Sermayenin, faşizmin ve patron uşağı sendikacıların saldırıları altındaki işçi sınıfı, en geri mevzilere itilmiş, mücadeleyle kazandığı yasal haklarını bile kullanamaz hale getirilmiş bulunuyor.
Sendikal örgütlülüğe sahip olmak adeta bir ayrıcalık. Son beş yılda sendikalı işçi sayısı 1.5 milyondan 700 bine geriledi. Bu kan kaybı durdurulabilmiş de değil. İşçi sınıfının sendikal yaşam dışında bulunan, yüzde 90’ı aşkın bölümün örgütlenme girişimleri, işten atma terörüyle boğuluyor. Sarı sendikacılar, tek tek fabrika ve işletmelerde sendikalaşma uğruna patlak veren direnişlere sahip çıkmayarak, burjuvazi ve devlet tarafından kuşatılıp yenilgiye uğratılmasına açıkça destek oluyorlar. Taşeronluk sistemi ve özelleştirme saldırısı diğer şeylerin yanı sıra, sendikal örgütlülüğü çözüp dağıtıyor. Zaten kolu kanadı kırık halde bulunan grev hakkı, hükümetin, erteleme adı altındaki yasaklamalarıyla bütünüyle işlevsizleştirilebiliyor.
Burjuvazinin uzantısı olan sarı sendikacılar, tüm bunlar karşısında kıllarını kıpırdatmıyorlar. İşçi sınıfının gücüne dayalı bir mücadelenin yükselmemesi için tüm hünerlerini sergiliyor, demagoji, yalan ve oyalamayı son sınırına vardırıyorlar.
Sendikaların ezici çoğunluğu, “ücret sendikacılığı” zemininde bile çok geri pozisyonlara sürüklendiler. Klasik sarı sendikacılığın en pespaye örnekleri sergileniyor. Sendikalar bir toplusözleşme aygıtına dönüştürüldü. Çerçeve, IMF ve işbirlikçi burjuvazi tarafından çiziliyor, sendikacılara ise imza atmak ve işçi tepkilerini yatıştırmak kalıyor. Örneğin, Koç ve Sabancı dünyanın en zengin şahısları listesinde boy gösterirken, sendika genel merkez yöneticileri, bu tekelci kapitalistlere ait fabrikalardan gelen işçi temsilcilerine, toplusözleşmeler için, “aşırı isteklerde bulunmayın” uyarısı yapabiliyorlar!
Birçok sendikanın yüzde 10’luk baraj sınırının altına düştüğü biliniyor. Burjuvazi ve devlet bu durumu, söz konusu sendika yöneticilerine karşı, bir terbiye sopası olarak kullanıyor. “Çerçeveyi aşmayın, yoksa toplusözleşme yetkinizi elinizden alırım!” Bu şantaj, işçi sınıfının gücü ve eylemine dayalı varoluşu bir kenara itmiş sarı sendikacılar üzerinde, sermayenin ve faşizmin beklediği etkiyi yaratıyor. Satış sözleşmeleri ve eylem kırıcılığı tipik bir uygulama haline geliyor.
İşçi sınıfı kitlesinin yüzde 90’dan fazlasının sendikal örgütlenme hakkını fiilen kullanamayışı, son on yılda milyonlarla sayılan nicelikteki büyük işçi kıyımıyla, örgütlenme tecrübesi, mücadele deneyi ve sınıf bilinci bakımından en gelişkin işçi kuşağını ve öncü işçilerin sokağa atılmışlığı; süregiden sendikasızlaştırma saldırıları, sendikal bölünmüşlük, mevcut sendikaların esası itibarıyla en rezil türden sarı sendikacıların elinde oluşu, şovenizm salgını ve burjuva reformist sendikacıların ataleti, dibe vuran bürokratik tarzı koşullarında, faşizmin bir dizi mevzi elde etmesi, işçi hareketini ekonomik-sendikal zeminde bile çok geri ve zayıf bir pozisyona sürükledi. Oysa nesnel çelişkilerin düzeyi, bu cenderede öğütülmesi imkânsız memnuniyetsizlikleri ve arayışları filizlendiriyor. İşçiler kendilerini ifade edebilecekleri bir kanal bulduklarında, büyük kitleler halinde alanlara akıyorlar. Nitekim sendika konfederasyonlarının çağrıları üzerine, pek çok defa, on binler ve yüz binler olarak meydanları doldurdular.
Buna karşın kıvılcımlar ateşlere, tek tek ateşler ise büyük yangınlara dönüşemeden sönüp gidiyor. Çok güçlü nesnel şartlara rağmen, genel grev genel direniş yönünde ciddi bir gelişme sağlanamıyor. Çünkü sübjektif faktör hâlâ çok yetersiz. Komünistlerin ve devrimcilerin işçi sınıfı içindeki etkisi fazlasıyla zayıf. Küçük burjuva reformistleri işe bu koşullarda TÜSİAD işbirlikçisi sendika ağalarının kuyruğuna daha sıkı biçimde yapışıyorlar.
