1998 sonbaharında Dünya Bankası sözcüsünün "Yoksulluğu ortadan kaldırmak mümkündür, fakat kati değildir”açıklaması kapitalist düzenin yoksulluk ve sefaleti olmadan yaşayamayacağının itirafıdır. 1998 ve 1999 yıllarında BM İnsani Gelişme Raporları ile Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kurumlarca sunulan raporlarda yoksulluk, eşitsizlik ve çevre tahribatı dinamizminin son yıllarda uygulanan politikalarla en uç boyutlara ulaştığını göstermektedir.
Uluslararası sermaye çevrelerinin akıl hocalığı görevini üstlenen IMF ve Dünya Bankası, dünya halklarına yeni yaşam sıkıntılarını dayatan ikiz kardeşleri anımsatıyorlar. Kağıt üzerinde farklı görevleri üstlenen bu kurumların stratejik politikalarının ele alınması, günümüz dünyasının sosyal ve ekonomik yaşam standartlarının anlaşılmasını kolaylaştırır. IMF, kendisini dış ödeme koşullarını kolaylaştıran bir örgüt olarak sunduğundan ve yaşam standartlarının iyileştirilmesi ile ilgili herhangi bir iddiada bulunmadığından, bu alanda kendini sorumlu olarak sunan Dünya Bankası’nın karnesine bakmamız daha uygun düşecektir. Dünya Bankası, programında belirttiği ana çizgilere göre kendisini, düzenli ekonomik büyümeyi sağlamak ve güçlendirmek yoluyla yoksulluğu azaltmayı amaçlayan bir örgüt olarak sunmakta ve ana hedefini de şöyle açıklamaktadır: "Eşitliği yükseltmek”,
"Yoksulluğu silmek”, "Eğitim ve sağlık alanlarında ilerleme sağlamak”, "Çevreyi korumak”, "Yozlaşmayla mücadele”, "Kadınların öğrenim görmesini ve eşit haklara sahip olmasını sağlamak”,... ve " Uygulamalarda kanunlara göre hareket etmek” yolu ile mali ve ekonomik politikaları doğru bir şekilde yönlendirmek ve toplumda kökten bir değişimi sağlamak.
Toplumsal sorunların çözümüyle ilgili açıklamalarda bulunurken mangalda kül bırakmayan Dünya Bankası’nın, 1944-99 yılları arasındaki icraatlarını içeren karnesinde 100 ülkede okuma-yazma seferberliği için 40 milyar dolar (ülke başına yılda 7 milyon 280 bin gibi gülünç bir rakam) ayrılmasına karşın; her yıl geri kapitalist ülkelerdeki özel sektöre 36 milyar dolar kredi sağlıyor, iflasın eşiğine gelenlere de 5 milyar dolar para yardımı yapıyor. Buradan da anlaşılacağı gibi Dünya Bankası’nın ana görevi, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçilerinin çıkarlarını korumak olduğundan, hayata geçirdiği politikaların sonucu, iddia ettiği gibi ekonomik gelişmenin sağlanması ve toplumsal eşitsizliklerin hafiflemesi değil de, geri kapitalist ekonomilerin daha da bağımlı hale gelmesi ve toplumsal eşitsizliklerin uç boyutlara ulaşmasıdır. Uluslararası mali sermayenin savunuculuğu ve sözcülüğünü üstlenen Economist dergisi de bu gerçeği dile getirmektedir: Dünya Bankası 70’li yıllarda temel gereksinimlerden söz ediyordu, 80’li yıllarda yapısal uyumluluğu kullanmaya başladı, şimdi "yoksulluğun düşürülmesi”, "iyi iktidarlar”, "elbirliği” ve "medeni toplum” gibi meçhul ve anlaşılmaz tanımlamalara sığınmaktadır. Bu da içeriğin değil de dekorasyonun değiştiğini gösteriyor.
Doğu Blokunun çöküşünden sonra ekonomik krizler ve sosyal çelişkiler, soğuk savaş döneminde kapitalist sözcüler tarafından ortaya konulan tezlerle açıklanamayacağından dolayı, 90’lı yıllarda uluslararası emperyalist ekonomi örgütleri, kapitalizmin sebep olduğu krizleri açıklamak için yeni günah keçileri bulma arayışına girdiler. Fakat şimdilik bu konuda pek başarılı oldukları söylenemez. IMF tarafından 1990-99 yıllarının 20.yy’ın 4. kriz dönemi olarak ilan edilmesi de, küreselleşmiş olan yoksulluk ve sefaletin yeni yüzyılda da artarak devam edeceğini kanıtlıyor. Başka bir deyişle; uluslararası sermaye çevreleri eskisi gibi kapitalizmin, sınıfları ve böylece yoksulluk ve işsizlik gibi toplumsal sorunları da ortadan kaldıracağını savunmak yerine, bu sorunlara sakinleştirici ilaçlar bularak, kapitalist düzenin insancıl olduğu ve insanları kurtarmayı kendine görev bildiği iddiasını sürdürüyorlar. İşsizlik, evsizlik, açlık ve AIDS hastalığıyla ilgili arkası kesilmeyen toplantıların düzenlenmesi ve tüm insanların bu sorunları çözmeye davet edilmesi, uluslararası sermaye çevrelerinin kullandığı propaganda araçları haline gelmiştir.
Komünist Manifesto ’da Marks ve Engels’in tespit ettiği gibi, burjuvazi elde etmek istediği fazla kâr uğruna dünyanın her yerinde egemenlik kurmaya yönelmiş ve ticaret, pazar ve sanayinin uluslararasılaşması doğrultusunda adımlar atmıştır. Günümüzde üretici güçlerle kapitalist özel mülkiyet arasındaki çelişkinin keskinleşmesinin yanısıra, uluslararası tekeller arasındaki rekabette giderek daha fazla gelişmektedir. Metalar ve yarı işlenmiş ürünler, tüketicinin eline varana dek bir dizi aşamadan geçmekte, bu arada üretim giderlerini en asgariye indirme doğrultusunda, üretim sürecindeki uzmanlık gerektirmeyen işlemler, iş gücünün yok fiyatına satın alındığı azgelişmiş ülkelerde yapılmaktadır. Montaj ve ikinci sınıf üretim, başta Güney Doğu Asya ve Latin Amerika ülkeleri olmak üzere kapitalist ekonomi sözcüleri tarafından "hızla gelişmekte olan ülkeler” diye adlandırılan bağımlı ekonomilere yüklenmiştir. Kısacası, ekonominin ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi yerine, kitlelerin yaşam seviyesini daha da gerilere götüren en asgari personel ve ücretlerle en azami karın elde edilmesi öne çıkarılmıştır. Böylece sermayenin uluslararasılaşması, sefaletin de uluslararasılaşmasını beraberinde getirmiştir. Fakat bunun sadece başlangıç, asıl sefaletin ise yolda olduğunu, kapitalizm sözcüleri de itiraf etmektedirler. Bu gerçeği Siemens şirketinin müdürü Henrisch van Pierre şöyle dile getiriyor: "Şahit olduğumuz global rekabet ve sonuçları bir tufanı andırsa da gerçek yıkıcı tufanın yolda olduğunu unutmamamız gerekiyor”.
A) Dünya Ekonomisinin Manzarası
1997 yılında dünya gayri safi üretimi %2.3 seviyesinde geriledi. Güneydoğu Asya krizinin ardından Rusya, Japonya ve Brezilya da kriz girdabına girdi. Batı Avrupa ve Japonya’nın ekonomik büyüme oranının çok düşük rakamlarda seyretmesi ve dünya ekonomi dengesinin ABD ekonomisi dengesine şartlanması ve bu ekonominin de astronomik boyutlardaki borçlar ve tüketim çılgınlığı içinde olması, dünya ekonomisinin istikrarsızlık içinde olduğunu göstermektedir.
