11 Eylül'ün Gölgesinde Ortadoğu’da Yeni Düzen

AMERİKA’DA İkiz Kuleler yıkılıp Pentagon vurulunca bütün dünya hayretler içinde kaldı. ABD Devlet Başkanı George W. Bush saatlerce gökyüzünde asılı kalırken, emperyalistler şaşkınlık içinde New York’ta yükselen dumanları izliyordu. Bu şok baskın beklenmedik bir dönemde bütün bir Amerikan rüyasının bitiş düdüğünü çaldı. Henüz son değil elbet, ama imparatorluk düşünün gerçeğe dönüşmeyeceği, Amerikan emperyalizminin nihai sona doğru ilerleyeceğini ilan etti 11 Eylül.

 

Bush, olayın ardından, 15 Eylül günü “ulusa sesleniş” konuşmasında, “ABD’ye savaş açanlar, kendi yıkımlarım kendi elleriyle seçmişlerdir” diyerek zayıflıklarının üstünü kararlılık mesajlarıyla örtmeye çalıştı. Akıl hocalarından Samuel P. Huntington ise, yaşadıkları gerçeği, “Ölmekten korkmayan insanların duruş ve davranışlarını nasıl değiştirebileceğimizi bilemiyorum” sözleriyle tanımlıyordu.

Nasıl olmasın ki? Tam da bütün dünyanın iktidar erkini kendilerinde topladıklarını sandıkları ve büyük Amerikan rüyasına yattıkları bir dönemde, emperyalist kapitalizmin egemenlik sembolü olan Dünya Ticaret Merkezi ve dünyanın her bölgesini savaşa boğacak silah gücüne sahip ABD’nin askeri gücünün sembolü olarak da Pentagon, bütün güvenlik sistemine karşın vuruldu. İki milyon asker, 500 bin polis, 900 bin özel güvenlik görevlisi, 330 milyar dolarlık savunma bütçesiyle dünyanın en güçlü ordusu, emperyalizmin merkezi, ABD’nin kalbini korumaya yetmedi. “Ölmekten korkmayan insanların” gücü ve iradesi her türlü teknolojik donanıma üstün geldi.

Değişen Dengeler

I. ve II. Dünya Savaşları, dönemlerinin sorunlarını bir biçimiyle çözdü. 1989/’90 olaylarından sonra SB’nin dağılmasıyla çok büyük bir boşluk oluştu. İki kutuplu denge durumu bozuldu. Dünyanın yeni statüsü ise henüz şekillenmedi. Çok kutuplu sürece geçiş hali yaşanıyor. Bunun netleşmesi başlamış ve devam edecek bir dizi çatışma ve hegemonya mücadelesi sonrasında olacaktır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra on yıllarca devam eden statüko SB’nin dağılmasıyla bozulunca ortaya çıkan tabloda ganimetin kimler tarafından paylaşılacağı, emperyalist politikanın temeli oldu. Doğu Avrupa’yı Almanya sessiz sedasız yuttu. Balkanlar paylaşılarak yeni bir statüye kavuşturuldu. Ama henüz Kafkaslar, Hazar bölgesi ve Ortadoğu sorunları çözülmüş değil. Afganistan işgaliyle Orta Asya, Hazar bölgesini paylaşmada yeni bir adım atıldı. ABD bölge ülkelerinde, Kafkaslar’da, Gürcistan’a uzanan hatta askeri üsler kurarak yerleşmeye çalışıyor. Ortadoğu’ya ABD, İngiltere ve İsrail büyük bir askeri yığınak yaptılar. Emperyalistler doğrudan karşı karşıya gelmemiş olsalar da aralarındaki çelişkiler keskinleşmektedir. Çetin bir bölge olan Ortadoğu, egemenlik çelişkilerinin keskinleşmesinde ön plandadır.

Bu durum yer yer bölgesel güçleri öne çıkarıyor. Önümüzdeki dönem hegemonya yarışında, ittifakların alacağı biçim ve çatışmaların gelişim seyrine bağlı kimi emperyalistler bölgesel güçler durumuna gerilerken, kimi bölgesel güçler de öne çıkacak ve oluşacak yeni statükoda rol oynayacaklardır.

Egemenlik savaşında ABD militarist karakterini güçlendiriyor. Yeni statükoyu oluşturmada askeri siyaseti devreye sokuyor. İşbirlikçileri aracılığıyla yaptığını şimdi doğrudan kuvvetleri, askeri hegemonyası ile yapıyor.

Rus İmparatorluğu’nun -sonradan yıkımını da getiren- zafer sarhoşluğuna tutulduğu bir dönemde onun lirik coşkusuna kapılan alçak ruhlu ozan Derjavin, “sana ittifakın ne gereği var/ ilerle ey Rus, evren senindir” diyordu. Şimdi Amerikan stratejistleri de, çürümenin mikrobunu büyüten kendi devletlerinin ecelini halklara havale edecek çağrıyı yapıyor, “ilerle ey Yankee, fırsat senindir” diyorlar. Amerikan dış politikasının oluşturulmasında rol oynayan stratejist Zbigniew Brzezinski, 1990 sonrası dönemde iki kutuplu denge durumu bozulunca ABD’nin mutlak egemenliği için, “En acil görev, hiçbir devlet ya da devletler birleşiminin Amerika Birleşik Devletleri’ni Avrasya’dan atma, ya da hatta onun belirleyici hakemlik rolünü önemli ölçüde azaltma kapasitesini elde etmemesini sağlamaktır” diyor.

İşte SB’nin dağılmasıyla birlikte Amerikan dış politikasına, jeopolitik stratejisine yön veren bakış açısı budur. 11 Eylül, bu politikayı sonuçlarına vardırmada askeri kuvvetleri daha doğrudan ve etkili kullanmaya gerekçe olmuştur.

Amerikan emperyalizmi, iktisadi ağırlığını ve elindeki askeri kuvveti, dünya egemenliğinde doğan boşluğu tek başına doldurmak ve kendi yörüngesinde kurduğu bölgesel ittifaklarla tek merkezi güç olarak egemenliğini inşa etmek istiyor. ABD, dünyanın belli başlı emperyalist devletleriyle ilişkiyi “merkezi ortaklık” düzeyinde ele almıyor. Almanya, Fransa, Japonya, Çin ve Rusya gibi öne çıkmış emperyalist devletleri dünya egemenliğinde politika merkezinin dışına çıkarmak ve bölge devletleri olarak konumlandırmak istiyor. Bu devletleri dünya egemenlik planlarının dışında tutarak, birçok cepheden sıkıştırıp etkisizleştirerek seçeneksiz bırakmak, bunlarla bölge düzeyinde ittifaklar kurmak ABD dış politikasının yeni dönem ittifak stratejisidir.

Amerikan emperyalizmi diğer emperyalist ülkeleri doğrudan karşısına alarak değil, onlarla ilişkiler kurarak, farklı ittifaklara yönelmesini önlemeye çalışarak müdahaleler geliştirmeye çalışıyor. ABD, dünyanın birçok bölgesinde tek başına askeri gücüne dayanarak egemenlik kurup kalıcılaştıramaz. Bu nedenle bölge düzeyinde devletlerle “ortaklık” kurmak, paylaşım ittifakları oluşturmak zorundadır. Nüfuz alanları üzerinde egemenliğini de bölgesel ve daha lokal düzeyde kurulmuş ittifaklarla yürütebilecektir. ABD, uluslararası çatışmalar ve nüfuz egemenliğinde bu ülkelerin mutlak olarak siyasal liderliğinin kabulü, bağımlılaştırılmış işbirliği içinde, askeri olarak birinin diğerine müdahalesini engelleyecek bir hamilik, koruma statüsü elde etmek ve oturtmak istiyor. Bölgesel güçler arasında denge durumu yaratmak da bu nedenle önemlidir.

