TC'Nin Kurulması Ya Da Şovenist Ulus Devlet
Kemalist burjuvazi önderliğinde ulusal kurtuluş savaşı TC'nin kurulmasıyla sonuçlandı. Yeni kurulan Cumhuriyet'in niteliğine ilişkin veriler, daha kurtuluş savaşının içerisinde ve kemalist burjuvazinin ideolojik şekillenmesinde ortaya çıkmıştı. Ulus ve azınlıkların, ezilen sınıfların muhalefetini ezmeye dönük önlemler, cumhuriyetin kuruluşundan önce uygulanmaya başlandı. Kurtuluş savaşı süresince Ermeni ve Rum katliamları devam ettirildi, işçi sınıfı ve komünistlere karşı baskı terör ve katliamlar uygulandı, TKP'nin önderleri Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı kemalistler tarafından katledildi. Yüzlerce işçi önderi tutuklanarak zindanlara tıkıldı. Cumhuriyetle birlikte kemalist burjuvazi siyasi, ekonomik ve hukuki bakımlardan iktidarını yerleştirme doğrultusunda adımlar attı. Kurtuluş savaşı içerisinde oluşturulmaya başlayan resmi ideoloji, yeni unsurların da eklenmesiyle şekillendirildi. Cumhuriyet sonrası dönemde, özellikle Kürt ulusuna karşı sürdürülen sömürgeci politikalar resmi ideolojinin tahkim edilerek geliştirilmesini sağladı.
24 Temmuz I923'te yapılan Lozan An-laşması'yla, Kuzey Kürdistan TC'nin egemenliğine bırakıldı. Türk ulusunun egemenliğine dayalı üniter devlet yapısı oluşturuldu. Nisan I924'te kabul edilen ilk anayasayla siyasi, ekonomik ve ideolojik yapısı hukuki çerçeveye oturtuldu. Oluşturulan resmi ideoloji ve çizilen hukuki çerçeve, Kürtleri ve diğer halkları ulusal, kültürel, siyasal her türlü haklar bakımdan mahrum bırakıyordu.
Kürtler sürgün edilmeye başlandı. Ermeni ve Rum halkına yönelik önlemler çok daha önceden uygulanmaya konulmuştu. Teşkilat-ı Mahsusa, yukarıda kapsamı çizilen çerçevedeki amaçları doğrultusunda eylemler yaptı, azınlıklar üzerine katliamlara girişti. Cumhuriyet döneminde Rum-lar, Yunanistan'la yapılan anlaşmalar sonucu nüfus mübadelesi yoluyla Yunanistan'a gönderildiler. Kimi azınlıklara mensup aileler ise, yaşam güvenceleri olmayınca başka ülkelere göç ettiler.
Kürt ulusu, birçok siyasi ve toplumsal faktörün toplamı olarak kurtuluş savaşında kemalistlerle birlikte davrandı.. M. Kemal, Sıvas ve Erzurum Kongreleri'yle kur-tuluş savaşına hazırlık yapmaya, Kürtlerin desteğini almaya çalıştı. Lozan Anlaşması görüşmelerinde i. İnönü, Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olduğunu açıkladı. Ne var ki, emperyalist devletlerle yapılan uzun görüşmelerin sonucunda Kuzey Kürdistan, TC'nin egemenliğine bırakıldı. Kemalist burjuvazi, Kürt ulusunun desteğinin devamını sağlamak için, TBMM'de "Türklerle Kürtlerin meclisi" , "din kardeşliği" gibi ifade ve motişeri kullandı. Fakat bütün bunların sahteliğinin ortaya çıkması ve Kürt halkının da bunu görmesi için çok fazla zaman geçmesine gerek kalmadı. Türk devletinin Kürt ulusu üzerindeki baskıları ve asimilasyon çabaları, diğer bir kısım sorunlarla da birleşerek Kürt ulusu saflarında huzursuzluğun ortaya çıkmasını sağladı.Böylece Kürt ulusu saflarında ulusal bağımsızlık eğilimi güçlenmeye başla-dı.
11 Şubat I925'te, Kürdistan'ın önemli bir bölgesinde Şeyh Sait önderliğinde Kürtler, ulusal talepler temelinde ayaklandılar. Ayaklanma, hesaplanan zamandan önce başladı. Nispeten geniş bir alana yayılan Şeyh Sait isyanı, Cumhuriyet rejimi altında Kürt ulusuna karşı bugüne değin sürdürülecek sömürgeci kirli savaşın baş-langıcı oldu.
Kemalist diktatörlük, isyana karşı Kürdistan'ın bütün illerinde sıkıyönetim (örfi idare) ilan etti. isyanı destekleyen herkesin "ihaneti Vataniye Kanunu"na bağlı olarak cezalandırılacağını duyurdu. İsyanı ulusal içeriğinden soyutlayarak şeriatçı bir kalkışma olarak ilan etti.Yasal düzenlemeyle "dini esaslar üzerinde siyasi cemiyet kurmanın, siyasi amaçlar doğrultusunda dini istismar etmenin yasak olduğu, bu faaliyetlere girişenlerin ya da böylesi cemiyetlerde yer alanların hain sayılacağı" ka-rarlaştırıldı.