Bütün bu tablo içinde, öncü işçilerin birliği ve politik iradesi yönündeki girişimler, zorluklara, kolaycılığa ve zamana yenik düşüyor. İşçi Birliği denemeleri, bunun canlı bir örneği olarak kabul edilebilir.
Fakat zayıflıklar, yetersizlikler, başarısız denemeler, hatta irade kırılmaları, ihtiyacı ihtiyaç olmaktan çıkarmıyor. Yeni araçlar ve biçimler aranıyor, deneniyor.
“Faşizme, sermayeye ve sendika bürokrasisine karşı savaşımın gelişmesine hizmet edebilecek, en geniş işçi yığınlarına ulaşılmasına uygun düşen, araç ve yöntemlerin, mücadele ve örgüt biçimlerinin, deneylere dayalı olarak hareketin canlı gelişiminden bulunup çıkarılması, çoğaltılıp çeşitlendirilerek zenginleştirilmesi”(1) dün ihtiyaçtı, bugün daha büyük bir ihtiyaçtır.
Marksist-leninist komünistlerin bu soruna yönelik düşünsel ve pratik ilgileri süregeldi ve biriken deneyler ışığında süregidecektir.
“Bu koşullarda, komünistlerin ister sendikalar içindeki çalışmalarında, isterse sınıfa yönelik çalışmalarının bütününde atacakları her adımda, sınıfın, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin en yaşamsal sorun ve talepleri için öncü işçilerin ortak bir politik irade oluşturabilmelerini, öncü işçilerin irade ve eylem birliğini, temel bir politika tarzı olarak değerlendirmelidirler. Sendikaların, işyeri temsilciler toplantıları, sendika şubeleri platformları, fabrika ve işyerlerinin yoğunlaştığı bölgelerde ya da şehirler düzeyinde özel olarak hazırlanacak işçi kitle toplantıları, işyeri ve fabrikaların yoğunlaştığı yerlerde açılabilecek işçi lokalleri ya da diğer araçlar, öncü işçilerin gelişen somut durumlarda bir politik irade ve eylem birliği oluşturması bakımından etkin bir biçimde değerlendirilebilecek araç ve yöntemlerdir.”(2)
“Bütün işçi kitlesi içinde küçük parçayı, azınlığı oluşturan sendikalı işçilere yöneltilen ilgi ve dikkat milyonlarca sendikasız işçiye de yöneltilmeli, onun örgütlenme sorunları çözülmeye çalışılmalıdır. Elbette bunun başta gelen yolu sendikalaşma çalışmasından geçiyor, ancak bu tek yol değildir ve olmamalıdır. Birbirlerini güçlendirecek birçok işçi inisiyatifi (il ya da alt bölge temsilciler platformu, ilerici işçiler inisiyatifi, sendikalı-sendikasız fabrika temsilcileri meclisi vb.) geliştirilmelidir.”(3)
Son olarak, İşçi Birliği girişimlerini ve İEP’in oluşturulması yönündeki çabaları, sözü edilen düşünsel ve pratik ilginin örnekleri olarak hatırlatabiliriz.
Peki Türkiye ve Kuzey Kürdistan komünistlerinin, gerek sendikalardaki muhalefet etkinliklerine, gerekse de öncü işçilerin politik iradesini oluşturmaya dönük çeşitli türden platformlara (örneğin bunun bir biçimi olarak İEP’e) yaklaşımları nedir? Bu sorunu hangi temel görüşlere bağlı olarak ele alıyorlar? Bu konuda tam bir bilinç açıklığı yaratılmadan, sağlıklı istikrarlı ve amaca uygun adımların atılması olanaklı değildir. Öyleyse temel perspektifleri ifade edelim:
“Komünistler, geniş işçi yığınlarıyla kendi aralarına suni çitler ören her türlü tavır ve yaklaşımdan kaçınmalıdırlar. Her durumda komünistler gibi düşünmeyen ileri işçiler ya da doğal işçi önderleri ve sınıfın geniş kesimleri ile somut sorunlar ve sınıfın yakıcı talep ve çıkarları zemininde canlı ve mücadeleyi geliştiren, ileri götüren birliktelikler oluşturmalı, yığınları mücadele içinde dönüştürüp, kazanacak mücadele tarzını geliştirmelidirler.