Keza ABD’nin egemenlik kurmada engel teşkil eden bölge devletlerini hizaya sokma stratejisi, sadece bir hükümet değişikliği olarak hedefte değildir. ABD’nin dayattığı sisteme direnen merkezleri “rehabilite” etme hesabının yanı sıra rejim ve kimi devletlerde sınır değişiklikleri de gündemdedir. “Komünizm tehlikesi” ve Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirilen yeşil hat, karşı silaha dönüşmüştür. “Değişimin merkezinde yer alan Ortadoğu’da sistem bu bakımdan da gözden geçirilmektedir. En başta Irak ve hatta İran ile Suudi Arabistan yaşanacak bu gözden geçirmede Türkiye modeline uygun olarak gerçekleşecek “laikleştirme” operasyonuyla rejim değişikliklerinin he- defindeler. ABD, bir ölçüde kaynaşmış ve antiamerikancı bir karakter almış islam kimliğini çözme, “Batı değerleri” karşısında tutuculaşan toplumsal tabanı liberalize ederek kitlede değişim yaratmayı hedeflemektedir. Ortadoğu’da tutunabilmenin bir yolu da buradan geçecektir.

Kısacası Ortadoğu egemenlik için ilk hedef bölge, ama aynı zamanda iktidar değişikliklerine paralel yaşanacak rejim değişiklikleri bakımından da hedeftedir. Irak, her bakımdan kobay olarak değerlendirilecektir, ama etkisi Suudi Arabistan, İran ve Mısır gibi ülkelerde nasıl olacak henüz açığa çıkmış değildir.

Bütün bu politikaların uygulanmasında sorun oluşturan başlıca güç ise, İngiltere’nin dışında olduğu, ama Almanya ve Fransa ittifakının öncülüğüne dayalı AB’dir. İsrail ve İngiltere (ki İngiltere’nin de önemli itirazları olduğu görülüyor) dışında dünyanın çok geniş bir kesimi ABD’ye karşı, ama ittifak oluşturamıyorlar. AB, bir yandan ABD’nin genişleme ve hegemonya kurma çalışmasına doğrudan cephe almayarak pasif bir tutum takınıyor, ama diğer taraftan ABD egemenliğini de kabul etmiyor. Rusya’nın hoşnutsuzluğu da dikkate alındığında AB-Rusya buluşmasının olasılık dahilinde olduğu ABD egemen burjuvazisinin hesapları arasındadır.

Ortadoğu'da Yağlı Pazar

İngiliz emperyalizminin dünya egemenliği stratejisini çizerken geliştirdiği bir kavram olarak Ortadoğu; Irak, İran, Suriye, Türkiye, İsrail, Filistin, Lübnan, Kuveyt, Ürdün, Katar, Bahreyn, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Yemen, Suudi Arabistan ve Mısır’dan oluşmaktadır.

Ortadoğu’nun yüzölçümü 6 milyon 848 bin km2 dir. Nüfusu, dünya nüfusunun 6 milyarı aştığı bu dönemde 300 milyon gibi bir azınlığı oluşturmaktadır. Büyük çoğunluğu Arap’tır. Topraklar çorak, yaşam çoğunlukla bozkır eteklerinde ve vahalarda sürdürülmektedir.

Peki, Osmanlı, İngiliz ve Fransız işgalleri başta gelmek üzere II. Dünya Savaşı’na kadar hep işgal yaşamış ve çoğunluğu ancak savaş sonrasında bağımsızlaşmış Ortadoğu ülkelerini ve bu toprakları emperyalistlerin ilgi merkezi haline getiren nedir?

Ortadoğu, Batı ile Çin-Japonya’ya uzanan Uzakdoğu arasında köprü durumundadır. Aynı zamanda Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının buluşma noktasıdır. Bir taraftan büyük kara kütleleri, diğer taraftan Akdeniz ve Hint Okyanusları ile çevrilmiştir. Ortadoğu’yu önemli kılan temel faktörlerden biri de birçok noktaya bağlantıyı oluşturan bu coğrafyasıdır.

İkincisi ise sanayileşmenin vazgeçilmez gıdası, enerji kaynağı olan petroldür. Dünyada enerji tüketiminin yarısı petrolden karşılanmaktadır. Ortadoğu dünyada bilinen petrol rezervlerinin yüzde 68’ine sahiptir. Belli başlı ülkeler ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü Körfez’den almaktadır. Yeni petrol alanlarına ulaşamazsa ABD’nin petrol rezervlerinin 10 yılda tükeneceği belirtilmektedir. Çin, Hindistan gibi hızla sanayileşmekte olan ülkelerin petrole ihtiyacı sürekli artmaktadır. Bu iki gerçekten yola çıkarsak petrol ve enerji kaynaklarına hakimiyet emperyalist sistemin geleceği üzerinde söz sahibi olmak, otorite kurmak demektir. Ayrıca, Kafkasya, Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının sevkiyat güzergahı olması da bölgenin önemini artıran bir diğer faktör.

Ortadoğu'ya Acil Müdahale

Demek ki bugün ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinde iki temel hedef gözetilmektedir. Bunlardan biri giderek daha fazla önem kazanan petrolün üretim ve dağılımının denetlenmesi, taşıma yollarının güvenliğinin sağlanmasıdır. Diğeri, Ortadoğu’nun jeostrate- jik açıdan rakiplerinin önünü kesmede oynayacağı roldür.

İran devriminin ardından Ortadoğu’daki egemenliği zora girince, dönemin ABD Devlet Başkanı Jimmy Carter, 23 Ocak 1980’de bölgedeki amaçlarını dile getirdiği bir açıklamada; “Herhangi bir dış güç tarafından Körfez petrolünü kontrol etmeye yönelik girişim ABD’nin hayati çıkarlarına saldın olarak kabul edilecek ve askeri güç dahil her türlü araçla savuşturulacaktır” diyordu.

Uluslararası dengeler değişti. Gelişmekte olan ülke ekonomilerinin petrole bağımlılığı arttı. Bu durum dikkate alındığında, söz konusu ülke ekonomilerini etkileme ve denetlemede bir inisiyatif alanı oluşturacak dünyanın büyük petrol rezervine sahip Ortadoğu’da ABD’nin elini açık tutması gerekiyor. Jimmy

Carter, “ABD’nin hayati çıkarları” bakımından Körfez petrolünü savaş nedeni sayacaklarını ilan etmişti. Savaş uzmanı ABD’li stratejistler de kurulan egemenliğin pekiştirilmesi ve ABD’nin otoritesine direnen merkezlerin çökertilmesi için zamanın geldiğini ilan ettiler.

Zbigniew Brzezinski 11 Eylül’den 14 gün sonra 25 Eylül 2001’de The Wall Street Journal’de yayımlanan makalesinde; “Genel batlarıyla, ABD’nin saldırılara karşılık vermek için kendisine uzun vadeli, orta vadeli ve acil hedefler belirlemesi gerekmektedir. Uzun vadeli karşılık, hem ülke içi güvenliğini güçlendirecek hem de teröristlerin siyasal desteğini kurutacak bir uluslararası koalisyon oluşturmak olmalıdır. Orta vadeli karşılık, bir yandan Ortadoğu, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da faaliyet gösteren terörist şebekelerin üzerine giderken, öbür yandan terörizme hoşgörü gösteren ya da gizli destek veren hükümetleri hedef seçmelidir. Acil karşılık ise, Afganistan’da ve Ortadoğu’da bilinen terörist kamplara ve liderlere karşı, ayrıca Tali- ban rejimine karşı doğrudan askeri eylemi içermelidir” diye yazdı.

