10-11 Aralık 1999 tarihinde Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de toplanan Avrupa Birliği Zirvesi, Türkiye’yi aday üyeliğe kabul etme kararı aldı. Böylece “Helsinki Zirvesi” o gün bu gündür hiç dillerden düşmedi. “Helsinki Zirvesi” öncesi ve sonrası kavramları, Türkiye ve Kuzey Kürdistan toplumunun değişik sınıf ve tabakaları adına politika yapan ya da politika yapma iddiasında olan irili-ufaklı bütün kümelenmelerin günlük literatüründe büyük bir yer işgal etti. Kapitalist sömürü düzeninin elit burjuva sınıfı ve onun politik sözcüleri/ temsilcileri, emperyalist Yeni Dünya Düzeni içinde “birinci sınıf ülke” burjuva devlet olmak için AB yollarına düştü. İşbirlikçi tekelci burjuvazi, kapitalizmin uzun erimli stratejik ihtiyaçları açısından “akılcı global yaklaşım”lar geliştirmek için yoğun bir çalışma içine girdi. Böyle hareket etmese, süratle gelişen ve değişen dünyada olayların takibi ve “akılcı global yaklaşımlar uygulamak için uzun vadeli planlama”lar ve bunları uygulamak şansını bütünüyle kaybedeceğinin bilincindedir. Ardışık siyasal süreçlerin olgusal içeriklerini realize eden burjuvazinin acelesi, yalnızca dünya ve daha çok da bölge dengeleri içerisinde politik ve askeri olarak daha derin bir güç olma açısından vardır. Bir burjuva demokrasisi açısından bile yeniden yapılanmalara ve değişikliklere burjuvazinin fazla acelesi yoktur. “Kopenhag Kriterleri” temel bir düşünce olarak bu açıdan değerlendirilmelidir. Bütün tarih boyunca işçi sınıfı ve ezilen milyonların yalnızca mücadele yoluyla sermaye sınıfı ve burjuvaziden kopardığı ekonomik, politik ve toplumsal haklar ve mevziler boyutundan burjuvazinin değişim acelesi yoktur. Bu çıplak gerçeğin reformist ve safdilli kafalara iyice kazınması gerekmektedir.
AB’li emperyalistler 1993’teki Kopenhag toplantısında topluluğa üye olmak isteyen tüm ülkeler için belirlediği bir “kriterler” toplamı ortaya koymuştur. Bu kriterlerin oluşmasına, açığa çıkmasına neden olan şey, Batı Avrupa ülkelerindeki ezen-ezilen, sömüren-sömürülen çelişkisi üzerinde yaşanan sınıflar mücadelesinin toplumda/toplumlarda açığa çıkardığı/ yarattığı değişim ve gelişim düzeyi olduğundan kuşku duyulamaz. Burada işçi sınıfları ve ezilenlerin yıllar yılı yürüttüğü sert sınıf kavgalarıyla elde edilen mevzilerin küçük bir bölümüne de bir takım yasal çerçeveler çizilmiştir. Türk burjuva egemen sınıfları içindeki çelişki ve görüş ayrılıkları onları yıllarca bu konularda katı davranmalarını, ırkçı-şoven ve gerici bir mevzide durarak, yönetilenlerin, ezilen ve sömürülenlerin her düzeydeki hak taleplerine kulaklarını tıkamakla kalmamış, bu uğurda yürütülen, yürütülmek istenen, her türlü girişim ve mücadele en vahşi saldırılarla bastırılma yolu tutulmuştur. Ama yıllar sonra işbirlikçi sermaye ve burjuvazi de dünya pazarlarından pay kapmak, konumuna yeni tarihsel boyutlar eklemek için tarihin çöplüğüne kapatılmış politikalarla toplumların gelişme seyrine direnemeyeceğini anlamaya başlamış, bu nedenle de daha uzun erimli stratejik hedefleri yakalamak, Türkiye’yi “birinci sınıf ülke” konumuna yükseltmek amacıyla “Kopenhag Kriterleri”ne esas itibarıyla uyum sağlaması gerektiği noktasına gelmiş ve AB’ye aday üyeliği Aralık 1999 “Helsinki Zirvesi”nde kabul edilmiştir. O günden itibaren bütün burjuva propagandası “Kopenhag Kriterleri” yoluna düşmüştür. Tüm Türkiyeli ve K. Kürdistanlı dünya reformcuları, parlamentarist avanaklar, “Kopenhag Kriterleri” yolunda nefes tüketmeye başlamışlardır. Türkiye ve K. Kürdistan proletaryası ve ezilen milyonlarına tekelci kapitalist sistemi ve sömürgeci faşist rejimi büyük bir demokratikleşme değişimi ve dönüşümü içinde olduğuna inandırmak için bütün güç ve imkanlarıyla çalışmışlar ve bu somut sorun üzerindeki çatışmada kapitalist düzen ve sermayenin iktidarı cephesinde yer alarak, Türkiye işçi sınıfı, ezilen-sömürülen milyonlar ve Kürt ulusuna, onun ulusal bağımsızlık mücadelesine karşı açıktan savaşmışlardır. Onlar “Kopenhag Kriterleri” ya da “ölçüleri”ne olmadık ilerici-devrimci, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü dolu “içerikler kazandırarak”, bu burjuva propagandayı ezilen-sömürülen milyonların düşüncelerinin üzerine boca ederek devrimci gelişmenin ateş söndürücüleri olmuşlardır.
Avrupa Birliği oluşum süreci ve değişik ülkelerin AB’ye üyelik tartışmaları çok bilinçli olarak ezilen-sömürülen milyonların, kısaca yönetilen bütün toplumsal katmanların her açıdan ekonomik, toplumsal, kültürel ve örgütlenme ve yine sonunda iktidar mücadelesi yürütebilme haklarına odaklandırılmaktadır. Yani AB’li emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı ve ezilenlerin söz konusu ettiğimiz hakları için çırpınıyorlar demektedir. Bu bağlamda burjuva propagandası, sürekli ve yaygın olarak “Türkiye’nin bir zihniyet devrimi yaşadığını” anlatıyor. Oysa AB olgusunun oluşum evrimi izlendiğinde gerçeklerin bambaşka olduğu, burjuva propagandanın yönetilen milyonların bilincini bulandırmak ve hedef şaşırtmak için sorunu bu zemine oturttuğu rahatlıkla görülecektir. AB, tamamen emperyalistler arası yayılma, rekabet ve hegemonya savaşının ürünü olduğu, dünya işçi sınıfı ve ezilen emekçi milyonlardan özenle saklanıyor. Bu gerçek durumun ezilen ve sömürülen yığınlar nezdinde ayyuka çıkması demek, ezilen tüm toplumsal kategorilerin kendi yaşam koşullarının insanileşmesi, örgütlenme ve kendini ifade etme özgürlüğü için kapitalizm ve burjuvaziye karşı mücadele yoluna girmesi demektir. Başka bir ifadeyle burjuvazi ve düzenden kopma ve kendi iktidarını kurma mücadelesi verme yoluna çok daha hızlı olarak girmeleri anlamına gelecektir. Bu nedenlerden ötürü burjuva propagandası AB ve daha başka emperyalist odaklanmaların gerçek gelişim nedenlerini işçi sınıfı ve ezilen emekçilerden özenle gizliyor. Onların sömürüye, toplumsal ayrıcalıklara ve politik baskılara boyun eğmesini ve mücadele yoluna girmesini engellemeyi amaç ediniyor. Bugün Türkiye’de ezilen-sömürülen bütün toplumsal kategorilere AB’ye girmekle “her kese yetecek” kadar bir demokrasinin geleceği propaganda ediliyor. Sermaye egemenliği işçiye ve emekçiye ve Kürde mücadele mevzileri kazanmak için savaşman, alın teri dökmen ve yorulman gerekmiyor, Türkiye her halükarda, er ya da geç AB’ye girecek. Bu senin huzura ve refaha kavuşmanın, örgütlenme ve kendini her açıdan ifade etme özgürlüğünü kazanmanın anlamına gelir demektedir. Bu tüm işçi ve emekçinin bilinç, düşünce ve yaşam tarzı üzerinde tam bir burjuva hegemonyasından başka bir şey değildir. Bu burjuva hegemonya mutlaka kırılmalıdır. Emperyalist kapitalizmden ve onun Türkiye gibi ülkelerdeki işbirlikçilerinden demokrasi bekleyenler, büyük “değişim ve dönüşüm” bekleyenler, bir “zihniyet devrimi” bekleyenler yalnızca bu burjuva hegemonyasının basit araçları, ama ezilen ve sömürülen büyük insanlık ailesinin de gerçek sınıf düşmanlarıdırlar.
AB’nin dünü soğuk savaş yıllarına kadar uzanıyor. Batı Avrupa emperyalistleri sosyalist bloka, sosyalizmin anavatanına karşı savaşma gereklerinin yanısıra ABD’ye karşı rekabet ve hegemonya savaşlarının ihtiyaçlarını gidermek için de bir odak oluşturma girişimlerine başlarlar. 17 Mart 1948’de Brüksel’de bir araya gelen Batı Avrupa’nın önde gelen emperyalist devletleri Batı Avrupa Birliği (BAB)ni oluşturma kararı aldı. Komünizme karşı savaş şiarıyla Avrupa’yı arkasına alan ABD emperyalizmi dünya ölçeğinde sosyalizmin prestijinin yayılmasını ve yükselmesini önleyemedi. Aynı yıllarda uluslararası burjuvazinin askeri örgütü NATO’nun kurulmasını gündeme getirdi. 1949 yılında NATO’nun kuruluşu ilan edildi. Bir yıl önce BAB’ı oluşturan devletlerin hemen hemen hepsi NATO müttefikleri olarak yer aldılar. O nedenle BAB’ın varlığı ve önemi de o günkü stratejik hedefler açısından gerilere itildi. Emperyalistler arasındaki denge değişiklikleri ve bozulmaları 1980 yılından itibaren BAB’ın yeniden canlandırılmasını beraberinde getirdi. Modern revizyonist sistemin zayıflaması ve giderek her geçen gün ABD emperyalizmiyle boy ölçüşme gücünü kaybetmesinin güçlü işaretlerinin görülmesine paralel olarak Avrupalı emperyalistler de ABD, Japonya ve Çin karşısında ayrı bir rakip odak olma çabalarını hızlandırdılar. Onun için 28 Ekim 1984’de “Roma Deklarasyonu” ile Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) tanımlaması içinde üye ülkelerin bir birleriyle uyum süreci başlattıklarını ilan ettiler. Bu tanımlama içinde neyin “uyumu”nu sağlayacaklardı? Diğer emperyalist mihraklara karşı bir “birlik” oluşturma ihtiyacı hepsi açısından, daha çok da Almanya ve Fransa kaçınılmazdı. Ancak bu “birlik” içinde bir araya gelenlerin, iktisadi, toplumsal ve askeri güçleri birbirine asla eşit değildi. O nedenle Batı Avrupa emperyalistleri kendi aralarında oluşturdukları bu stratejik birlik içinde kıyasıya bir hegemonya savaşı içerisindeydiler.