Kuşkusuz ki, sendikal muhalefet örgütlenmelidir. Ancak bu örgütlenmenin komünist parti örgütlenmesinin yerine ikame edilemeyeceği ve her zaman genel geçer bir biçiminin olmadığı da açık bir gerçektir. Sendikal muhalefetin örgütlenmesi ve gelişimi, en önce komünist öncünün sınıf içerisindeki güç ve etkinliğinden başlayarak, sendika bürokrasisi ve ağaları ile sınıf arasındaki nesnel çelişkinin keskinleşmesi temelinde birçok faktöre bağlı olduğu bir gerçektir.”(4)
“Sendika bürokrasisi ve ağalığına karşı savaşımda, bütün sendika yöneticilerini, sendika ağası ve bürokratı olarak gören ve karşısına alan kolaycı, toptancı mantık ve yaklaşımdan kaçınılmalıdır. Bütün sendika yönetimlerinin aynı kefeyi konamayacağı açık bir gerçektir. Bu mücadelede gerçek bir temele dayanan akılcı ayırımlar yapılabilmelidir. Özellikle şube yöneticileri arasında ortak iş yapılacak önemli güçlerin varlığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu güçlerle ortak çalışma ve mücadelelerde, sınıfın çıkarları için birlikte hareket etme ve mücadele içinde dönüştürüp kazanılmasını temel alan bir mücadele tarzı geliştirilmelidir.”(5)
İEP: Mücadelenin Kaçınılmaz Bir İhtiyacı
Hiç kuşku yok ki, 5 Şubat 2000’de kurulan İEP’i ortaya çıkaran, işçi ve emekçi memurlar içindeki komünist, devrimci ve ilerici grup veya çevrelerin herhangi birinin keyfi masabaşı tasarımları değildi. İEP, mücadelenin bir ihtiyacıydı. Hem de artık kendini iyice dayatan bir ihtiyacı. Mesele onu projelendirmek ve gerekli iradeyi sergilemekten ibaretti.
Kendimizi işçi sınıfıyla sınırlayarak konuşursak, mevcut sendikal gerçekliği ve sınıfın yüz yüze bulunduğu saldırıların boyutunu, yukarıda ana çizgileriyle ortaya koyduğumuzu söyleyebiliriz. Yıllardır derinleşerek süregelen bu gerçekliğe müdahale için kurulan İİSŞP’nin ve sonrasında İSŞP’nin giderek bürokratik bir tarza; eylemsizliğe ve işlevsizliğe sürüklendiği biliniyor. Söz konusu araçlarla, bırakalım politik işçi iradesinin ortaya çıkarılmasını, sınıfın güncel ekonomik-sendikal hakları uğruna mücadele için bile, kayda değer bir birleşik duruş sağlanamadı, oysa bunun hazır güçleri ve potansiyel dinamikleri mevcuttu. Bir adım atma cesareti gerekiyordu ve ‘eylemin’, proletaryanın başkentinde geliştirilmesi son derece doğaldı. Platformun, faşist diktatörlüğün en vahşi zindan kıyımlarından biri olan Ulucanlar saldırısı-katliamı sonrası gündemleşmesi ve İEP olarak şekillenmesi, tümüyle iradi adımların zamanlamasıyla ilgilidir. Yoksa öncesinde bir ihtiyaç olmadığını ve gerekli dinamiklerin ancak o süreçte oluştuğunu göstermez. Demek ki, İEP’i gecikmiş bir adım olarak değerlendirmekte hiçbir mahzur yoktur. Bu, aynı zamanda, onun işlevli kılınmasının ve ihtiyaçlar temelinde geliştirilmesinin taşıdığı büyük önemi de gösterir. Dolayısıyla İEP karşısındaki sorumsuz tutumlar, işçi ve emekçi memur hareketinin geliştirilmesine karşı sorumsuzluktan başka bir şey değildir ve olmayacaktır.
İEP’le Nereye Ve Nasıl?
Kendimizi bir kez daha işçilerle sınırlayarak konuşursak, marksist leninist komünistler İEP’i, “sınıfın politik bilinç ve örgütlenmesinin, faşizme, sermayeye ve sendika bürokrasisine karşı savaşımının gelişmesine hizmet edebilecek, en geniş işçi yığınlarına ulaşılmasına uygun düşen” araçlardan biri olarak görmektedirler.
Bu, hayalci bir beklenti midir? Kuşkusuz hayır. Başarıp başaramayacağının temelde bileşenlerinin tutumlarına bağlı bulunması, İEP’in, öncü işçilerin ve emekçi memurların politik irade ve eylem birliğinin bir aracı olduğu gerçeğini değiştirmez. Hakkı verildiği ölçüde bu misyonu yerine getireceği gibi, asıl amaç olan, işçi ve emekçi memurların geniş kesimlerini harekete geçirilmesini de sağlayacaktır.
Bugüne değin kitlesel basın açıklaması, eylemlere katılım, dayanışma ziyaretleri, politik irade beyanı ve miting gibi yöntemlerle ortaya çıkan İEP’in, kendini pratikte oluşturma adımlarına rağmen, sürece müdahale edebilecek bir etkinlik tarzı ve düzeyi kazandığı söylenemez.