Buna göre, Afganistan ve Ortadoğu’ya savaş “acil hedefler” kapsamında atılmış adımlar olarak değerlendirilmelidir. Afganistan işgal edildi ve Taliban iktidarına son verildi. Şimdi Irak ve Ortadoğu’daki hedef “lider” sırada. Ama sorun bununla bitmeyecek. Strateji, orta ve uzun vadeli hedefleri de belirlemiştir. Bush’un “şer ekseni”ne dahil ettiği İran ve Kuzey Kore dışında, Filipinler’den Sudan’a, Lübnan’dan Somali’ye birçok ülke sıralanmaktadır. Elbette hedefler, dünya dengelerini de dikkate alan “acil karşılık”, “orta” ve “uzun vadeli” olarak dizayn edilmişlerdir. Ve açık ki, ABD birçok cephede, diplomaside yoğunlaşır ve savaş hazırlığını hızlandırırken dünya yeni bir savaşa doğru yol alıyor.

Artık geriye dönüş yok. ABD’nin saldırgan politikalarına kendi iç kamuoyunda da ciddi tepkiler gelişmekte, iç tartışmalar yaşanmaktadır. Haydut Bush ve şürekası Afganistan’dan sonra ikinci cepheyi Ortadoğu’da açarak uluslararası dengeleri yeniden şekillendirme ve oturtmada kararlı. Uluslararası ilişkileri daha derinden etkileyecek Ortadoğu savaşı Amerikan emperyalizminin çöküşünü de hazırlayacaktır.

Özetlersek, ABD emperyalizmi Ortadoğu’da şunları hedeflemektedir:

1) Ortadoğu petrolünü kontrol etme, üretim ve dağılımı üzerinde denetim kurma ve uluslararası pazarlara “güvenlikli” ulaşımını sağlama.

2) “Şer” devletleri olarak ilan ettiği İran ve Irak’ı dize getirerek, Amerikan egemenliğine sokma.

3) Güçlü dini motifler taşıyan, köklü Amerikan karşıtı tepkilere sahip Arap halklarının kültürünü çözme, İslami dinamikleri zayıflatarak bölgede ABD’nin mutlak egemenliğini inşa etme ve dünya jandarmalığında kurumlaşmasının temel adımlarından biri olarak buralarda sistem değişikliğine gitme.

4) Türkiye, Basra Körfezi ve Arap Yarımadası ülkeleri Bahreyn, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan’daki askeri üsleri, bölgedeki uçak gemilerinde bulunan 260 civarındaki savaş uçağı ve on binlerce asker ile ABD Ortadoğu’ya yerleşmiştir. Bu gücünü daha da büyüterek egemenliğini askeri açıdan da güvenceye alıp kalıcılaştırma.

5) 60 milyar dolara ulaşan ve Arap devletlerinin silah ithalatının yüzde 80’ini eline geçirdiği bu tekeli güvence altına alma.

6) Yalnızlaşmış İsrail devletinin tecrit durumuna son verme, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerle ittifak ilişkilerini geliştirerek İsrail’i bölge politikaları açısından daha etkili duruma getirme.

7) ABD’nin anlaşmazlık içinde olduğu kimi Ortadoğu ülkeleriyle AB, Rusya ve bir ölçüde Çin’in ticari, kredi, silah satımı ve bu yollarla geliştirdiği ilişkilerin önünü kesme, bölgeyi bu güçlere kapatma.

8) Ortadoğu petrolü üzerinde kuracağı egemenlikle birlikte bölge petrolüne önemli bir bağımlılığı olan Japonya, Çin ve hatta bir ölçüde AB üzerinde etkili olma, güç ilişkisi yaratmayı hedeflemektedir.

Kısa Bir Ortadoğu Turu

ABD’nin işi zor. Saldırgan politikanın yanında İngiltere ve İsrail var. Türkiye Ortadoğu’da Israilleşmemek için gücünü savaşı durdurmada yoğunlaştırsa da Amerika’nın savaş politikalarına yedeklenmiş durumda. Dünyanın büyük bölümü ise savaşın yayılmasını istemiyor. NATO’nun 5. maddesi çerçevesinde Avrupa emperyalistleri Afganistan işgaline zoraki ve kerhen de olsa destek verdiler. Aynı jesti Ortadoğu için yapmaya yanaşmayacakları görülüyor. Irak’a belki sessiz kalabilirler, ama Batı emperyalistleri İran’a ABD müdahalesini kabule asla yanaşmayacaklardır. Ve Ortadoğu politikası hem bölge devletleri arasındaki ilişki ve çelişkileri belirginleştiriyor, hem de diğer emperyalist güçlerin ayrışmasını hızlandırıyor. Filistin-Israil ve Irak sorunu öncelikli olsa da bir bütün Ortadoğu’nun çehresinin değiştirilmesi ABD’nin gündeminde.

Ortadoğu'nun Kanayan Yarası

Ortadoğu politikalarının merkezinde Filistin sorunu var. Arap-Israil ekseninde ABD ile Arap devletleri arasında on yıllardır Filistin baş köşeye oturuyor. İsrail siyonistlerinin işgali karşısında dünya halklarına sayısız kahramanlıklarla ilham kaynağı olmuş Filistin direnişleri Arap halklarının da ilgi ve sempatisini kazanmıştır. Büyük bir kamuoyu desteğine sahip olan Filistin bu nedenle bölge devletlerinin de dış politikasında temel bir yere sahiptir. İsrail devleti, Filistin işgali nedeniyle, Ortadoğu’da lanetli devlet durumundadır. İsrail’le ilişki geliştiren her devlet de Ortadoğu halklarının kin ve nefretini kazanır.

Bu gerçeği bilen ABD, Ortadoğu’da egemenlik kurmanın bir parçası olarak Filistin sorununa daha ciddi el attı. İsrail’in egemenliği altında, sömürge statüsünde Filistin devletinin kurulması bile hazırlanan “nihai çözüm” kapsamında belirsiz bir tarihe bırakıldı. “Oslo Barışı” planı bu çerçevede geliştirildi. Devlet kurma durumunda bile kara, deniz ve hava sahaları İsrail’in kontrolünde, ordusuz, sınırlı polis gücü olan ve İsrail’in onayı olmadan üçüncü bir devletle anlaşma imzalamayacak kadar emperyalist köleliği dayatan “Oslo Barışı” bu haliyle bile yürürlüğe girmedi. Oslo çerçevesinde “nihai çözüm” belirsizliğini korurken, 1997’de Filistin’in bütün topraklarının yüzde 1’i bile etmeyecek Batı Şeria ve Gazze Şeridi Filistinlilerin kontrolüne bırakıldı.

Bu Filistin sorununu çözmedi/çözemezdi. Filistin halkının acıları dinmedi. Amerikan emperyalistlerinin saldırgan politikalarına denk düşen kasap Şaron iktidarı, sayısız katliam ve saldırılar örgütleyerek Filistin’i tanklarla, ağır silahlar eşliğinde yeniden işgale girişti.