1998 yılına dek, uluslararası sermayenin sözcülerinden olan Economist dergisi 1950 yılından beri dünya gayri safi üretiminin 6 kat arttığını ve bu dönem içerisinde dünya ticaret hacminin de 18 kat büyüdüğünü övünerek sunuyor ve her şeyin yolunda olduğu mesajını veriyor.
1997 yılında dünya borsa pazarlarında günlük işlem hacmi 1500 milyar dolar civarındaydı. Büyük hacimlerdeki sermaye, alışılmamış, bir hızla hergün dünyayı dolaşıyor ve bu spekülatif sermayelerin derdi üretim değil, sadece daha fazla ve hızlı kar elde etmek olduğundan, yapılan işlemlerin %95’i spekülatif yatırımlardır. Spekülatif yatırımlara girişen sermayelerin %80’lik bir bölümü borsa piyasalarında bir haftadan kısa bir sürede dolaşımdan çıkmaktadır.
Teknolojik ilerlemelere rağmen 20.yy’ın son çeyreğinde tarımsal üretimde büyüme yerine düşüş süreci yaşanmıştır. 1965 yılı verilerine oranla tahıl ekiminin nüfusa göre oranı ve1975 yılından itibaren tahıl üretimine ayrılan zirai alan küçülmüş, 1985’ten sonra da tahıl üretim hacmi gerilemiştir. 1985 yılında dünya tahıl rezervlerinin 500 milyon ton civarında olmasına karşın 10 yıl sonra bu miktar %60’lık bir düşüşle 200 milyon tona geriledi, bu rezervler 1960 yılında yıllık tahıl masrafının %25’ine denk düşmesine karşın 1995 yılında sadece %13 seviyelerinde seyrediyordu.
Kişi başına düşen gıda üretimi Afrika’da 1970 yılından ve Doğu Avrupa’da 1986’dan sonra bariz bir düşüşe uğramıştır. Bu duruma karşın dünya gıda tüketim değeri 1970 yılında 10.2 trilyon dolardan 1995 yılında 21.7 trilyon dolara yükselmiş ve ilerleyen yıllarda yıllık olarak %2.3’lük bir artışla 1998’de 24 trilyon dolar sınırına dayanmış; sözü edilen bu tüketimin dağılımı son derece eşitsiz olduğundan dünya nüfusu daha açık bir şekilde açlar ve toklar kutuplarına ayrılmıştır.
Dış borçlar,IMF ve Dünya Bankası tarafından sunulan ekonomik reçeteler sonucu çoğu ülke ekonomisini uçuruma sürüklemiştir. Bu durum Afrika kıtasında toplam dış borç hacminin toplam gayri safi hasılatın %72’ye ve Latin Amerika’da %40’a varmasıyla ifade edilmektedir. Dünya ekonomisinin mafyavari büyüme eğilimi de, sermayenin eşine rastlanmaz bir şekilde yozlaşmasını sürdürdüğünü ve temel dayanağı olan sanayi üretiminden uzaklaştığını gösteriyor.
BM raporlarına göre uyuşturucu sektörünün yıllık geliri 1 trilyon doları aşmış ve uluslararası alanlarda para transferi kolaylaştığı için bu paralar rahat bir şekilde legal ekonomi akışına girebilmiştir. Bu mali aklanmaların yanı sıra dünya bankası ve IMF’nin de “özel cepler”in kabarmasına yardımcı olan politikaları hayata geçirmesini önermesi mafyatik ekonominin, ulusal ekonomilerin omurgasına dönüşmesini sağlamaktadır.
Moboto ve Marcos’un İsviçre bankalarındaki yatırımları, Kongo(eski adıyla Zaire) ve Filipinler’in milli borçlarına(iç ve dış borçlarının toplamına) eşittir ve Suharto ailesinin ortaya çıkan banka hesaplarındaki para miktarı, IMF tarafından krizden kurtarmak için "kurtuluş kredisi” adıyla toplam değeri 47 milyar dolar olan ve Endonezya’ya verilmesi kararlaştırılan miktarla hemen hemen eşittir. Legal ve mafyatik ekonominin ne denli içiçe geçtiğini gösteren bir başka örnek de batı devletleri tarafından Rusya’ya ekonomik yardım çerçevesinde aktarılan destek fonlarından 4.5 - 10 milyar dolarının özel hesaplara akmasıdır.
İkinci bin yılın sonunda dünya ekonomisi bıçak sırtında yürümeye başlamıştı; dünya ekonomisinin %40’ı tamamen durgunluğa sürüklenmiş, Japon borsa piyasasında 1992 yılında yaşanan hisse değerleri düşüşünün yaraları halen sarılmış değildir.
B) Dünya Üretimi ve Paylaşımındaki Eşitsizlik
Kapitalizm aynı zamanda sınıfsal kutuplaşma demektir; 1999 yılında dünyanın en zengin kişisinin toplam serveti, dünya nüfusunun %45’ini teşkil eden 2.5 milyar insanın toplam servetine eşitti. Bu da ortalama her zengin bireyin sahip olduğu servetin, 11 milyon kişinin servetine eşit olduğunu gösteriyor. Bir yıl önce en zengin 358 kişinin bu kadar servete sahip olduğu ve sunduğumuz denklemin 1’e 6 oranında olduğunu gözönüne aldığımızda, uluslararası boyutta gelir dağılımındaki uçurumun her geçen gün daha da derinleştiği sonucu ortaya çıkıyor.
1960 yılında dünya nüfusunun en zengin %20 ve en yoksul %20’sinin arasındaki zenginlik oranı 30’a 1 iken bu oran 1995 yılında 82’ye 1 seviyesine yükselmiştir. Ayrıca gelişmekte olan ülkeler olarak nitelendirilenler; aslında, emek-iş gücünün mümkün olduğunca ucuza alındığı ve uluslararası sermayelere mümkün olduğunca çok kar getiren ülkeler niteliğindedirler. Aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi asgari ücret bakımından, son dönemlerde Güney Doğu Asya ve Ortadoğu’nun gelişme modelleri olarak sunulan Güney Kore ve Türkiye ile batı ülkeleri arasında büyük farklılık göze çarpmaktadır.
1997 Sonu Verilerine Göre Bazı Ülkelerdeki Asgari Ücret Miktarları
Dünya ülkelerini kişi başına düşen milli gelir bakımından üç gruba ayırdığımızda, ikinci grupta yer alan ülkelerin ortalama milli gelirlerinin, birinci gruptaki ülkelerin milli gelirlerine oranı, 10 yıl içerisinde % 12.5’tan %11.4’e ve üçüncü gruptakilerin birinci gruptakilere oranının %3.1’den %1.9’a düştüğünü görüyoruz. Son açıklanan verilere göre, dünya nüfusunun 1/5’ini teşkil eden 1.2 milyon kişinin günlük geliri 1 doların altındadır ve uluslararası sermaye çevrelerinin denetimindeki örgütler tarafından hazırlanan raporlarda, çoğunluğu sanayileşmiş ülkeler kategorisinde değerlendirilen Güney Doğu Asya ülkelerinde yaşayanların yıllık gelirleri 350 dolar sınırını geçmemektedir.
1997 verilerine göre 5.8 milyar nüfusa sahip olan dünyanın yıllık toplam tüketimi 24 trilyon dolara varmışken, 1.5 milyon insanın yıllık tüketimi 25 sene öncesinin bile gerisinde kalmıştır. Dünya nüfusunun en zengin %20’si dünya tüketiminin %86’sını gerçekleştirirken, en yoksul %20’sinin payı sadece %1.2’dir. 1990-1997 arasında kişi başına düşen enerji ve sağlıklı su tüketimi de son derece eşitsizken, bu durum gün geçtikçe derinleşmektedir.