Oysa İSŞP ve “Emek Platformu”nun mevcudiyetine rağmen, İEP’in oluşumunu gerekli, meşru ve haklı kılacak temel unsur, politik ve ekonomik-sendikal gelişmeleri, tam da kendini, işçi ve emekçi memurların gücüne, eylemine dayalı tarzda müdahalede üretmesiyle olanaklıdır.
Tam da bu noktada, bünyesinde çeşitli sendikaları toplamasının İEP’in işçi ve emekçi memur kitlesini harekete geçirmesi açısından büyük bir avantaj teşkil ettiği görülmelidir. Çünkü, burjuvazinin uzantısı sarı “sendika yönetimlerine karşı duyulan derin güvensizliğe karşın, işçilerin harekete geçirilmesinde sendikalar belirleyici oluyor. Sınıf sendikalara bakıyor ve sendikaları tavrına, sorumluluğu üstlenmesine büyük önem veriyor.” Yönetimlerine duydukları, bariz güvensizliğe rağmen, “örgütlü işçiler, sendikaları kendi örgütleri olarak görüyorlar.”(6)
İEP bileşenlerinin bütün bu gerçekleri dikkate almak kadar, platformun homojen karakterini özenle gözetmeleri, İEP’i bir ast örgüt olarak görme ve yapısını bozma pahasına bir ast örgüt haline getirme politik sekterliğine ve dağıtıcılığına kapılmamaları temel bir meseledir.
Var oluşunu, işçi ve emekçi memurların gücüne, eylemine dayandırmamak ve salt ekonomik sendikal zeminde kalmak, İEP’in rolünü oynamasını engelleyecek temel tehlikeler listesinde birinci sırada yer alıyorsa; İEP’i bir ast örgüt gibi görme ve kendini dayatma tutumu da ikinci sırada yer alır. Bundan dikkatle kaçınılmalıdır. Aynı şey, İEP’i, esasen bir devrimci güç birliği olarak gören, gruplara doğru daraltan görüş açısı için de geçerlidir.
Dar Grupçuluk Ve Kuyrukçu Vaazlar
İEP, vurgulanan tehlikelerden çok da uzakta değil. Bünyesindeki eğilimler bakımından, düşünce düzeyinde veya pratikte, dar grupçuluk kendini ifadede oldukça hızlı davrandı. Keza kuyrukçuluk da ortaya çıktı ve özünde İEP’e hiç de sempatik bakmayan gerçeğini laf yığını ardına gizleyerek vaaza başladı.
Önce sorun üzerine kafa yoran ve konuyla ilgili yazmakta neredeyse ilk sırayı alan Özgür Gelecek’in yaklaşımlarını ele alalım.
Bulut Çiçek, 3 Mart tarihli 9. sayıda, “Partizanca” adlı köşesinde şöyle yazdı:
“Dikkatimizi, işçi ve tüm halkın dikkatini, özellikle gerilla savaşına ve F tipi hücre saldırısına yoğunlaştırmalıyız”.
Gazetenin aynı sayısındaki orta sayfa yazısında ise şunlar söyleniyordu:
“İstanbul Emek Platformu devrimci bir duruştur, ancak henüz devrimci bir yürüyüşe sahip olduğu söylenemez.”
“İstanbul Emek Platformu’nun temel ayrım noktası, günün görevlerini politik iktidar mücadelesinin görevleriyle, ekonomik-demokratik talepleri siyasal-ideolojik taleplerle, sendikal faaliyeti parti faaliyetiyle, şehir faaliyetini zindan faaliyetiyle birleştirmesidir.”
Devam edelim. 10. sayıda Ozan Can Bakış, “İleri” adlı köşesinde, “İstanbul Emek Platformu ‘alanlarda güç gösterme’ vurgusunun üzerinde önemle durmaktadır” sözlerinden sonra şunları yazdı:
“Niçin alanlara dökeceksiniz işçi ve emekçileri?
- a) Bir politikayı, saldırıyı protesto etmek, kınamak için,
- b) Bir politikayı ya da saldırı girişimini önceden engellemek amacıyla, uyarı için,
- c) Bir politikaya, saldırıya karşı kamuoyu yaratmak, duyarlılığı artırmak için,
- d) Politikaya ve saldırılara karşı uyarı amaçlı gövde gösterisi ve kitleyi çeşitli süreçlere hazırlamak için.
Tüm bunlara baktığımızda, bunlar bir politikaya ve saldırıya karşı doğallığında olması gereken ‘protesto ve uyarı’ sınırlarını aşmayan bir özelliğe sahiptir. Peki bu tarz bir eylem anlayışı ya da ‘alanlara çık’ anlayışıyla herhangi bir politika-saldırı boşa çıkarılabilir, geri püskürtülebilir mi? Hayır. Mevzi, hak korunabilir mi? Hayır. Yeni mevziler kazanılabilir mi? Hayır.
O halde böyle bir ‘alanlara çıkma’ anlayışı devrimci değil reformist, kitlesel değil bürokratiktir.”
Özgür Gelecek’in 11. sayısında ise, yine Ozan Can Bakış, “devrimci demokratik bir oluşum”, “devrimci demokratik bir platform” olarak nitelediği İEP’in, “devrimci bir iddiaya ve duruşa sahip” olduğunu yazdıktan sonra, “Niteliğini koruyacak mı? İşlevli olacak mı? Misyonunu oynayacak mı? Devrimci direniş çizgisinde sınıf savaşımına hizmet edecek mi? Sınıfa ve emekçilere proleter devrimci bir siyaset mi yoksa reformist-ekonomist bir siyaset mi götürecek? Reformist-bürokratik anlayışın cephane çöplüğüne atılmış silahlarını-araçlarını mı kullanacak yoksa proletaryanın iktidar mücadelesi için kullanmak zorunda olduğu devrimci silahları araçları mı kullanacak?” diye sorup, ekledi:
“İstanbul Emek Platformu(...) Marksizm-Leninizm-Maoizm Bilimiyle Donanmalı”dır
5 Şubat’ta kurulan İEP’e ilişkin yukarıdaki görüş ve tezleri ileri süren Ozan Can Bakış, 14 Nisan tarihli sayıda “İEP bir model olabilir mi?” diye sorduktan sonra, “henüz açık değil”, “henüz devrimci yürüyüşle bunu kanıtlamadı” yanıtlarını veriyordu.
Ona göre:
“İEP’in henüz ciddi anlamda ideolojik duruş sorunu vardır. Proletaryanın politik iktidar mücadelesi perspektifinden; Marksizm-Leninizm-Maoizmden henüz çok uzaktır. Daha çok bürokratik ve ekonomizm, reformizm ve oportünizm lekelerini önemli ölçüde üzerinde taşımaktadır.”
Bu alıntılar yığınağı, Özgür Gelecek’in ve bu tarz düşünenlerinin İEP’e yaklaşımına yön veren mantığı ve perspektifi ortaya koyuyor. Kuşkusuz bu son derece yanlış, İEP ve benzeri platformlara karşı politik sekterizmle malul bir bakıştır.
İEP ne bir devrimci cephe yapılanmasıdır, ne de maoistlerin ast örgütü veya büyük bir sendikadaki fraksiyonu.
İEP, sermayeye ve faşizme karşı, bir politik işçi ve emekçi memur iradesi; ekonomik-sendikal mücadelede de öncü pozisyonda tavır geliştirerek, işçi ve emekçi memurları savaşıma yöneltebilecek bir platform olmalıdır. Kuşkusuz ki o, bu işlevlerini yerine getirebildiği ölçüde patron uşağı sarı sendikacılara karşı da, etkin bir mücadele odağı haline gelecektir. İEP’te, salt komünist ve devrimciler değil, antifaşistler, ilericiler ve kendilerini böyle tanımlamayan, fakat sınıfın ve emekçi memurların hak ve çıkarlarını kararlıca savunmak isteyen öncü işçi ve kamu çalışanları da yer almalıdır. Bunların bir bölümü geçici ve sallantılı bir pozisyonda olsalar bile, kapsayıcılıkta duraksanmamalı, birlikte çalışma ve ortak mücadele içinde geliştirme, dönüştürme çizgisinde yürümeli; irade ve eylem birliğini ihlal etmekten başka hiçbir nedenle, İEP’ten dışlama tavrına başvurulmamalıdır.
İEP’in, kendini, işçi sınıfının, emekçi memurların ve tüm ezilenlerin hak ve çıkarlarını savunma, bu doğrultuda mücadele yürütme temelinde tanımlaması yeterlidir. Onun kendini, “devrimci demokrat bir platform” olarak ilan etmesi gerekmiyor. Bu, İEP içindeki, komünist ve derimci eğilimlerin sorunudur ve İEP’in eyleminin içeriğinde anlam kazanmalı, orada cisimleşmelidir.
“İEP’in Marksizm-Leninizm-Maoizm bilimiyle donanması”nı arzu etmek, kazanıcılık ve ikna temelinde (fakat kesinlikle daraltarak, parçalayarak, çeşitli sağlıksız yöntemlerle bir ast örgüt haline getirerek değil) bir emek seferberliği içinde olmak ayrıdır; İEP’i maoistlerin bir platformu haline getirmek veya maoist bir platform olarak ilan etmek ayrı.
Aksi görüş ve pratikler, İEP’i, “ideoloji”, “program”, “ilke” tartışmaları içinde boğmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
İEP’e “politik iktidar mücadelesinin görevlerini” yerine getirmeyi yüklemek tarzındaki düşünceler ise, çok radikal görünmesine karşın, tersten ekonomizmdir. Daha fazlası değil! Keza Özgür Gelecek’in, “alanlara çıkmak vurgusu” üzerine yaptığı değerlendirmeler abartılı, subjektif ve amacını tümüyle aşan bir karakterdedir.
İEP gibi platformların gelişimine bu yöntemlerle katkıda bulunulamaz. İyi düşünmek, amaç açıklığı içinde olmak ve deneyleri incelemek gerekir.
Politik sekterizmin başka görünümleri de vardır. Örneğin Devrimci Mücadele dergisi çevresinin, İEP’ten “sınıf partisi” çıkarma veya onu, böyle bir işlev yüklemeye yöneltme anlayışı ile bunu bir tartışma gündemi olarak zorlaması, dönemin şiddetle gereksinme duyduğu bir platformu felç etmekten başka bir şeye hizmet etmez. Açıklıkla vurgulanmalıdır ki, bunlar, ciddiyetsiz, hatta işçi sınıfı hareketinin ihtiyaç ve görevleri dikkate alındığında saçmalığa varan tavırlardır.
Politik sekterizmin pratik bir örneği olarak ise, İEP’in, faşist rejime ve onun işkenceci cellatlarına karşı, bir teşhir, hesap sorma ve kavga bayrağı olarak yükseltilen, “İşkencede Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Kurultay” karşısındaki tutumunda ifade bulmuştur. Benmerkezci ve ultra grupçu anlayışlar, İEP’in, kurultaya destek vermek bir yana, güncel bir politik sorun olan ve kamuoyuna maledilmiş bulunan işkencede taciz ve tecavüze karşı tavrını, iradesini açıklamasına bile engel olmuşlardır. Şüphe yok ki, bunlar, İEP’i daraltan, yapısını kemiren bir anlayış üretmektedirler. Siyası bakımdan sekter ve pratikte son derece zararlı olan bu tür eğilimlerle, ilkeli bir ideolojik mücadele yürütülmesi ve öncü işçi ve emekçi memurlar nezdinde itibar görmez bir hale getirilmesi önemlidir.
İEP’i, kendiliğindenci-kuyrukçu bir görüş açısı ile değerlendirme tutumu ve vaazları ise Kızıl Bayrak dergisinde ifade buluyor. Sınıflar savaşımında “öncülük”, “irade” gibi temel silahlara bütünüyle tövbeli, bu devrimci lafazanlık veya dergi radikalizmi prototipi, 12 Şubat 2000 tarihli 7. sayısında şöyle diyor:
“Tipik bir örnektir; kurulda çoğunluk oyuyla Ulucanlar davası örneğinde de görüldüğü gibi, platformun ne böyle bir niyeti ne de yönelimi bulunmaktadır. Kaldı ki, bulunsa dahi, bu sınıf sendikalarının siyasetten uzak kalamayacağı-kalmaması gerektiğinin ifadesinden ziyade, siyaseti sendikalara havale etmenin bir ifadesi olacaktır. Böyle bir tutum ise, platformun sadece belirli siyasi yapıların dar platformlarına dönüştürmekten, dolayısıyla da hem sendikal, hem de siyasal zeminlerin yitirilmesinden başka bir sonuç vermeyecektir.”
Yüksek siyaset diye buna dense gerek! Buyuruyor ki Kızıl Bayrak dergisi: Ey işçiler ve emekçi memurlar, İEP, Ulucanlar katliamına karşı mücadele sorununda, birbirini yadsıyan iki ayrı karardan hangisini alırsa alsın, bu, aynı biçimde işçi davasına zararlıdır! Çok akıllıca değil mi?
Peki ne yapmalı İEP? Aslında bu tip meselelerle uğraşacağına, bir an önce kendini feshedip, malum “Emek Platformu”na katılmalıdır. Kızıl Bayrak’ın hiç değilse illegal görüşü bu! Açıkça söyleyemiyor. Fakat dil ağrıyan dişe gidermiş. Kızıl Bayrak da aynı akıbete uğruyor ve şöyle yazıyor:
“Olası bir ayrı duruş salt oluşumun kendisi için değil, oluşum dışındaki kesimi, sendikal bürokrasisinin kesin denetimine terk edilmesi anlamında İstanbul işçisinin asıl çoğunluğu için de olumsuz olacaktır.”
EMEP’li Levent Dokuyucu’nun 23 Şubat 2000’de İİSŞP adına, İEP’i “solcuların platformu” olarak ilan eden zihniyetiyle, Kızıl Bayrak’ın zihniyeti arasında bir fark var mı? Açıktır ki yok.
İEP Hangi Yönde Geliştirilmeli
İEP, yazının girişinde kısa bir tablosu çizilmiş olan, işçi sınıfının ekonomik-sendikal durumu, tüm işçilerin güçlü biçimde etkilendikleri, işten atma, mezarda emeklilik, sendikasızlaştırma, düşük ücretler, kazanılmış hakların fiilen gaspı gibi, sermayenin ve faşist devletin, emperyalizm destekli, dizginlerinden boşalmış ekonomik-sosyal terörü karşısında, bir mücadele kanalı; geniş emekçi yığınların bir dikkat merkezi haline gelebilir ve gelmelidir. İçinden geçtiğimiz süreçte bu halkadan tutarak veya bu noktada birikmiş toplumsal patlayıcı maddeleri tutuşturmaya yoğunlaşarak, işçi sınıfı ve emekçi memur kitlesinin mücadele arzusunu ve dinamizmini sarsıp ayağa kaldırabilir. O halde İEP, işçi sınıfı ve emekçi memurların iş ve yaşam koşullarının düzeltilmesi, sermaye ve faşizmin özelleştirme, taşeronluk sistemi, esnek üretim türlü saldırlarına ve çeşitli sosyal hakların gaspına karşı mücadelede; sendika, grev ve toplusözleşme haklarının önündeki faşist yasa ve fiili engellerin temizlenmesi, üretimden direniş ve grevlerle, muharebeleri kazanmaya hizmet eder tarzda bir dayanışma örgütlenmesi gibi konularda kararlı bir öncü duruşa yöneltilmelidir. İEP’in, bugün işçi ve kamu çalışanlarının geniş kesimleri tarafından dikkatle sınanacağı ilk, hatta temel alan budur.
Komünist işçiler bütün bu sorunların gündemleştirilmesinde, mücadelenin örgütlenip geliştirilmesinde düşünsel ve emek yoğunluklarıyla, güç seferberlikleriyle, İEP’in doğru bir hatta konumlanıp gelişmesi için özel bir çaba harcamalı ve sorumluluk almalıdırlar.
Bütün bu gerçek, görev ve yakıcı ihtiyaçları atlamaksızın, asla ihmal edilmeyecek bir diğer sorun, İEP’in öncü işçi ve emekçi memurların politik iradesi olarak etkinleştirilmesidir. Bu, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yaşanan ve ezilenlerin taraf olduğu tüm önemli gelişmeler karşısında görüş açıklama ve tavır geliştirmede ifade bulacaktır.
İEP, örneğin, IMF ve hükümetin tarım politikası hakkında ne düşündüğünü, yığınlara mesajını ulaştırabileceği bir dil ve içerik sadeliğiyle ortaya koymalıdır. Bu hiç değilse kitlesel bir basın açıklamasıyla duyurmak ve emekçi köylülüğe yönelik yıkım programını protesto görevinin bilinciyle hareket etmek İEP’in omuzlarındadır.
O, öğrenci harçları, Kürdistanlıların köye dönüş talebi, olağanüstü hal, üniversiteye giriş sorunu, yolsuzluklar, F tipi tabutluk zindanlar, AB’ye giriş, MGK ve diğer çevrelerin Kürt ulusal sorunuyla ilgili açıklamaları, işkence gerçeği ve kısacası halklarımızla faşist diktatörlük arasında cereyan eden bütün önemli sorunlarda kendi görüşünü ortaya koymalıdır. Ezilenlere yöneltilen devlet terörüne ve çeşitli tipten baskılara tavır alma, eylemli bir sahiplenme ve dayanışma çizgisini geliştirme perspektifiyle hareket etmelidir.
Bileşenleri ve İEP, “geniş üye kitlesinden kopuk, onlara yabancılaşmış, her çeşit uzlaşma ve anlaşmayı kotarabilecek” sendikal yapılanma anlayışını yıkmaya özel bir dikkat göstermelidirler. Kuşkusuz bu kolay değildir ve bir hamlede çözülemez. Çünkü “sendikalı işçilerin geniş yığını, sendikaları, kendisinin de aktif bir unsuru olduğu bir işçi kitle örgütünden çok, avukatı ve iş takipçisi olarak görüyor. Kendi sorunlarını ve örgütünü sendika bürokrasisi ve ağalarına havale ediyor.”(7)
Elbette bu kötü gelenek ve alışkanlık salt bir pedagojik faaliyetle alt edilemez. Pratik adımları gerektirir. Öncülerden başlayarak, geniş işçi ve memur kitlesini kararların oluşturulması süreçlerine katmak, merkezi ve yerel görevler üstlenmelerini sağlamak, denetim alışkanlıklarını geliştirmek vb. yolundan ilerlenebilir.
İEP’in taban örgütlenmelerine gitmesinin bir çırpıda gerçekleşmeyeceği, bu nedenle de, öncelikle platformda yer alan sendikaların tüm üyelerini seferber etmeye, eylemlere katmaya yoğunlaşmalarının daha akılcı olacağı ortadadır. Taban örgütlenmesi adı altında yerel, dar komiteler oluşturulmasının bugün kazandıracağı düşünülen şeyler, yeni sorunlara yol açacak bir bürokrasinin üretilmesiyle boşa çıkacaktır. Tercih edilmesi gereken biçim, başlangıçta onbeş günlük, giderek de haftalık işçi ve emekçi memur kitle toplantıları ile temsilciler toplantılarıdır.
İEP’in oynayabileceği rolü, salt 5 aylık sürece bakarak değerlendirenlere, yüksek perdeden konuşanlara ve hayal kırıklığı beyanlarına girişenlere, “Allah ıslah etsin” demekten başka her şey lüks sayılır. Bugün işçi sınıfı ve emekçi memurlar cenahında savaşımın ihtiyaçlarına yanıt verebilecek daha elverişli bir araç yaratmanın koşulları bulunmadığı ve mücadeleye bu araçla en ileri düzeyde müdahale etmenin gereği gözler önündedir. İEP’e dergi sayfalarından buyruklar yağdırmak, onu komünist, maoist vb. eleştiri bombardımanına tutmak hiçbir sorunu çözmüyor. Sorulması gereken şudur; öncü devrimci işçi ve emekçi memurların en yoğun katılımına sahne olduğu halde, nasıl oluyor da İEP, politik ve ekonomik-sendikal etkinlik bakımından ihtiyaç duyulan ve olanaklı düzeyi tutturamıyor? Bileşimindeki sendikaların üye sayısı, örneğin 15-16 Haziran mitinginde neden ifade kazanmıyor? İEP içinde daha yoğun emek, “tabana” dönük olarak ise yaratıcı ikna ve seferberlik tarzının gereği açıktır. Kuşkusuz bunlar kadar, İEP’in istikrarlı, güven, heyecan ve umut yaratan eylemlilik ve değişik pratik etkinliklerinin de büyük bir ateşleyici gücü olacaktır.
İEP hiçbir gerici baskıya aldırmadan, bağımsız varlığını korumalı, malum Emek Platformu’na katılım gibi bir yola girmemelidir. Keza o, değişik şehirlerdeki kendisiyle benzer yapılarla merkezileşmeye gitme gibi erken adımlardan da uzak durmalı ve koordinasyonla yetinmelidir.
İEP, yaz ve sonbahar boyunca, işçi ve emekçi memur yığınlarının hükümet ve kapitalistlerle girişecekleri muharebelere müdahale imkânlarını şimdiden düşünüp, örgütlenmelidir.
İstanbul’da süregiden veya önümüzdeki günlerde gelişebilecek direnişlerdeki işçilerle, genel ve kitlesel dayanışma geceleri örgütlenmesi vb. yöntemler bir dizi açıdan yararlı olacaktır.
Her basın açıklamasının, diğer kitlenin yanı sıra, platform sendikalardan birinin örgütlü olduğu fabrika ya da işletmelerde işçi ve emekçi memurların özel ve yoğun katılımıyla yapılması gibi metodlarla tabanı sürece katma ve mücadeleyi sahiplenme ve yöneltme çabası daha iradi hale getirilebilir.
İEP kullandığı eylem biçimleri konusunda da yeni bir yol açabilmelidir. Hedeflerin elde edilmesi için böyle bir hattan ilerlemek gerektiği deneylerle ortaya çıkmış bulunuyor. Kitle kararlılığına, kitlenin feda ruhuna ve hazırlık ölçüsünde, kitle şiddetine dayalı biçimler, işçi sınıfı ve halk hareketinin zengin tecrübeleri arasında mevcuttur. Bugünkü güçler, ihtiyaçlar ve hedefler çerçevesinde bunlar güncelleştirilebilir. Ve yine İEP, her türden eyleme işçi ve emekçi memur ailelerini katmayı, özel bir tarz haline getirmelidir. Bu, işçi ve kamu çalışanları kitlesinin mücadeleyi, İEP’i ve sendikaları aktif bir öznesi, yapıcısı olarak sahiplenmesi yolunda önemli bir pratik ve psikolojik atmosfer yaratacaktır.
Bütün bunlardan ayrı olarak vurgulamalıyız ki, İEP’in bünyesinde hem DİSK hem de Türk-İş’e bağlı sendika merkezleri ve şubeleri toplaması, işçi sınıfının sendikal bölünmüşlüğüne karşı anlamlı bir eylem olarak çok değerlidir. İEP, bu avantajını doğru ve hakkınca kullanmalıdır.
Hiç kuşkusuz ki, İEP’i işçi ve emekçi memurların büyük kitlesinin gözünde saygın, güvenilir ve sözüne değer verilir kılacak olan tutarlılığı, kararlılığı ve elbette bugün ondan da çok, örgütlediği veya dayanışmada bulunduğu mücadelelerle elde edeceği kazanımlar olacaktır. Ve bu yüzden İEP, somut başarılara kilitlenmek zorundadır. Daha az laf, daha çok somut başarı.
Dipnotlar
- Birlik Kongresi Belgeleri, s. 128
- Birlik Kongresi Belgeleri, s. 135
- MLKP II. Kongre Belgeleri, s. 258
- Birlik Kongresi Belgeleri, s. 133-134
- Birlik Kongresi Belgeleri, s. 135
- Birlik Kongresi Belgeleri, s. 129
- Birlik Kongresi Belgeleri, s. 131 DENEYİM