19 Aralık 1991 tarihinde “Maastricht Antlaşması” imzalandı. Bu antlaşma AB yolunda atılan tarihi bir adımdı. Almanya-Fransa ve İngiltere’nin Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslarda güçlü bir rekabet ve kendi stratejik hedeflerini hayata geçirmek için böyle bir “birlik”e ihtiyaç her geçen gün artmaktaydı. Onun için “Maastricht Antlaşması” AT’nin yerine AB’nin geçirilmesinin ilanıydı. Bu basit bir isim değişikliği olarak algılanamaz. Çünkü bu antlaşmayla ortak dış ve savunma politikası oluşturularak ortak karar verme mekanizması teşkil edilmiştir. Bütün “uyum” çalışmaları bu ana hedefe bağlı yürütülmüştür. “Maastricht Antlaşması” aynı zamanda BAB’ın daha etkili bir işlev kazanmasını da çerçevelemiştir. Yani yakın erimde BAB’ın AB savunma gücü ya da mekanizması olması öngörülmüştür. 19 Haziran 1992’de ise BAB’ın “İnsani Yardım, Barışı Koruma ve Kriz Yönetiminde, askeri güç kullanma görevinde kullanılması”, “Petersburg Deklarasyonu” ile karar altına alınmıştır. Bu tarihten itibaren Avrupalı emperyalistler, ABD, Japonya, Çin ve Rusya karşısında hareket kabiliyetlerini arttırmak için askeri-güvenlik alanlarında da daha aktif politikalar geliştirmeye başlamışlardır. SB’nin yıkılmasını takip eden bir kaç yıl içinde Batı Avrupa emperyalistleri giderek daha fazla ABD emperyalizminin hegemonyası altına girmeye başlamış ve bu durum emperyalist çıkarlarını zayıflattığı için, “tek kutuplu” dünyaya çomak sokmaya başlamışlar ve onun dengelerini yeniden örgütleme çalışmalarına hız kazandırmışlardır. Emperyalist bloklar arası rekabet ve her blok içindeki emperyalistlerin kendi aralarındaki etki alanlarını genişletme mücadelesinin sertleşmesine bağlı olarak, AB’nin 1997 yılında imzaladığı “Amsterdam Antlaşması” ile 1 Mayıs 1999 tarihinden itibaren BAB’ın askeri operasyonları üstlenmeye hazır hale getirilmesine karar verilmiştir. Artan emperyalist rekabet için bütün bu girişimler kapsamları büyüyen ihtiyacı karşılamada, her ilerleyen zamanda, yeni önlemler, yeni yapılanmalar ve yeni politikalar kendisini dayatmıştır. Daha önce BAB’ın NATO içinde şekillendirilmesi kararlaştırılmışken, NATO’nun çalışmaları ve kararları çerçevesinde ona hareket sahası açılmışken, zamanla bu durum AB ülkelerinin manevra ve rekabet kabiliyetlerini sınırlandırdığından ABD ve NATO’dan bağımsız bir askeri yapılanmayı kendi güvenlik ve askeri politikalarını karşılamada kaçınılmaz olduğunu anlamışlar.
İngiltere ve Fransa arasında 1998 Aralık ayında başlayan görüşmeler sonucunda; AB’nin uluslararası krizlere müdahale edebilecek ve bağımsız hareket yapabilecek bir kapasiteye sahip olmasına ve yeterli bir askeri kuvvet ile desteklenmesine “St. Malo Deklarasyonu”yla ilan edilmiştir. Aynı günlerde toplanan AB Dışişleri Bakanları bu emperyalist kutbun bağımsız askeri stratejisinin güvencelenmesi için daha önceki bütün kararları pekiştiren, belirgin bir karar daha almıştır. Bu, AB’nin NATO içindeki askeri gücünü bağımsız kullanabilme kararıdır da aynı zamanda. ABD’ye rağmen Dışişleri Bakanları toplantısı Avrupalıların, NATO içindeki askeri kuvvetlerini kullanmaları, ABD ve Türkiye’nin de bu kullanımı veto edemeyeceği bir yapılanmaya gidilmesi çalışmalarının başlatılmasını kararlaştırmıştır. Bu başlangıç, Türk burjuva devletinin NATO içindeki etkisini de sınırlamaya yöneliktir. NATO müttefikleri arasında ikinci büyük askeri güce sahip olan ve bununla hep şoven bir gurur duyan Türk egemen sınıflarının, entegrasyon içine girdikleri AB’nin dünyaya hegemonya kurma savaşında ABD ve diğer emperyalist odaklar, Rusya-Çin-Hindistan ittifakı karşısındaki iddialarıdır. AB’nin Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kafkasya’da daha aktif bir hegemonya ve pazarlarını genişletme stratejisine yönelmesi, hem onun rakiplerini, hem de bileşenlerini kendi içinde ayrıştırıyor ve hareketli kılıyor.
BAB’ın, NATO bünyesinde yapılanmaya gitmiş olması, AB’nin bağımsız “güvenlik ve askeri” stratejisinin ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Kısaca “Maastricht Antlaşması”yla siyasi birliğini gerçekleştiren Avrupa emperyalistlerine bir bağımsız “Dışişleri ve Savunma Politikası (ODSP) de kaçınılmaz olarak kendini dayatmıştır. Ama artık bu politikanın pratik askeri yapılanmasını BAB’ın alt yapısı üzerinde gerçekleştirmenin çok fazla yararlı ve elverişli olmadığı da görülmeye başlamıştır. ABD emperyalizmi, AB’nin ortak Dışişleri ve Savunma Politikasının (ODSP) BAB’ın alt yapısı üzerinde gerçekleştirmeyi öngörüyordu. Bu tavrını Bonn civarındaki Petersberg’de 1992 Haziran’ında yapılan toplantıda karar şekline getirmeyi de başarmıştı. NATO’nun 1996 Berlin toplantısında, BAB-AGSK-NATO ilişkisi somut bir biçime büründürülmüş, ABD’nin istemleri bu şekillenmede etkili olmuştu. Buna göre AGSK - NATO bünyesinde oluşturulacak Avrupa güvenliğinin bölünmezliğini ve Atlantik’in iki yakası arasındaki savunma işbirliğinin kalıcılığını teşkil etmesi bakımından ABD emperyalizmi için önemli bir avantaj sağlıyordu. ABD emperyalizminin istem ve yönelimlerinin AB’nin “güvenlik ve savunma” politikaları üzerinde etkili olması, AB’nin bağımsız siyasi ve askeri kabiliyetini kontrol altına alan ve sınırlayan etkin tavrı Türk burjuva devletinin ve sermaye egemenliğinin işine de son derece yarıyordu. AB üyeliği tartışmalarının bu gündemde daha bir hız kazandığını hepimiz hatırlamaktayız. Söz konusu karar, emekli Büyük Elçi Şükrü Elekdağ’ın tanımlamasıyla “Türkiye için de kritik önemdeydi. Çünkü Ankara, Ortak üye olmasına rağmen BAB içinde, olası bir hareketin tüm aşamalarında kararları etkileyebilecek bir statü kazanmıştı. Bu bakımdan, AGSK’nin BAB üzerinde şekillenecek olması, Türkiye’nin AB’nin savunma yapılanmasında yer alacağını ve BAB bünyesinde elde ettiği hakları koruyacağını gösteriyordu.” Söylediğimiz gibi “Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği”nin BAB üzerinde NATO bünyesinde oluşturulması, ABD emperyalizminin Türkiye aracılığıyla, AB ve AB üyesi emperyalist ülkeler üzerinde etki kurma gibi öteden beri izlediği stratejik hedeflerine de çok uygun düşüyordu.
AB emperyalistleri, hem ABD emperyalistleri karşısında daha bağımsız hareket etmek ve hegemonya yarışına katılma politikaları açısından, hem de ABD’nin dolaylı ve doğrudan AB’yi egemenliği ve yönlendirmesi altına alma politikalarını en az etki düzeyine indirmek için daha somut pratik adımlar atmaya başladılar. O nedenle 19-20 Haziran 2000 tarihleri arasında Portekiz’de gerçekleştirilen Avrupa Birliği “Feira Zirvesi”nde BAB yapılanması tamamen devre dışı bırakıldı. AB’nin Savunma ve Güvenlik meselelerini doğrudan AB Konseyi bünyesinde oluşturulacak bir yapılanmaya bırakma kararı aldılar. Bu tavır, birinci olarak, Amerikan emperyalizmine karşı bir diklenme anlamına geliyordu. İkinci olarak da, AB emperyalistlerinin bundan böyle daha aktif ve kararlı şekilde emperyalist yarışta bağımsız olarak yer alacağının mesaj ve işaretlerini veriyordu. Bir diğer önemli boyut da, NATO içinde ikinci büyük askeri/ insan gücüne sahip olma faktörüne dayanarak AB bünyesi içinde etkin yer kapma hesapları yapan ve AB’nin kendisinden istenenleri bu yolla etkisiz kılma hesapları yapan Türk burjuva devletine de boyunun ölçüsü gösterilmiştir. Yine, burjuva politik analistlerin ifadesiyle Avrupa Birliği “Feira Zirvesi” kararları yoluyla “Türkiye hem AB güvenlik yapılanması dışında bırakılıyor, hem BAB çerçevesindeki kazanımlarından mahrum” edilmiş oluyordu. Daha önce “Washington Zirvesi”nde çizilen “strateji” belgesinin altında AB üyesi 11 ülkenin imzalarının varlığı hesaba katıldığında “Feira Zirvesi” kararlarıyla emperyalistler arası çelişki ve çatışmaların açık bir sertlik sürecine girmekte olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. 80’lı yılların son günlerinde görünüşte kendini açığa vuran, ama emperyalist propagandanın yaygın bir şekilde üzerinde demagoji yaparak emekçi milyonların bilincinde yanılsama yarattığı “tek kutuplu dünya” çok belirgin bir şekilde çok kutuplu dünyaya doğru şekilleniyor. Rusya-Hindistan-Çin ittifakı, AB’nin giderek her geçen gün daha fazla bağımsız hareket kabiliyeti kazanma çabaları bunun açık göstergeleridir. ABD emperyalizminin “dünya köyü” propagandasının yalan ve sahtekarlığı bu gelişmeler de bir kez daha ayyuka çıkmış bulunuyor.
AB’li emperyalistlerin Amerikan emperyalizmiyle çelişkilerinin sertleştiğini gösteren, kendi bağımsız “güvenlik ve savunma” stratejisine yöneldiğine işaret eden bir olgu da, emperyalist kapitalizmin askeri uzmanlarının değerlendirmelerine göre, başka bir ifadeyle “risk” değerlendirmelerine göre, “sıcak krizler noktalarının yüzde 80’ni Türkiye’yi çevreleyen coğrafi kuşakta yer almaktadır.” Ama bu gerçek kuvvetler ayrımı dizilişine rağmen, Avrupa Birliği’nin “Feira Zirvesi”nde AB üyesi olmayan Türkiye gibi NATO müttefikleri AB’nin “Güvenlik ve Savunma” mekanizmalarının alacağı olası hareket karar mekanizmasından dışlayabilmiştir. Bugün Türkiye’nin AB üyeliği tartışmaları çerçevesinde soruna yaklaşıldığında, Türkiye’nin AB üyeliği noktasında en fazla aktif davranan ve en fazla acelesi olanın ABD olduğunu rahatlıkla gören AB’li emperyalistler, Amerika’nın politikasındaki aktivitenin nedenlerini de iyi anlıyor ve buna karşı kendi cephelerinden önlemler alıyorlar.
AB emperyalistlerinin, “genişleme stratejisi” çerçevesinde üye olacağı ülkelerden istediği uyum, bu oluşum içinde yer almaya çalışan ülkelerin ekonomik, sosyal ve askeri güç ve potansiyeli ölçüsünde davranış çizgisi belirlemesini istemektir. O nedenle, Aralık 1999’da Türkiye’nin adaylığını resmen kabul etti. Ama üyelik için müzakerelerin ne zaman başlaması gerektiğini tamamen belirsiz bıraktı. Bu belirsizliğin nedeni irdelendiğinde, AB içindeki emperyalistlerin her birinin diğeriyle ilişkiler sisteminde dengelerin kurulması, örgütlenmesi ihtiyaçları bakımından zaman ve fırsat kollamanın büyük bir yer tuttuğu görülecektir. AB ve AB içindeki emperyalistler asıl olarak Türkiye’nin ekonomik gücünü temel alarak dengeleri örgütlüyor. Buna göre Türkiye’ye AB içinde yer açıyor ve rol biçerek pazarlık gücünü yüksek tutarak dayatmalarda bulunuyor. Bunun Türkiye halkları açısından politik sonuçları emperyalizme bağımlılığın daha da pekişmesidir. Dünya Bankası ve İMF reçetelerinin “sorunsuz” ve harfi harfine uygulanması bu emperyalist bağımlılığın ve AB emperyalistlerinin istediği “uyum”un doğrudan gerekleri ve sonuçlarıdır.
AB’ne Türkiye’nin üyeliği tartışmaları sürecinin gelişimine dikkat edilirse, Türkiye Avrupalı emperyalistler karşısında daha çok ABD’nin ona bölgedeki rolüyle ilgili biçtiği önemi, NATO müttefiği olarak askeri gücünü ve insan potansiyelini bütün diğer faktörlerin başında tutarak, onun üzerinde etki gücünü hissettirmeye çalışıyor. AB’li emperyalistleri ile Türk burjuva devleti arasındaki çatışmaların düğümlendiği nokta burasıdır. Demokrasi, insan hakları, işçi-emekçi milyonlarının “huzuru ve refahı” iki tarafın da çok kasıtlı olarak gerçek çatışma alanını gizlemek için söyledikleri yalan ve sergiledikleri burjuva ikiyüzlülüğüdür. ABD emperyalistleri de AB emperyalistlerinin Türkiye’yi “AB düzenlemelerindeki karar mekanizmalarından dıştalanmasına her hangi bir itiraz yükseltmedi. Amerikan emperyalizmi, uşaklarının “ulusal onuru”nun rencide olmasını fazla önemsemedi. Zira işbirlikçisi Türk burjuvazisinin “ulusal onur”unu kendi emperyalist yayılmacı barbarlığı ve dünya halklarının kasaplığına çoktan içermiştir. Orada muazzam bir “uyum” elde etmişti. Avrupa Birliği’nin “Feira Zirvesi” kararlarından sonra bir de ABD’nin “Ermeni Soykırımı”yla ilgili uşaklarının halklar kasaplığına işaret etmesi bu gerçeği tanıtlıyor. Diğer yandan, Türk burjuvazisinin daha çok da ordusunun “insan ve askeri gücü”ne yaptığı vurguyu fazla kaçırdığını düşünerek AB’nin kararına ses çıkarmayarak ABD de birazcık uşağının kulağını okşamış oluyordu; uslu dur evladım.
Avrupa Birliği’nin oluşumu, bu “birlik” bünyesinde yer alan ülkelerin işçi sınıfına, ezilen-sömürülen toplumsal kategorilere ne kazandırmıştır? Ezilenlerin, yönetilenlerin verdikleri sınıfsal kavgalar neticesinde elde edilen ilerici-demokratik bir mevzi midir bu “birlik”? Bu soruların cevabı dünya proletaryası, ezilen ve sömürge uluslar nazarında açık bir hayırdır. AB emperyalistlerinin böyle bir “birlik”le işçi sınıfının sınırsız bir örgütleme ve her düzeyde kendilerine karşı mücadele etme özgürlüğü getirmeyi amaçlamadıkları halde, “Amsterdam Antlaşması”nın ülkelerin AB üyeliğine kabul edilme sürecini belirleyen “o” maddesine, “birlik, mevcudiyetini, demokrasi, insan hakları, temel hak ve özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayandırır” (TÜSİAD, Avrupa Birliği’ne Tam Üyeliğe Doğru) açıklamasını eklemiştir. AB emperyalistlerinin yalan ve demagojilerine göre Avrupa Birliği’nin oluşma nedenleri; demokrasi, insan hakları, temel hak ve özgürlüklere saygı, hukukun üstünlüğü gibi ancak gerçek devrimci iktidarlar altında, toplumun ezilen-sömürülen büyük çoğunluğu arasındaki ilişkiler sistemini düzenleyen kategorilere yaşam kazandırmakmış. Bu kocaman bir yalan değil midir? AB’ye üye emperyalist ülkelerde görülen düzen karşıtı ciddi bir kıpırdanma siyasal zorla bastırılmıyor mu? 26-28 Eylül öncesi ve sonrasındaki bir kaç gün içinde Çek Cumhuriyeti’nin Başkenti Prag’ın bütün ana caddeleri ve kavşakları ve köprübaşları neden tank, panzer ve diğer zırhlı silahlarla donatılmıştı? Bu gerçek savaş önlemini kim kimlere karşı almıştı? Çünkü o günler Prag uluslararası burjuvazinin toplanma üssüydü. Bu soruların yanıtları, AB’li emperyalistlerin “birlik”lerinin kurulma amaçlarına getirdikleri açıklamaların ne denli doğru ve gerçek olup olmadıklarını açığa çıkaracaktır. AB’li emperyalistler “birlik”lerinin amaçlarını dünya halklarına olduğundan çok farklı propaganda etmektedir. Onun için, bütün raporlarında Türkiye’nin esas olarak AB’ye üye ülkeler e benzer bir modele, yapısal özelliklere sahip olduğunu vurgulamışlardır. Türkiye’nin “çok partili demokratik bir yapı”ya sahip olduğunu, “seçimle işbaşına gelen bir parlamento ve hükümet”in var olduğunu, sadece ayrıntılarda bazı sorunlar yaşandığını not ediyorlar. Bununla Türkiye’nin yine esas olarak “demokrasi ve hukuk devleti” kurallarına sahip ülkeler içinde yerini aldığını hep söylemektedirler. AB emperyalistleri “birlik”lerinin kuruluş amaçları hakkında yaptıkları yalan yayın ve açıklamalarına bütün gönlünü ve sevdalarını kaptıran Türk ve Kürt liberal reformcuları, aynı tutkuyla “Kopenhag Kriterleri”ne de odaklanmışlardır. Onlar, Türkiye bugünden yarına AB’ye tam üye olsa bile bu gelişmenin Türkiye işçi sınıfı, emekçi milyonları ve genel olarak Kürt ulusu için bir toplumsal gönenç ve örgütlenme özgürlüğünü getirmeyeceği gerçeğini hiç bir zaman kavramayacaklardır. Reformcular, işçi sınıfı ve ezilenlerin ifade edilen bütün bu kategorileri dişe diş bir sınıf kavgasıyla elde edeceklerine dair umutlarını tümüyle yitirmiş ve demokratik mevzilerin burjuvazinin tedricen yerine getirmek zorunda kalacağı gelişmeler olduğuna kendilerini inandırmakla kalmamış, aynı zamanda işçi ve emekçileri de bu zeminde ikna etmeye çalışarak burjuvazinin güvenilir müttefikleri olmuşlardır.
Halbuki 1963 yılında imzalanan “Ankara Ortaklık Antlaşması”nın tam üyeliği hedefleyen 28. maddesi ve 1996’da yürürlüğe giren “Gümrük Birliği Kararı” incelendiğinde, Türkiye’nin, diğer 12 aday üyeden AB kriterlerine; TÜSİAD’ın tanımlamasıyla, “Avrupa Birliği Antlaşması, AB mevzuatı, AB Adalet Divanı İçtihadı ve AB’nın aktettiği uluslararası antlaşmalar”ın bütününe daha yakın bir konuma getiriyordu. Ancak bügune değin kaydedilen mesafe ortadadır. En azından diğer 12 aday ülke, “AB müktesebatı”na Türkiye’den daha yakın bir konum yakalamışlardır. Ama bu uzaklaşma, AB ülkelerinde örgütlenme, temel hak ve özgürlükler sınırsız oluşundan ve Türkiye’de, olmayışı noktasındaki çatışmalar temeli üzerinde yükseldiği tartışması, tam bir hedef şaşırtmadır. Nasıl ki, AB emperyalistleri, AB’nin oluşum süreçlerinin nedenlerini yukarda yaptığımız aktarmadan görüldüğü gibi ikiyüzlü ve yalan üzerinde inşa ediyorlarsa, Türkiye devletinin bütün tarihi boyunca uygulanmış tüm anayasalarında da “bireyin temel hak ve özgürlükleri koruma altına alınmıştır” diye yazmaktadır. İşçi sınıfı ve halkların hedeflerini şaşırtmak ve yanlış bilinç şekillenmesi yaratarak kendi ideolojik hegemonyasını pekiştirmek bütün ülkelerin egemen burjuva sınıflarının ortak özellikleridir. Temel bağlayıcı belgelerinde, en geniş örgütlenme hak ve özgürlüğü yazılıdır. Pratikte, kendi güdümünün dışına, rejimle kendi arasına bir sınır koymaya çalışan örgütlenmelere, bu doğrultudaki çabalara vahşice saldırmıştır. Emekçi memurların grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı uğruna yıllardır meydanlarda ve sokaklarda coplanmaları bunun en canlı örneğidir. Grev yasakları, kayıp analarının sokaklarda her gün sürüklenmeleri, katliam davalarının görüşüldüğü mahkemelerin koridorlarında tartaklanan işkence davalarının mağdurları durumu, sömürgeci rejimin anayasasına koyduğu “bireylerin temel hak ve özgürlüklerini koruma altına alma” kuralına ne kadar bağlı olduğunu ve/ ya da bu kuralın yalnızca burjuvazinin emekçi milyonları sömürme ve politik baskı altında tutma özgürlüğü olduğu gündelik yaşamın bütün ayrıntılarında açığa çıkmaktadır.
Burjuva liberal avanaklar varsın “Kopenhag Kriterleri”nı murad etsin. Ama burjuvazi onları kandırmak, onlar aracılığıyla işçi ve emekçi milyonların düzene ve rejime yönelecek enerjilerini tüketmek için söylemini başka eylemini başka şekilde gerçekleştiriyor. Onun için şu ünlü “Kopenhag Kriterleri”ne biraz yakından bakmakta yarar vardır. Bunlar, Haziran 1993’e yapılan Avrupa Birliği Konseyi “Kopenhag Zirvesi”nin sonuç bildirgesinde şöyle özetlenmektedir: “Üyelik, aday ülkenin demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlıkların korunması ve saygı görmesini teminat altına alan kurumların istikrara kavuşturulmuş olmasını, işleyen bir piyasa ekonomisinin mevcudiyetini, AB içindeki rekabet ve piyasa güçleriyle bahşetme kapasitesini gerektirir. Üyelik, adayın siyasi, ekonomik ve parasal birliğe katılım da dahil olmak üzere üyeliğin getirdiği yükümlülükleri üstelenebileceğini varsayar.” Görüldüğü gibi, ünlü “Kopenhag Kriterleri” üye olacak ülkelerden siyasi, ekonomik, hukuki ve idari alanlarda bütünlüklü toplumsal proje ortaya koymalarını istemektedir. AB emperyalistlerinin temel aldıkları şey, Türkiye’nin “birlik” içinde diğerlerine yük olmayacak bir ekonomik yapılanmaya kavuşmasını istemektedir.
Siyasi ölçütler ve Kıbrıs sorunu gibi etkenleri daha çok birer pazarlık kartı olarak değerlendirmektedir. Onun için Türk Genelkurmay’ının genel düşünce ve eğilimlerin tercümanlık yapan emekli Orgeneral Çevik Bir şu uyarıyı yapmıştır. “Avrupa Birliği tam üyeliği değerlendirmeleri, genelde ekonomik açıdan ele alınarak irdelenmekte ve kanımca ekonomik entegrasyon kadar önemli olduğunu düşündüğüm, güvenlik bakımından entegrasyon konusu ise gözlerden kaçmaktadır” diyerek Türkiye burjuvazisinin pazarlık kartlarına işaret etmektedir. Buna bağlı olarak bir “uyum planı” önermektedir.
Avrupa Birliğine üye olmak isteyen tüm ülkeler için bir genel çerçeve çizen “Kopenhag Kriterleri”ne ek olarak 1998 Haziran ayında Portekiz’de yapılan Avrupa Birliği “Cardiff Zirvesi”nde Avrupa Birliği Konseyi, Türkiye’den bir “gelişme raporu” hazırlamasını isteme kararı almıştır. O zaman Türkiye aday üye değildir. Avrupa Birliği “Cardiff Zirvesi” Türkiye’den siyasi kıstaslar, demokrasi ve hukuk devleti, insan hakları ve azınlıkların korunması, Kıbrıs sorunu ve genel değerlendirme içeren, 4 bölümlük bir üyeliğe doğru “gelişme raporu” istemiştir. “Kopenhag Kriterleri” ve ek olarak “Cardiff Zirvesi” kararlarının özel olarak Türk burjuva devletinden istediği şeylerin özellikle siyasi istemlerin esası ve/ ya da çok önemli bir bölümü TC. anayasası ve bütün temel belgelerinde mevcuttur. Bunlardan bazıları hayata geçebilmişse, bu emekçi halk hareketinin mücadelesi sonucu elde edilmiştir. Burjuvazi işçi sınıfı ve devrimci harekete demokrasi bahşetmemiştir. Avrupa Birliği emperyalistleri kendi ülkelerindeki burjuva demokrasisi ölçülerinde görmedikleri Türkiye’yi kendi düzeylerine gelmesini istediklerinde ise Türk Burjuvazisi, Türkiye’nin özgün “tarihsel ve toplumsal” ihtiyaçlarını göz önünde bulundurulması gerektiği itirazını yükseltmiştir.
Bundan tam 77 yıl önce Türkiye’nin altına imza koyduğu “Lozan Antlaşması”nın pek çok maddesiyle “Kopenhag Kriterleri”nde formüle edilen istemler neredeyse bire bir benzerlikler gösteriyor, çakışıyor. Burjuva medya ve Türk ve Kürt dünya reformcularının her gün dillerine pelesenk yaptıkları “Lozan Antlaşması”nın 39. maddesi ve 4. fıkrasında ifadesini bulan “her kesin dilediği dilde yayın dahil anlatım hakkı sağlanacaktır” belirlemesine rağmen, neredeyse 80 yıl geçtiği haldi, sanki bunlar hiç söylenmemiş, sanki buna benzer ifadeler Türkiye anayasalarında hiç yer almamış, sanki “Kopenhag Kriterleri”nde ve “Cardiff Zirvesi” kararlarına formüle edilenler, söylenenler ilk kez söyleniyormuş gibi bunlar, Türkiye’nin büyük bir demokratikleşme hareketliliği sürecine dört nala girmişçesine işçi ve emekçilerin bilincini köreltmek, devrimci enerjilerini tüketmek için kullanılıyor. İşbirlikçi tekelci sermaye düzeni ve sömürgeci faşist rejim, “Lozan Antlaşması”na uymadığı, onun altına imza koyduğu yükümlülüklerini yerine getirmedi diye, her gün ve daima Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da sürek avında olduğu, Malatya, Maraş ve başka yerlerde kitlesel katliam yaptı diye “Lozan Antlaşması”na imza koyan diğer devletler, muhatapları, Türk burjuvazisine ve onun siyasetine hangi bir müediye uyguladı? Hangi uluslararası bir platformdan Türkiye’yi bu nedenlerle dıştaladı? Bu günde aynı minval üzere oyalama devam ediyor.
Hiç bir zaman böyle bir gelişme yaşanmadı. Ama cümle liberal reformcular, bu kez Türk devleti, “Kopenhag Kriterleri”nin siyasi bölümüne “uyum” hazırlığını tamamlayamazsa AB emperyalistleri tarafından “büyük tokatlanacağı”nı, bu nedenle AB’nin bu bölümdeki istemlerini, AB’ye üyelik müzakerelerinin başlayabilmesi için bir önkoşul olarak yerine getirmek zorunda olduğunu avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Ama bütün öncekiler gibi onlar, Türk burjuva devletinin tarihsel şekillenmesi ve özelliklerini bir kez daha unutuyorlar ya da halklarımızdan gizliyorlar. Kürdistan’daki sahildanların ortasında, yani 1991 yılında, “Türkçe’den Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun”da yapılan bir değişiklikle Kürtçe de dahil olmak üzere, yabancı dillerde yayın yapabilme özgürlüğü güvenceye kavuşturulmuş olmasına, bir yasal hak düzeyinde çerçevelendirilmiş olmasına rağmen, diğer şeyleri bir yana bırakın Kürdistan’da Kürtçe kaset dinlenmesi ve bulundurulması bölücülükten cezaevlerine girmenin nedeni ve gerekçesi sayılmıştır. Bu yasal düzenlemenin üzerinden 9 yıl geçmiş olmasına rağmen pratikte ve gerçek yaşamda hiç bir değişme ve gelişme yaşanmamıştır. İşbirlikçi tekelci sermaye devleti bugüne kadar insan haklarının korunması konusundaki uluslararası belgelerin, sözleşmelerin en önemli olanlarının altına imzasını atmış, yukarıda işaret edildiği gibi, onun anayasası da, sözüm ona kişisel temel hak ve özgürlüklerini koruma altına almaktadır. Bu göstermelik olarak kalmıştır. Gerçek yaşamda hiç bir zaman uygulanmamış düzenlemelerin bile, işçi sınıfı ve emekçi milyonların yürüttüğü mücadeleler sonucunda yapıldığına gözlerini kapayan küçük burjuva reformistleri yıllarca bu demokrasi kırıntılarıyla halklarımızı oyalayarak mücadele yolundan alıkoymuşlardır. Şimdi de “Kopenhag Kriterleri” karşısında aynı şeyi yapıyorlar. Türkiye, “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”ni imzalayan ülkelerden biridir. Ancak pratikte işçi ve emekçi milyonları lehine onun en küçük bir ayrıntısını uygulamamıştır. Bu uluslararası temel belgenin 19. Maddesi; “herkes düşünce ve ifade özgürlüğü hakkına sahiptir; bu hak serbestçe düşünme, hangi yoldan ve nereden olursa bilgi ve görüş alma, araştırma ve yayma özgürlüğünü içerir” şeklinde düzenlenmiştir. Türk egemen sınıflarının politik rejimi bunun karşısında gerçek yaşamda nasıl hareket etmişse, “Kopenhag Kriterleri”nde demokrasi ve düşünce özgürlüğü ile ilgili bulunan kırıntılara bütünüyle evet dese de pratik uygulamada öyle bir çizgide yürüyecektir. Böyle kesin bir saptamanın üzerine yerleştiği veriler, bugüne kadar yaşanan gerçek tarihtir. Kimsenin bunu farklı göstermesine, işçi sınıfı ve halklarımızı oyalamaya, kandırmaya ve demokrasi beklentileri içine sokmaya hakkı yoktur.
Temel ayrıntılarda açıklıktan yoksun olan, her ülkenin burjuva gerici-faşist politik rejimlerinin kendi istedikleri şekilde yorumlamaya her yanıyla açık olan “Kopenhag Kriterleri” bir toplumdaki işçi-emekçi katmanlarının, hiç bir temel sorununa çözüm ve açıklık üretmiyorlar. Örneğin işçi sınıfı ve emekçi milyonlarının örgütlenme özgürlüğünün sınırlarını muğlak bırakıyor. Çalışma yaşamının demokratikleştirilmesini içeren bir açılımdan bütünüyle yoksundurlar. Halkın konut, sağlık ve eğitim sorunlarına çözüm üreten bir parantezi dahi bulunmamaktadır. İşçi sınıfının grev ve toplu iş sözleşme haklarını güvenceleyen bir istemi yoktur “Kopenhag Kriterleri”nin. Türkiye ve K. Kürdistan’ın caddeleri, meydanları, ovaları ve dağları bir kaç on yıldır sömürgeci faşist diktatörlüğün dipçiği ve postalı altındaki insan çığlıklarıyla inliyor. Bu ölümüne mücadeleler, faşist rejime örgütlenme ve ifade özgürlüğüne ilişkin bir takım kırıntılar noktasında geri adım attırmışsa, bunlar “Kopenhag Kriterleri”yle uluslararası burjuvazinin birer lütfu olarak asla sunulamazlar. Ama bütün liberal reformcular bunu yapıyor. O nedenle de onlar, faşist şeflerin “Kopenhag Kriterleri” karşısında demokrat kesilmelerine angaje olmuş bulunmaktadırlar. Bu belgelerde sözde yer alan demokrasi kırıntılarını elde etmek için bile, burjuvaziyle uzlaşmaz bir mücadele yerine, demokrasiye geçişi, “büyük değişim ve dönüşümü” Türk kapitalizmi ve faşist rejim temsilcilerinden beklemektedirler. AB emperyalistlerinin Türk burjuva devletinden istediği bazı küçük şeylerdir. Bunlar, “Luxemburg Zirvesi” kararları ve Ajanda 2000’de ayrıntılandınlmaktadırlar. Bütün bunlarda “insan hakları ve hukuk ihlalleri”, “askerlerin gerektiğinden fazla siyasetin içinde olması” ve “sivil toplum örgütlerinin etkinliğinin önlenmesi”.
Bu gibi konularda iç çelişkilerden kaynaklı olarak, sorunu orduya havale eden siyasi parti liderline geçtiğimiz aylarda, Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu sitem etti. 30 Ağustos “zafer bayramı” dolayısıyla yaptığı konuşmada; “Türkiye’nin Avrupa Birliği standartlarına gelmesi için önce siyasilerin kendilerini bu standartlara uydurmaları gerekleri”. Onların yönetme konusunda yeteneksizliklerine kendi cephesinden işaret ediyordu. Benzer bir tartışma da Emekli Korgeneral Şadi Ergüvenç’in “bazı siyasilerin ‘eğer bu kararlar benimsenmeseydi darbe olacaktı’ söylentilerine itibar edilecek olursa, asker 28 Şubat MGK toplantısında darbe yapmadan önemli bir politik etkinlik göstermiştir diyebiliriz. Başka bir deyişle, MGK askerin darbe yapmasına ihtiyaç bırakmadan politikada söz sahibi olmasına olanak vermektedir... Ne var ki silahlı kuvvetlerin bu konuyla Türkiye’nin AB üyeliğine kabul edilmesi her halde söz konusu olmayacaktır.” sözleriyle Kıvrıkoğlu’nun söyledikleri arasında bir özdeşlik bulunmaktadır.
Emekli faşist generalin söyledikleri bir kaç açıdan önemlidir. Türkiye’nin kapitalist burjuva düzeni, tarihsel toplumsal yapılanması, iç istikrarsızlık, sınıfsal çelişki ve çatışmaların sertleşerek üst-üste yığılması vb. nedenlerden dolayı hiç bir zaman istikrar yüzü görmeyecektir. O nedenle de burjuva ordunun siyasette görünmesi öyle kolay şekilde gündemden kalkmayacaktır. Bunun kadar önemli olan diğer bir nokta da, AB emperyalistleri, Türkiye’yi istikrasızlık ve çelişkilerle dolu bir şekilde kendine yük etmeyeceğinin altını çizmiş olmasıdır. Cengiz Çandar gibi 2. Cumhuriyetçi liberal burjuva yazarlarının murad ettikleri gibi Türkiye asla “AB’ye açılan yol, istikrasız bir Ortadoğu-Balkan-Kafkasya ülkesi görüntüsünden kurtulma yolu”na giremeyecektir.
Milliyet Gazetesi’nin dış politika yazarı Sami Kohen 20 Haziran 2000 tarihli gazetedeki köşesinde şöyle bir özetleme yaptı: “Gazetelere yansıyan ‘işin içinde olan bir yetkili ’ye göre; Türkiye’nin daha bu aşamada bazı “Kopenhag Kriterleri”ne uymayacağı, hatta bunları kendisi için tehlikeli gördüğü mesajı verirse, AB bunu Ankara’nın üyelik konusunda ‘kararlılık’ değil, aksine ‘istikrarsızlık’ içinde olduğu şeklinde algılayacaktır. Oysa Türkiye’nin yapması gereken şey, insan hakları ve demokrasi konusunda iradesini ortaya koymak ve ‘zaman içinde’ bu hedefe ulaşacağını vurgulamaktır. Bu taktirde AB Türkiye’nin sorunlarının ihtiyaçlarını olan zaman hususunda gereken anlayışı gösterecektir.” Adını açıklamayan “yetkili”nin söyledikleri burjuvazinin ikiyüzlülüğünü açık bir şekilde, her hangi bir açıklama ve yoruma gerek bırakmayacak tarzda ortaya koymaktadır. Türk burjuva devletinin gerçek politikası bu çizgide yürüyor. “Lozan Antlaşması”ndan günümüze kadar olanlarda olduğu gibi bütün uluslararası temel belgelere evet diyerek imza koyma ve ardından yükümlülük altına girdiği hususları yerine getirmek için zamana ihtiyaç olduğunu söylemek ve bütün altına imza koyduğu şeyleri “zaman içinde” yapacağını her gün ve daima yinelemek, “zaman içinde” kavramının sınırları hiç bir zaman açık olarak çizilmeyecektir. Çünkü işbirlikçi tekelci sermaye devleti yüz yıldır “zaman içinde” diyerek süregelen sömürü, ulusal inkar ve tehcir, katliam, kaybetme, işkence, en küçük bir düşünce ifade etme eylemine yıllarca hapis cezası, komünist ve devrimci yayın organları üzerindeki faşist baskı ve toplatma politikalarını hayata geçirmiştir. Efendileri emperyalistlere de hep bunları “zaman içinde” düzelteceğiz açıklamaları yapmıştır. Dünyanın devrimci ilerici kamuoyunu oyalayarak nefes almıştır. Şimdi de “Kopenhag Kriterleri”ne uyacağımızı deklare edelim, pratikte de geleneksel yolumuzdan yürüyelim demektedirler.
İşbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin gerçek bir kulübü olan TÜSİAD’ın Aralık 1997 yılında yönlerini AB emperyalistlerine çevirerek Prof.D. Bülent Tanör’e hazırlattığı “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” adlı raporda Türkiye’nin AB’ye uyum çerçevesinde sıraladığı 45 maddelik listenin önemli bir bölümü, geçen zaman içerisinde hükümetlerce yerine getirilerek yasallaştırılmıştır. (!) AB Konseyi’de bu olumluluğu alt atla sıralayarak onaylamıştır. TÜSİAD’ın Aralık 1999 yayınladığı “Avrupa Birliği’ne Tam Üyeliğe Doğru” başlıklı raporda, TDP’de dile getirdikleri AB istemlerinden “29’u hayata geçmiş, 16’sı ise, geçen Yasama Dönemi’nde yasa değişikliği tasarılarına konu olmuştur” denmektedir. Bu yapılan ve yasa değişikliklerine konu olan düzenlemelere bakıldığında, onlar tek tek incelendiğinde, bunlara inananlar içinde Türkiye’nin gerçekten Avrupa ülkelerindeki burjuva demokrasisi standartlarının yakalandığını rahatlıkla söyleyeceklerdir. Söz konusu yaptığımız 1997 TÜSİAD raporu yayınlandığında, 1991-1998 tarihleri arasında Avrupa Birliği temsilcisi olarak Türkiye’de görev yapan Michael Lake hazırlamış olduğu “Görev Bitimi Raporu”nda TDP’yi kastederek “bu raporda yazılanlar hayata geçse Türkiye o an Avrupa Birliği üyesi olur” diyordu. TDP’de yazılanların çok büyük bir bölümü 2000 yılına gelindiğinde yasallaşmış bulunmasına rağmen, bunun sonuçlarını, ne Türk ve Kürt işçi sınıfı, ne genel olarak kendi ulusal demokratik istemleri için on-beş yıl savaşan Kürt halkı, ne de başka bir emekçi toplumsal kesim görebilmiştir. Ama Türk, Kürt ve tüm liberal burjuva reformcuları, tam da burada “kuvvetli bir itiraz” yükselteceklerdir. Diyecekler ki “Türk burjuva devletinin bu kez işi kotarma şansı yoktur. Hem ABD ve hem de AB emperyalistleri, onu yakın takibe almışlardır.” Oysa emperyalistler, sömürgeci rejim ve hükümetleri ve parlamentoları “Lozan Antlaşmasından beri yakın takibe almışlardır. Türk burjuva siyaseti ve bürokrasisinin ve ordusunun koruyuculuğunu yaptığı sermayenin elit kesiminin bir araya geldiği TÜSİAD gibi bir etkin organizasyon, bazı kırıntılarda fiiliyatta da esnemelisiniz demesine rağmen, onların istemlerini tek tek yasal bir düzenlemeye kavuşturmaya vs. olmasına işçi-emekçi milyonlar ve Kürt halkı bu kırıntıların ucunu bile göremiyor. Burada bir temel sonuç çıkıyor karşımıza. AB emperyalistleri, Türkiye’yi mevcut ekonomik düzeyi ile sırtlamak niyetinde değil. Yaşamakta olduğu yoğun ve kapsamlı toplumsal sorunlarla birlikte onu içine alarak taşımak niyetinde değil. Mevcut sorunların bugünden yarına, kısa ve orta erime yakın bir zamanda aşılmayacağını da realize edebiliyor. Dolayısıyla Türk sermaye sınıfı ve onun politik temsilcileriyle daha çok işin siyasi bölümünü, önde tutarak dayatmalarda bulunuyor. Türk burjuva devletinin yumuşak karnı olarak burayı bilmektedir. Beklediği ekonomik düzeyi istese de orta vadede bile yakalayamayacağını biliyor. Siyasi kriterlerle diye formüle edilenler üyelik için ekonomik, hukuki ve idari kıstaslardan farklı olarak, müzakere sürecinin unsurları değil, bu sürecin, üyelik müzakerelerinin başlayabilmesi için önkoşulu olarak dayatılmaktadırlar. AB emperyalistleri de çok iyi biliyor ki, Türk burjuva devleti bu “siyasi kriterleri” kağıt üstünde yasallaştırsa bile bunları gerçek yaşamda uygulamayacaktır. Ya da ancak istenen “siyasi kıstaslar”ın küçük bir bölümünü, kırıntılarını ancak hayata geçirebilecektir. Beri yanda, Türk burjuva devleti de Orgeneral Çevik Bir’in işaret ettiği yoldan, “askeri ve güvenlik” boyutunu her gün, her yerde dillendirerek etki sağlamaya, taviz koparmaya çalışacaktır. Sonuç, temel olarak bugüne değin yaşanan süreçlerden farklı olmayacaktır. “Kopenhag Kriterleri” çok boyutlu bir toplumsal projeyi çerçevelemektedir. Türk egemen sınıfları, bunların hepsini yerine getirseler bile, burjuva demokrasisi anlamında da olsa bir demokratik değişim ve dönüşüme tekabül edemez. Gelişme, istikrarsızlık, eşitsiz gelişme ve toplumsal çelişkilerin daha da keskinleşerek üst üste yığılma yönünde yaşanacaktır.
Bu gerçeği emekli Orgeneral Çevik Bir “ulusal stratejisi” dergisindeki yazısında AB’nin Türkiye’yi AGSK karar mekanizmasından dıştalamasını eleştirerek dile getiriyor. “Kısa vade için, Avrupa’da, soğuk savaş döneminin, klasik tehdit ortamının kaybolduğu bir gerçektir, ancak NATO’nun yeni tehdit konseptinin içerdiği gibi, klasik tehdit algılamasının, çok ötesinde ve alışık olmadığımız yepyeni risk olasılıkları ile karşı karşıya bulunduğumuz da bir gerçektir. Bunlar bazı ülkelerde yaşanan iç istikrarsızlıklar, etnik çatışmalar ve bu çatışmalar sonucu ortaya çıkan kitlesel göç hareketleri, kitle imha silahlarının ve uzun menzilli füzelerin yayılması, uluslararası terörizm, radikal dinci akımlar olarak Batı dünyasının güvenliğini etkileyecek hususlardır. Maalesef Avrupa’nın geliştirdiği yeni güvenlik mimarisi, soğuk savaş sonrası gündeme gelen, bu yeni potansiyel tehdidi dikkate almayan ve soğuk savaş sırasında, Türkiye’nin oynadığı etkin caydırıcı rolü görmezlikten gelen bir yaklaşımı ve vizyonu içermektedir.” şeklinde resmedilen tablo en fazla Türkiye gerçeğine uymaktadır. Türkiye ve Kürdistan sayılan istikrarsızlık ögeleriyle bütün bölge ülkeleri arasında birinci sırada yer almaktadır. Diğer yandan bir ölçüde de Genelkurmay’ın, Avrupa Birliği’ne üyelik politikasını dillendiren Çevik Bir, bundan böyle de Türkiye’nin AB politikalarında takip etmesi gereken stratejiyi açımlıyor. Bülent Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon hükümeti ve bağlı İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu’nun yaptığı düzenlemeler ve oluşturduğu mekanizmalar da, Çevik Bir’in çerçevelediği politikaların neredeyse tümünün takip edileceği anlamına gelmektedir.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Çevik Bir ve TÜSİAD’ın düşündüğü gibi düşünmeyen kesimlerin, AB üyeliği konusunda acele edilmesine karşı olan kesimlerin görüşlerini dile getiren Prof. Mümtaz Soysal’ın AB’ye karşı çıkış gerekçelerinin önemli bir kısmı, AB üyeliği yolunda strateji geliştirenlerin de ortak kaygılarıdır. Mümtaz Soysal; “Avrupa Birliği, uluslararası değil, uluslarüstü bir kuruluş. Yani, devletler egemenliklerini büyük ölçüde AB’ye devretmek, örneğin ulusal kalkınma stratejileri açısından oranın kararlarına boyun eğmek zorundalar... Çünkü şu açıkça söylenmiyor. Ülkedeki kuralların üstüne çıkan, yalnız uluslararası bir büyük antlaşma değil, AB’nin ‘acquis’ denen ‘müktesebatı’, zamanla edinilmiş tüm mevzuatıdır. Yani, önemli ya da önemsiz bütün kural, tüzük yönetmelik, yönerge, komisyon ya da konsey kararı olarak ne varsa, irili-ufaklı hepsi. Beğenseniz de beğenmeseniz de hatta tam üyelik sırasında yapımına katılıp karşı çıkarak azınlıkta kalmış olsanız da, bunların hepsi anayasamızın bile üstüne yükselecek, başta anayasa, her şeyimizi bunlara uyduracaksınız” diyor. Bu kaygılar hem Türkiye düzeni ve rejiminin gerçek yapısal özelliklerini özetliyor, hem de Türk milliyetçiliğinin ideolojik katılığını dile getiriyor. Bu durumdan Türk burjuva ırkçı milliyetçiliğinin kurtulması da ancak “zaman içinde” gerçekleşebilecektir. Çevik Bir’in dile getirdikleri ve ‘Ulusal Strateji’ye temel yaptıklarıyla Mümtaz Soysal’ın “gerçekler bunlardır. Bunları halka açıkca anlatmıyorlar” dediği olgular da bir özdeşlik içindedir. Mümtaz Soysal’ın özetlediği düşünceleri, Türkiye Avrupa Birliği Derneği Başkanı Profesör Haluk Günuğur ile Prf Erol Manisalı, ve Prof. Haluk Kabaalioğlu da dile getirmektedirler.
Yeri gelmişken, Türk egemen sınıfları, sermaye-bürokrasi-siyaset üçlüsü tek blok halinde bugün kağıt üstünde Avrupa Birliği “Kopenhag kıstaslarına tümüyle imza atsalar, evet deseler bile AB emperyalistleri açısından da bu işin hemen hal olmayacağını, kabul edilmeyeceğine de değinmekte yarar vardır. Ne Türkiye cephesi bütün şaşaalı tartışmalara rağmen AB’ye tam üyeliğe yukarda sıraladığımız gerçek engellerden dolayı bugün hazırdır, ne de AB emperyalistleri buna hazırdır.
Emperyalist yayılmacılık, rekabet ve hegemonya kurma dalaşında Avrupa Birliği emperyalistlerinin Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu bir gerçektir. Kafkaslarda ve Orta Asya’daki zengin enerji kaynaklarına erişmede ve bunların taşınmasında Türkiye’nin desteğine gerçekten gereksinimleri vardır. Orta Asya’da yatırım yapmak oradaki bol ve ucuz işgücünden yararlanmak için Türkiye’den geçmek zorundadır. Türkiye, bu stratejik planlar için bir köprü görevi görecektir. Yanısıra, Türkiye’nin Avrupalılar karşısındaki en önemli kartı, insan potansiyeli ve askeri gücü gelmektedir. AB’li emperyalistler dünya ve bölgede dengeleri örgütlerken bu esaslı faktörleri asla gözardı etmiyorlar, ancak halihazırda dezavantajlar kefesi ağır basmaktadır. O nedenle AB emperyalistleri öyle iddia edildiği gibi Türkiye’yi tam üye yapmak için elini çabuk tutmuyorlar.
Çevik Bir ve AB’li dış politika uzmanlarının sıraladığı ve bir ölçüde de gerçek olan faktörler şöyle sıralanabilir. AB emperyalistlerinin, Türkiye’nin “birlik”e tam üyeliği durumunda, ödenmesi öngörülecek yüksek miktardaki “uyum parası”nın, AB vergi yükümlülerinden tepki toplayacağı, bunun sosyal ve siyasal çalkantılar yaratacağı endişesi çok somuttur. İşgücünün serbest dolaşımı kuralının yürürlüğe girmesi, ardından Türkiye’de sayıları neredeyse 10 milyona (resmi rakamlar bunu 7 milyon olarak gösteriyor) yaklaşan işsizler ordusu, Avrupa ülkelerine akın edecektir. Bunun en büyük faturası da işsiz sayısı 5 milyonu aşan Almanya emperyalistleri karşılamak zorunda kalacaklardır. Bundan, AB’nin patronu Almanya ve Fransa çok ciddi olarak kaygı ve korku duymaktadırlar. Önemli bir faktör de, doğrudan politiktir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasıyla nüfus oranlaması çerçevesinde Avrupa Parlamentosu’na çok sayıda Türk milletvekili girecektir. Bu durum siyasal dengeleri doğrudan etkileyecektir. Bunun sonuçları açıktır ki, ABD emperyalizminin lehine olacaktır. Bir diğer boyut da ABD’nin Türkiye’li uşakları aracılığıyla AB üzerindeki etkisini artırması ve dolayısıyla AB’nin ABD emperyalistleri karşısında bağımsız hareket kabiliyetinin sınırlanıyor olmasıdır. Bunlara ilaveten, Avrupa ülkeleri ile Türkiye’nin sosyal farklılıklarının uyum sorununda yaratacağı sorunlardan da korkulmaktadır. Bütün bunlardan ötürüdür ki, Türkiye “Kopenhag Kriterleri”ne tamamen uyacağını ilan etse, Avrupa Birliği konseyi de bunu yeterli görse dahi, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için müzakerelere 2003 yılında ancak başlanabilecektir. AB emperyalistleri “genişleme programları”nı yukardaki gerçek durumu, tehlikeleri varsayarak yapmışlardır.
Demek oluyor ki, A. Öcalan ve PKK Başkanlık Konseyi, Kürt halkını ve Kürdistan yurtsever hareketini boş hayallerle Avrupa Birliği “Kopenhag Kriterleri”ne bağlıyorlar. Son günlerde “Kopenhag Kriterleri”nde öne sürülen “azınlıkların korunması ve saygı görmesini teminat altına alma” formülasyonunun Kürtleri içermediği noktasında sessiz bir işbirliği görülmektedir. Türk burjuvazisinin politik temsilcileri, AB emperyalistlerine daima, bir zamanlar Londra’nın Türkiye büyükelçiliğini yapan, şimdi de TESEV adlı araştırma kurumunun başkanı olan Özden Samberk’in; “AB’nin öngördüğü azınlıklar, Balkan ülkelerindeki azınlıkları ifade eder. (Yugoslavya’daki azınlıklar gibi, Romanya’daki Macarlar gibi) azınlık sorunu iki ülkenin birbirinden toprak talep etmesi”dir biçiminde özetlenebilecek düşüncelerini anlatıyorlar. Verili durum, “Katılım ortaklığı Belgesi”ni hazırlayanların da, buna yüksek bir itiraz yükseltmediğini gösteriyor. Bütün bunlara rağmen, PKK Başkanlık Konseyi bütün umudunu Kasım 2000’de hazırlanacak “katılım ortaklığı Belgesine ve Türkiye’nin buna göre izleyeceği siyasete bağlamış bulunuyor. PKK çizgisi doğrultusunda yayımlanan gazetelerin büyük bir hacmi AB’ye ve onun bazı bürokratlarının yaptıkları açıklamalara yapılan övgülere ayrılıyor. Oluşturulan bütün propaganda merkezleri; Türkiye’nin burjuva parlamentarizm yolcusu reformcularını da yanına alarak her dakika “Avrupa Birliği’ne tam üyeliği tartıştığımız şu günlerde” diye başlamakta, öyle de bitmektedir. Toplum bütünüyle buna endekslenmiştir.
Demek ki, burjuva propagandasının gerçek yayıcıları, emekçi kitleler üzerinde etkili olacak olanlar, Türk ve Kürt liberal reformcularıdır. Bunlar, bütün günlük propaganda ve ajitasyonda işçi sınıfı ve halklarımızın devrimci ateşinin söndürücüleri olarak teşhir direğine çivilenmeyi bu nedenle hak etmektedirler.
Bugün, Avrupa Birliği Konseyinin “Kopenhag zirvesi”nde dile getirdiği, kararlaştırdığı AB üyelik kıstasları hakkında pompalanan “umut fırtınaları” (!) ile TÜSİAD’ın 1997 yılında hazırlamış olduğu “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” (TDP) yayınlandıktan hemen sonra işbirlikçi sermaye kulübünün neredeyse nitelik değiştirerek devrimcileştiğini ilan edecek kadar ileri giden burjuva reformcu propaganda arasında birebir bir tarihsel paralellik bulunmaktadır. Birikim Dergisi yazarlarından Ömer Laçiner, Gazete Pazar’ın 02.02.1997 tarihli sayısındaki yazısında; “TÜSİAD’ın beklenmedik ölçüde radikal bir sivilleşme ve demokratikleşme perspektifi ile hazırlanmış raporu”, “demokratikleşme yönündeki her talebi, sosyalist bir hareket ancak destekleyebilir ve bu talebi daha da ilerletecek önerilerle saf tutar.” diyerek burjuvazi ile proletarya arasındaki temel uzlaşmazlığı bir kalem darbesiyle “yerle bir ederek” Türk, Kürt ve diğer azınlıklardan proleterlerin sermaye ve burjuvazinin örgütü “TÜSİAD’ın yanında saf tutmasını ve sınıfsal sömürüye kaderi olarak boyun eğmesini öneriyordu. Öyle ya günümüzün işbirlikçi tekelci burjuvazisi kendi istemiyle nitelik değiştirerek proletaryanın kendisine karşı mücadele etmesinin bütün koşullarını canı gönülden hazırlamaktadır(!) Bunlar burjuva kuyrukçuluğu ve çığırtkanlıkları olarak yakın tarihimize yazıldı. Yine Mihri Belli, 31.01.1997 tarihli Demokrasi gazetesinde; “TÜSİAD raporunun demokrasi sorununu, dolaylı yoldan da olsa sürmekte olan iç savaş sorununu ülkenin gündemine getirmesi olumlu bir gelişmedir... Bu aşamada, sosyalistlerden TÜSİAD’a kadar uzanan bir barış ve demokrasi cephesi kurulabilir.” Evet söylenenleri yanlış okumadınız. Nispeten tutarlı demokrat ve anti-faşist olduğunu varsaydığımız yılların Mihri Belli’si işçi sınıfı ve emekçi milyonların bağımsız devrimci gücüne, başka bir deyişle altmış-beş küsür bir nüfusun, 50 milyona yakın bir işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin gücüne hiç inanmıyor. “Barış ve demokrasi cephesi”ni Türk burjuvazisinin en elit tabakasıyla kurmayı halklarımıza salık veriyor. EMEP’in yayın organı, Emek gazetesinde yazan Can Yücel’de faşist rejime karşı şöyle efeleniyordu. “Artık özgürleşme aşamasına zarını atan burjuvazi, kaçınılmaz olarak karşıtı sıfatındaki emekçilerin özgürleşmesi kapılarını da açmaktadır. (...) Solcuların bu raporu kendi sınıf çıkarlarını devam kaydıyla desteklemesi burjuva kuyrukçuluğuna değil, tam aksine sınıf mücadele(si)ne de birlik ve diyalektik bir dinamizm kazandıracaktır.” (Emek gazetesi, 1-2, 2.1997) EMEP oportünistlerinin bu görüşlere gıpta ettiği, o günkü yayınları kurcalandığında rahatlıkla görülecektir. Bu görüşler, yeni sömürgelerdeki emperyalizm işbirlikçisi burjuvazinin niteliğini, 1800’lerin başlarındaki, burjuvazinin temel nitelikleri ile aynılaştırıyor. Bütün devrimci barutunu yüzyıl önce tüketerek bütün özellikleriyle gericileşen burjuvaziyle işbirliği yapmanın devrimcileri ve sınıfı “dinamik” kılacağı vaaz ediliyor. Bunun “burjuva kuyrukçuluğu” olduğunu söyleyecek olanların da en başta “diyalektik” üstüne yemin edilerek yolları kesiliyor. Ölünün arkasında konuşulmaz ama Can Yücel o günlerde ayık kafa ile bile bunları söyleyecek durumda olmadığı biliniyor. O da EMEP”li reformistlerinin düşüncelerine tercüman oluyor. “Eski solcular”dan PKK yayın organlarına, ÖDP’den küçük burjuva reformcularına kadar geniş bir yelpaze, aylarca TÜSİAD’ın “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporuna methiyeler dizdi. Tıpkı bugün AB’ye tam üye olmaya dizilen övgüler gibi. Bu “olumlu tepkiler”i daha sonra yine TÜSİAD’ın hazırlamış olduğu “Avrupa Birliği’ne Tam Üyeliğe Doğru” raporunda genişçe yer verildi. Burjuvazi bütün reformcuları, geliştirdiği fikirlerin propaganda “seferberliği”ne katmayı başardığından amacına ulaşmıştı.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği tartışmalarında ordu ve bu yola gönül koyan burjuva gerici-faşist parti liderlerinin üzerinde anlaştıkları nokta Mesut Yılmaz’ın tanımlamasıyla Türkiye’nin bir “ulusal strateji” hazırlaması gerektiğidir.
Bu bağlamda Başbakanlık “İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu” (İHKÜK) Mayıs ayında “Kopenhag Siyasi Kriterleri Işığında Alınması Gereken Önlemler” başlığı altında hazırladığı raporda, sözde azınlıkların korunmasıyla ilgili olarak şunlar formüle edilmişti. “Avrupa birliği komisyon raporlarında Kopenhag siyasi kriterleri bağlamında ‘azınlıklar komisyonu’ başlığı altında ileri sürülen ölçüte anayasamızda kapsayıcı anayasal vatandaşlık ilkesinin benimsenmesi ile uyum sağlanabileceği değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, demokrasi ve eşit vatandaşlık anlayışı çerçevesinde, bireysel haklar temelinde karşılanabilecek hususların Türkiye Cumhuriyet Anayasasında belirlenen temel kuruluş ilkeleri ve kamu düzeninin korunmasına dair hükümler saklı kalmak kaydıyla önyargıların aşılarak hoşgörüye dayalı bir yaklaşımla ayrıca değerlendirilebileceği düşünülmektedir.” (Radikal, 23 Haziran 2000) Bu muğlak ve ancak bazı ufak kırıntıları içeren yeni düzenlemeyi MGK “aşırı” buldu. Oysa bu rapor, normal prosedür gereği, 8 Kasım’da AB’nin hazırlayacağı “Katılım Ortaklığı Belgesi”nin hazırlanması için Türkiye’nin neler yapabileceği konusunda veriler sunuyor, ya da Türkiye‘nin adaylıktan tam üyeliğe geçiş konusundaki kararlılığını ve/ya da kararsızlığının işaretlerini verecekti. MGK’nin müdahalesi ile İHKÜK’ün raporu Özden Sanberk’in görüşleri doğrultusunda; “Türkiye’de azınlık ve azınlık hakları sorunu Lozan Barış Antlaşmasıyla çözülmüştür. Buna göre Türkiye’de sadece Rumlar, Museviler, Ermeniler ve Bulgar azınlığı mevcuttur. Bir başka ifadeyle ‘Kürt kökenli vatandaşlarımızın azınlık olmadığı’ uluslararası bir anlaşma olan Lozan Barış Antlaşmasıyla da teyit edilmiştir” şeklinde son biçime kavuşturulmuştur. Görüldüğü gibi Türk egemen sınıflarının bu işte fazla bir acelesinin olmadığı bu düzenlemeyle de bir kez daha açığa çıkmıştır.
Aynı süreçte emekli Orgeneral Çevik Bir, “Koordinatör Makam” öncülüğünde, daha çok sürecin güvenlik ve askeri boyutunu temel alan bir strateji öneriyordu. Ona göre, “ülkemizin AB’ye entegrasyonunda akıllı bir global yaklaşım (bu yaklaşım fazla acele etmeyi gerektirmiyor -TD) uygulayabilmesi için, ABD’de 1980’lı yıllardan itibaren uygulanmasına başlanan ve de ‘Konsepte Dayalı İhtiyaçlar Sistemi’ (KDİS) olarak adlandırılan yaklaşımın örnek olarak alınabileceğini düşünmekteyim. KDİS, vizyon, konsept ve doktrine dayalı bir yaklaşımı içeren ve sonuç alıcı uygulamada geri beslemeyi öngören (aç. TD) bir sistem yaklaşımıdır” dedikten sonra devamla “vizyon, organizasyonun geleceğe ilişkin hedefini, konsept bu hedefe ilişkin düşünceleri ortaya koyarken, doktrin bugün ve yakın gelecekte nelerin nasıl yapılacağına ilişkin esasları, prensip ve usulleri açıklar” demektedir. Bu strateji bugünkü koalisyon hükümetince benimsenmiştir. O nedenle söz konusu “konsept” gereği sözde insan haklarından sorumlu Devlet Bakan Rüştü Kazım Yüclen önderliğinde Kürdistan’a öncelik verilerek insan hakları “seferberliği”ne başlandı. Güya tüm “sivil toplum örgütleri”nin kendi “vizyonu”nu oluşturmalarına öncülük yapılmaktadır. Tüm toplantıların en önemli bölümü halka kapalı yapılmaktadır. MGK’nin son biçimini verdiği rapor AB komisyonunda hiç bir rahatsızlık yaratmadı.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı Müşteşarı Faruk Laloğlu, Brüksel’de yürüttüğü temaslar sonucunda yaptığı açıklamada 8 Kasım’da açıklanacak “ilerleme ve katılım ortaklığı belgeleri”nde ifade edilen fikirlerden memnuniyet duyduklarını açıkladı. Ayrıca, A. Öcalan ve PKK Başkanlık Konseyinin umutlarını bağladığı Avrupa Birliği Komisyon üyesi Günter Werhaugen; Türkiye’nin, İHKÜK’ün hazırlamış olduğu raporu “resmi belge haline getirmesi gerektiğini” Faruk Laloğlu”na ifade ettikten sonra, “Ankara’nın son Birleşmiş Milletler belgelerini imzalamış olmasından memnuniyet duydukların ilan etti. Faruk Laloğlun’dan sonra Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Avrupa Birliği tam üyeliği tartışmaları çerçevesinde Brüksel’e diplomasi seferine çıktı. AB’nin değişik kurum temsilcileri bürokratlarla yaptığı görüşmelerden sonra Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Romano Prodi ile görüşerek, onu Başbakan Bülent Ecevit adına Türkiye’ye davet etti. Bu kol-ense çekmelerinden sonra, İsmail Cem kocaman bir yalan söyledi. Neymiş Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakerelerine 2001 yılında başlayacaklarmış. Bunu söyleten Türkiye’nin üyeliği konusunda acelesi olmayan AB emperyalistlerinin MGK’nin son biçimini verdiği, Kürtler ve azınlık hakları kavramlarını rafa kaldıran “Kopenhag Siyasi Kriterleri Işığında Alınması Gereken Önlemler” belgesine fazla bir itiraz yükseltmemeleridir. Oysa Türk diplomatın söylediği düpedüz yalandır. Çünkü, bu belge, 8 Kasım’da yeterli görülerek yürürlüğe girmesi halinde bile, tam üyelik müzakerelerine ancak üç yıl sonra başlanabiliyor. Bu zaman zarfında, belgede dile getirilen unsurların ne kadarının yerine getirildiği sözde denetlenecektir.
Yani bu yıl da Türk ve Kürt dünya reformcularının, temel reform hayallerinden esaslı bir gelişme yaşanmayacaktır. Onlar halklarımızı kandırarak bir başka baharı beklemeye koyulacaklardır. Şimdilik olsa olsa idam cezasının kaldırılması ancak sağlanır. Belki cezaevlerindekiler için küçük bir ceza indirimi sağlanabilir. Gerisi faşist Emekli Korgeneral Sadi Ergüvenç’in dediği gibi; “Günümüzün acımasız rekabet ortamında harpler askeri çatışmaların değişik düşük yoğunluklu biçimlerinde ve stratejinin diğer boyutlarında süreklilik ve bulanıklık kazanmış, görünmektedir. Terör, teknolojik yarış, pazar kapma savaşı, doğal kaynaklara serbestçe ulaşım endişesi tam bir çekişme dalaşma havası yaşatmaktadır...” Bu sözlerde dile getirilen öğeler, hem AB emperyalistlerinin kendi aralarında, hem ABD emperyalist barbarlığı ile AB emperyalistleri arasında, hem de Türk burjuva devleti ile AB emperyalistleri arası ilişkilerde yaşanacaktır. Bunların hepsinde daha çok önemli olan faşist generalin peş peşe sıraladığı ögeler Türk, Kürt proletaryası ve ezilen emekçi milyonlarla sömürgeci faşist rejim arasında yaşanacak acımasız sınıf kavgasının kuvvetli belirtilerine de işaret ediyor.
O halde Avrupa Birliği “Kopenhag Kriterleri” yolunda demokrasi, “azınlık ve azınlık hakları” dilenmekten vazgeçerek işçi sınıfı ve halkların mücadelesi sonucunda burjuvazinin kıvrandığı, tartışmak zorunda kaldığı, demokratik hak ve özgürlük ve devrimci mevzileri elde ederek, faşist diktatörlüğü emekçi halk kitlelerinin örgütlenmiş ‘devrimci zor’uyla yıkarak, devrimci iktidarı gerçekleştirmek için, bütün ulusal ve ulusal azınlıklardan proletarya ve emekçi halk kitlelerinin bağımsız eylemini örgütlemek göreviyle dosdoğru karşı karşıyayız. Bu gerçek olgulardan ötürüdür ki işçi sınıfı ve ezilen sömürülen emekçi halk kitleleri ve gerçek devrimciler devrimci enerjilerinin “Kopenhag Kriterleri” yollarında tüketilmesine izin vermeyeceklerdir.