Latin Amerika, Karayip Adaları, Sahra’nın güneyinde bulunan ülkeler ve Rusya’da yaşayan insanlar 1980 yılına oranla daha da yoksullaşmışlardır; Güney Doğu Asya krizinden sonra tüm az gelişmiş ülkelerde ekonomik daralmalar yaşanmasına rağmen, BM verilerine göre her yıl bu ülkelerden sanayileşmiş ülkelere akan net kar hacmi 500 milyar dolardır. Başka bir deyişle, gelişmiş ülkelere servet transferi, daha doğrusu emperyalizme bağımlı ülkelerde yoksulluğun yeniden üretimi eskisi gibi hatta daha ileri bir boyutta sürmektedir.
Dünya Gelirinin Paylaşım Oranları:
Kapitalizm sayesinde barbarlık gezegeni haline gelen dünyamızda yoksulluk ve zenginlik kutuplaşmasının en uç boyutlara varmasının ardında yatan sebep, dünyaya egemen olan uluslararası tekellerin daha fazla kar uğruna yeryüzünü bir sömürü ve talan cehennemine dönüştürmesidir.
A- Ülkelerin Kendi İçlerindeki Eşitsizlik
Her ülkenin içinde de gelir ve tüketim oranı son derece adaletsizdir. En zengin ülkelerde de zenginlikleri astronomik rakamlarla ifade edilen kaymak tabakasının yanısıra sayıları on milyonlarla ifade edilen kronikleşmiş yoksulların sayısı gün geçtikçe artıyor. BM insani gelişme raporlarında da utangaç bir şekilde ifade edildiği, gibi tüm dünyada toplumun üst tabakaları aynı tüketim olgusuna göre hareket ediyor, bu açlığın simgesine dönüşen Somali için de geçerlidir ve en gelişmiş kapitalist ülkeler için de. Somali ve Nepal’in başkentleri Mogadişo ve Katmando’da yaşayan yoksullar ile Londra ve New York’ta yaşayan ve aynı kaderi paylaşan insanlar arasında yaşam koşulları bakımından değişiklikler olmasına karşın, tümü de yaşadıkları toplumların asgari refah standartlarından yoksun bırakılmışlardır. Bu olgu kendini öylesine açık bir şekilde ifade ediyor ki BM’i bile dünya ülkelerini 4 kategoriye bölmek ve her kategoride yoksulluğun belirlenmesi için özel bir endeks hazırlamaya zorlamıştır. “Serbest piyasa ekonomisi”nin en net sonucu; uluslararası boyutlarda en zengin ve en yoksul kesimler arasındaki uçurumun herhangi bir coğrafi sınır tanımaksızın olabildiğine derinleşmesi ve sonuç itibariyle sayıları milyarlarla ifade edilen insanların açlık, yoksulluk ve en doğal ihtiyaçlarını gidermekten yoksun olarak yaşamlarını sürdürmeleridir.
Zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun çok açık bir şekilde kendisini gösterdiği bölgelerin başında, uluslararası ekonomi örgütleri tarafından hızlı bir şekilde gelişmekte olan bölgeler olarak değerlendirilen Latin Amerika gelmektedir. 1970 verileri itibariyle bu bölgede yaşayan insanların en zengin ve en yoksul %1’lik kesimleri arasındaki gelir oranı 363’e 1 iken 25 yıllık bir süreç içerisinde bu oran 417’e 1 seviyesine yükselmiştir. 1995 yılında bu bölgede yaşayan en yukarı ve en aşağıdaki %20’lik kesimlerin toplumsal zenginlikten aldıkları pay sırasıyla %52.4 ve %4.5 idi.
1990’lı yıllarda Meksika’nın kuzey Amerika serbest ticaret alanı NAFTA’ya katılmasından sonra bu ülkede ardarda yaşanan işçi gelir düşüşleri sonucu işçilerin alım güçleri %60 seviyesine geriledi. Meksika’da yaşayan en alttaki 1/3’lük nüfusun GSMH’deki paylarının %8 civarında olmasına ve asgari ücretin 1993’teki reel değeri 1975’in reel değerinin %50’sinin altına düşmesine karşın en zengin 12 Meksikalı’nın serveti ülkenin GSMH’nin %10’una denk düşmektedir. İngiliz ekonomistlerin itiraf etmek zorunda kaldıkları gibi günümüzde Meksikalılar üç değişik topluluğa ayrılmaktadır. Her türlü nimetten faydalanan "Criollo” denilen az sayıdaki mutlu azınlık, "Mestizo” diye adlandırılan yoksulluk içinde yaşayan çoğunluk ve son olarak "Chiapas” bölgesindeki Zapatistlerin ayaklanmasıyla dünya gündemine yerleşen ve en yoksul kesimi oluşturan kızılderili yerliler.
Doğu Avrupa’da serbest piyasa meleğinin geri dönüşüyle birlikte nüfusun %50’si ve çocukların%60’ı yoksulluk sınırının daha da gerisine itilmişlerdir. Halbuki yaşanan “pembe devrim”lerden önce BM araştırmaları sonuçlarında bile bu oranlar %4’ü geçmemektedir. Rusya’da nüfusun en az %40’ı yoksullukla boğuşuyor; 1999 Şubat ayındaki memurların ertelenmiş maaş alacakları toplamı 2.1 milyar dolar ve bu grupta yer alan öğretmenlerin 500 milyon civarında olması ve emeklilerin de alacaklarının gecikme süresinin bir yılı geçmesi ülkedeki insanların yaşamlarını çekilmez hale getirmiştir. Tüm Doğu Avrupa ülkelerinde yoksulluk ve zenginlik, büyük şehir ve küçük şehir, yine şehir ve köy arasındaki uzaklık revizyonist doğu blokunun varlığını sürdürdüğü dönemle kıyaslandığında daha büyük boyutlara ulaşmıştır.
1980’li yıllardan sonra IMF ve Dünya Bankası tarafından sunulan reçeteler sonucu az gelişmiş ülkelerde kemer sıkma politikaları duraksamadan sürdürüldü. Örneğin Sahra’nın güneyinde bulunan Afrika ülkelerinde kişi başına düşen milli gelirin alım gücü, 1980-99 yılları arasında %75’lik bir düşüşe uğramıştır. Tüm Afrika, Güney ve Doğu Asya, Latin Amerika ülkelerinde kayıt dışı ekonomi üflenmekte olan balon gibi büyüme trendine girmiştir.
Dünya Gıda Örgütü (FAO) tarafından IMF ve Dünya Bankasının denetiminde bulunan 37 Afrika ülkesinde yapılan araştırmalara göre 1986-93 yılları itibariyle bu örgütler tarafından ekonominin düzlüğe çıkarılması için sunulan reçetelerin uygulanması sonucu 19 ülkede ekonomik büyüme gerilemiş, 9 ülkenin durumunda bir değişiklik meydana gelmemiş, sadece diğer 9 ülkede çok düşük seviyelerde büyüme gerçekleşmiştir.
Dünya Bankası tarafından uzun yıllar boyunca karnesine pekiyi notları işlenen Şili örneği aynı zamanda neoliberalizmin beraberinde getirdiği sefalet ve sermayenin son derece kapsamlaştığının ve derinleştiğinin de örneğidir. Şili devleti kamu kuruluşlarının özelleştirilmesini hızlandırmak amacıyla 1 yıl içerisinde özel sektöre 600 milyon dolar hibe etmişti. Fakat çok ucuza peşkeş çekilen kamu kuruluşlarının beraberinde getirdiği sonuç ekonominin 2 yılda %8 oranında daralması ve işsizliğin %38 oranında yükselmesinden öteye gidemedi.
20.yy’ın en son sarsıcı krizinin başlangıç bölgesi olan ve uluslararası ekonomi örgütleri tarafından ekonomik gelişme modeli olarak sunulan Güney Doğu Asya’da krizin etkisi sonucu, on milyonlarla ifade edilen işçi ve memur işsiz bırakıldı. 98 yılı istatistiklerine göre Endonezya’da 30, Tayland’da 3, Güney Kore’de 2 ve Malezya’da 1.5 milyon işçi işten atıldı. Bölgenin diğer ülkelerinde yaşanan işçi kıyımları ve işsiz kalan 1.5 milyon yabancı kökenli işçi ile beraber işten atılanların toplam sayısı 40 - 50 milyonu bulduğu tahmin ediliyor.
Yabancı sermayenin şişirdiği bu ekonomiler, krizin belirtileri göründüğünde bu sermayelerin kaçmaya başlaması sonucu hızla küçülmeye başladı.1990-97 yılları arasında ucuz iş gücü ve yüksek kar oranı cenneti niteliğinde bulunan Güney Doğu Asya’ya 9 milyar dolar dolayında yabancı sermaye transferi gerçekleşmiş, dolayısıyla bölge borsa piyasaları ve ulusal para birimleri suni bir yükseliş trendine girmişlerdir.
Krizin kıvılcımının çakılmasından birkaç ay sonra Ocak ‘98’de Japonya Nikkei borsa endeksi %11.2 ‘lik oranda gerilemesine karşın bölge borsa piyasalarındaki endeks gerileme oranları sırasıyla şöyledir: Güney Kore %22.3, Malezya %55.6, Tayland %56, Endonezya %39.2, Hong Kong %36.2, Singapur %44.4 ve Filipinler %42.2; bu gelişmelere paralel olarak aynı dönem içerisinde ulusal para birimleri büyük değer kaybı yaşamış ve kitlelerin alım gücü de büyük ölçülerde gerilemiştir. Ocak 98’e gelindiğinde Japonya para birimi Yen’in %14’lük oranda değer kaybına uğramasına karşın bölge ulusal para birimlerinin değer kaybı oranları sırasıyla şöyledir: Güney Kore %53.6, Malezya %40.9, Endonezya %69.9, Tayland %49.8, Singapur %20.2, Tayvan %19.1 ve Filipinler %36.7.
Son yıllarda neoliberal politikaların uygulanması sonucu dünyanın her köşesinde yoksulluk oranları yükselişe geçmiştir. Bu yükseliş, en kırılgan ekonomilere sahip olan geri kapitalist ülkelerde daha hızlıdır. Sözü edilen ülkelerde günlük geliri 1 doların altında olan nüfusun toplumdaki oranı %29 sınırına varmıştır. Sadece Hindistan’da 80’li yılların sonunda 300 milyon olan yoksulların sayısı, 90’lı yılların sonunda 340-350 milyona ulaşmıştır.
Gelişmelerin ilginç yanı bazı ilkel ihtiyaçların yoksullara yönelik sunuluş fiyatının zenginlerinkinden pahalı olmasıdır. Örneğin Peru’nun başkenti Lima’da suyun fiyatı sıradan dar gelirli aileler için zenginlere oranla 20 kat fazladır, Hindistan’ın Tamil Nadu bölgesinde yaşayan dar gelirliler için de suyun fiyatı 10 kat fazladır.
Yine benzeri bir şekilde Mısır, İran ve Türkiye gibi çoğu emperyalizme bağımlı ülkelerde de eğitimin özelleştirilmesi politikaları nüfusun büyük bölümüne ek ekonomik yükleri dayatmıştır. Hindistan’da en zengin %20’lik kesimde yaşları 15-19 arasında bulunan gençler, ortalama 10 yıl eğitim görmelerine karşın, en yoksul %40’lık bölümün çocukları ilköğretim okullarına bile adım atamıyorlar. Yoksulluk ve işsizliğin artması da insanların sosyal hizmetlerden yararlanabilmelerini engellemektedir. Örneğin, Güney Doğu Asya krizinden sonra bu bölge başta olmak üzere çoğu az gelişmiş ülkelerde eğitim gören çocukların sayısında bariz bir düşüş yaşanmıştır.
B- Sanayileşmiş Ülkeler
Bu ülkelerde, tüm dünyada olduğu gibi, gelir dağılımında yaşanan eşitsizlik seviyesinin artışı sürmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi gelişmiş ülkelerdeki yoksulluğun açıklanması için BM tarafından yeni bir endeks modeli geliştirilmiştir. HPI-1 diye adlandırılan gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulluk endeksinin benzeri olarak, gelişmiş ülkelerdeki yoksulluk endeksi anlamına gelen HPI-2 yaşamın maddi standartları, ortalama yaşam süresi ve bilimsel eğitim ve araçlara ulaşma olanağına göre düzenlenmiştir.
Doğal olarak gelişmiş ülkelerdeki yoksulluk fenomeni ülkeye özgü ihtiyaç ve beklentilere göre açıklandığından, facia boyutlarında olan az gelişmiş ülkelerdeki yoksulluk açıklamasının yanında nispi yoksulluk anlamına gelmektedir. Örneğin HPI- 1’e göre, dünya nüfusunun %14.7’sini teşkil eden ve sayıları 850 milyon olan, alfabeyi bilmeyenler için kullanılan "okuma-yazma bilmeyen” tanımlaması, HPI-2 ‘ye göre gelişmiş ülkelerde, okuma ve yazma seviyelerinin modern toplumda kendi ihtiyaçlarını yeterince karşılamayanlar için kullanılmaktadır. Bu temelde Kuzey Amerika ve Batı Avrupa işgücünün %30’u, sıradan bir mesleki eğitim görmediklerinden okuma ve yazma bilmeyenler olarak değerlendirilmektedirler.
Gizli ama gerçek olan işsizliğin yani part-time işsizliğin hesaba alınmadığı istatistiklere göre emperyalist ülkelerde 37 milyon işsiz ve 100 milyonun üzerinde yoksulluk sınırı altında yaşayan insan kitlesi mevcuttur. 50 milyon insan evsiz. Gayri safi milli üretim açısından dünyanın efendisi sayılan ABD, en düşük yoksulluk oranına sahip olmak açısından sanayileşmiş ülkeler sıralamasında 13 ülkenin ardında ve sadece İrlanda Cumhuriyeti, İspanya ve İngiltere’nin önünde yer alıyor.
Bu ülke nüfusunun %1’ine tekabül eden 2 milyon 700 binlik kesimin geliri en alt kesimleri oluşturan 100 milyonluk kesimin gelirine eşittir ve aradaki uçurum gitgide derinleşmektedir. Bu ülkede 1977-99 yılları arasında en alt %20’lik kesimin geliri %9 civarında gerilemesine karşın en üst %20’lik kesimin gelirinde %100’lük artış yaşanmış, sanayi işletmeleri müdürlerinin yıllık gelirleri ortalama 10.6 milyon rakamına ulaşmasına karşın sanayi işçilerinin ortalama yıllık gelirleri 29 bin dolar seviyesini geçememiştir. Bu da bir müdürün bir günlük kazancının bir işçinin yıllık ücretine denk geldiğini; gelir açısından 365 işçiye bedel olduğunu gösteriyor.
Kapitalist dünyanın efendisi sayılan ABD ekonomisinin ilginç bir yanı da iş verimliliğinin, yani işçilerin üretkenliğinin artmasına rağmen 90’lı yıllarda nüfusun en zengin %10’unun gelir artışının en yoksul %10’unun aldığı toplam gelirin üzerinde olmasıdır. Başka bir örnek vermek gerekirse en aşağıda yer alan %10’luk kesimin 1973-93 yılları arasında gelir açısından %20’lik bir gerilemeye uğramış olmasına karşın en yukarıda yer alan %10’luk kesiminin geliri %80 seviyesinde artmıştır.
ABD cehenneminde her 100 yetişkin insandan biri hapishanelerde tutulmaktadır, bu da 1 milyon tutuklu demektir. 7 milyona yakın insanın çöplükten beslendiği ve 40 milyonunun da yoksulluk sınırının altında yaşayarak aç uyuduğu, uyuşturucu ve fuhuşun en karlı sektörlerin başında geldiği cinayetler cennetinde, toplumun kayda değer bir bölümünü oluşturan ve “sınıf altı” diye tanımlanan insanların kontrol edilmesinin tek yolu polis, hapis, idam ve kapitalizmin yozlaşmış kültürüdür. Uygulanmaya konulan politikalardan dolayı çoğunluğu siyahlar ve yabancılarından oluşan, sefalet koşullarında yaşamaya mahküm edilenlerin bir bölümü gettolaşmış mahallelerde yaşamak zorunda kalmışlardır. Büyük ormanlara dönüşen ABD şehirlerinde yoksulluk, işsizlik, fuhuş ve uyuşturucu bağımlılığı önlenemez boyutlara ulaşmıştır.
Genel işsizlik ve işsizliğin toplumun değişik kesimleri arasındaki oranı açısından sanayileşmiş ülkeler birbirine yakınlık içerisindedir. 22-55 yaş grubundaki erkeklerin işsizlik oranı ABD’de %12, Fransa’da %11, İngiltere’de %13 ve Almanya’da %15’tir. Bu ülkeler dahil tüm sanayileşmiş ülkelerde gizli işsizlik çeşitlerinden olan part-time çalışanlarının 2/3’sini ve bazen daha fazlasını kadınlar oluşturmaktadır. Margareth Tacher’in başbakanlık yaptığı dönemde neoliberalizm "cennetine” giriş yapan ilk ülke olan İngiltere, 90’lı yıllarda ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin uç noktalara ulaşmasından dolayı hasta bir ekonomik tablo çizmekteydi. İşsiz aileler konumunda olanların oranı 1975’te %6.5 iken 1985’te %16.4’e ve 1994’te %19.1’e yükselmiştir; bu da her beş aileden birisinin işsizlik batağına düştüğünü gösteriyor.
Dünyadaki Ölüm Bilançosu |
Sanayileşmiş Ülkelerde Toplam Sayısı ve Yüzdesi |
Az Gelişmiş Ülkelerde Toplam Sayısı ve Yüzdesi |
Enfeksiyon Hastalıkları |
120 bin(%1) |
17 milyon 200 bin(%43) |
Trafik Kazaları |
5 milyon 520 bin(%46) |
9 milyon 600 bin(%24) |
Kanser |
2 milyon 520 bin(%21) |
3 milyon 600 bin(%9) |
Solunum Hastalıkları |
960 bin(%8) |
2 milyon(%5) |
Anne ve Çocuk Hastalıkları |
120 bin(%1) |
4 milyon(%10) |
Diğer |
2 milyon 760 bin(%23) |
3 milyon 600 bin(%9) |
Toplamı ve Yüzdesi |
12 milyon(%100) |
40 milyon(%100) |
Dünya Sağlık Örgütü tarafından hazırlanan bu tabloda bazı gelişmekte olan ülkeler örneğin G. Kore, Tayvan, Malezya, Brezilya ve Arjantin gibileri tüketim ve kişi başına düşen gelir seviyelerinden dolayı sanayileşmiş ülkeler kategorisinde değerlendirilmişlerdir. |
C) Kapitalizm ve Çocuklar
Daha fazla kar uğruna işten atılmaların yoğunlaştığı dünyamızda resmi verilere göre 200 milyon çocuk sömürü piyasasına itilmiştir. Bu verilerin resmi istatistiklere göre ayarlandığı, aile içi işçilik ve seks ticareti gibi gizli çalışmanın hesaba katılmadığını göz önüne aldığımızda gerçek verilerin kat kat yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Çocuklar Endonezya’da tütün, Sri Lanka’da çay, Brezilya’da kahve, Mısır’da yasemin çiçeği ve ABD’de pamuk tarla ve bahçelerinde, Tayland ve Filipinler’de konfeksiyonlarda, İran ve Pakistan’da halı atölyelerinde, Peru’da altın madenlerinde ve Almanya ile İngiltere’de lokanta ve küçük atölyelerde çalıştırılıyorlar. Tüm dünyada çocuklar sömürülüyor, Hindistan ve bazı Afrika ülkelerinde borç karşılığında köle olarak çalıştırılıyorlar.
Pakistan’da %50’si 12 yaşın altında bulunan 12 milyon işçi çocuk bulunuyor. 1992 verilerine göre İran’da yaşları 6-18 olan çocuklardan 1 milyon 336 bini ailelerinin geçim sıkıntılarından dolayı çalışıyorlar. Orta Afrika ülkelerinde sayıları 132 milyon olan 15 yaş altındaki çocuklardan 33 milyonu emek piyasasına sürüklenmiştir.
Çocuk çalıştırılması az gelişmiş ülkelere özgü değildir; emperyalist ülkelerde de başta çocukların yazın ve tatil saatlerinde çalışmaları anlamına gelen "Job Student” olmak üzere değişik çocuk çalıştırılma örnekleri de bulunuyor. İtalya’da 500 bin çocuk kumaş, deri, ayakkabı ve halı fabrikalarında ya da tarlalarda çalıştırılıyor. Almanya’da 600 bin çocuk işçi bulunuyor, sadece 20 milyon nüfuslu Nord Westvalen eyaletinde 13-15 yaş grubunda bulunan çocukların %40’ı yaz mevsiminde, okuldan sonra ya da tüm yıl boyu çalışmak zorundalar.
İnsanlığın gereksinimlerinin piyasaya sunulduğu dünyamızda emekçi sınıflar eğitim olanaklarından yararlanma hakkından mahrumdur. Hangi ülkede olduğuna bakmaksızın zengin ailelerin çocukları için her türlü eğitim olanağının hazır bulunmasına karşın dünyanın her yerinde yoksul ailelerin çocukları yeterli ve kaliteli eğitim görmekten yoksun bırakılmıştır. Bunun yanı sıra ülkelerin ekonomik açıdan gelişkinlik seviyeleri de genel eğitim seviyesini belirlediği için, az gelişmiş ülkelerde çocukların çoğunluğu ya okula gidemiyor veya okulu yarıda bırakmak zorunda kalıyor. Fakat her halükarda yararlanabileceği eğitim olanaklarıyla, sanayileşmiş ülkelerdeki eğitim olanakları arasında hem nicelik hem de nitelik olarak büyük farklılıklar vardır.
Yaş Gruplarına Göre Eğitim Görenlerin Yüzdelik Oranları |
||||
Ülkenin Adı |
Yıl |
7-14 Yaş Grubu |
15-18 Yaş Grubu |
19-23 Yaş Grubu |
Ürdün |
1992 |
%95 |
Veri yok |
Veri yok |
Vietnam |
1995 |
%100 |
%47 |
%4.1 |
Endonezya |
1994 |
%100 |
%48 |
%11.1 |
Hindistan |
1995 |
%95 |
%49 |
%6.4 |
Türkiye |
1994 |
%100 |
%56 |
%18.2 |
Çin |
1996 |
%100 |
%69 |
%5.7 |
İran |
1994 |
%99 |
%69 |
%14.8 |
Azerbaycan |
1995 |
%100 |
%80 |
Veri yok |
Lübnan |
1995 |
%100 |
%81 |
%27 |
Kazakistan |
1995 |
%96 |
%83 |
%32.7 |
Kıbrıs |
1995 |
%100 |
%97 |
%20 |
İsrail |
1995 |
%100 |
%89 |
%49.1 |
Resmi verileri içeren, dolayısıyla gerçekleri yansıtmakta yetersiz kalan bu tablonun gösterdiği gibi, İsrail’de doğan bir çocuğun Vietnam ve Endonezya’da doğanlara göre yüksek eğitim görme şansı sırasıyla 12 ve 5 kat daha yüksektir. Ayrıca öğretmen ve okul olanakları bakımından da ülkeler arasındaki uçurum oldukça derindir.
Yaş Gruplarına Göre Eğitim Görenlerin Yüzdelik Oranları |
||||
Ülkenin Adı |
Yıl |
7-14 Yaş Grubu |
15-18 Yaş Grubu |
19-23 Yaş Grubu |
Ürdün |
1992 |
%95 |
Veri yok |
Veri yok |
Vietnam |
1995 |
%100 |
%47 |
%4.1 |
Endonezya |
1994 |
%100 |
%48 |
%11.1 |
Hindistan |
1995 |
%95 |
%49 |
%6.4 |
Türkiye |
1994 |
%100 |
%56 |
%18.2 |
Çin |
1996 |
%100 |
%69 |
%5.7 |
İran |
1994 |
%99 |
%69 |
%14.8 |
Azerbaycan |
1995 |
%100 |
%80 |
Veri yok |
Lübnan |
1995 |
%100 |
%81 |
%27 |
Kazakistan |
1995 |
%96 |
%83 |
%32.7 |
Kıbrıs |
1995 |
%100 |
%97 |
%20 |
İsrail |
1995 |
%100 |
%89 |
%49.1 |
D) Sağlık ve Tedavi Koşulları
Yaşadığımız dünya sefalet dünyasıdır. İnsanlar masallarda anlatıldığı gibi yaşlandıktan sonra beyaz çarşafların üzerinde uyurken yakınlarına gülümseyerek ölmüyorlar. Az gelişmiş ülkeler başta olmak üzere yeryüzünün her köşesinde ölmek genelde acı çekerek ve insani yaşama hasret kalarak yaşama veda etmek anlamına geliyor. Sınıflar yok oluyor ve dünya mutluluğa doğru yürüyor propagandalarının kulakları sağır ettiği günümüzde, insanlar halen enfeksiyon hastalıkları, aşılanmamak, iş ve yaşam güvenliği yoksunluğundan dolayı ölmeye devam ediyorlar. Yeryüzündeki ölümlerin nedenlerini içeren aşağıdaki tablo sermaye düzeninin insanlara acı ve erken ölümden başka bir şey veremeyeceğini ortaya koyuyor. Tabloda görüldüğü gibi az gelişmiş ülkelerdeki insanların hala taş devrini aratmayacak bir şekilde, önlenmesi ve tedavisi basit olan hastalıklardan dolayı ölmeye devam ediyorlar.
Dünyadaki Ölüm Bilançosu |
Sanayileşmiş Ülkelerde Toplam Sayısı ve Yüzdesi |
Az Gelişmiş Ülkelerde Toplam Sayısı ve Yüzdesi |
Enfeksiyon Hastalıkları |
120 bin(%1) |
17 milyon 200 bin(%43) |
Trafik Kazaları |
5 milyon 520 bin(%46) |
9 milyon 600 bin(%24) |
Kanser |
2 milyon 520 bin(%21) |
3 milyon 600 bin(%9) |
Solunum Hastalıkları |
960 bin(%8) |
2 milyon(%5) |
Anne ve Çocuk Hastalıkları |
120 bin(%1) |
4 milyon(%10) |
Diğer |
2 milyon 760 bin(%23) |
3 milyon 600 bin(%9) |
Toplamı ve Yüzdesi |
12 milyon(%100) |
40 milyon(%100) |
Dünya Sağlık Örgütü tarafından hazırlanan bu tabloda bazı gelişmekte olan ülkeler örneğin G. Kore, Tayvan, Malezya, Brezilya ve Arjantin gibileri tüketim ve kişi başına düşen gelir seviyelerinden dolayı sanayileşmiş ülkeler kategorisinde değerlendirilmişlerdir.
|
Afrika kıtası, Güney ve Güney Doğu Asya ve Latin Amerika yıllardan beri kronik açlığın yerleştiği bölgelere dönüşmüştür. Somali’de 1999’da cereyan eden kıtlık ve kuraklıktan dolayı 17.5 milyon insan ölüm kalım savaşına girdi. Aynı ülkede 1992’de meydana gelen kıtlıkta 300 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Afrika Boynuzu olarak nitelendirilen bölgede bulunan Somali, Eritre ve Etiyopya 20.yy’ın 2.yarısını kesintisiz iç ve dış savaşlarla geçirdiler, sonuç itibariyle halklara düşen pay sağlıksız yaşam ve erken ölümdür. 1996 verilerine göre, Somali, Etiyopya ve Eritre’deki yaşam süresi ortalaması sırasıyla 49, 50 ve 53 yıldır.
Dünyada her yıl 14 milyon çocuk açlıktan dolayı hayatını kaybediyor. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalarla infilak anında ölenlerin sayısının 130 bin ve sonradan ölenlerle birlikte 300 bin olduğunu gözönüne aldığımızda, açlık bombasının gücü atılan bu iki atom bombasından 66 kat daha fazladır. Açlığın atom bombası görevini üstlendiği gibi, sağlıksız su tüketimi de can almak kulvarında yerini almıştır. 3.bin yıla girerken sağlıksız su tüketiminin neden olduğu hastalıkların yıllık bilançosu 9 milyon 125 bin (her gün 25 bin) ölümdür. 1988 yılında ölen çocukların 500 bininin ölüm nedeni resmi verilere göre yaşam şartlarının gerilemesidir.
Yeterli ve dengeli beslenme, sağlıklı çevre koşulları, düzenli aşılanma, fiziksel ve zihinsel aktivite ve erken teşhis ile yeterli tedavi sağlıklı yaşamın ana temellerini oluşturmaktadır. Özel mülkiyet kutsallığı ve kar ilkesi üzerine kurulan sömürü düzeninde tüm insani ve toplumsal ihtiyaç ve gereksinimler piyasaya sürüldüğünden, insanların yeterli ve dengeli beslenmeden yararlanmaları da tamamen maddi durumlarına koşullanmıştır. Bu durumun, sermaye düzeni sözcüleri tarafından Kuzey ve Güney ülkeleri diye adlandırılan sanayileşmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında kişi başına düşen temel gıda maddelerinin tüketimindeki farklılıkta görülüyor.
Brezilya’da devletin eğitim bütçesine getirdiği kesintilerden dolayı 8 milyon çocuk eğitimden yoksun bırakılarak ücretsiz iş, kaçak çalışma, uyuşturucu şebekeleri ve fuhuşa sevkedilmiştir. 95 verileri itibariyle Brezilyalı çocukların %9’unun HIV virüsü taşımasının arkasında yatan nedenler de böylece açığa çıkıyor.
Modern revizyonist blokun çöküşünden sonra yetersiz beslenme de, işsizlik ve yoksulluk gibi, “serbest piyasa ekonomisi”nin Rusya halkına hediyesi oldu. 1994 yılında 5 yaşın altındaki çocukların %15’i yetersiz beslenmeyle karşı karşıya kalmıştır ve bir önceki yılın istatistiklerine göre Moskovalı çocukların %40’ının beslenme düzeyi, almaları gereken asgari kaloriyi karşılamamaktaydı. 1993 yılında Romanya’da, 2. Dünya savaşına ait rekorlar alt üst edilerek, dünyaya gelen çocukların %10.6’sı normal ağırlığın oldukça altında bulunuyordu. 1991’de yetersiz beslenme 36 yaş grubundaki çocukların %17’sinde tespit edilmiştir. Bu tablo sadece çöküşten hemen sonraki yılları resmetmekte olup, derinleşen krizlerden dolayı günümüzdeki durum çok daha vahimdir.
1965-1985 yıllarında çocuk ölümü oranı Etiyopya’da %19, Mali’de %27, Madagaskar’da %90 ve Uganda’da %117 seviyesinde artmıştır. 1987’de Kenya’nın başkenti Nairobi’de gerçekleşen Dünya Kadın Konferansı verilerine göre her yıl az gelişmiş ülkelerde 505 bin anne sağlık ve tedavi olanaklarının yetersizliğinden dolayı hayatını kaybediyordu. Aradan geçen 10 yıllık sürede bilimsel ve teknolojik alanlarda büyük gelişmeler kaydedilmesine rağmen, bu sayıda herhangi bir gerileme yaşanmamakla beraber, bu ülkelerde her yıl ölen annelerin sayısı 585 bin sınırını aşmıştır.
Hindistan’da her yıl 147 bin annenin hamilelik veya doğum sırasında ölmesine karşın devletin orduya bütçeden ayırdığı %2.5’luk payın yanında sağlığa ayırdığı 7/1000’lik pay, kapitalist düzen anlayışında baskı araçlarının insan sağlığından daha önemli olduğunu sergiliyor.
Afganistan’da hastanelere girişin kadınlara yasak olmasından dolayı her 7 hamile kadından birinin ölümünü bir kenara bıraksak bile, zengin petrol rezervlerine sahip olan İran ve Cezayir yine uluslararası ekonomistler açısından en hızlı gelişen ülkeler arasında yer alan Brezilya ve Meksika’da anne ölüm oranları yüksektir.
Ülkelerin sanayileşme seviyesiyle sağlık ve tedavi olanaklarının arasında direkt bağlantı bulunduğundan, geri kapitalist ülkelerdeki annelerin ölüm riski daha yüksektir. Ülkeler arasında görülen bu farklılıklar, ülkelerin kendi içlerinde de, sınıfsal konuma göre şekilleniyor. Örnek olarak 1995 verilerine göre her 3125 anneden birinin öldüğü Güney Afrika Cumhuriyeti, sağlık ve ölümün sınıflara göre davrandıklarının bariz bir örneğidir. Kaymak tabakasının büyük bölümünü oluşturan beyazlar arasındaki anne ölüm oranı 1/12500 olmasına karşın siyah anneler için bu oran 1/1725’tir.
Güney Doğu Asya krizinden sonra çocukların yetersiz beslenme oranı Güney Asya’da %50, Afrika’da %30 ve Dünya Bankasının gelişme örneği olarak sunduğu Asya Kaplanlarının bölgesi Güney Doğu Asya’da %30 düzeyinde bir yükselme kaydetmiştir. Yetersiz beslenmenin kaynağının yoksulluk ve işsizlik olması nedeniyle yaşanan krizden sonra yoksulluk oranlarında da büyük artışlar kaydedildiğini vurgulayabiliriz. Örneğin sadece Endonezya’da 97 yılında işsizler kervanına katılan 20 milyon kişi ve ailelerin %80’i yoksulluk sınırına itilmiştir.
Son 20 yılı hariç 20.yy boyunca ortalama yaşam süresi kesintisiz olarak yükseliş eğilimi içinde olmasına karşın, 80’li yıllardan itibaren AIDS virüsünün yayılması ve kronik açlığın gelişmesi sonucu çoğu bölgede bu süreç durgunluğa yönelmiş, Afrika, Brezilya ve Filipinler, Tayland başta olmak üzere bazı Güney Doğu Asya ülkelerinde durum tam tersine dönmüştür. Rusya ve diğer revizyonist blok ülkelerinde, ‘50’lerin ikinci yarısında sosyalizmin tasfiye edilmesiyle yaşam süresi büyüme endeksi inişe geçmiştir. Bu durumun başlıca nedeni yoksulluğun yaygınlaşmasıdır.
IMF ve Dünya Bankası reçetelerini uygulayan ülkelerde sağlık ve imara ayrılan bütçeler daralma sürecine girmiştir. Örneğin bu örgütlerin tam kontrolü altında bulunan 24 ülkede maaşlar sabit tutulmuş ve tüm sübvansiyonlar yürürlükten kaldırıldığında elde edilen ek gelirlerin sadece 1/7’si sağlık bütçesine aktarılmıştır, bu da daha önce %20-30 civarında kesintiye uğrayan sağlık bütçelerinin eski seviyesine bile ulaşmasına yetmemektedir. Dünya genelinde sağlıklı su kullananların toplam nüfusa göre oranı, yaşanan teknolojik gelişmelerin tersine 1970 yılından itibaren sürekli olarak azalmıştır. Protein ve yakıt kullanımı son derece eşitsizdir, yoksulluk da sadece nicel olarak değil nitel olarak da gelişmektedir.
Emperyalist ülkelerde de durum pek farklı değildir. Dünyanın en büyük tüketim pazarına sahip olan ABD’de resmi verilerde de 13 milyonu çocuk olmak üzere 30 milyon kişi açlık içinde yaşıyor ve her 4 çocuktan biri yetersiz besleniyor. İngiltere’de devlet 1.5 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığını itiraf ediyor. Kanada’da nüfusun %9’unu oluşturan 2.5 milyon insan açlığın pençesindedir. Toplam nüfusları765 milyon olan Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Okyanusya ve Japonya’ya da 55 milyon insan yetersiz beslenmenin neden olduğu hastalıklara yakalanmışlardır.
En caydırıcı veriler sanayileşmiş ülkelerin aynası görevini üstlenen ABD’ye aittir. Nüfusun %13’ünü teşkil eden siyahlar, AIDS hastalarının %42’sini oluşturuyor. ABD’li siyah erkek ve kadınların ortalama yaşam süresi çoğu yoksul Afrika ülkelerinin standartlarının da gerisindedir. New York’ta yaşayan bir siyah erkek Hindistan ve Pakistan’lı köylü erkeklere göre daha erken ölüyor. Kısacası sağlık hizmetlerinden yararlanmak kapitalizmin yaşam felsefesinde bir sosyal hak olmak yerine, satış için piyasaya sürülen bir kar kapısı niteliğindedir.
E) Çürüyen Düzenin En Karlı Sektörleri: Silah, Uyuşturucu ve Seks
Anayasasında kar uğruna her türlü insanlık dışı uygulamaların meşru sayıldığı sermaye düzeninin vardığı noktaya baktığımızda, üretken alanların geliştirilmesi yerine insani değerlere aykırı temellere dayanan, daha fazla kar getiren ve üretken olmayan alanlara yöneldiğini görmekteyiz. Her yönüyle çürümekte olan kapitalist- emperyalist sistemin en karlı sektörlerine baktığımızda, silah, uyuşturucu ve fuhuşu görmekteyiz. Yüz milyonlarca insanın sefalet koşullarında yaşamaya mahküm olduğu günümüzde, dünya devletlerinin 1999 yılı silahlanma harcamaları 870 milyar dolardır. Uluslararası sermaye çevrelerinin denetiminde bulunan örgütlerin sundukları ve dolayısıyla tüm gerçeği yansıtmayan raporlara baktığımızda da, bu düzende en ucuza alınabilecek metanın insan hayatı olduğunu görmekteyiz. Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF tarafından açıklananlara göre; dünya yıllık askeri harcamalarının %50’sinin aktarılmasıyla açlık, sağlık ve su sorunu yeryüzünden silinecektir, sadece 4 saatlik silahlanma giderleriyle açlık ve hastalıktan ölen 1 milyon çocuğun ölümü engellenecektir, 1 aylık askeri harcamalar da tüm dünyanın eğitim giderlerini karşılayacaktır.
BM 1997 raporuna göre "Cali” ve "Medelin” adlı uluslararası uyuşturucu tekellerinin yıllık karları 9 milyar dolar olarak açıklanmıştır. Aynı rapora göre dünya nüfusunun%10’una yakın bir bölümü bir çeşit uyuşturucu kullanmaktadır. Nisan 2000’de BM Afganistan temsilcisinin açıklamasına göre, son iki yılda bu ülkedeki haşhaş üretimi %50-100 arasında artış kaydetmiştir. Sözüne ettiğimiz raporda, Afganistan’da üretilen haşhaşın işlendikten sonra dünya piyasalarındaki değerinin 180 milyar dolar olduğunu göz önüne aldığımızda, bu ülkedeki fiili haşhaş üretiminin nihai değerinin 270-360 milyar dolar olduğu sonucuna varılıyor. Uluslararası kurumların Sovyet ordusunun çekilmesinden sonra görmezlikten geldiği Afganistan’daki insanlık dışı uygulamalar, halkın azami bölümünü ilkel toplumları aratacak düzeyde yaşamaya mahküm ettiğinden, bu insanlara, üretilmesi serbest ve kolay olan haşhaş üretiminden başka çare kalmamıştır. Bu üretimden karınlarını doyurabilecek kadar yararlanabilen Afganlıların uluslararası sermaye kasalarına yüz milyarlarca dolarla ifade edilen kar bırakacakları yakın gelecekleri de, günümüzde olduğu gibi acı ve sefaletle içiçe geçecektir.
Afganistan, Laos, Kolombiya ve benzeri bağımlı kapitalist ülkelerde, karın tokluğuna çalıştırılan insanların ürettikleri uyuşturucu maddelerinin dağıtıldığı pazarların boyutu, günümüzde sermaye devletlerinin tanıdıkları olanaklardan dolayı yeryüzü büyüklüğündedir. Eroin ve kokaini ilk kez kullananların %75’lik bölümü bağımlı oluyor. Uyuşturucunun hedef tahtasına oturttuğu kesimlerin başında gençlik gelmektedir. Almanya’da 18-21 yaşları arasındaki gençlerin %77.7’si, Hollanda’da çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu nüfusun %35’i ve Belçika’da %30’u uyuşturucu bağımlısıdır. Her füze denemesi için 600 milyar doları gözden çıkaran ve sadece Körfez Savaşının ilk 10 gününde 15 milyar dolar harcayan ABD’nin 1998 yılında, her gün yüzlerce ABD’linin ölümüne yol açan uyuşturucuyla mücadeleye ayırdığı bütçe 350 milyon dolardır. Bu rakamı yakın dönemde yapılan son G-8 toplantısının düzenlenmesine harcanan 1 milyar dolar rakamıyla karşılaştırdığımızda da, bir kez daha insan hayatının, kapitalist pazarlarda en değersiz meta olduğunu görmekteyiz.
Silah ve uyuşturucu sektörlerini sollamaya çalışan seks sektörü, son dönemlerde teknolojik gelişmelerle birlikte girmediği alan bırakmamıştır. İletişim çağının son harikası olarak adlandırılan İnternet’in 410 milyar dolar olan 1998 yılı ticaret hacminin %60’ı(245 milyar dolarını), pornografik sitelere aittir. İnternet’in yanı sıra uydu ve kablodan pornografik yayın yapan televizyon şebekeleri, 0900’lü telefonlar, pornografik video oyunları ve filmleri; son teknolojik gelişmelerin, silah araştırma ve geliştirme alanlarının yanı sıra en çok kullanılan alanlardandır. Seks sektörünün ulaştığı boyutları, resmi rakamlarda kayda değer yüzdeliklerle ifade edilen GSMH’lerdeki pay oranları da göstermektedir.
1993-1995 yılları arasında Filipinler’de, seks sektörünün en büyük piyasası olan fuhuş pazarlarına 27 milyar dolar aktığı tahmin ediliyor. Bu rakam aynı yıl itibariyle Filipinler ’in GSMH’nin %10-14’üne denk düşüyor, Malezya, Tayland ve Endonezya’yla ilgili sunulan rakamlar da %14’lere varmaktadır.
Dünyanın en büyük 3. Ekonomisine sahip olan Almanya’da,%50’sini yabancıların oluşturduğu 400 bin kadın kayıtlı olarak fuhuş sektöründe çalışmaktadır. Günlük müşteri sayısı 1-1.2 milyon erkek ve yıllık cirosu 20 milyar DM’nin üzerinde olan bu sektörün devlete aktardığı yıllık vergi hacmi, 2 milyar DM’dir. Amsterdam ve Hamburg’dan sonra Avrupa’nın 3.büyük seks pazarına sahip olan Londra’da ise fuhuş pazarının haftalık girdisi 200 milyon paund’dur. Bu rakamların da ifade ettiği gibi, alabildiğine çürüyen kapitalist-emperyalist düzenin bu günkü portresinin unsurları; sefalet, açlık, yoksulluk, savaş ve silahlanma ve devasa boyutlara ulaşan uyuşturucu ve seks ticaretidir.
Sonuç Olarak:
Yoksulluk, işsizlik, evsizlik ve açlığın, 3.bin yıla girerken eskiden kapitalist sözcülerin açıkladıkları gibi şu veya bu nedenden dolayı belirli bir süre için ortaya çıkan toplumsal sorunlar olarak değerlendirilemeyeceği ve sermaye düzeninin işleyişinin doğal sonuçları olarak bu düzen yeryüzünden silininceye dek sürecekleri ortadadır. Sermaye sözcülerinin zorunlu olarak ağız değiştirmeleri de bu toplumsal felaketlerin kapitalist düzen içerisinde önlenemez boyutlara ulaştığını kanıtlıyor.
Dünya Bankası Başkanı James. D. Wolfengson, 1999 Dünya Bankası yıllık raporunun ek bölümünde şu açıklamayı yapmıştır: " 98 mali krizi bizim yoksulluğun azalmasıyla ilgili tüm beklentilerimizi yok etti. Düne dek, 20 yıl içerisinde yani 2015 yılına varıldığında, yoksulluğu tamamen darmadağın ederek yeryüzünden sileceğimizi sanıyorduk, fakat bugün yoksulluğa karşı mücadelede dalgaları geri çevirdiklerini düşünen ülkelerde bile açlık ve insanların acı çekmesinin geri döndüğüne tanık olmaktayız.”
Kapitalizmin görünürdeki devasa imparatorluğu aslında hayatının en zayıf dönemini yaşamaktadır. Yüksek sesle bu gerçekleri haykırmak bile bu kağıttan imparatorluğu sarsmaya yeterlidir. İnsanlığın önünde sosyalizm ya da barbarlık dışında başka bir seçenek bulunmadığından, kapitalizme karşı mücadelenin yarınlara bırakılması halinde gelecek nesiller, toplumsal felaketler çağı olan bu günleri çok arayacaklardır.