Şaron’un amacı Oslo ile “vaat edilmiş” toprakların tamamını işgal etmek ve Ortadoğu’nun haritası ile yeniden oynanırken, Filistin halkını bu topraklardan atarak Yerleşimcileri o bölgeye de yerleştirmekti. Bunun için Şaron, Filistin iç savaşını kışkırttı. ABD’nin de desteğiyle Arafat’la diğer örgütleri karşı karşıya getirmek, çatıştırmak için özel çaba sarf etti. Ortadoğu’da kaos, karışıklık yaratma ve bölgeyi terörize etme politikasının da bir parçası olarak Şaron, saldırılarını aralıksız sürdürüyor. Şaron, Filistin’de Arafat’ın rolünü tümden çökertmek, silahlı güçlerini bozguna uğratmak, direnen Filistin halkının isyanını bastırmak istiyor.

2 Aralık 2001 Washington ziyaretinde Şaron’un politikalarının fevri olmadığı, W. Bush ile Colin Powell’ın Filistin işgali ve saldırılarının arkasında olduğu görüldü. ABD’nin Irak’a saldırıları beklenirken Afganistan’dan sonra ikinci işgal harekatı Filistin’e düzenlendi. Filistin işgali Yankee emperyalizminin operasyon çerçevesinde düşündüğü plan kapsamındadır. Ama işgali bizzat kendisi değil İsrail siyonistleri üzerinden örgütlemiştir. Filistin sorunu, Ortadoğu’daki yeni durum, dengeler ve devletlerin savaş karşısındaki yeri ve savaş sonrasında şekillenecek ilişkilerin bir parçası olarak gündemdeki yerini koruyacaktır.

Hedefteki Ülke

Artık herkesin ortaklaştığı bir gerçek var: Irak hedefteki ülke. Ortadoğu’da savaş rüzgarı ekseninde Irak sırada. SB’nin dağılmasının hemen ardından ilk harekatı Körfez’e düzenleyen ABD emperyalistleri, 180 bin Iraklı’nın hayatına mal olan saldırıyla birlikte bölgeye büyük ölçüde yerleşti. Ortadoğu haritasını Irak’tan başlayarak masaya yatırdı. Irak’ın Kuzey’inde ve Güney’inde uçuşa yasak bölgeler ilan ederek, Irak’ı adeta üçe böldü.

Suudi Arabistan’dan sonra dünya petrol rezervi bakımından ikinci sırada olan, kendi içinde ulusal ve mezhepsel farklılıklar taşıyan Irak, hep hedef oldu. Körfez Savaşı ile birlikte Ortadoğu politikalarından dışlandı/tecrit edildi. Ekonomik ve siyasi ambargo uygulanarak abluka altında iktidar krize sürüklenmek istendi. BAAS iktidarı, İncirlik, Suudi Arabistan üsleri ve Güney Kürdistan’dan askeri kuşatma altına alınarak bunaltılmak istendi. Çeşitli muhalif gruplar desteklenerek kışkırtıldı. 16-19 Haziran 1992’de Viyana’da bu grupların biraraya getirilmesiyle Irak Ulusal Kongresi (INC) oluşturuldu. Alternatif iktidar odaklarını örgütleme çalışmaları Körfez Savaşı’ndan bu yana devam etti. Muhtelif senaryolar hazırlandı. İngiliz uçaklarıyla eşgüdümlü bombalama ve Irak topraklarına yapılan taciz ateşlerine karşın ABD, BAAS iktidarını pes ettirip teslim almayı başaramadı.

Irak şimdi ABD’nin Ortadoğu politikaları bakımından çıban başı ve Brzezinski’nin işaret ettiği “bilinen terörist” hedef durumunda. Ortadoğu’ya açılan savaşın da ilk ciddi kapısı olacak. Tartışma konusu ve savaş diplomasisinin yoğunlaştığı sorunlar, Irak’ta 16 yıldır zaten tartışmalı olan sınırların yeniden nasıl çizileceği, yani savaş sonrasında haritanın hangi şekiller alacağı, işgalin hangi tarz askeri operasyonla gerçekleşeceği ve savaşta hangi devletlerin nasıl bir rol oynayacakları sorunlarıdır.

Amerikan savaş politikaları hakkında “hayali röportajlar”la ünlü savaş borazanı William Safire, “Türk tank tugayları ve ABD özel operasyon birliklerinin beraberce Bağdat’a kadar girecekleri”ni belirtiyor ve bu konuda “Washington’da bir mutabakat sağlanmış olduğuna dair bahse girerim” diyor.

Doğru! Türk burjuva devleti savaşı durdurma çırpınışlarına rağmen “bağımsız” bir politika geliştiremeyecek kadar ABD’nin savaş arabasına bağlanmıştır. Türk tankları dışında, Filistin’e zaten savaş açmış olan İsrail de öyle görülüyor ki Körfez Savaşı’nda olduğu gibi dışta tutulmayacak ve savaşın aktiflerinden olacaktır. İngiltere’yi de hesaba katarsak dört devletin Irak’a başlatılacak savaşta ittifak halinde olacakları anlaşılıyor. Savaşta bir taraf olan bu dört devlet dışında istemeyerek ya da zorla da olsa başkaca hangi devletlerin yer almak durumunda kalacakları henüz netleşmiş değil. Afganistan’a saldırıda Pakistan’ın zorla ABD’nin üssü haline getirilmesi gibi, bütün itirazlarına karşın Suudi Arabistan, ülkede var olan üsler ve 27 bin askeri personelle zaten Amerikan emperyalizminin yedeğinde duruyor.

Savaş sonrası Irak’ın nasıl şekilleneceğini tahmin etmek güç. Dizginlerinden boşalmış emperyalist haydut tam teçhizat yürüyor. Farklı alternatifler tartışma konusu. a) Irak’ın “toprak bütünlüğü” sağlanarak iktidar değişikliği, b) Sünni, Kürt ve Şiiler arasında Irak federasyonu, c) Irak’tan ayrı bir Kürt devletinin oluşması ve d) aynı devlet sınırları içerisinde Kürtlere otonomi ve Şiilere görece bir özerklik... Hesaplarda “a” şıkkı üzerinde bir anlaşmaya (özellikle Türkiye ile) vardıkları anlaşılıyor olsa da, “d” şıkkının geçerli bir olasılık olarak daha ciddi bir ihtimal. Hatta gelişmelerin kaçınılmaz olarak bir Kürt devletine doğru sürüklendiği de söylenebilir.

Irak “muhalifleri”ni toparlamak için oluşturulan Irak Ulusal Kongresi’nde, Şiiler arasında etkin olan üç Şii örgüt ve kimi sol ve Arap milliyetçisi gruplar yer almamışlardır. Şiiler, BAAS iktidarıyla ciddi sorunlar yaşamalarına ve ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 55 gibi bir ağırlığına sahip olmalarına karşın ABD’ye güvenmemiş ve Irak’a cepheden tavır almamışlardır. BAAS yönetimine karşı çalışmalarda bulunan El Dava ve İslami Devrim Yüksek Meclisi örgütleri potansiyel bir güçtür. Fakat ABD’nin müdahalesini desteklememiş, özerklik istemiyle de bir talepte bulunmamışlardır. Buna karşın, ABD’ye duydukları güvensizlik nedeniyle özerklik talebiyle yola çıkmasalar da, Irak’ın yeniden yapılanması koşullarında pay sahibi olma istekleri artacaktır.

Güney Kürdistan’da örgütlü Mesud Barzani ve Celal Talabani de Ecevit’in Washington gezisinin hemen ardından sık sık açıklamalarda bulunarak Irak’ın “toprak bütünlüğü”nden yana olduklarını belirtmişlerdir. Bu, savaş olasılığının güçlenmesi, operasyonda olası Irak devletinin karşı saldırılarından korunma, doğrudan hedef olmama gibi bir amaç taşısa da bir başka gerçeği, ABD-Türkiye arasındaki anlaşma zeminini de açığa vuruyor. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, gerek tarihsel kökleri ve gerekse gelişiminin bugünkü düzeyiyle Kürt devletinin kurulmasının önünü kesmek o kadar kolay olmayacaktır. İlk etapta anlaşmaya bağlı hareket edilse de, her hamle, her hareket bir Kürt devletine doğru koşulları hazırlayacaktır. Ve işte bu gerçek, Irak’ın “toprak bütünlüğü” gibi ninnileri dillendirmede, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi buluşturan, zaman zaman birbirlerine yaslanmaya kadar götüren ortak zemindir. Ama artık bu zemin ayaklarının altından kayıyor.

"Şer Devleti"

Yankee emperyalizminin sadık, güvenilir müttefiklerinden Şah’ın iktidarını yıkan 1979 Devrimi’nden bu yana İran ABD’nin temel hedeflerinden biri oldu. Ama İran, bütün ambargo ve yaptırımlara direnmiş, uygulanan tecriti bir ölçüde kırmış ve ABD’nin teslim alma dayatmalarına boyun eğmemiştir. Son yıllarda başta Almanya olmak üzere AB emperyalistleriyle önemli ilişkiler geliştirmiştir. Çin’le 1,5 milyar doları bulan ticari ilişki, teknolojik işbirliği, petrol alımı anlaşmaları yapmıştır. Hatemi’nin Çin ziyaretinde savunma alanında gizli tutulan önemli uzlaşmalara varıldığı belirtilmektedir.

Rusya ile de ciddi ilişkiler geliştirilmiştir. Lukoil ve Gazprom üzerinden petrol ve doğalgaz sektörlerinde ticari ilişkiler sürdürülmektedir. Rusya ve İran, her iki devletin de ABD ile ciddi rahatsızlıkları vardır. 18 Kasım 1999’da yapılan AGİT İstanbul Zirvesi’nde imzalanan Bakü-Ceyhan ve Trans-Hazar boru hatları projesi, iki ülkenin de Hazar havzasıyla ilgili hesaplarını alt üst edecek gelişmelerdi. ABD’nin Rusya ile 1972’de imzalanan Anti Balistik Füze Anlaşması’ndan tek taraflı vazgeçerek, “Ulusal Füze Savunma Sistemi” adı altında silahlanma ve askeri egemenlikte mutlak güç olma ısrarı ve çabasına iki devlet de tavır almıştır. İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin 12 Mart 2001 tarihli dört günlük Moskova ziyaretinde, “Rusya ve İran Cumhuriyeti Arasında Karşılıklı İlişkilerin Temelleri ve İşbirliği İlkeleri Anlaşmaları” da George W. Bush’un tepkilerine yol açmış, “Rusya’nın düşman olmadığını ama isterse bir tehlike olabileceğini” söylemeye kadar götürmüştür.

Gelişmeler bu rotada ilerlerken hedefteki “şer devleti” İran, emperyalist devletleri şoka sokan, kimini şaşkına çeviren 11 Eylül olayını hemen kınadı. Bu durum Iran-ABD arasında yeni bir sürecin yaşanacağı izlenimini yarattı. Bush’un “ya bizdensiniz ya da teröristlerin safında” uyarısıyla bütün dünya devletlerini taraf olmaya zorlayan çağrısı, İran devletini de hedeflemiştir. ABD’nin tehditle karışık İran’la “yumuşak” bir ilişki denemesi, Afganistan işgal operasyonunun sürdüğü bir dönemde Arap ve Müslüman halkların tepkisini almamak amacını da taşıyordu. Bush, İran’la diyaloğun kurulması ve İran’ı politik hesaplarına yedeklemek amacıyla İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw’u da aracı olarak Tahran’a gönderdi. İran’ın bölgedeki genel imaj nedeniyle Afganistan’ın yeni yönetimine vereceği destek önemliydi. Afganistan’da yeni iktidar, bölge devletleri ve halkları nezdinde tecrit duruma girmemeliydi. ABD ile ilişkilerin gelişim seyri, Afganistan’la kurulacak bağın gelecekteki etkisi ve savaş rüzgarlarının estiği bir dönemde İran bunu dikkate aldı. Batılı emperyalistlerle ilişkilerin önemini hesaba katarak konjonktürün de etkisiyle İran, Afganistan’ın yeniden inşası için Karzai’ye 500 milyon dolar verdi.

Keza Bush, İran’ı savaş politikalarına dahil etmek için daha da ileri giderek Irak’ın bölünmesi senaryosunda Şiilerin özerk bir bölge oluşturmaları ve bu bölgede İran denetiminin sağlanması rüşvetini de ileri sürdü. İştah kabartıcı bir teklif olsa da, ABD’nin sayısız oyun ve kirli manevralarına tanıklık etmiş ve bunun da ağır bedelini ödemiş İran oyuna gelmedi ve ne yapacağı bilinmez bu canavara sırtını dayamayı göze alamadı.

İran; 1979 devriminden bu yana ABD ile düşman ilişkileri, sahip olduğu coğrafi durum, ulusal topluluklar, Arap-lsrail eksenli sorunlar ve Irak’ta olası iktidar değişikliği ve rejim sorunlarının muhtemel sonuçları nedeniyle, Irak’la yakın geçmişte 10 yıl süren bir savaş gerçekliğine karşın “tarafsız” kalmayı yeğliyor. ABD, İran için her zaman tehdittir. Burnunun dibine yerleşmesi; iç ilişkileri, bölge devletleri ile ilişkiler ve yayılmacı emelleri bakımından çıkarlarını tehdit eden bir gelişme olacaktır. İsrail’le uyum içerisinde ABD’nin güdümünde bir Irak da İran ve birçok bölge devletine istikrarsızlık, huzursuzluk taşıyacaktır.

İran, sistem değişikliğinin de en başta kendisini vuracağını biliyor. Bölgede, “laiklik” ekseninde dayatılacak bir sistem değişikliği, İslam temeli üzerinde inşa edilmiş İran’da iktidarın zemininin kayması demektir.

11 Eylül sonrası tangoda İran, ABD’ye boyun eğmeyi reddedip Bush’un tabiriyle “ya bizdensiniz” olmayınca, “teröristlerin safında” “şer ülkesi” oldu. Ve böylece hedefe oturdu. İran, ABD’nin Ortadoğu politikalarına bölgede direnen bir merkez olarak savaş menzilinde pozisyonunu korumuş oldu. Bush, Filistin, Lübnan, Endonezya, Malezya, Sudan’dan Fili- pinler’e uzanan çok geniş bir yelpazeyi “müdahale alanı” olarak saptadı ve İran’ı da “şer” devleti olarak ilan etti. İran Cumhurbaşkanı Hatemi de sert bir dille Bush’u, “müdahaleci, savaş kışkırtıcısı, hakaret edici, hegemonyacı ve küstah” diye yanıtladı. Bu, Iran-ABD ilişkilerinin gelişim seyrini gösteriyor.

Petrol Denizindeki Ülke

Dünyanın en zengin petrol rezervine sahip ülke Suudi Arabistan’ın ABD ilişkileri 1930’lu yıllara kadar uzanır. Ama asıl olarak bu ilişki II. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’nun hegemonya stratejisinde tuttuğu yer, petrolün öneminin daha çok açığa çıkması ile derinleşmeye başlar. 1940’lı yıllarda petrol üzerine kurulu ilişkiler askeri, eğitim ve altyapı alanlarında da geliştirilmeye başlanır. ABD burada üsler kurup inşa eder. 1962’de üs sorununda, 1967’de Arap-Israil savaşı ve yine 1973’te İsrail ve Araplar arasında çıkan yeni savaşta Suudi Arabistan’ın İsrail’e uyguladığı ambargo gibi durumlar nedeniyle ciddi sorunlar yaşansa da Amerikan emperyalizmi tehdit ve şantajlarla kendisini dayatmış ve ilişkileri sürdürmüştür.

1979 İran devriminin bir tehdit olarak algılanması, Körfez Savaşı döneminde ABD’nin bu ülkedeki üsleri kullanması ve Irak’ın da gemilerini vurması, Suudi Arabistan ile ABD’yi “zorunlu” yakınlaşmaya götürmüştür. İlişkiler hiçbir zaman rahat değildir, ama ABD bu ülkeye iyice yerleşmiştir. Irak’ın ve bölgenin denetimi İncirlik Üssü’nün yanı sıra Dahran ve Prens Sultan Hava Üssü’nde yapmaktadır. ABD’nin 2000 yılı rakamlarına göre 27 bine varan askeri gücü ve yardımcı personel burada konuşlanmıştır. Her kışkırtma ve savaş olasılığında hareketlenen bu üsler nedeniyle Suudi Arabistan devleti de kendini işin içinde bulmaktadır. Bu temel bir rahatsızlık konusudur. Nitekim Afganistan işgalinde de aynı sorunlar yaşanmış, ciddi huzursuzluk, iç karışıklıklar meydana gelmiş, devlet yöneticilerini yurtdışına kaçmaya kadar götürmüştür.

İş bununla bitmiyor tabii ki. Basra Körfezi’nde çözmeyi planladığı İran ve Irak sorunlarında Suudi Arabistan’ı kullanan ABD, manevi bakımdan Araplar’dan destek alma imajının yanı sıra ABD askerlerinin finanse edilmesi ve lojistik destek sorumluluklarını da bu ülkeye yüklüyor. ABD bu ülkeden, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) devletleri İran, Irak ve Suriye’den “koruma”, hamilik yapma karşılığında haraç almaktadır. Gerek petrol, ticari ilişkiler ve gerekse petrolün üretimi ve fiyatlandırılma- sı gibi sorunlarda inisiyatif ABD’nin elindedir. Dünya petrol rezervinin yüzde 25’ine sahip ve dünya petrol üretiminin yüzde 10’unu karşılayan Suudi Arabistan petrolünün fiyatı piyasanın altındadır. Petrolün varil maliyeti diğer ülkelerde 15 dolar iken, S. Arabistan’da iki dolardır. Bunun kaymağı ise ABD’ye akmaktadır.

Petrodolarların burjuvazisi Suudi Arabistan devlet yöneticileri, Ortadoğu savaşına karşı sesini yükseltiyor. Bölgedeki tehditlerin azaldığı ve artık ABD üslerine gerek kalmadığını belirtiyor. Ülkenin sosyal yapısı, toplumsal dinamikleri ABD ile ilişkilerin bu zeminde daha da güçlenmesi ve ilelebet sürmesine izin vermiyor. Bundandır ki, üslerin ABD tarafından kullanılması ülke kamuoyunda özenle gizlenmeye çalışılmış, saklanmıştır. Ama yolu yok. Boğazına kadar batağa saplanmış ve ülkeyi ABD’nin askeri üssü haline getirmiş Suudi iktidarının savaştan kaçma şansı kalmamıştır. İpler ABD’nin elindedir.

Suudi Arabistan devleti, ABD’nin, bölge devletlerinin ve ülke halkının yoğun baskısı altında çıkmazdadır. Ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Prens Abdullah bin Abdülaziz, ABD ile İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres’in “olumlu” olarak nitelendirdikleri bir plan sundu. 27-28 Mart 2002 tarihlerinde Beyrut’ta yapılan Arap Zirvesi’nde gündeme taşınan planın “lsrail-Filistin” sorununun çözümüne dair pratik bir değeri olmadı. Abdülaziz’in, İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi, Arap devletlerinin İsrail’i tanıması ve ama Filistinli mültecilerin dönüş hakkının dahi tanınmadığı, yeni komplolar içeren bu girişim de Filistin sorununa kalıcı bir çözüm üretmedi/üretmeyecektir. Belki Abdülaziz’e Arap halkı ve iç kamuoyu baskısını hafifletmek, zaman kazanmaya dönük bir manevra olanağı tanıyabilir. Ama Filistin işgali karşısında Arap devletlerinin sahte, iki yüzlü tutumu halkların nezdinde fazla bir maske işlevi görmeyecektir. Çünkü Filistin savaş halinde ve tek başına direniyor. Desteği ise devletlerden değil, Ortadoğu ve dünyanın haklarının destek eylemleri, dayanışma gösterilerinden almaktadır. Oslo, Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmenin adımıydı. İsrail işgali Ortadoğu’ya savaş açma politikasının bir penceresidir.

Ve Washington Fedaisi

Türkiye ne AB, ne de ABD ile ilişkilerinde rahat değildir. ABD ile AB arasındaki rekabet, dünya hegemonyasındaki stratejileri ve Ortadoğu, Orta Asya politikalarındaki çelişki ve çatışmalar Türk egemen sınıflarının kendi iç ilişki ve çatışmalarına da yansımaktadır. Türkiye, Kürt sorunu, Kıbrıs ve AGSK gibi politikalarda AB ile ayrışmaktadır. Öte yandan ABD’nin Ortadoğu, Kürt devleti sorunu ve Türkiye’nin fsrailleştirilmesi politikalarıyla da çatışma halindedir. Egemen sınıflar, henüz istikrara kavuşmuş, kendi içinde uyumlu bir yönelim içerisinde değiller. Buna karşın Türk burjuva devletinin ABD’ye rağmen tutum geliştirme şansı zayıftır. Türkiye ekonomisi IMF’nin denetimi altındadır. 19 Şubat kriziyle ipler tamamen IMF’nin eline geçmiştir. IMF’nin açtığı 31 milyar dolarlık kredinin siyasi faturası da olacaktır.

ABD’nin Ortadoğu’ya yapacağı herhangi bir müdahalenin lokal düzeyde kalmayacağı açıktır. Bütün taşlar yerinden oynayacaktır. Ve Türkiye Ortadoğu’da sorunların merkezindedir. Körfez Savaşı’nın deneyimlerini de arkasına alan devlet, çok ölçüp biçiyor. Genelkurmay eski İkinci Başkanı Çevik Bir bunu, “Washington’ın Irak’a müdahale etmek istediğini her duyduğumuzda, bir kez daha düşünün, üçüncü defa düşünün ve oturup yine düşünün demek istiyorum” biçiminde ifade etti. Bir, sömürgeci Türk devletini asıl kabusu olan olası bir Kürt devletinin yarattığı korkuyu, “orada bir savaş çıkarsa, Irak’ı tek parça halinde tutmak imkansız olur” sözleriyle dile getirdi.

İstanbul’da yayımlanan Private Wiew (Özgür Bakış) dergisinde görüşlerini yayımlayan Çevik Bir’in kaygısı Irak’ın parçalanması değil elbet. Asıl sorun Türkiye haritasının da yeniden masaya yatırılacağıdır. Korkulan, Kuzey Kürdistan’da yaşayan 20 milyona yakın nüfusa sahip Kürt ulusunun ulusal bağımsızlık talebinin Güney Kürdistan devletiyle buluşmasıdır. Bu korku, devletin hem Ortadoğu politikalarının merkezine oturmuş ve hem de ABD ile temel bir uyuşmazlık noktası olarak karşılıklı sert açıklamalara yol açan sorunlardan biri olmuştur.

ABD’nin Irak’a müdahalesi kesinleşince “savaş karşıtı” tutumlarından vazgeçtiklerini 28 Kasım 2001’de Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun ağzından dillendirdiler! “Biz Irak’ta bir harekatı arzulamadığımızı yetkili ağızlardan tekrar tekrar söyledik. Ama yine şartlar yeni değerlendirmeleri gündemimize getirebilir” dediklerinde de kilitlendikleri nokta Irak işgalinden sonra yeni haritanın nasıl çizileceği sorunuydu. Ecevit’in kalabalık bir Türk heyetiyle Washington’a yaptığı ziyaretin ana konusu da buydu. Gazeteler Ecevit’in önerilerini, “1) Irak’ın toprak bütünlüğü temel alınmalı, 2) Bir Kürt devletini katiyen kabul etmeyiz, 3) Körfez Savaşı’ndaki kayıplarımız tekrarlanmamalı” olarak özetlediler.

Rusya, Çin, Almanya, Fransa gibi belli başlı emperyalist devletlerin karşısında yer aldığı Irak işgalini ABD, Türkiye ile birlikte yapmak istiyordu. Washington görüşmesiyle Türk burjuva devleti ABD’nin savaş arabasına bağlandı. Bağımsız-bölgesel bir güç olarak ayrı hareket etme şansı kalmayan MGK iktidarı pazarlık koşullarını lehine çevirmede yoğunlaştı. Devlet, AGSK, Kıbrıs ve Ege sorunlarının altında sıkışıp kalmıştı. AB, dünya hegemonyasındaki rekabetin yol ayrımına sürüklediği bir dönemde Türkiye’ye arada sallanan bir güç olmaktan çıkıp tercih yapmasını dayatıyordu. AB’nin baskısından kurtulmak isteyen Türkiye, erken bir tercihe girmemek ve ilişkileri dengede tutabilmek için Washington’ı “çözüm bulmaya” zorladı. İşte bu dönemde, İngiltere, ABD, Türkiye üçlüsüyle gerçekleşen “İstanbul Uzlaşması”, hem AB ile ilişkilerin önünü açtı hem de Kıbrıs sorununda topu AB’ye atacak bir adım oldu. Türkiye’yi büyük oranda rahatlatan bu gelişmeden sonra asıl anlaşma Ecevit’in Washington gezisiyle yapıldı.

IMF kredilerinin önünü açan Washington görüşmesini başbakanın basındaki yakın dostu Fikret Bila, 17 Ocak 2002 tarihli Milliyet gazetesindeki köşesinde, “Afganistan, Irak, Kafkasya, Orta Asya, Israil-Filistin, Kıbrıs, Ege, Avrupa Birliği ve ikili ekonomik ilişkiler konularının birlikte gözden geçirildiği görüşmede Ecevit, ekonomi ve ticaret alanında da beklediği sıcak yaklaşımı görmüş durumda” diye yazdı.

Evet, 31 milyar doların geride kalan 16 milyar dolarlık (ki bunun 6.1 milyar doları ödenmesi gereken borçlar çerçevesinde IMF’ye geri verilecekti) kredinin 9 milyarı hemen verildi. IMF İcra Direktörleri Kurulu üç yıllık stand-by anlaşmasını imzaladı. IMF para musluklarını açtı. Başbakan Bülent Ecevit’in Afganistan şartını, Milliyet gazetesi “Para Amerika’dan asker bizden” şeklinde sayfa manşetine taşıdı. Yani özcesi kan parası ödendi. Ve Türkiye burnundan IMF limanına zincirlenmiş olarak savaş politikasının dördüncü devleti olduğunun kararını da vermiş oldu.

Açıklamalarıyla dünya emperyalist para piyasalarını etkileyecek kadar ünlü para spekülatörü George Soros, 2 Mart 2002’de Sabancı Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada; “Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü ordudur” dedi. Belli ki, Kore savaşında olduğu gibi bu savaşta da Türkiye aldığı para karşılığı bol bol asker ihraç edecek. Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Ecevit’in Washington ziyareti sonrasında kendisine yazdığı mektuba yanıt olarak “tarafınızı belirleyin” diye uyarıda bulunsa da Türkiye’de iktidar, savaştan yana tutum almıştı zaten.

Ortadoğu’da İsrail ile birlikte Amerikan politikalarının ittifak gücü, ama İsrail’in yedeğinde tutulma ihtimali güçlü olan Türkiye bu savaştan başka sonuçlar da çıkarmayı gözetmektedir. Lozan Antlaşması ile birlikte Misak-ı Milli sınırları dışında bırakılan ve o günden bu yana sürekli gündeme gelen Musul ve Kerkük, Irak’a operasyon gözükmeye başlayınca devletin iştahını yeniden kabartan bir başka gelişmeydi. Körfez Savaşı sırasında oluşturulan senaryolardan biri olarak dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “bir koyup üç alma” rüyası çerçevesinde işgal edilmesi düşünülen Musul-Kerkük petrollerinin denetim altına alınması rüyası bir diğer hesap.

Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ta sınırlar tartışmalı hale geldiğinden beri Kürt devletinin kurulması girişimleri artınca işgalci Türk devleti bu rüyasını da gerçekleştirmek üzere alternatif arayışlarına girdi. Musul-Kerkük petrollerini denetlemenin de bir parçası olarak, bugüne kadar hiç hesapta olmayan ve 300 bin nüfusa sahip oldukları tahmin edilen Türkmenler hatırlanır oldu. Türkmenler üzerinden bölgede söz sahibi olma girişimleri arttı. Türkiye, kontra faaliyetleri, yoğun istihbarat çalışmaları ve kurduğu ilişki ağı ile Türk- menler’de belli bir örgütlülük yarattı. Bölgedeki alternatif oluşumlar arasında Türkmenler’in de yer alması için çabalarını yoğunlaştırdı. Hatta “sipahi” ismiyle 3 bin civarında silahlı gücün bu süreçte örgütlendiği de yazılıp çizilmektedir.

Ortadoğu Yeniden

11 Eylül’ü gerekçe yaparak Afganistan’ı işgal eden emperyalist haydutlar şimdi Ortadoğu pazarında dünya dengeleri ve güçlerini sınıyorlar. ABD, Ortadoğu’yu kuşattı. İsrail Filistin’i işgal etti. Suudi Arabistan Yarımadası- ’na 140 savaş gemisi gönderildi. Amerikan, İsrail ve İngiltere donanmaları Kızıldeniz’e açıldı. Üç devletin donanmaları Doğu Akdeniz’de büyük bir yığınak yaptı. Ortadoğu’nun kara ve etrafındaki deniz trafiği kontrol altına alındı. Türkiye’nin de kara harekatında ordusunu kiraladığı dikkate alınırsa savaşın bir tarafı olarak ittifakın ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye arasında şekillendiğini söyleyebiliriz.

ABD elini çabuk tutuyor. İkincil durumdaki emperyalistler Almanya, Fransa, Rusya ve Çin gibi devletlerle bölgesel güçler konumunda ittifak kurmaya çalışıyor. Bu amaçla Ortadoğu ve Orta Asya’dan Uzakdoğu’ya uzanan bölge devletleriyle görüşmeler, ittifak arayışlarını yoğunlaştırdılar. ABD savaş stratejistlerinden Francis Fukuyama; “Terörizme karşı savaş, düşmanı askeri yenilgiye uğratmak demek. Bu İsraillilerin yaptığı gibi, sizi tehdit edenlerin olası saldırılarına karşı önceden saldırmayı ve düşmanı destekleyen devletlerin peşine düşmeyi gerekli kılabilir. Bu tür bir hareket, Amerika’dan kalkan uçakların taşıdığı füzelerle yürütülemez; dünyanın çeşitli bölgelerinde destekli askeri operasyonlar gerektirir.

“Tüm gücüne rağmen ABD bunu tek başına başaramaz. Hedef Usame Bin Ladin ise ABD üs için Rusya, Pakistan ve belki de Çin’in yardımına ihtiyaç duyacak. İstihbarat paylaşımı için ılımlı Arap devletlerinin siyasal işbirliğine, AvrupalI müttefiklerin askeri yardımına ihtiyaç duyulacak...” diyor.

Fukuyama’nın ilan ettiği düşman, terörizm; doğrudan herhangi bir emperyalist gücü hedeflemeden, dünyanın bugünkü dengeleri emperyalist ilişkiler gibi nedenlerle sömürgeci hegemonya amaçlarını gizlemeye dönük politik bir argüman. Ama ABD’nin hegemonya savaşında ittifak ilişkilerine duyduğu ihtiyaç ise gerçek. ABD bu hatta yürümeye çalışıyor. Dünyanın öne çıkmış belli başlı emperyalist güçlerini tek başına egemen güç olma politikasına yedekleyerek, onlara bölgesel roller biçmek istiyor. Ne var ki, emperyalist çıkarlar, ABD politikalarına yedeklenmeye bugünkü konjonktürde müsaade etmiyor. Onlar rakip güç olarak ittifak arayışlarını sürdürüyor ve hegemonya yarışında söz sahibi olmak istiyorlar. Savaşın çatışmaya doğru evrilmeye başladığı bu süreçte ise, ABD ile doğrudan çatışmaktan kaçınsalar da, kayıtsız kalmayacaklardır. Almanya, Fransa ve Rusya ile Çin gibi emperyalist devletler, yerel devletlerin ABD ile çatışmasına dolaylı destek sunarak bu süreçte yer alabilirler. Savaşın uzaması halinde ise, bu emperyalist güçler ikinci bir ittifak merkezi olarak ABD ile doğrudan karşı karşıya gelebilirler.

ABD Ortadoğu ülkelerine savaş yoluyla girerek askeri üs alanına dönüştürmeyi hedefleyecektir. Dünyanın belli başlı Orta Asya, Pasifik, Balkanlar gibi bölgeleri ve Ortadoğu’yu on binlerce asker, silah gücüyle iktisadi ve siyasi olarak egemenliğini pekiştirme ve denetlemeyi amaçlamaktadır. ABD kimi devlet iktidarlarını alaşağı etmeyi hedefler, haritalarla yeniden oynamayı hesaplarken İslam devletlerinin antiamerikan bir forma kavuşan kitle tabanında değişiklik yaratmayı da hesaplamaktadır. Yankee, dini inançları güçlü, arkası kesilmeyen emperyalist saldırıların da etkisiyle burjuvazisiyle zımnen ittifaka girmiş, mevcut statükoda kenetlenmiş yığınları “laik” bir kitleye dönüşümünü dayatacaktır. Islamiyetteki açılım, ABD’nin Ortadoğu’da kurduğu hegemonyanın kalıcılığı bakımından gereklidir.

Ama Ortadoğu’da, özellikle de Arap halklarının emperyalizme karşı öfkesi, kini büyüktür. İsrail siyonizmi ve ABD’ye duydukları öfke, antiemperyalist, antisiyonist bilinç köklüdür. Balkanlar’daki kadar yüzeysel ve kolayca değiştirilebilecek bir sosyal formda değildir. Bölgede mücadele eden ve çok derin kökleri olan kuvvetler vardır. Filistin ve Kürt ulusu bu halkların başında gelmektedir. ABD bölgeye daha fazla nefret, kin ve kaos götürecektir.

Yeni Bir Dönem

Ortadoğu’da savaş, bölgede yeni bir dönemin de başlangıcı olacaktır. Gelişmeler, bölgesel devrimin koşullarını hızlandıracak, geliştirecektir. Filistin halkının kaderi, Irak halkının ya da Kürt ulusunun kaderi iç içe geçmiştir/geçecektir. Ortadoğu halklarının kurtuluşu da birbirine daha çok bağlı hale gelmiştir. ABD, İngiltere ve İsrail’in bölgeye müdahalesi, sadece yıkım, sınırsız şiddet ve ulusların ezilmesine yol açmayacak, aynı zamanda işgale karşı savunma savaşını ve halkların bu savaşta çelikleşmesini de getirecektir. Savaş, bölgesel devrimin mayalanmasının yolunu açacak, aynı kaderi paylaşan halklar arasında birlik ve mücadele arzusunu güçlendirecektir.

Bölgeye her emperyalist hamle, her hareket, antiemperyalist mücadelenin, bölge halklarının başkaldırısının önemine işaret eder. Yaşama hakkı, bölge zenginliklerinin korunması daha bir aciliyet kazanıyor. Arap ulusunun proletaryasını, komünistleri, Türkiyeli ve Kürdistanlı komünist ve devrimcileri sıcak bir gündem bekliyor. Bu eğer “uzun sürecek bir savaş”sa ve eğer bu ABD’nin kurşun, bomba zoruyla yeni bir düzen oturtma savaşıysa, bu savaşa karşı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ezilenlerin kurtuluşu ve sosyalizm için savaşı adım adım örgütlemek de kaçınılmaz demektir. Emperyalist gerici savaşlar karşısında marksistlerin çözümü sihirli değnek değildir. Görev, işçi sınıfı ve ezilenleri savaşa karşı örgütlemek, hazırlamak, kendi kurtuluşu için savaşa seferber etmektir. Bölge halkları, devrimci ve antiemperyalist güçlerle ilişki kurmak, bu ilişkileri geliştirerek bölge çapında örgütlü bir antiemperyalist güce dönüştürmektir. Arap halkları Amerikan emperyalizmine duyduğu kin ve öfkesiyle siyonizme, işgallere olan tepkisiyle emperyalizme karşı savaşta kolayca örgütlenebilecek bir formasyona sahiptir. Ama sosyalist bilinç ve devrimci önderlikten yoksun oluşu emperyalist işgal ve özellikle de ABD ile çatışma halinde olan petrodalar delisi, aç gözlü Arap burjuvazisinin etkisine de girebilecek durumdadır.

1. Dünya Savaşı’nda emperyalizm bölüşülmemiş toprakları savaş yoluyla bölüştü, dünyanın birçok ülkesini sömürgeleştirdi. II. Dünya Savaşı’nda emperyalizm, yeniden paylaşıma girişti, sosyalizme savaş açtı. Bu savaşta yenilgiye uğradı, sömürgecilik yeni biçimler aldı. Filistin, Kürdistan gibi ulusal dinamikleri görece zayıf uluslar hariç birçok ulus ulusal bağımsızlıklarını kazandı ya da ulusal başkaldırı ve sosyalizm mücadeleleri gelişti, yaygınlaştı. Amerikan’ın bütün dünyayı karşısına alarak açtığı bu yeni savaş, Yankee emperyalizminin sonunu hazırlayacak ve dünya proletaryasının tarih sahnesine yeniden ve daha aktif çıkışının önünü açacaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi