulaştıracak bir şekilde yaklaşmalıdır. Aksi taktirde AB, Türkiye’nin istediği bir şekilde sorunun çözülmesini beklemeden Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye katılması kararını verebilecektir. Tabii bu, AB, Kıbrıs sorunu çözülmeden de Kıbrıs’ı mutlaka üye olarak kabul edeceği anlamına gelmiyor.

Helsinki Zirvesi’nde, Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye için belirlenen dört koşuldan ikisi kaldırılmıştı. Türkiye’ye ilişkin olarak Helsinki’de insan haklarından ve Kürt sorununda sivil çözümden bahsedilmiyordu. Ama diğer iki koşul, Kıbrıs ve Ege sorunu yukarıda aktardığımız gibi formüle edilmişti. Bu gelişme karşısında adeta şok durumu yaşayan Türk hükümeti, aynı gün (10 Aralık) görüşünü AB’ye bildirdi. Aynı gece yarısı, AB’nin Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Xavier Solana ve AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günther Verheugen, AB Dönem Başkanlığı’nı yürüten Finlandiya Başbakanı Lipponen’in bir mektubuyla Türk hükümetini ikna için geldiler. Başbakan Bülent Ecevit’e hitaben yazdığı mektubunda Lippo nen şunları söylüyordu:

“Bugün Avrupa Birliği, Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerine yeni bir yön vermiştir. Türkiye’ye diğer aday ülkeler statüsünde adaylık verme yolunda oybirliğiyle alınan karan size resmen tebliğ etmekten dolayı son derece mutluyum. Avrupa Konseyi’nde bu mektuba ilişkin karar taslağını görüştüğümüzde, hiçbir itirazla karşılaşmadan 12. paragrafta Kopenhag’dakilere eklenmiş yeni bir kriter olmadığını söyledim. Aynı şekilde itirazla karşılaşmadan 4. ve 9. paragraflara atıfta bulunulmasının üyelik kriterleriyle ilgili olmadığını, siyasi diyalogun ima edildiğini söyledim. Ortaklığa kabul, Konsey’in bugünkü kuralları temelinde gerçekleşecektir. 4.paragrafta, 2004 tarihi uluslararası Lahey Adalet Divanı nezdinde anlaşmazlıkların çözüleceği son tarihtir. Kıbrıs’a gelince, siyasi bir çözüm, AB’nin amacıdır. Kıbrıs’ın üyeliğe kabulüne gelince Konsey karar alırken, tüm ilgili faktörleri gözönüne alacaktır. Bu açıklamaların ışığında sizi diğer aday ülkelerle birlikte yarın Helsinki’ye çalışmaya yemeğine davet ediyorum.”

Bu mektup ve Solana ve Verheugen’in çabası sonucunda ikna olan hükümet, Helsinki Kararları’nı Türkiye açısından bir zafer olarak ilan eder.

Peki ne olmuştu da AB bu denli, Türkiye aday üye kabul edecek derecede değişmişti? Türkiye cephesinde, AB’nin öne sürdüğü koşullar çerçevesinde, özellikle Kopenhag Kriterleri bazında hiçbir değişme olmamıştı. Türkiye, eski Türkiye’ydi. AB’nin istediği, dayattığı değişimin olmadığı Türkiye’ydi. Görüşünü değiştiren AB’ydi ve bunun oldukça güçlü nesnel nedenleri vardı.

AB, özellikle de bu entegrasyonun başın çeken Almanya ve Fransa, Amerikan emperyalizminin Balkanlar-Ortadoğu-Hazar Havzası üçgeninde hegemonya mücadelesini ve bunun, Avrasya jeopolitik anlayışını gerçekleştirmek için birer adım olduğunu ve bu planda Türkiye’nin konumunu yeni görmeye başlamışlardı. İtilen, hakaret edilen, onuruyla oynanan, aday üyeliğe dahi uygun görülmeyen bir Türkiye, Amerikan çıkarlarına tamamen angaje olmuş ve AB’ye, AB’nin bölgedeki çıkarlarına hizmet etmeyen bir Türkiye, istenilen Türkiye olamazdı.

Helsinki Kararları’yla AB, 1998’in sonundan itibaren Türkiye’yi yeniden kazanmak için çaba harcamıştır. Helsinki Kararları, Türkiye üzerinde nüfuz sahibi olmak için sürdürülen AB-ABD rekabetini dolaylı ve dolaysız yansıtır. Bilenen o üçgende; Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kafkasya/Hazar Havzası’nda sürdürülen emperyalistler arası rekabette Türkiye, konumu ve potansiyeli bakımından vazgeçilemez, AB’nin kendi ordusunu kurma girişiminde NATO ile işbirliği içinde “Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği”ni (AGSK) oluşturmasında dışlanamaz.

AB’nin güçlü bir rekabet merkezi olarak kendi çıkarları doğrultusunda adımlar atması, yani Amerikan emperyalizminin çıkar alanlarına göz dikmesi, ABD’yi rahatsız ediyordu. İngiltere’nin yanı sıra AB üyesi bir Türkiye, AB’nin, ABD’nin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesini kolaylaştırır veya AB’nin, ABD aleyhine faaliyeti kösteklenebilir.

Amerikan emperyalizmi, rakibi AB’yi denetlemekten yana olduğu ve bunda Türkiye’nin de katkısı olacağı için Türkiye’nin AB’ye üyeliğini, AB üyesi ülkeler üzerinde baskı kurarak sağlamaya çalışmıştır.

Helsinki Zirvesi'nden Ulusal Program'a

AB, 8 Kasım 2000’de Katılım Ortaklığı Belgesi’ni (KOB) açıklar. KOB’da AB, öncelik alanlarını belirler. Kısa ve orta vadeli hedeflerini ortaya koyar. KOB, bir “yol haritası” dır. Ama hukuken sadece AB’yi bağlar. Çünkü bu belge, AB’nin tek yanlı irade beyanını ifade eder. Türkiye’yi ise dolaylı olarak, fiilen bağlayıcı karakterdedir. AB, Türkiye’nin oluşturacağı Ulusal Program’da KOB’daki beklentilerinin yer alması beklentisindedir. Nitekim KOB’un “Amaçlar” bölümünde, “... Ulusal Program, katılım ortalığının ayrılmaz bir parçası olmamakla birlikte, belgenin kapsadığı öncelikler katılım ortaklığına uymalıdır” denir.

KOB’da kısa ve orta vadeli yükümlülükleri kapsayan, siyasi, sosyal ve ekonomik boyutları olan konulara yer verilir.

Kısa ve orta vadede öngörülen öncelikli yükümlülükler/hedefler arasında şunlar vardı.

-İfade, din ve inanç özgürlüğü.

-Sivil toplumun tesisi -toplantı ve örgütlenme özgürlüğü bazında- önündeki engellerin ortadan kaldırılması.

-İnsan hakları ihlalleri ve işkencenin adli yollardan ve eğitim aracılığıyla ortadan kaldırılması.

-Kültürel haklar.

-DGM’ler dahil olmak üzere yargı reformu.

-Yargı mensuplarının AB hukuku alanında eğitimi.

-Olağanüstü hal uygulamasına son verilmesi.

-Bölgesel dengesizliğin ortadan kaldırılması.

-Anadilde yayın ve anadilde eğitim hakkı.

-İdam cezasının kaldırılması.

-Kamu harcamalarının denetim altına alınması, IMF ve Dünya Bankası ile hazırlanan istikrar ve yapısal reform programının uygulanması.

-Mali sektörde reform ve denetim.

-Tarımsal alanda reform.

-Merkez Bankası’nın bağımsız olması.

-Özelleştirme.

-Emeklilik ve sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğinin sağlanması.

-Yaygın ve düzeyi yüksek eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlanması vb.

AB, katılım ortaklığının uygulanıp uygulanmadığını Ortaklık Anlaşması çerçevesinde izleme kararı almıştı.

KOB’un Komisyon tarafından hazırlanıp Bakanlar Konseyi’nin onayına sunulan metninde Kıbrıs sorunuyla ilgili bir ifade, ortalığı yeniden karıştırdı. Orada “siyasi kriterler” başlığını taşıyan bölümde şöyle deniyordu: “...Siyasi diyalog çerçevesinde BM Genel Sekrete- ri”nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulması sürecinin başarılı bir sonuca ulaştırılması yönündeki çabalarını kuvvetli desteklemesi...”

Bunun üzerine Türkiye Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye, Kıbrıs meselesine çözüm arayışları ile AB adaylığı arasında bir bağlantının varlığını hiçbir zaman kabul etmemiştir. Kıbrıs meselesi, adadaki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Güney Kıbrıs Rum yönetimi arasındaki bir konudur. Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yer alan Kıbrıs konusuna ilişkin gözlemler, bu temel tutumumuzla uyumlu olduğu ölçüde tarafımızdan dikkate alınacaktır” açıklamasını yapar.

KOB’un onaylanması için Bakanlar Konseyi’nde oybirliği aranmamasına rağmen, yani Yunanistan’ın olası reddi sonucu değiştirmemesine rağmen, pürüzsüz bir kabul için Fransa’nın önerisi doğrultusunda hareket edildi.

Fransa’nın formülüne göre Kıbrıs ile ilgili paragrafta şöyle deniyordu;

“Helsinki Sonuç Bildirisi’ne uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, Helsinki Sonuç Bildirisinin 9(a) maddesinde atıf yapıldığı gibi BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm buluması sürecini başarılı bir sonuca bağlamaya yönelik çabalarını güçlü bir biçimde desteklemek...” ve Ege sorunlarına ilişkin olarak da “Helsinki Sonuç Bildirisi’ne uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, anlaşmazlıkların Birleşmiş Milletler Şartı’na (Anlaşmasına) uygun şekilde barışçı yollarla çözülmesi ilkesi kapsamında, Helsinki Sonuç Bildirisinin 4. Maddesi’ne atıf yapıldığı gibi, devam eden sınır anlaşmazlıklarını ve diğer konulan çözmek için her çabayı sarf etmek...” gerekir deniyordu.

KOB’un açıklandığı aynı gün (8 Kasım 2000) AB Komisyonu, 2000 Yılı İlerleme Ra- poru’nu da açıkladı. Bu raporda AB Komisyonu, Türkiye’nin demokrasi ve ekonomi alanlarında bazı olumlu adımlar attığı, ama bir bütün olarak Kopenhag Kriterleri’ne henüz uyulmadığı tespitini yapıyordu.

7-8 Aralık 2000’de gerçekleştirilen Nice (Fransa) AB Hükümet ve Devlet Başkanları Zirvesi, Türkiye açısından iki açıdan önemliydi. Birincisi, bu toplantıda Türkiye, genişleyecek AB içinde görülmüyordu. Öncelikle diğer 12 aday üyenin üye olmalarıyla AB’nin 27 ülkeli bir entegrasyona dönüşeceği, Türkiye için ise üyeliğe henüz hazır olmadığı, 2010 yılından önce de hazır olamayacağı tespiti yapılıyordu. İkincisi, Türkiye genişlemenin dışında bırakılıyor, ama bu zirvede ele alınan AGSK’ne katkıda bulunması talep ediliyordu. Yani ‘seni üye yapmıyorum, üye olmadığın için AGSK’nin karar verme mekanizmasına katılamazsın, AGSK’nın NATO’nun olanaklarını kullanmasını veto etme ve iradeni tanımadığımız halde AGSK’nm faaliyetine katıl’ deniyordu.

Nice Zirvesi, Türk burjuvazisi açısından olumsuz bir durumun ifadesi olmuştur.

KOB, 4 Aralık 2000’de AB Bakanlar Konseyi tarafından karara bağlandı. Katılım öncesi stratejiye ilişkin olarak Türkiye’ye verilmesi gereken yardımı da düzenleyen ve Türkiye ile AB arasında bir “katılım ortaklığı” kuran “Çerçeve Tüzük” de kabul edildi.

Sıra Ulusal Program’a gelmişti.

19 Mart 2001 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda kabul edilen ve 24 Mart 2001 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”, kısa adıyla Ulusal Program (UP), Ankara Anlaşması’ndan bu yana Türki- ye-AB ilişkilerinin bugüne kadar ulaştığı en üst noktayı ifade etmektedir.

Nasıl ki KOB, hukuki olarak AB açısından tek taraflı bir irade beyanını ifade ediyorsa, UP de hukuki olarak Türkiye açısından tek taraflı bir irade beyanını ifade ediyordu.

UP ile Türkiye, AB üyeliğinin gereklerini yerine getirme bakımından kendini belli bir takvime bağlıyordu.

KOB ile AB, Türkiye’ye takip edeceği bir “yol haritası” vermişti. UP ile Türkiye, eline tutuşturulan “yol haritası”nı nasıl kavradığını açıklamış oluyordu. KOB ve UP’nın tıpatıp aynı olmaları, işlerlik bakımından örtüşmeleri mutlaka gerekli değildi. Ama KOB ile örtüşen bir UP, üyelik sürecini kısaltabilirdi. Bu ve özellikle KOB’da ifadesini bulan talepleri karşılamak için Türkiye, KOB ile neredeyse tamamen örtüşen bir UP hazırladı.

KOB ile UP’nin ne derece örtüştüğünü siyasi kriterler bazında karşılaştırarak gösterelim. (Tablo)

KOB

UP

Kısa vadede

1-İfade özgürlüğü

uyumlu

2-Dernek kurma, toplantı, yürüyüş düzenleme özgürlüğü

uyumlu(1)

3-İşkenceyle mücadele

uyumlu(2)

4-Gözaltı koşullarının iyileştirilmesi

uyumlu(3)

5-İnsan hakları ihlallerinin önlenmesi ve tazmini

uyumlu(3)

6-Kamu görevlilerinin insan hakları konusunda eğitimi

uyumlu(1)

7-Hakim ve savcıların insan hakları konusunda eğitimi

uyumlu(1)

8-İdam cezalarında dondurmaya devam

uyumlu (ama TBMM’nin yetkisine saygı bazında)

9-Analdilde yayın

uyumsuz

10-Bölgelsel farklılıklar ve Güneydoğu’nun geliştirilmesi

uyumlu(3)

11-Kıbrıs sorununun çözümüne destek

kısmen uyumlu/şartlı destek. Bu sorun siyasi kriterler bakımından değil, görüş kısmında ele alınıyor ve çözüm için vade verilmiyor

Orta vadede

12-Dil, din, inanç ve cinsiyet farklılığının gözetilmemesi ve bu hakların anayasal güvence altına alınması

uyumlu(2)

13-Anayasının AİHS’ne göre revizyonu

uyumlu(2)

14-İdam cezasının kaldırılması

kısmen uyumlu; sorun TBMM tarafından ele alınacak

15-Uluslararası anlaşmaların onaylanması

uyumlu (vade belirtilmiyor)

16-Cezaevi koşullarının iyileştirilmesi

uyumlu(3)

17-OHAL’in kaldırılması

uyumlu(3)

18-Analdilde eğitim

uyumsuz

19-MGK’nın danışma organı niteliği alması

uyumlu(3)

20-Komşu ülkelerle iyi ilişkiler

kısmen uyumlu/diyaloğ yoluyla çözüm

 

KOB ve UP, sadece anadilde eğitim konusunda (kısa ve orta vade) tam uyumsuzluk içindeydi. KOB’da belirtilen ve o güne kadar Türkiye’nin yanaşmadığı veya duymak istemediği birçok konu; Kopenhag siyasi kriterlerini ifade eden konular UP’de bir şekilde formüle edildi.

AB-Türkiye ilişkileri KOB ve UP’nin ilanına karşın, başta AGSK gelmek üzere Kıbrıs ve Ege sorunlarına sıkışıp kalmıştı. Türkiye özellikle AGSK içerisinde yer almak istiyor ve bu yolda NATO üyeliğini kullanıyordu. NA- TO’nun patronu ABD çözüm inisiyatifini üstlendi. İngiltere, ABD, Türkiye üçlüsü “İstanbul Uzlaşması” ile AGSK konusunda Türkiye’yi tatmin edici bir sonuca ulaştı. Ancak bundan sonra 2001 yılının son aylarında AB- Türkiye ilişkileri yeniden hareketlenebildi.

Türkiye, UP’nin gereğini yerine getirmek, kısa ve orta vadeli taahhütlerini tutmak için “jet” hızıyla çalışarak ve ilk raundda 35 anayasa değişikliğini gerçekleştirmişti. Henüz bu süreç sonuçlanmadı.

Bununla birlikte Anayasa ve bazı yasaların değişimi için sürdürülen tartışmalar, ciddiyetsizliğin ve gözboyamanın ifadesidir.

Bu türden “değişim” ile Türkiye’deki rejimin değişmeyeceğini AB bilmiyor mu? Ama AB’nin temel sorunu, Türkiye’de anayasal ve yasal değişimden ziyade patron değişimidir. AB’ye göre Türkiye, ABD’den uzaklaşmalı ve AB’ye yaklaşmalıdır. Şayet AB’nin Türkiye’ye ilişkin olarak sorunu gerçekten demokrasi olsaydı, Türkiye’yi Helsinki’de aday üye olarak kabul etmezdi. AB’nin bu yaklaşımını Türk burjuvazisi de pekala biliyor ve anayasal ve yasal düzenlemeleri-değişimi, rejimin temelini sarsmayacak şekilde formüle ediyor. Rejimi doğrudan tehdit etmeyen, ama değişim çabası içinde gösteren kısmen de yasalar düzeyinde değiştiren yasal ve anayasal düzenlemeler heyecanla(!) yapılıyor. Ama rejimi doğrudan tehdit eden konularda içerik aynı kalıyor, formülasyon değişiyor veya “gelen gideni aratır” tabirinde olduğu gibi, yeni yasa, eskiyi aratır cinste düzenleniyor.

Ocak ayının son günlerinde AB Komisyonu temsilcisi Karen Fogg, beraberinde gelen heyetle birlikte Başbakan Ecevit ile görüşüyor. Atılan adımların yeterli olmadığı açıklanıyor. “Türkiye artık AB üyeliğini istemiyor” görüşü dillendiriliyor. Yani Helsinki’den bu yana demokratikleşme konusunda atılan adımların yetersiz kaldığı anlatılıyor.

Kısaca; AB, Türkiye’den UP’de taahhüt edilen anayasa ve yasaların AB kriterlerine ve özellikle de Kopenhag Kriterleri’ne uyum amacıyla hazırlanan TCK’nın 159. ve 312., TMY’nin 7. ve 8. maddeleri, CMUK ve MGK ile ilgili yasalarda değişikliği bir an önce tatmin edici bir biçimde düzenlemesini talep ediyor. Yani “mini demokrasi paketi” çerçevesinde değişim. Türkiye ise gözboyamaya çalışıyor.

Türkiye’nin AB’ye tam üye olması veya olmaması bir bütün olarak AB-Türkiye ilişkilerinin seyri, AB-ABD arasındaki rekabetin seyrine ve bu süreçte Türkiye’nin ne tarafta yer alacağına bağlıdır. KOB ve UP, AB-ABD arasındaki rekabetin nihai şekillenmesine, belli bir müttefikleşmeye, soğuk savaşın beraberinde getirdiği zoraki müttefiklik kuramlarının da -örneğin NATO- ayrışmasına kadarki süreci uzatmaya hizmet edecekler. Bu süreç içinde AB, Türkiye’ye bazen olumlu gelişiyorsunuz, bazen gecikiyorsunuz diyecek. Şimdiye kadar yaptığı gibi. Türkiye de bazen yapıyorum, yapacağım diyecek, bazı adımlar atacak. Bugüne kadar yaptığı gibi.

Böyle bir Türkiye’yi, sadece Amerika emperyalizmi istemiyor. Artık AB’de, Türkiye’nin önemini yeniden keşfettikten sonra aynı Türkiye’yi istiyor.

Hem ABD ve hem de AB, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye’nin dışlanamayacağını görüyorlar.

ABD ve AB’nin Türkiye ile bugünkü ilişkileri, çıkarlarından dolayı dışlayamayacakları bir güçle ilişki özelliğini taşıyor. Her iki emperyalist rekabet merkezi, bu gücü kendisi için kazanmaya çalışıyor. Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi sürüyor. Ama onlar da biliyor ki Türkiye, derinliği, dinamiği olan, iktisadi olarak dünyanın en güçlü 20 ülkesinden birisi. Bu gücü ve askeri potansiyeliyle bir bölgesel güç; emperyalistleşme hevesinde olan, bu yönde adımlar atan bir güç. AB içinde böyle bir güç, AB’nin bütün dengelerini alt üst eder. AB’nin önde gelen ülkelerinin özellikle de Almanya’nın korkusu budur.

Türk burjuvazisinin böyle bir süreci uzun bir dönem yaşamaya, sürdürmeye niyeti yok. Bölgemizde rekabet eden güçlerin kendisine verdiği değerin/önemin nedenini bildiği için gerektiğinde Helsinki öncesine benzer bir restleşmeyi göze alabilecektir. Çünkü arkasında “kale” gibi duran ABD var.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi