Varoşlar, yaşadığımız coğrafyanın tipik bir gerçeğidir. Gecekondular ve yoksul emekçi semtleri bu gerçeğin somutlanma alanlarıdır.
Türkiye'de varoşlaşma, esasen gecekondulaşma üzerinden gelişmiştir. Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında gecekondulaşma, kentleşmenin ilk dönemlerinden beri vardır. "Teneke evler"e cumhuriyetin kuruluş ve ilk dönemlerinde rastlamak olanaklıdır. Ancak "teneke evler"in ya da gecekonduların kent gerçeğinin tipik bir parçası olarak öne çıkması 1950'den sonradır. Gecekondular 1950'terden sonra kentsel gelişmenin ana bir unsuru olmuştur ve kurumsallaşmaya başlamıştır. 1950-1970 arası dönemi gecekondulaşmanın ve dolayısıyla varoşlaşmanın ilk aşamasıdır.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Türkiye, ABD'nin yeni sömürgesi haline geldi. Bu, aynı zamanda ABD’yle girilen yeni bir kapitalist birikim ve gelişme süreciydi. 1950-1960 yılları, işbirlikçi Türk kapitalizminin yeni bir atılım ve birikim dönemidir. Bu kapitalist birikim ve gelişme sürecinin ürünü olarak, Türkiye'nin belli başlı sanayi ve ticaret kentlerinin yapısı değişmeye başladı. Tarımda artan kapitülasyon, geleneksel ilişkilerin (feodal-yarı feodal) çözülmesini hızlandırdı. Yoksul ve küçük köylülüğün kır nüfusunun hızlı artışına karşın topraklarının yetersizliği ve ilkel tarım tekniklerinin uygulanması nedeniyle geçim sıkıntısının yarattığı zorunlu göç, tarımda kapitalist gelişmenin görece hızlanması nedeniyle büyüdü. Aynı yıllar iç pazarın genişlemesi ve sanayi kapitalizminin (görece geri ve montaj eksenli olsa da) büyümesi sanayi merkezinde emek-iş gücü talebini artırmıştı. Devlet işletmelerinin yanı sıra hızla gelişen özel sektör sanayi, dalgalar halinde sanayi şehirlerine göç eden mülksüzleşmiş yığınlar yeni iş ve yaşam alanları yarattı. Kapitalizmin gelişme merkezleri olan büyük kentlere, kırlardan büyük nüfus akışı gerçekleşti. Göç dalgalarıyla, büyük kentlerin çevre deltalarında büyük nüfus toplanmaya başladı.
Kapitalistleşme, proleterleşme, ara sınıflar ve gecekondulaşma bir zincirleme reaksiyonun ürünüdürler. Emekçi semtler ve onun özgül biçimi olan gecekondular, kırdan kente göçen kitleler tarafından oluşturuldu. Kırdan kente göçen, köylü kitleleri fabrika ve iş alanlarına yakın boş hazine arazilerine derme-çatma konutlar yaparak yerleşti. Böylece konut ve barınma ihtiyaçlarını kendi köylü hal tarzıyla çözmeye çalıştı. Bir gecede boş arazilere yapılan bu köy tipi ev ya da kulübeler/barakalar gecekondu olarak anılmaya başlandı.
İstanbul Alibeyköy ve Kağıthane gecekonduları bu gecekondulaşma hareketinin ilk örneklerindendir. Alibeyköy ve Kağıthane'de kurulan fabrikaların etrafını gecekondular sarıp sarmaladı. Yeni yeni 'teneke’ veya kulübe mahalleler kuruldu. Gecekonduların ilk sahipleri kırdan gelmiş ve fabrikada çalışan işçilerdi. İlk gecekondular, piyasada satılmak için değil, tamamen konut ve barınmak ihtiyacını çözme amacı taşıyordu. 1950-’70 yılları arasındaki ilk gecekondulaşma aşamasının temel ve ayırdedici özelliği, gecekonduların temel konut edinme biçimi olmasıdır. Bu yıllarda henüz gecekondular, kent rantının temel bir unsuru haline gelmemiş ve ticarileşmemiştir. 1966'da çıkarılan 775 sayılı yasa ile "gecekondu" tanımı resmen kabul edilmiştir. 1949'da İstanbul'da 5000 civarında gecekondu bulunuyordu. Buralarda esasen işçiler oturmaktaydı. "1963 ve 1964 yıllarında Türkiye'nin en büyük dört şehir merkezi, dokuzu ise hızlı gelişme sürecindeki bölge sanayileşme ve şehirleşme merkezleri olmak üzere on üç büyük şehirde yapılan sayımlara göre l milyon 800 bin kişi, en basit sağlık şartlarından yoksun, mülkiyeti başkasına ait arazide kaçak olarak inşa edilmiş gecekondularda yaşıyordu. Bu l milyon 800 bin kişinin çok büyük bir çoğunluğu l milyon 590 bin kişi, Türkiye'nin en büyük dört şehir merkezinde bulunmaktaydı. Bu dört büyük merkezde gecekondu sayısı toplam konut sayısının yüzde ile yüzde 65'ini teşkil ediyordu. Ankara nüfusunun yüzde 60'ı, İstanbul nüfusunun ise yüzde 64,5'i gecekondularda yaşamaktaydı. Bu oran İzmir için 34, Adana için yüzde 45’ti. (Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye 3. kitap s.394 S.Yerasimos-Belge Yayınları)
Gecekondulaşmanın ilk döneminde kırdan kente gelen nüfusun büyük bölümü veya esası kapitalist gelişme tarafından istihdam edilebiliyor, emilebiliyordu. Dolayısıyla gecekonduların sınıfsal coğrafyası ve demografik yapısı esasen işçi ağırlıklıydı. 1965 nüfus sayımında kır nüfusun nüfus doğal artış hızına göre yapılan nazari hesaplamalarda 4 milyon kadar daha az, yani 21 milyon 586 bin olarak belirmiştir. Bu duruma göre her yıl ortalama 200 bin kişi köylerden şehirlere göç etmektedir. (Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye S. Yerasimos, 3. kitap s.343)
“1950'de kırsal alanda nüfusun yüzde 81.5'i yaşarken, bu oran 1960'ta yüzde 73.7'ye, 1970'te yüzde 64.1'e düşmüştür. 1970'te 500 binden çok nüfusla üç büyük kent toplam nüfusun %31'l'ini barındırıyordu." (M-Şehmuz Güzel. Türkiye'de İşçi Hareketi s. 229/Kaynak Yayınları)
‘70'li yıllarda gecekondulaşmanın ikinci aşaması gelişir. Kırın çözülüşü sürmekteydi. Türkiye'de büyük kentler gerçeği belirginleşmiş, iktisadi ve sosyal yaşamda kendini hissettirmişti. Büyük kentlere akın akın göç dalgaları gelmekteydi. Kent nüfusunun büyümesi, konut ve barınma sorununu artırmıştı. Büyük konut açığı, gecekonduların ve kente yerleşmenin ticarileşmesini sağladı. 1970'lerden sonra İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük kentlerdeki gecekondu sürecinde çok belirgin ve niteliksel değişim yaşandı. Bu yıllarda kent toprağının ve rantının paylaşılması olgusu gündeme gelmişti. İkinci gecekondulaşma aşamasının temel özelliği budur. Devlet ve mafyanın şehir rantından semirme isteği ile "büyük şehrin taşı toprağı altın" sanrısına kendini kaptırıp iş-aş ve çocuklarının geleceği için kente göç etmiş yoksul nüfusun konut edinme ihtiyacı ve bunun biçimi olarak gecekondu evler yapma isteği karşı karşıya gelmişti. İşçiler ve kent yoksullarıyla, devlet ve mafya arasında çatışmalar yaşandı. 1960-’70'li yıllarda gecekondulaşma, toplumsal bir hareket olarak kendini ortaya koymuş ve kabul ettirmiştir. Dönemin diğer toplumsal mücadele dinamikleriyle ilişkili biçimde özgün bir gelişim göstermiştir. Gecekondu hareketi, kent yoksulları mücadeleleri, bu dönemin devrimci hareketinin önemli bir bileşenidir. Gülsuyu, Ümraniye, l Mayıs vb. gecekondu direnişleri buna örnektir.
‘80'li yılların ortasında üçüncü gecekondulaşma dalgası başladı. İşbirlikçi Türk kapitalizmi, Özal dönemiyle birlikte, yeni bir atılım ve birikim sürecine girdi. Bu süreç kentleşmeyi de doğrudan ve boyutlu bir tarzda etkiledi. İlk kez kent rantı bu denli paylaşımın konusu oluyordu. Bir yandan arazi mafyaları, öte yandan, Özal eliyle devletin gecekondulara imar affı çıkarması, büyük bir kent rantının kapitalist birikim sürecine sokulmasını getirdi. Bu gelişmeyle, ilk ve ikinci dönem gecekondular kentin yasal ve meşru bir parçası haline getirilirken; kentin yeniden paylaşımı tamamlanmış ve yeni varoşların önü açılmıştır. Zira eski gecekondu mahallelerine yerleşmek, kırdan yeni gelmiş ya da şehirde yaşayan diğer konutsuz nüfus için çok pahalı ve olanaksız hale gelmişti. Bu yüzden gecekondu mahallelerinin bittiği ya da kente yakın ne kadar boş arazi varsa, yeni gecekondulaşma akını buralara yöneldi. Diğer bir deyişle, kentin çevresi bir halka daha gecekondu veya emekçi semtlerle kuşatılmaya başlandı. Ne var ki gecekondu yapmak eskisi kadar kolay olmamaktadır. Üçüncü gecekondulaşma evresini yaşayan büyük kentlerde devlet ve onun bir kolu mafyayla kent yoksulları arasında gecekondu savaşları sürmektedir ve sürecektir de. Konut ve barınma sorunu, kent yoksullarının artan ve büyüyen temel bir meselesidir. Ancak kent yoksulları hareketinin özü burası değildir. Kent yoksulları hareketinin özü, emekçi niteliğidir. Sömürü, yoksulluk, açlık ve baskı altında inim inim inlemesidir. Gecekondulaşma aşamaları, Türkiye'deki kentsel gelişmenin de basamaklarını oluşturur. Üçüncü dönemin süren varoşlaşmasının yeni özellikleri var. ‘90'lı yılların verilerine göre; Türkiye'de toplam l milyon 750 bin gecekondu var. Bunlardan 750 bini İstanbul’da bulunmaktadır, İstanbul'da 2 milyonu aşkın konutun yüzde 60, yani l milyon 200 bini gecekondu ve kaçak yapı durumundadır. Gecekondulaşmanın kent rantının parçası haline gelmesinin yanı sıra, buralardaki sınıfsal ve demografik yapıda değişmiştir. Varoşlar ve emekçi semtlerde, işçi sınıfı tabakalarıyla kent küçük burjuvazisinin çeşitli kesimleri iç içe geçmiştir. Şehir büyüdükçe, kent merkezleri ile kenar semtler arasındaki yaşam düzeyi bakımından uçurum giderek derinleşir. Kent küçük burjuvazisi (küçük esnaf, alt düzey memurlar) eski yerlerinden hızla sökülüp atılarak kenar mahallelere sürülür. Gecekondular yalnızca işsizlerin, işçilerin ve yarı- işçilerin mekanı değil, küçük esnafın, memurların da yaşam alanı haline gelir. Yeni bir varoş tablosu oluşmuştur. İlk gecekondu ve emekçi semtler kent merkezinin iç bölgelerinde burjuva kentin yanı başında kalmış ve buraları şehir küçük burjuvazisi, orta sınıf kesimleri, işçi ve emekçilerin ortak semtleri haline gelmiştir. Üçüncü gecekondulaşma kuşağının en önemli özelliklerinden biri de, Kürt göçüdür. Kürt göçünün iki gelişim yolu olmuştur. Birincisi, kapitalist gelişme ve kentleşmeye bağlı olarak, Kürdistan kırının çözülerek nüfusun Kürdistan ve Türkiye şehirlerine toplanmasında ifade bulan doğal gelişim rotasıdır. Kürdistan’ın kentleşme düzeyi Türkiye'nin kentleşme düzeyinin oldukça gerisindedir. Kentleşme düzeyi ve hızı Türkiye ortalamasından düşüktür. "1985 yılında, Türkiye genelinde kent nüfusunu yüzde 55.5'ini oluştururken, bu oran 1990'da yüzde 59'a ulaşıyor. Kürdistan'da ise 1985'te kent nüfusu toplam içinde yüzde 44.1 iken 1990'da bu oran yüzde 48.7'ye ulaşıyor.” (Sinan Çiftyürek, Kapitalizmin Tarihsel/Fiziksel Sınırları. Kürdistan İşçi Sınıfı s.280)
Kürdistan'ın kentleşme düzeyi yönünden de kendi içerisinde farklılıklar gösteriyor. 1990 yılı itibarıyla Kuzey Kürdistan’ın Güney illerinde toplam nüfus içerisinde kentleşme oranı yüzde 55.65 iken kırın oranı yüzde 44.35'e geriliyor. Kuzey Kürdistan’ın kuzey illerinde ise, toplam nüfus içerisinde kent oranı yüzde 42.57 iken kırın oranı halen yüzde 57.43 gibi bir rakamla yüksek gözüküyor. Kürdistan'da iller bazında bakıldığında kent nüfusunun kır nüfusunu geçtiği toplam sadece altı il bulunuyor. Kentleşme düzeyi (oranı) sıralamasına göre Antep yüzde 72, Batman yüzde 56, Urfa, Diyarbakır ve Elazığ yüzde 55 ve Malatya yüzde 54. (age s.280)
"1985-1990 yılları arasında Kürdistan'ın içe aldığı göç 491.81, dışa verdiği göç ise 1.138.099'dur. Dolayısıyla Kürdistan'ın dışa verdiği göç net bir rakamla 646.618 olarak görünüyor.” (age. 284)
Kürt göçünün ikinci gelişim rotası/yolu sömürgeci savaşın zorunlu göç, sürgün biçiminde gelişmiştir. Sömürgeci kirli savaş, milyonlarca Kürt köylüsü ve emekçisini yerinden yurdundan sökerek, Kürdistan, Türkiye ve Avrupa'ya savurmuştur.
1990'dan itibaren Kürt göçüne damgasını vuran tehcirdir, zorunlu göçtür. Bu göç hareketi kentleşme hızını ve düzeyini olağanüstü artırmış, milyonlarca Kürt köylüsünü ve işçisini Kürdistan'ın ve Türkiye'nin büyük kentlerinin varoşlarına sürmüştür. Esasen Kürt ulusal özgürlük savaşımına karşı sömürgeci rejimin uyguladığı kirli savaş yöntemleri, köy yakma, boşaltma vb. sonucu gelişen bu göç dalgasıyla Kürdistan iç göçü ve Kürdistan dışı Türkiye ve Avrupa'ya 10 milyon civarında Kürdün savrulduğu tahmin edilmektedir. İstanbul, Mersin, Adana, İzmir, Diyarbakır, Van, Antep, Urfa, Batman, Ankara, Antalya zorla göç ettirmenin sonucu Kürt emekçi nüfusunun toplandığı Türkiye ve Kürdistan şehirleridir.
Kürt gücünün en trajik odaklarından biri Diyarbakır, zorla göçün genel tablosunu yaklaşık ve somut olarak yansıtmaktadır. TMMOB’un 1996'da "Bölge içi Zorunlu Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması" başlıklı araştırmaya göre, göçenlerin göçün nedenlerine ilişkin verdikleri yanıtlarda, 'köyü yakıldığı için' göç etmek zorunda kalanların oranı yüzde 58 ve genel olarak "bölgedeki olaylar" nedeniyle göç etmek zorunda kalanların oranı yüzde 43.63, 'işleyecek toprağım yoktu, diyenlerin oranı yüzde 7.64 ve "geçim sıkıntım vardı" diyenlerin oranı yüzde 18.7'dir. Aynı araştırmaya göre, son altı yılda nüfus yüzde 116 artmış, işsizlik yüzde 70'i aşmış ve nüfusun yüzde 87'si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Çöplerden ekmek arayan, sokakta yatan insan kalabalıklarını görüntüleri olağan hale gelmiştir.
Türkiye metropollerine yığılan Kürt göçmenlerinin büyük bölümünün çektiği sefalet ve yaşadığı zulüm de, Diyarbakır örneğinden çok farklı değildir. Türkiye metropollerine göç eden Kürt emekçilerinin çok büyük çoğunluğu kentin varoşlarını mesken tutmuştur. Kürt göçü varoşlara, Kürt ulusal uyanışının rengini taşımıştır. Kürt dinamiği yoksul semtlerin bir bileşeni olarak öne çıkmıştır.
Toplumsal Adaletsizliğin Beşiği Kentler
Sınıf savaşımlarının patlayıcı maddeleri kentin gizli vadilerinde birikmektedir. Büyük işbirlikçi kapitalist patron Sakıp Sabancı’nın ikiz gökdelenlerinin hemen dibindeki Gültepe gecekonduları, zenginlerin steril getto kenti Bahçeşehir ile proleter semti Altınşehir-İkitelli gecekonduları, iki düşman kenttir. Büyük sanayi şehirleri her geçen gün daha belirgin olarak iki ana kutba ayrışmaktadır. Aynı şehirde iki kent: Burjuva kent ve proleter kent. Zengin gettolarıyla, yoksul gecekonduları arasındaki ilişki ve çelişki, kapitalist düzenin temel çelişkisinin ve özelliğinin yansımasından başka bir şey değildir. Burada sınıf savaşımının en keskin ucuyla kendisini göstermesi kaçınılmazdır. Proleter kentle, burjuva kent savaşı şiddetlenecektir. İstanbul zenginlerinin yeni steril gettosu Bahçeşehir 1700 özel güvenlik gücüyle korunuyor. Yoksul dünyanın insanları bu kente giremez. Her türlü lüks yaşam ihtiyacını karşılayacak kapasitededir. Yol, su, elektrik, ulaşım, sağlık vb. ve böyle sorunları yoktur bu kentin. Lüks ve debdebeli bir yaşam sürmektedirler.
Bir de şehri bir baştan öte başa, birkaç kez kuşatan kahredici yoksulluk, açlık, baskı ve ölüm anaforunda yaşamaya çalışan kapitalizmin lanetli sınıfları, emekçi sınıfları var. Yoksunluk ve yoksulluğun biriktiği, üst üste yığıldığı emekçi ve yoksul semtler... İstanbul'da en düşük gelirli aileye 700 dolar, en yüksek gelirli aileye l milyon 6 bin dolar, en yoksul aile ile en zengin arasındaki fark 1437 kat. İstanbul'un en yoksullarının oluşturduğu 330 bin aile İstanbul'un gelirin de yüzde 4.2 pay alıyor. Çoğu varoşlarda yaşayan İstanbul yoksullarının payına Türkiye toplam pastasından düşen pay ise yüzde l ile ifade edilebilir. (Ekonomik Forum TOBB Aylık Dergisi, 1997, 15 Aralık). Ankara'da en yoksul ailenin hanesine yıllık 430 dolar girerken, en zengin ailenin 63 bin dolar giriyor. Adana'nın en zengin yüzde 20'lik nüfusu, Adana gelirinin yüzde 64.4'üne el koyarken, en yoksul yüzde 20'si yüzde 4'e talim ediyor. İzmir'in en zengin yüzde 20'lik nüfusu yüzde 47.6'sini alırken en yoksul yüzde 6.4 pay düşüyor.
Emekçi semtlerde, ulaşım, iletişim, sağlık, su, konut vb. sorunlar yoksulların güncel temel meseleleridir. İki odalı gecekondu evlere birkaç ailenin sıkıştırıldığı, susuzluğun ve salgın hastalıkların kırıp geçirdiği, sefalet ücretiyle açlık sınırının altında can çekişerek yaşandığı sefalet ve ölümün biriktiği varoşlar, sınıf çelişkilerinin en keskin alanlarıdır. Toplumsal ve kültürel yasamdaki yozlaşma ve dejenerasyon, tüm yoksunlukların ve yoksullukların bir sonucu ve tabloyu tamamlayıcı özelliğidir. Öfke, tepki, yıkıcılık özgürlük isteği ile umutsuzluk, çaresizlik, kadercilik varoşlardaki yoksulların toplumsal dünyalarını ve psikolojilerini belirleyen öğelerdir. Arabesk kültür ve yaşam, varoşlardaki/gecekondulardaki lümpen proleter ve diğer ara sınıf kesimlerinin sınıf kimliklerinin özgün bir dışa vurumudur. Arabesk, köy-kent kültürü arasında sıkışan temel bir sınıf formuna bürünemeyen ve kentin yoksulluk girdaplarından savrulan insan yoğunluklarının kendini üretim ve biçimi olmaktadır.
Son otuz yıllık tarihi kesit aynı zamanda, emekçi semtlerin, kent yoksullarının toplumsal-siyasal yaşamda ağırlıklarını hissettirdikleri çeşitli devrimlerde ve devrim kavgalarında önemli veya belirleyici roller oynadıkları bir dönem olmuştur. Denetlenebilir verilerin ortaya koyduğu bu olguyu devrimci stratejinin ve teorinin bir unsuru olarak önemsemek ve kaydetmek gerekir. Varoşlar, emekçi semtleridir, emekçi sınıfları eksenli semtlerdir. Bu semtlerin nüfusunun ana bölümünü işçiler, emekçi memurlar, emekçi kadınlar, gizli ve açık işsiz yığınlar oluşturmaktadır. Varoşlar işçi meskenleridir. Varoşlar, yoksunluk ve yoksulluktur. Varoşlar, kentin vadilerinde biriken yoksul öfkesidir. Biriken devrimci sınıf patlayıcılarıdır. Bu nedenle varoşlara gitmek, bir başka yoldan ve koldan işçilere ve emekçilere gitmektir. Varoşlara gitmek, dolaysızca proletaryanın yedeği olan ara sınıfları devrim kavgasına kazanmaya gitmektir. Varoşlara gitmek 'emeğin düzensiz ordularını' düzene sokmak, örgütlemektir. Engels'in İngiltere'de Emekçi Sınıfının Durumu kitabının son cümleleriyle bitirelim, "İşte o zaman savaş naraları bütün ülkeyi kaplayacaktır. ‘Saraylara Savaş, Kulübelere Barış.’ O zaman zenginler çok geç kalmış olacaklardır.
Emekçi semtleri bir ve aynı türden yerleşim alanları değildir. Kentin dış mahallerine yaklaştıkça yoksulluk ve sefalet had safhaya ulaşır. Bu bölgeler, tam bir dışlanmışlık içerisindedirler. Ulaşım, su, elektrik, yol gibi alt yapı hizmetleri ya hiç yoktur ya da olduğu kadarıyla berbat bir durumdadır. Buna karşın son halkadan merkeze yaklaştıkça gelişme görülür. Kısmen de olsa “kentsel yaşam”a uygun kimi gereksinimler giderilebilmektedir.
En dış mahalleler derme çatma konutlarda bütünüyle sağlıksız koşullarda yaşayan insanlarla doludur. Doktor, hemşire, sağlık ocağı olmadığı gibi, açıkta akan kanalizasyonlar, yetersiz beslenme, giyinme ve barınma koşullarında, hızla yoğunlaşan enfeksiyonel hastalıklar karşısında çaresiz insanların başvurabilecekleri hiçbir kurum, sığınabilecekleri hiçbir mekan yoktur. İşsizlik ve çaresizliğin girdabına tutulan bu insanlar, yarı aç, yarı tok biçimde, yaşamalarını sürdürebilecekleri en olmadık işlere el atarlar. Çöp toplayıcılığı, ayakkabı boyacılığı, seyyar satıcılık gibi “yarı yasal” uğraşların dışında, dilencilik, hırsızlık, fuhuş, ve mafya vb. birlikte ve bundan daha önemli olarak “yaşam dışı”dırlar. “Uç”larda yaşarlar, ama bu “uç” yukarıda olan değil, en dipte olandır.
En dış mahallelerin tek işlevi, en kötü koşullarda da olsa; hayvan barınaklarından farksız da olsa barınma ihtiyacını gidermektir. Kente yaklaştıkça durum değişik. Yasallaşmış mülkiyet, arsa ve konutları yalnızca bir barınma aracı olmaktan çıkarır; bunlar aynı zamanda birer servet, birikim aracı halini alırlar. Tek katlı konutlar yerini çok katlı, kiraya verilebilen derme çatma apartmanlara bırakır. Bütünüyle plansız, gelişigüzel hiçbir güvenilirliği olmayan konutlar olsada nihayetinde gelir getiren bir mülk, bir meta işlevi görürler. Fakat bu mülkiyetlenme de buraya yerleşmiş yoksullardan çok mafya çetelerinin lehine işler. Şehrin dışında her yeni halka mahalle eklendiğinde, bir öncekinin arsa ve konut değeri artar. Bunun için yeni gecekondu mahalleleri için hazine arazisi işgal etmek, orman yakmak, arsa yaratmak çok yüksek bir rant kaynağıdır. Çünkü bu yeni alanlar yalnızca yeni arsalar yaratmak, bir önceki mahalledeki arsa ve konut fiyatlarını yükseltir. Hal böyle olunca kent merkezinin arsa, konut fiyatları bunlara bağlı olarak dükkan, işyeri, büro fiyatlarını etkiler. Görülüyor ki yeni oluşturulan her yoksul mahalle halkı rant yaratır. Böyle olduğundan belediye hizmetleri, emlak piyasası bütünüyle mafya işi haline gelir. Devlet görevlileri, belediye görevlileri ve mafya ortaklığı hem rantın büyümesini sağlar, hem de bunu aralarında bölüşürler.
İşlev farklılaşması bununla bitmez. Kent merkezlerine yakın emekçi semtleri, küçük ve orta ölçekli sanayinin yoğunlaştığı alanlar haline gelmiştir. Bu nedenle kenti her an çevreleyen emekçi semtler, barınma konut ve arsa rantı edinme işlevlerinin yanı sıra küçük ve orta ölçekli üretim merkezleri olarak iş görürler.
Son onbeş yirmi yıllık süre içinde dünün gecekondu mahalleleri, hızla yaygınlaşan küçük ve orta ölçekli imalat atölyeleriyle dolup taşmıştır. En yaygın olanı konfeksiyondur. Bunun dışında da farklı birçok imalat atölyelerinin varlığı söz konusudur. Gaziosmanpaşa, Zeytinburnu, Kağıthane, Küçükbakkalköy, Dudullu, Ümraniye gibi İstanbul’un birçok emekçi mahallesi bu tip atölyelerin işgali altındadır. Benzer emekçi semtleri İzmit, Adana, Antep, Mersin, Bursa, Ankara gibi şehirlerde de vardır.
Bu atölyelerde berbat çalışma koşulları altında, daha çok genç kadın ve erkek işçiler her türlü iş ve sosyal güvenlikten yoksun olarak çalıştırılırlar. 8 saatlik yasal çalışma süresi uygulanmaz; on, ondört ve bazen onaltı saate kadar çıkar. Birçok atölyede asgari ücret bile uygulanmaz. Asgari ücretin net 86 milyon olduğu günümüz koşullarında, 50-60 milyon aylıkla çalışan on binlerce işçi var. İşsizliğin bu denli yaygın, sefaletin diz boyu olduğu bu bölgelerde bunda şaşılacak bir yan yoktur.
Bu atölyeler daha büyük patronların taşeron işletmesidirler. Küçük atölye sahipleri düşük bir kâr payı üzerinden büyük patron konumundadırlar. Atölye üretimi bu nedenle, küçük sanayi üretiminin yaygınlaşmasının ürünü olmaktan çok büyük patronlar ucuz işgücünü sürekli kılmak için başvurdukları üretim yöntemlerinin bir sonucudur. Böyle yapmakla bir dizi giderden (bina, arsa, yönetim) kurtulmuş olmakla kalmıyorlar, olmadık düzeyde bir artı-değer sömürüsü yaratıyorlar. Kaldı ki, bunalım dönemlerinde de bütün yük atölye sahipleri ve en çok da işçilerin sırtında kalıyor.
Mülksüzleştirilip sanayi merkezlerine sürülen emekçilerin oluşturduğu büyük mahalleler kapitalistler için istenmeden doğan bir sonuç değil, bir kaçınılmazlık, aynı zamanda bir gerçekliktir. Çünkü bu yolla bol ve ucuza işçi satın alınabilir, işçi ücretlerinin genel düzeyinde bir düşme sağlanır.
Şehre sürülmüş, mülksüzleşmiş milyonlar, aç ve sefil bir yaşama mahkûm olurlar. Yeterli iş yoktur. Çünkü kapitalizm mülksüzleştirdiği insanları iş sahibi yapacak denli gelişme göstermez. İşsiz yığınlar oluşur. Kadın ve çocuk emeği hızla sanayiye akar. Bir yandan mülksüzleşmiş yığınlar hızla artan sayısı, diğer yandan, bunları emecek denli gelişmemiş sanayinin yarattığı işsizlik işçiler arasındaki rekabeti kızıştırır. Düşük ücretle çalışmak bir kaçınılmazlık haline gelir. Düşük ücretin nedeni sadece işsizlik değildir. Yaşama seviyesinin düşüklüğü genel ücret seviyesini de düşürür. Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde, bir işçinin günlük yeniden üretimi için gerekli miktar 60-70 birim iken Türkiye’de bu 25’tir. Yoksul semtlere doğru gidildikçe bu miktar çok daha aşağılara düşmektedir. İnsanca hiçbir ihtiyacın karşılanmadığı bu bölgelerde doğaldır ki asgari geçim için gerekli maddeler bile lüks sınıfından sayılır.
İşlevde farklılaşma hakkında değinilmesi gereken bir başka nokta da, eve iş vermenin yaygınlaşmasıdır.
1988 yılı hane halkı sayımları işgücü anketine göre evde çalışanların sayısı 145 bin iken 1994 yılında 2.3 kat artarak 339.784 bin olmuştur. (1)
Evde çalışanların yüzde 87’si imalat sanayinde çalışmaktadır. İşkolları itibarıyla dokuma, giyim gibi emek yoğun işler ağırlıktadır. Evde çalışan işçilerin toplam sayısı içinde kadınların oranı yüzde 96.5’tir. (2)
Emekçi semtlerde sosyal yaşam ve ilişki biçimleri
Emekçi semtlerde nüfusun hemen tamamı başka şehirlerden göç etmiş emekçilerden oluşur. Örneğin; nüfus cüzdanında doğum yeri olarak Erzincan yazan 464 bin kişinin yarısı Erzincan dışında ikamet ediyor. 230 bin göçmen Erzincanlının 150 bini İstanbul’da yaşıyor. Keza, 1 milyon 107 bin Karslının 500 bini başka şehirlerde, bunun da 215 bini İstanbul’da ikamet ediyor. İstanbul’da 317 bin Sivaslı bulunuyor. Bu da, İstanbul nüfusunun yüzde 4’ünü oluşturuyor. En çok göç veren ilk on şehir; Tunceli, Bayburt, Gümüşhane, Erzincan, Çankırı, Kars, Sivas, Sinop, Artvin, Kastamonu (3). En çok göç alan başlıca şehirler ise; İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli, İçel, Adana, Antalya. Son yıllarda Kürdistan’da, Türkiye’ye ve Kürdistan içi zorla sürgün Kürt illerinde de büyük bir nüfus yığılmasına neden olmuştur.
Diyarbakır, Urfa, Van en çok büyüyen Kürt illeridir.
Göç hızlandıkça, mevcut alanlar yetmez olur, yeni mahalleler oluşur. Bunlar kentin en dışına doğru yayılırlar. İktisadi, sosyal ve kültürel yabancılık duygusu hemşerilik ilişkilerini geliştirir. Hemşerilik dayanışması ve bunun üzerinde, yükselen örgütlenmeler yaygınlaşır. Binlerce yöre derneği, lokali kurulur. Bunların temel faaliyet alanları emekçi semtlerdir.
Dayanışmanın güçlendirildiği bir başka alan ailedir. Büyük çoğunluğu çekirdek aile tipi olsa da yakın akrabalarla çok yakın ilişki sürdürmeye devam ederler. Geçiş ailesi dediğiniz bir sentez ortaya çıkmaktadır.
Güçlü hemşericilik ve aile dayanışması yanı sıra, dinsel tarikat, topluluk, dergah vb. yerlerde kendini ifade etme ve dayanışmayı sürdürme de oldukça yaygındır. Çaresizlik, sahipsizlik, yalnızlık duygusu yoksul insanlar arasındaki manevi dünyaya olan ilgiyi artırır. Herkes geldiği yörenin dinsel örgütlenmelerini mahallesinde hakim kılmaya çalışır. Dinsel tarikatlar, cemaatlar bir varoluş biçimi, bir statü nedeni haline gelirler.
Her üç dayanışma biçimi de en çok, kentin en dış mahallelerinde hissedilir. Kent merkezine yaklaştıkça burjuva dünyanın çözücülüğü etkin olmaya başlar. Kent merkezine yakın emekçi mahalleleri burjuva dünyaya daha yakın sınıf ilişkileri daha saflaşmış mekanlardır. Bu mahallelerin çoğunun eski göçer olması, kentle bütünleşme olanaklarını artırmıştır. Kaldı ki bu mahallelerde nüfusun çoğu artık ikinci, hatta üçüncü kuşak göçerlerden oluşmuştur. (4) Böyle olduğu içindir ki, kopup geldikleri yörelerle ilişkileri oldukça zayıflamış, sosyal ilişkilerinde geleneksel yön tedricen azalmıştır. Hemşericilik, aile dayanışması yerini sınıfsal, siyasal birlikteliklere, ilişkilere bırakmaya elverişlidir.
Kentin en dış mahallelerine gidildikçe devlet kaybolur. İçe doğru geldikçe devlet çıkar ortaya. En dışa da devlet jandarma, polis dışında bir varlık göstermez. Kente yaklaştıkça durum kısmen değişir. En dış mahalleler devletten en çok kopuşulan aynı zamanda en fazla içe kapalı yerlerdir. Devlet buradaki topluluğun yaşamını düzenlemez. Buna karşı bu toplulukların tehlike yaratmasını engelleyecek biçimde konumlanmaya özen gösterir. Böyle olduğu için buradaki toplumsal yaşamı örgütleme, düzenleme işlemlerini başka gruplar alır. İnsanlar kendilerine kucak açan, değer veren, insan yerine koyan, onlara bir kimlik veren oluşumlara meyil ederler. Bu bir dinsel cemaat de olabilir. Bir siyasal parti de.
Devlete muhalefet kent merkezine yaklaştıkça daha sınıfsal bir renk alırken, kent merkezinden uzaklaştıkça, sınıfsal bir özden kaynaklansa da, daha örtük ve duygusal bir boyut kazanır. Kim el uzatırsa onlarla birlik olma potansiyeli taşırlar. Mensup olduğu cemaat, siyasi parti ya da örgütün en sıkı savunucusu, sahiplenicisi olurlar. Kendini var edişin değişik bir biçimidir bu. Orada insan yerine konulduğunu, değer verildiğini, güçlü olduğunu duyumsar. Her yerde ezilen, horlanan, yok sayılan, dışlanan kitleler bu tip oluşumlar içinde insandan sayılmasının, birey olarak önemsenmenin etkisi altına girerler. Bu yüzden daha çok duygusal, daha az kontrollüdürler. Sınıf kini örtük, başka biçimler altında boy verir. Dinsel cemaatler, mafya çeteleri, siyasi partilerle ilişkiler hep bu örtük kinin çeşitli biçimlerde cereyan eden biçimleridir.
1990 yılı sayımlarına göre İstanbul’un ‘85-‘90 arası aldığı göç, Türkiye genelinde toplam göçün yüzde 24.9’u, yüzde 56’sını sanayi ağırlıklı genelinde toplam göçün yüzde 24.9’u 8 kent toplanmaktadır. (5)
Kültürel Karmaşanın Yarattığı Sorunlar ve Kültürel Arayışlar
Varoşlar, kır ve kent yaşamının bir karmaşasıdırlar. Fakat ne biri, ne de ötekidirler. Kentin en dış mahalleleri kırsal etkinin en çok görüldüğü bölgelerdir. Kent merkezine inildikçe kırın kültürel etkisi zayıflar. Açlık, sefalet, işsizlik ve bütün bunların sonucu oluşan dışlanmışlık duygusu bir yandan köye dönük romantizmi güçlendirirken diğer yandan yaşanan süreçte oluşuna çaresizliği derinleştirir. Nereye gittikleri, darbenin nereden geleceği, ne zaman boşluğa düşecekleri belirsizdir. Her an işten atılabilir, her an gecekonduların başlarına yıkılabilir, her an sersefil kalabilirler.
Kırdan kopup gelenlerin eğitim oranı çok düşüktür. Yerleştikleri kent çevresinde de durum büyük değişiklik göstermez. Ya okul yoktur ya da çocukları okutabilecek yeterli gelir elde edilmemiştir. Çocuklar daha çok küçükken iş yaşamına atılırlar. “Eve ekmek götürmek” yaşamın zorunlu bir uğraşı haline gelir. Ayakkabı boyacılığı, seyyar satıcılık, çıraklık vb. bir dizi işe girişirler. Birçok gecekondu bölgesinde lise yoktur. Artık şehir merkezi olarak anılan eski gecekondu semtlerinde dahi lise düzeyinde mezuniyet oranı bir hayli düşüktür. Örneğin Çağlayan’da lise eğitimi görenlerin oranı yüzde 13.2, üniversite eğitimi görenlerin oranı ise sadece yüzde 1.1’dir. (6)
Bu eğitim oranlarının kentin dış mahallelerine doğru giderek düştüğü aşikardır. Çalışma zorunluluğu ve eğitimsizlik dışlanmışlığın bir başka biçimidir.
İnsani olan her türlü ihtiyaçtan yoksun bırakılmış, eziyet altında sefil bir yaşam sürdürmeye mahkum edilmiş varoş insanları, bunun karşısında tam bir burjuva kültürel bombardıman altındadır. Ekonomik olarak iten burjuvazi, kültürel olarak çekmektedir. Fakat çekilen yer tam bir bataklıktır. Sinema, tiyatro, konservatuvar, resim ve sanat galerileri bulunmayan semtlerde, istisnasız her evde televizyon vardır. Televizyonun en çok seyredildiği ve en etkili olduğu yerler varoşlardır. Başka hiçbir eğlencesi olmayan insanlar, televizyon programlarının sıkı bir takipçisi haline gelmektedir. Bir diğeri kahvehanelerdir.
Kadınlar ve kız çocukları, daha çok evde, televizyon başındayken, erkekler kahvehanelerde vakit öldürürler. Kahvehane, başlı başına bir sosyal yaşam mekanıdır. İşsizler ve işten dönenlerin, lise öğrencilerinin toplanma yerleridir kahvehaneler.
Varoşlarda yaşayanlar tam bir kültürel açlık içindedirler. Bu açlık, ilerici kültürel etkinliklerle giderilmediğinde umutsuz çırpınışlar içindeki varoş insanları, arabesk dinleyen, arabesk yaşayan insanlar haline gelirler.
Televizyon seyreden, kahveye giden, arabesk dinleyen insanlar; emekçi varoş halkının bütün kültürel yaşamı bu eksende oluşur. Umutsuzluk, kısa ve kolay kurtuluş yolları bulmaya iter insanları. Toto, loto, at yarışı, piyango gibi kumar oyunları en çok varoşlarda yaygındır. Bir gecede zengin olma hayaliyle yaşlanır insanlar. Futbolcu, türkücü, artist, manken olma isteği ve yönelimi de aynı gerekçelerin ürünüdür. Böyle olduğu için kendilerini anlatan, kendilerine benzeyen ya da geçmişi kendileri gibi yoksul olan “ünlü”lere hayrandırlar. Onlar gibi giyinmek, konuşmak, onlara benzemek için olmadık yollara başvururlar.
Kendi içlerinden çıkmış ünlü olmuş, sınıf atlamış bir avuç bile denemeyecek insana özenirler. “Kendi”leri olmamışlar. Çünkü “kendi”leri bir “hiç”tir; bir işçi parçası, bir işsiz, bir sefil! Böyle duyumsalar kendilerini. Bu özenti, bu arayış, buna uygun kültürel yönelimler yaratır.
Son yıllarda burjuva kültürün artan baskısı altında geleneksel değer yargılarında çözülme hızlanmış özellikle ikinci ve üçüncü kuşak göçerlerde geleneksel değerlerdeki büyük zayıflama tam bir dejenerasyona dönüşmüştür. Yaşam biçimindeki değişiklik, ilkeden ve düzenden yoksunluk, değer yargıları üzerinde de etkisini göstermiş, her an her yere savrulmaya açık yığınlar oluşturmuştur. Yeraltında kaynayan. Dizginlerinden boşanmış bir mağma yatağı gibidir. Örgütlendiğinde, biçim verildiğinde müthiş bir güç olma potansiyeli taşırlar. Bütün uğraşlara karşın resmi devlet; polis, jandarma ya da en iyi durumda su ve elektrik dışında yoktur. Emekçi semt insanları resmiyetin dışında bir kültürel oluşum içindedirler. Bu oluşumun, yoz, gerici ya da baskıcı renkler alması doğaldır. Bir karşı koyuş, bir reddediş ifadesidirler. İlerici fikirler ve kültürel etkinin oluşmamasının nedeni, devrimci kültürün yetersizliği, yönelim noksanlığıdır. Eski kuşaklarda zaten kaybolmaya başlamış köy romantizminin yerini devrimci romantizmin almasının önünde hiçbir engel yoktur. Bu insanlar için düzende hiçbir gelecek şansı bulunmaz. Bunun için bireysel kurtuluş yolları arar ya da kendilerini ifade edebilecekleri topluluklara, cemaatlere sığınırlar.
Bir dizi emekçi çocuğunun FP, MHP gibi partilere gitmesinin nedeni budur. Onlara el attıkları için onlarla birliktedirler.
Aynı bulgular devrimci çalışmanın yürütüldüğü alanlar için de geçerlidir. Uygun araçlar ve yöntemler bulunduğunda devrimci kültürün hızla boy verdiği, etkinliğini hissettirdiği görülmektedir. Burjuva yoz kültürün etkisindeki yığınlar, devrimci çalışmanın rüzgârıyla hızla ilerici, devrimci bir kültüre meyletmektedirler.
Nereye Doğru?
1950’lerde başlayan kitlesel göç yalnızca coğrafyamızda özgü bir olay değildir. Aynı yıllarda Güney Amerika ve birçok Asya ülkesinde de benzer gelişmeler oldu. Örneğin 1960 yılında 1.8 milyon olan Tahran nüfusu birkaç yıl içinde altı milyona çıktı. (Eric Hobsbawn Kısa 20. Yüzyıl Tarihi)
Günümüz batı metropollerinde köyden kente göç olgusu bitmiştir. Zira bu ülkelerde geleneksel kır bütünüyle çözülmüştür. Fakat daha önce de belirtildiği gibi, kentte yaşayan işçi ve emekçiler sermayenin yeni saldırı politikaları ile kazanılmış haklardan sürekli yoksun bırakılmakta, kentsel uçurum derinleşmektedir. Bundan daha önemlisi, yeni sömürge ülkelerdeki gelişmedir. IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı politikalar nedeniyle kırın çözülmesi hızlanmaktadır. Bunun belli başlı iki nedeninden söz edilebilir. Birincisi, emperyalist tekeller daha ucuz işgücü için yeni sömürge ülkelerden üretimi kaydırma eğilimindedirler. Bu da büyük şehirlerde yoğunlaşmış kadın ve erkek işsizlerin sürekli artışını gerektirir. Güney Kore, Tayvan, Singapur, Endonezya gibi Güney Asya ülkelerinin de sanayi şehirlerinde her zamankinden daha hızlı bir büyüme vardır. İkincisi ise emperyalist metropollerde oluşan tarımsal ürün fazlasının ihracatının kolaylaştırılmasıdır. Geleneksel tarım alanları mahvedilmeden hem tarım tekellerinin üretimi fazlası bu ülkelere akmaz; hem de bu tekellerin sermayelerini daha kârlı gitmesinin olanakları doğmaz.
Bu nedenlerin sonucudur ki, yeni sömürge ülkelerde üretim hızla azalmakta, buna bağlı olarak mülksüzleşmiş yığınların şehirlere akını büyümektedir. Coğrafyamızda durum farksızdır. IMF’nin son programı ile birlikte tarımın payı yüzde 12’ye, ardında, da yüzde 10 ve daha aşağılara çekilmesi planlanıyor. Bunun küçük ve orta ölçekli üretici ile yoksul köylüler için büyük bir yıkım olacağı ve şehirlerde nüfus birikimini artıracağı aşikardır. Önümüzdeki yıllarda belli başlı sanayi şehirleri daha çok büyüyecek, yeni yeni mahalleler türeyecek ve bugün en kenarda kalan mahalleler, neredeyse kent merkezi haline gelecektir. Şehre akan bu yeni nüfusun kapitalist sermaye tarafından emileceği düşünülemez. Zira kapitalist gelişmenin düzeyi tarımsal çözülmeyi karşılayamaz. Kaldı ki emperyalizmle yeni entegrasyonun süreci nedeniyle gümrük duvarları koruması altında orta ölçekli sanayi rekabeti gücünü yitirirken, büyük ölçekli sanayi bile üretimde düşmenin bugün yaşandığı gibi sık sık yaşanması beklenmelidir. Bir yandan artan yığılma, bir yandan üretimin yeterince artması ve hatta düşmesi kaçınılmaz olarak işsizliği ve ona bağlı sonuçları büyütecek, konut sorunu ağırlaşacaktır. Bu ağırlaşan sorunlar, daha büyük öfke patlamalarına zemin hazırlayacaktır.
Dipnotlar
1- Bunun 285.503’ü imalat sanayinde çalışmaktadır. 110.816’sı ücretli, 12.688’i yevmiye, 165.967’si kendi hesabına, 28.712’si ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. (İktisat Dergisi, sayı 376, Şubat ‘98- Yasemin Güngör)
2- 1991 anketlerine göre evde çalışankadın işçilerin sayısı 32.784’tür. Bu rakam toplam ücretli kadın işçi sayısının yüzde 2.8’sidir. 1994 yılında evde çalışan kadın işçi sayısı 4.2 kat artarak 118.555 olmuş ve toplam ücretli kadın işçilerin yüzde 10’u olmuştur. (agy)
3- Ekonomik Forum 15 Haziran 1997, sayı 6- M. Sönmez.
4- Çağlayan’da yapılan bir anketin sonuçları şöyledir: Yüzde 77.3 çekirdek aile, yüzde 12.4 akraba ile oturanlar, yüzde 8.9 değerinde geniş aile, yüzde 1.4 değerinde bir kişilik aile tipi. (Türkiye’de kentleşme, Yüzyıl Kitaplığı)
5- İktisati dergisi, Eylül '94, sayı 352.
6- Anket uygulanan nüfusun eğitim durumunu belirleyen sorulara alınan cevaplar yüzde 4.5 okur-yazar değil, yüzde 5.3 okuryazar, ancak belli bir eğitim görmemiş, yüzde 31.6 ilkokul, yüzde 11.8 orta, yüzde 13.2, lise yüzde 1.1 üniversite eğitimi görmüş.