3 Mart I925'te i. İnönü Başbakanlığa getirildi. 4 Mart I925'te Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı. 31 Martla meclise onaylatılarak, İstiklal Mahkemeleri'nin iki yıllık bir süre için tekrardan faaliyete geçirilmesine olanak sağlandı.İki yılın sonunda, süre iki yıl daha yeniden uzatıldı (Şimdiki OHAL uzatmalarını çağrıştırıyor). İsyanı bastırarak sorumluları jet hızıyla yargılamak ve kemalist burjuvazinin bütün muhalişerini ezmek için İstiklal Mahkemeleri, Diyarbakır ve Ankara'da faaliyete geçirildi. Diyarbakır istiklal Mahkemesi, Kürt isyancılarını ve isyana destek verdiği öngörülen herkesi yargılayıp cezalarını infaz etmekle görevliydi.
İsyanın başlamasıyla seferberlik başlatıldı. Kürt ayaklanmasına katılabilecek, destek verebilecek ve eli silah tutabilecek herkes askere çağrılarak kontrol altına alınmaya ve direniş içten bölünmeye çalı-şıldı. Çağrıya uymayanların Vatana İhanet Kanunu çerçevesinde cezalandırılacağı duyuruldu. Hıristiyan halklar ise, Mersin yakınlarındaki angarya birliklerine katılmak üzere askere çağrıldılar.
Şeyh Sait isyanının başlamasıyla ordunun komutanlığına getirilen General Ke-malettin Sami Paşa, Kürt sorunuyla ilgili hükümetin önünde üç temel görev olduğunu şöyle ortaya koydu:
"Birincisi, ayaklanmaya karşı acımasız ve kanlı bastırma gerektiğini,
"İkincisi, ayaklanmaya katılsın ya da katılmasın bütün Kürtlerin silahsızlandırılacağını,
"Üçüncüsü, Kürtlerin ülkenin diğer yörelerine çoğunluğu oluşturmayacak bir biçimde dağıtılması ve Türklerin Kürt yörelerine yerleştirilmesi gerektiği"...
Sonuçta Şeyh Sait isyanı, kendi içindeki zayışıklar ve bölünmenin de etkisiyle bastırıldı. Kürt ulusu, ulusal bağımsızlık özlemini gerçekleştirmeyi başaramadı, isyan, acımasız ve oluk oluk akan kan pahasına bastırılmıştı. 206 köy yerle bir edilmiş, 8785 ev yakılmış, 15200 Kürt insanı öldürülmüştü. Ayaklanma bastırıldıktan sonra da bölgede Kürt ulusu üzerindeki baskı, zulüm ve katliamlar artırılarak devam ettirildi, isyanın bastırılmasıyla ilgili olarak Amstrong, "Kürdistan'ı ateş ve kılıcın önüne vermişlerdi. İnsanları dayaktan geçirdikten sonra idam ediyorlardı, köyleri ve tarlaları yakıyorlardı. Kadın ve çocukları peşlerinde sürükleyerek öldürüyorlardı.
Kütlerden intikam almak için, Türkler her tarafı mezbahaya çevirdiler. Hem de ne mezbaha... vahşilik ve kan dökücülükleriy-le padişahlık döneminde Yunanlı, Ermeni ve Bulgari öldüren Türklerden geri kalır yanı yoktu. Mahkeme kararıyla Kürtler seferberlik haline benzer bir çabuklukla idam ediliyor, sürgüne gönderiliyor, hapsediliyorlardı" diye yazmaktadır. Kürtlerin ileri gelenlerinden Ahmet Ali ve Hoca Sabri, 25 Temmuz I925'te Cemiyet-i Akvam 'a yazdıkları mektupta şunlar belirtiliyor: "iki aydır ki ülkemizde kan dereleri akıyor. Kürt halkı, barbarların zulmüne karşı özgürlüklerine kavuşmak ve kaderlerini ellerine almak için silaha sarıldılar. Varlığımızın geleceğini tahakkuk etmeye, ancak başladığımız mücadeleler olanak veriyor. Mücadeleyi Ankara hükümetinin kanlı boyunduruğundan tamamıyla kurtuluncaya dek sürdüreceğiz. Kürt halkı aslen Ari ırkına mensuptur, ne soy, ne gelenek, ne de dil bakımından Türklerle hiçbir ortak yanı yoktur. Batı hükümetlerinin kayıtsızlığı, Ankara hükümetine Kürt milletine karşı, Ermenilere karşı da başarıyla gerçekleştirdiği jenosit politikasını uygulamada cesaret verdi. Mücadelemiz, ulusal bir mücadele ve açıktır. Kürt milleti, Cemiyet-i Ak-vam'dan hükümetlerin müdahalesini istemesi sadece insancıl bir görev değil, Kürt halkı Yakın Doğu'da barışın güvencesi olduğu için aynı zamanda siyasi bir zorunluluktur da."
Emperyalist devletler ve Cemiyet-i Akvam, Kürtlerin taleplerine kulak tıkayarak TC'yi desteklediler. 1925 Temmuz ayında da "Türk hükümetinin Kürtlere ve Türkiye Kürdistan'ında ayaklanmalara yönelik başvurduğu uygulamaya karşı Kürtlerin yaptığı protestoları ele almamayı kararlaştırdı. "
Şeyh Sait isyanının kanla bastırılmasından sonra, Kürtler yerlerinden, yurtlarından sürgün edilmiş ve topraklarına el konularak Balkanlar'dan getirilen Türklere dağıtılmıştı. Kürdistan'da "Türk yerleşim alanlarını artırmak" için yalnızca 1931 yılında Bulgaristan ve Yugoslavya'dan dönen yüz bin Türk göçmenin Kürdistan'a yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Daha 1926 yılında Kosova'da göç eden müslüman Ar-navutlar, isyan bölgelerine yerleştirilmiş, yine 40-50 bin Çerkez muhacir de Kürt topraklarında iskan edilmiştir.
Kürt ulusuna ve Kürdistan'a yönelerek geliştirilen sömürgeci siyaset, Cumhuri-yet'in hemen başında uygulamaya sokuldu. Kürt ulusal istemleri katliamlarla bastırılarak, Kürtlere inkar ve imha politikası dayatıldı. Kürdistan'ı sömürgeci boyunduruk altında tutma hedefi, yoğun bir asimilasyon ve katliamlar zinciriyle gerçekleştirilmeye çalışıldı. Anadolu'nun Türkleştiril-mesi ya da güncel tabiriyle mozaiğin mer-merleştirilmesi önündeki en büyük engeli Kürt ulusu teşkil etmekteydi. Bu engelin ortadan kaldırılması için her türlü yöntemin kullanılması, Türk burjuva egemen sınıflarını ve devletin yapısı ve Türk şove-nisti karakteriyle tam bir uygunluk içindeydi.
Şeyh Sait isyanıyla birlikte, Kürtleri inkar ve imha planı, Kürdistan'ın tamamında, bütün boyutlarıyla uygulamaya konuldu. Kemalist burjuvazi kesin sonuca ulaşmaya çalışıyordu. Kesin sonucun ne anlama geldiğini ise, çıkarılan iskan kanunuyla ilgili "bu kanun tek dilde konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktı r"(37) diyen, dönemin içişleri Bakanı Şükrü Kaya belirtmektedir.
İnkar ve imha politikası, katliam, sürgün, asimilasyon politikalarıyla iç içe yıllarca sürdürüldü. Bu politikanın yok olmak anlamına geldiğini gören Kürt ulusu, değişik yıllarda ve değişik bölgelerde birbiri ardına isyanlar örgütlediler. isyanlar her defasında katliamlarla bastırıldı.
TC ve kemalist burjuvazi, isyanların bastırılması, iç savaş ve Türkleştirme politikası bakımından yalnızca Cumhuriyet döneminin deneyimleriyle sınırlı bir birikime sahip değildi. Osmanlı döneminde Bal-kanlar'daki ulusal ayaklanmaların bastırılması, Ermeni ve Rum katliamları, İttihat ve Terakki'ye uzanan bir gelenek ve birikim üzerinde hareket etmektedir. Cumhuriyet döneminde, Kürtlere karşı yürütülen sömürgeleştirme politikasına yön verenler de bu süreçlerde yetişmiş ve bu süreçlerin bütün deneyimlerini taşıyan kadrolardır. Türk şovenizminin yön verdiği katliam ve baskı politikaları açısından, Osmanlıdan ittihatçılara, Kemalistlere ve Cumhuriyet Türkiye'sine uzanan bir devamlılık vardır. Cumhuriyet döneminin Kürt ulusuna karşı geliştirdiği inkar ve imha politikası, bu gelenek ve birikime yeni unsurlar katarak daha fazla geliştirilmesine hizmet etmiştir. Bugün de Kürdistan'da uygulanan bütün kirli savaş politikaları, Cumhuriyet'in başlarında Kürt isyanları sürecinde ve Kürt ulusuna karşı geliştirilen politikalar içerisinde bulmak mümkündür.
1930'lu yılların başında, çıkarılan 2510 sayılı İskan Kanunu ile, "dahili iskan safahatı cümlesinden olarak ana dili Türkçe olmayan nüfus terekkümlerini menni'ne ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine ve bu suretle hars vahdetini korunmasına ait tedbirlerin ittihas ve tatbiki için hükümete kanuni selahiyet alınması yasaklanacak, mevcutlar dağıtılacak ve kültür birliği böy-lece korunacaktır". 27 Nisan 1934 tarihli iskan Kanunu Mavakkat Encümeni Mazbatası 'nda ise şu bilgiler vardır: "Maksat, bunların suretle ana dillerini unutması, Türklerle karışması olduğundan, büyük köylerde, bir mahalle veya birbirine komşu ve kolaylıkla toplanır bir yerde olmamak şanıyla oturtulmalarında ise( bir mahsur-SP) görülmemiştir." (39)
Bütün bu ırkçı-şoven yasa ve uygulamalar, Kürtlerin Türkleştirilmesine, Kürdis-tan'ın sömürgeci siyasal ilhakının tamamlanmasına ve tek dil, tek kültür, tek ulus, tek devlet anlamına gelen üniter devlet yapısının pekiştirilmesine bağlı olarak yürütülmüştür. Bu politikalar bakımından, o yıllarda en büyük engellerden biri Dersim bölgesi görülüyordu. Dersim bölgesinde devlet otoritesi tesis edilerek sonuç elde edilmeye çalışıldı.
Dersim'le ilgili, daha 1926 yılından itibaren yoğun önlemler alınmaya başlandı. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, 1926 tarihini taşıyan raporunda "Dersim, hükümeti cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kafi bir ameliyat yapmak gerekli" (40) demektedir. Bu "çıban"ı n temizlenmesi için kapsamlı bir hazırlık ve önlemler geliştirildi. Ordu, vali ve diğer devlet görevlileri çok büyük yetkilerle donatıldı. Gerekli gördükleri herkesi sürgüne gönderme, idam hükümlerinin infazını gerçekleştirme gibi yetkilerle donatıldılar. 1930'dan itibaren zorla göç ettirme politikası sistemli olarak uygulandı.
Her devrin adamı olan Cumhuriyet gazetesi kurucusu ve başyazarı Yunus Nadi, "bu haliyle hükümet, Tunceli'nin dağlı bedevilerine şu hakikati anlatıyor ki,... Ya bu deve güdülecek, ya bu dağdan gidilecek... Türk vatanının ortasında Dersim bir lekeydi." (41) "Leke"yi temizlemek için onbinler-ce askerin, uçak, tank ve bombalarla gerçekleştirdiği Dersim kırımının sonucunda onbinlerce Der-simli öldürüldü. Evler ve köyler yakıldı kundaktaki bebekler süngü-lendi, kadınlara tecavüz edildi, onbinlerce Dersimi! ise sürgün edildi. Resmi verilere göre, 7954 kişi öldürülmüştür. Gerçek rakamlar, bunun çok daha ilerisinde, onbin-lerle ifade edilmektedir.
Dersim harekatına ilişkin Bakanlar Ku-rulu'nun aldığı kararda "sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanlara ve kullananlara yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür." (42) Emekli albay Hacı Hulusi Yaylagil, Son Şehitler adlı kitabında "I938'de bizi Dersim İsyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de; bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelimeydi; imha. Canlı bir şey bırakmayınız, genç-ihtiyar, çocuk, kadın saire. Bunların çoğunun infazı idi."
Şeyh Sait isyanından Dersim isyanına kadar onlarca irili ufaklı isyan ortaya çıktı ve benzer tablolar yaşandı. Dersim isyanının bastırılmasıyla, Kürt ulusal hareketi uzun bir sessizlik dönemine girdi. TC, Dersim isyanını da bastırarak Kürdistan’daki siyasal ilhakını tamamladı. Kürt ulusunun bütün ayağa kalkış yollarını kestiğini, Kürt sorununun üstünün betonladığını sandı. Asimilasyon politikasını daha da hızlandırarak sürdürdü. Fakat Kürdistan için her şeyin bitmediği sonraki süreçte, özellikle 1960'h yıllarda, ulusal uyanış ve silahlı kalkış bakımından da I980 sonrası dönemde açığa çıkacaktı. Kürt ulusu, yeniden ve daha kararlı, daha bilinçli, daha derinlikli bir şekilde ulusal özgürlük bayrağını yükseltti.
Kemalist burjuvazi, '20'li ve özellikle de '30'lu yıllar boyunca da ırkçı-şoven politikalarını sürdürdü. Avrupa'dan esen faşist rüzgarların etkisiyle ırkçı-şoven politikalarını derinleştirdi.
Burada bir olguya değinmekte yarar var: Kemalist burjuvazi ve Cumhuriyet ideolojisi bütün milliyetçi-şoven karakterine rağmen, o dönemde Türk halk yığınları içerisinde şovenizm ciddi bir heyecan yaratmıyordu. Türk halkı, Kürtlerle ve diğer halklarla bir düşmanlıkları olduğu inancında değildi. Bu nedenle ırkçı-şoven politikalar yıllarca üstten, siyasi iktidar tarafından halka dayatıldı. Şovenizmin, Türk halk yığınları içerisinde heyecan yaratmasının yolları arandı. "Bir Türk cihana bedeldir" gibi formülasyonlarla Türk halk yığınları şovenizmle zehirlenmeye çalışıldı. Kemalist burjuvazi ise, başından beri rejimi, Türk milliyetçiliği temelleri üzerine oturt-muştu. Oluşturulan resmi ideoloji şove-nizmle zırhlandırılmıştı. Resmi ideoloji, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi sentezlerle geliştiriliyordu.
İ928 yılında yapılan "Harf Devrimi" ile, Latin harşeri uygulanmaya konuldu. Böy-lece sonraki kuşakların I928 öncesiyle bütün bağları yazım alanında da kesildi. Tarihi aktarma, birkaç devletçi tarihçinin insafına terk edildi. Kendi tarihinden kopuk bir toplum yaratılmaya çalışıldı. Bu koşul-larda yeni dilde, yeni bir tarih yazmak çok daha kolaydı.Tarih olarak Türk gençlerine, sadece onlara değil, Kürt ve diğer azınlıklardan gençlere Osmanlı sultanlarının hep kazandı klan (l) meydan muharebeleri, M. Kemal'in bitmeyen meziyetleri ve büyüklüğü anlatıldı.
Kemalist kadrolar, Osmanlı'nın Türklüğü unutturduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle Türklüğün kökenini Osmanlılar da kurma şansları yoktu. Türkçü bir tarih tezi için "Türk olan" yeni bir tarih aradılar. Osmanlı öncesi döneme uzanarak, Orta Asya'da yaşayan Türklerin tarihinden dayanaklar aradılar ve oluşturdular. "Yadsın-mış, unutturulmuş" Türk tarihini açığa çıkaracak tezler hazırladılar. Bu tezler, Türk ırkının üstünlüğü üzerine kuruldu. Cihana ve emekçi yığınlara Türklerin üstün ırk olduğu kanıtlanmaya çalışıldı. Bütün dillerin Türkçe'den türediği, bütün halkların Orta Asya'dan Dünyaya yayıldığı, bütün medeniyetlerin Türklere dayandığı yalanları; Türkler'in bükülmedik bilek vs. gibi bir dizi saçmalık üzerine yeni bir Türk tarihi yazıldı. Bütün bu savunular, Türkiye'de yaşayan herkesin Türk olduğu tezine ulaştı. Mustafa Kemal'den feyz alan adliye vekili M. E. Bozkurt, ,1930 yılında şunları söylüyordu: "Benim fikri kananım şudur ki, bu memleketin kendisi Türktür. Öz Türk olmayanların bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır."Türklerin "asil ka-nı"nın, "kudret'e kaynaklık ettiği yalanının uçurulduğu dönemlerdir.
Cumhuriyet'le birlikte içte ve dışta "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesiyle hareket edildiği söylenir. Bu, gerçekte ırkçı-şoven politikaların, karşıdevrimci uygulamaların gizlenmesidir. "Yurtta Sulh"un ne anlama geldiğini, cumhuriyetin hemen başın-dan itibaren Kürt ulusuna uygulanan asimilasyon, inkar ve imha politikasında, işçi ve komünist muhalefetin yok edilmesinde, kemalistlere karşı her türden muhalefetin ezilmesi pratiğinde fazlasıyla görüldü. "Cihanda Sulh" bakımından da durum pek farklı değil. Musul ve Kerkük'ün "Misak-ı Milli" içine dahil edilmesi için, İngiliz emperyalizmiyle yürütülen mücadele kapsamında işgal planları hep saklı tutuldu.Gü-nümüzde de aynı hesaplar bitmiş değil.
Yine Avrupa'da esen faşist rüzgarlar da arkalanarak, Hatay çeşitli oyunlarla Türkiye'ye bağlandı.
Türkiye'nin genel dış politikaları, uluslararası emperyalizmin oluşturduğu dengelerden bağımsız düşünülemez. Kemalist burjuvazi için içte iktidarını pekiştirmek daha öncelikliydi.SB'nin varlığı ve bu dengelerin de ortaya çıkardığı nedenlerle Türk şovenizminin Kafkaslar'a yönelik Turan hayalleri bir süre geri çekilmişti. Daha doğrusu koşulları oluştuğunda yeniden ortaya çıkarılmak üzere buzdolabına kaldırılmıştı.
Gelişmelerin 2. emperyalist paylaşım savaşı yönünde evrildiği tarihsel süreçte, karşıdevrimci siyasal iktidar, Alman faşizmiyle ekonomik, siyasi, diplomatik ilişkilerini bir hayli geliştirmiş durumdaydı. İç ve dış politikalarında da bu etkinin gündeme getirdiği ve savaşın artık kaçınılmazlığının ortaya çıktığı dönemde, TC ile Alman faşizmi arasında ilişkilerde oldukça ileri bir düzey yakalandı. Türk hükümeti, özellikle I930'lu yılların ikinci yarısından itibaren sosyalist Sovyetler Birliği'yle ekonomik-si-yasi ilişkilerini sınırlandırma, emperyalist devletlerle ise daha fazla pekiştirme siyaseti izledi.
Türkiye'nin dış ticareti, ithalat ve ihracat bazında %50'ye yakını Almanya ile yapılıyordu. Böylesine yüksek bir rakam, Türkiye'nin ekonomik olarak Alman faşizminin kontrolü altında olması anlamına geliyordu. Ve Almanya, bu konumunu kaybetmek istemiyordu. Türkiye'nin ihraç mallarının esasını, savaş sanayi için yaşamsal önemde olan krom ve bakır madenleri ve tarım ürünleri oluşturmaktaydı. Dünya krom üretiminin %60 gibi çok büyük bir oranını üreten Türkiye, gerek bu ürün gereği, gerekse de olası bir savaş bakımından hegemonya mücadelesine sahne olmaktaydı. Almanya zorluyordu. Özellikle Almanya ile İngiltere arasında bütün savaş süresi boyunca da sürecek olan bu mücadele çok kızışmıştı. Alman faşizmi, Türkiye'nin dış ticaretindeki yerini korumak ve daha fazla pekiştirmek için, tarım ürünlerini piyasanın çok üzerinde bir fiyatla satın alarak tekel oluşturmaya çalışıyordu. Savaş hazırlıklarının büyük bir hızla sürdüğü bütün dönem boyunca, Alman faşizmi savaş sanayi ham maddesi olan kromu Türkiye'den sağladı.
Alman faşizmiyle Türk karşıdevrimci diktatörlüğü arasındaki ilişki, sadece ekonomik ilişkilerle sınırlı değildi. Türkiye'de faşist Alman propagandası hayli ileri bir düzeye ulaşmıştı. Türkiye'ye yönelik çeşitli basın kuruluşlarının yanında, Türk basınının da Alman faşizmi yanlısı bir konum alması için uğraşılıyordu. Türk basınının parayla satın alınmasıyla birlikte (demek ki şereşi (!) Türk basını tarihinde hep parayla satılıyor) savaş koşullarında kültürel, sosyal, teknolojik vb. alanlarda çok büyük bir gelişme sağlanmıştı. Kültürel, sosyal, teknolojik vb. alanlarda Alman faşizmi işi sıkı tutuyordu. Faşist Almanya'nın etkinliğinin gelişmesinde bütün bunların çok önemli bir yer tutacağının bilinciyle hareket ediyordu. Sinema, tiyatro, kültür-sanat merkezleri, bilimsel çalışmalar, çeşitli teknolojik ürünlerin gösterildiği sergiler vb. bu çalışmanın esasını oluşturmaktaydı. Türk öğretim görevlilerinin Almanya'da eğitimi ve Alman profesörlerinin Türk üniversitelerinde yoğun olarak görevli olması da buna eklenmelidir. Türkiye'nin savaş hazırlıklarının gelişmesine dönük Alman askeri yardımı, askeri eğitim ve işbirliği yoğunlaştırıldı. Askeri eğitim ve işbirliği kapsamında, Türk subaylarının Almanya'da eğitimi ve Türkiye'nin savaş teknolojisi ve donanı mı artırıldı.
Bütün bu ilişkiler ağı, Türkiye iç ve dış siyasetini temelden etkilemiş bir durumdaydı. İçte ırkçı, gerici-faşist uygulama ve yöntemler artırılmış, Turan hayalleri yeniden yüksek sesle dillendirilmeye başlanmıştı. Bayar ve İnönü’nün başbakanlığı dönemlerinde çıkarılan aşarla Enver Pa-şa'nın ailesi, kardeşi Nuri Paşa ve diğerleri, tanınmış Turancılardan Zeki Velidi To-ğan gibi isimler sürgünden Türkiye'ye geri döndüler. Bunlar çeşitli yayınlar çıkararak aydınlar, öğrenci gençlik, subaylar ve devlet bürokrasisi içinde Turancı görüşlerin propagandasını yapmaya ve hızla örgütlenmeye başladılar. Irkçı-faşist, Turancı söyleme uygun olarak sivil faşist hareket geliştirildi. Türkiye yasalarına göre komünizm ve ırkçılık propagandası yasak olmasına rağmen, bu, sadece ilerici, sol söylemi engellemek ve baskı altında tutmak için kullanılıyordu.
Dış siyasette, Türkiye, kıblesini tamamen Alman faşizmine göre ayarlamış bir durumdaydı. Alman faşizmi bunu ekonomik, askeri ve siyasi etkisi sayesinde sağlıyordu. Bu sayede, Türk siyasetini yönlendirmede önemli mesafeler ve dayanaklar sağladı. Türk yönetici çevrelerinde özellikle birçok etkili mevziyi ele geçirmiş durumdaydı. Türkiye'nin ırkçı-şoven bütün kesimleri Alman faşizmine karşı büyük bir hayranlık besliyor ve bunu hiç de gizlemiyorlardı. Bütün bunlar, savaş boyunca Türkiye'nin Alman faşizmi yanlısı bir politika izlemesinde son derece etkili olacaktı.
Türkiye, I930'lu yılların ikinci yarısından itibaren Sovyetler Birliği'yle olan ekono-mik-siyasi ilişkilerini, tek yönlü olarak dondurma noktasına getirmişti. Savaşın hemen öncesinde de Sovyetler Birliği'nin bütün çabasına rağmen, yeni ekonomik ve siyasi anlaşmaları imzalamaya yanaşmadı. Böyle olmasında Türk burjuvazisinin gelişmesine bağlı olarak, emperyalist devletlerle daha sıkı işbirliğine gitme çabaları önemli bir etkendir. Fakat daha da önemlisi, karşıdevrimci diktatörlüğün yoğun an-tikomünist şekillenmesine ek olarak, faşist rüzgarları da arkasına alan yayılmacı hayallerin güçlü bir şekilde yeniden açığa çıkmasıdır. Türkiye, komünizmin yayılmasının önlenmesine ve SB'nin yıkılmasına çok büyük bir ilgi ve sempati duymaktaydı. SB'nin parçalanmasıyla, Türk kökenli halkları içine alacak bir yayılmacılık siyaseti geliştiriyordu. Bu düşünce, diktatörlüğün gerçek yöneliminde görülmekteydi. Türk devletinin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde izlediği siyaset, diplomasi ve bütün bir savaş süresince Alman faşizminin yanında yer alması, tarihin gizemleri içerisinde gizlenmeye çalışılmıştır. Ve buna, bugün de, aynı kararlılıkla tarih kitaplarında yer verilmektedir. TC tarihi, kurtuluş savaşına ilişkin okutulan tarih kitapları, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasını zaten kapsamıyor. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşıyla ilgili olarak da, son derece sınırlı ve TC'nin izlediği siyasetin gizemine uygun keyfi bir içerik verilmektedir. Belki de Türk egemen sınıfları, TC'nin Alman faşizmi yandaşı ve suç ortağı pozisyonunun tarihe kaydedilmesini, pozisyonları ve resmi imajları açısından uygun görmemektedirler.
TC'nin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı boyunca savaşa katılmayarak "tarafsız kaldığı" belirtiliyor. Ve bu büyük bir övünç kaynağı olarak işleniyor. Türkiye fiili olarak savaşa katılmadı.Ama tarafsız kaldığı kocaman bir yalandır. Tersine, bütün bir savaş boyunca Alman faşizmi yanlısı bir siyaset izlemiş ve bu, Alman faşizmiyle ekonomik, siyasi ilişki ve bağlılık düzeyiyle tamamen uyumludur.
Savaşın başlamasıyla birlikte TC, bütün çabalarını Almanya'nın SB'ye saldırması yönünde yoğunlaştırdı. Almanya'nın Avrupa'dan ilerlemeden vazgeçerek bir an önce SB'ye yönelmesini istiyor ve bekliyordu. Almanya'yla İngiltere arasında barışın sağlanması ve emperyalist koalisyonun Sovyet ülkesini yıkmak için ortak saldırı gerçekleştirmesi için uğraşıyordu. Fakat emperyalist rekabetin ve egemenlik alanları için yürütülen savaşın mantığı farklı yönde işliyordu. Almanya ilk önce Polonya, Fransa ve İsviçre'yi işgal ederek Orta Avrupa'da hakimiyetini sağladı. Daha sonra ise Doğu Avrupa, Balkanlar ve SB yönünde ilerlemeye başladı.
Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması Türk egemen sınıflarını mutlu etti. Türkiye, Alman faşizminin çok kısa sürede sonuç alacağını düşünüyordu. Dönemin Başbakanı Rüştü Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu gibi yöneticiler, Almanya'nın SB'ne saldırmasından duydukları hoşnutluğu ve bunun kısa sürede sonuca ulaşacağı inançlarını açık olarak dile getirdiler. Saraçoğlu, Alman büyükelçisi Papen'e "Rusya'nın çözülebileceğini", "bolşevizmin hakkından gelinebileceğine sınırsız inancını" belirtir. İnönü ise, Almanların "Sovyetlere son güçlü tekmeyi vurabileceklerini" umar.
Türk siyasal rejiminin, Alman faşizmine desteği yalnızca savaş sanayinin hammaddesini teşkil eden madenlerin ve tarım ürünlerinin satımıyla sınırlı değildir. Bu destek, diplomatik, siyasi ve pratik biçimlerde de sürdürülür. Almanya'nın SB'yi yenilgiye uğratması için casusluk faaliyetlerine kolaylık sağlanır, fiiliyatta da "tarafsızlık" söyleminin aksine bir tutum geliştirilir.
TC, savaşın başında, Mussolini İtalya'sının Türkiye'nin Güneyine ilişkin işgal planları yaptığını düşünüyordu. Almanya'nın da Balkanları, işgal etmesinden sonra Orta Doğu'ya Türkiye üzerinden ineceği kaygısını taşıyordu. Bu kaygılarıyla ilgili olarak Almanya'dan güvence istiyordu. Ve Alman savaş kurmayının planları da Türkiye üzerinden değil, Kafkaslar üzerinden ilerleme yönünde gelişti. Diğer taraftan Türkiye, İngiliz ve Amerikan emperyalistleriyle ilişkilerini belirli bir seviyede tutmaya özen gözteriyordu. Savaşın ortaya çıkardığı sonuçlara bağlı olarak İngiliz ve Amerikan emperyalistlerinden aldığı askeri yardımlarla savaş gücünü yenileyerek artırmaya çalışıyordu. Askeri yardımlar, Alman faşizmi tarafından da sistemli olarak yapılmaktaydı. Sovyet sınırına asker yığarak faşist Almanya'nın yanında savaşa girme planları; Almanların çabuk sonuç alacağı beklentilerinin gerçekleşmemesi, aksine Sovyetlerin savaşın yönünü tersine çevirmeye başlaması suya düştü. Fakat, faşist savaşın genelkurmayı Türkiye'nin " tarafsız" kalmasının da kendilerine destek anlamına geldiğinin bilincindeydi. Hitler'in 14 Ağustos 1942'de Türkiye'den "güney kanadının siperi" olarak söz etmesi bunu gösterir.
Türkiye'nin savaş sürecindeki politikalarında, faşist Alman yandaşlığı, Sb düş-manlığı ve yayılmacı Turan emelleri iç içe geçmiş bir niteliktedir. İngiltere ve ABD'nin Sovyetlerle ittifak yapmış olmaları Türkiye tarafından sürekli bir eleştiri konusu yapılır. Bunun yerine Almanya ile İngiltere'nin barış yaparak birlikte SB'ye saldırması doğrultusunda çaba sarfedilir. Çünkü, ancak Sovyetler Birliği'nin parçalanması, Türk ırkçı şoven çevrelerinin Turan hayallerinin gerçekleşmesine olanak verebilirdi.
Bütün savaş boyunca Türkiye'de faşist Turancı politikalar oldukça ileri bir düzeye ulaştı. Başbakan Rüştü Saraçoğlu, Dışiş-leri Bakanı Numan Menemencioğlu, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak gibi isimler, faşist Almanya yanlısı politikalarda etkili olduğu gibi, Turan emellerinin bayraktarlığını da yapmaktaydılar. Alman faşist savaş kurmaylığının emperyalist yayılmacılığı ile TC'nin Turan düşünün kesiştiği noktada Alman faşizmi, Türkiye'nin bu politikasına ilgi gösterdi. Türkiye'ye bu isteklerini diplomatik ve yarı resmi yollardan iletiyordu. Almanya, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Türkiye'nin Turan düşüncesiyle ilgili bir komisyon bile kurdu.
Aynı dönemde Almanya'nın Türkiye Büyükelçisi Papen, "Türkiye'nin geniş ve etkili çevrelerinin" Sovyetler Birliği"ne kar-şı savaşın geliştiği ölçüde "Rus İmparatorluğunun gelecekteki siyasal biçimlenişi sorunu ile" uğraştıklarını, 25 Temmuz ve 5 Ağustos I94l'de Ankara'dan bildirdi. Baku petrol yatakları ile birlikte Azerbaycan'ın (İran'daki bölümünün de) Türkiye'ye bağlanması için propaganda yapmak üzere İstanbul'da bir komisyon kurulduğunu belirtti. Buna göre, bu grubun önderi İstanbul milletvekili Şükrü Yenibahçe, en tanınmış temsilcileri ise, I9l8'de Azerbaycan'a karşı girişilen Türk saldırısına komutan olarak katılan Enver Paşa'nın kardeşi ve 'varlıklı fabrikatör' Nuri Paşa ile tanınmış Turancı Zeki Velidi Togan ve Kırım Tatar sığınaklarının temsilcisi Ahmet Cafer'di. Togan ile öğrencisi ve en tanınmış Turancı dergi Bozkurt'un sahibi Oğuz Türkkan, daha başka birçok Turancı Türk gençliğini Sovyetler Birliği'ne karşı savaşa hazırlamak için I94I ile '44 yılları arasında-Alman gizli servisinin parası ile ve Alman faşizminin üslubu içinde- sınırsız bir şoven propagandası yürüttüler. Bütün bunlar, Türk hükümetinin göz yumması ile oldu." (44)
Türk yetkililerinin "çeşitli sınır düzenlemeleri" olarak ifade ettiği Turan hayalinin sınırları, Doğu Türkistan'ı da içine alacak tarzda, Orta Asya'da Türk kökenli bölgeleri; Güney'de ise, Musul-Kerkük ve Suriye'nin belirli bir kısmını içeriyordu. Bütün bu bölgelerin hakimiyetinin, Alman faşizminin çıkarlarını koruyacak tarzda Türkiye'ye verilmesini istiyorlardı. Nazi Almanya'sı Türklerin yayılmacı istemlerini kendi çıkarları doğrultusunda kışkırtmakla birlikte, çok fazla da güven vermiyordu. Türk kökenli halklarda salt dil birliği üzerinden bir siyasi birliğin sağlanamayacağı ve bu halkların Türkiye'nin hamiliğine yanaşmayacaklarını biliyordu.
Yine de, yayılmacı Turan düşüncesi, birinci emperyalist savaş döneminde olduğu gibi, ikinci emperyalist savaşta da sırtını Alman emperyalizmine yaslayarak gelişti TC, savaşın ortaya çıkardığı dengelerin de sonucu olarak eklektik, pragmatist yaklaşımları gereği Turan düşüncesini dünya kamuoyuna resmi olarak ifade edecek bir duruma geleme-di.Bütün gayretlere ve el altından yoğun destekle sürdürülen çalışmalara rağmen, Türk kökenli halklar içerisinde Sovyetler Birliği, hiçbir dönem Türk hükümetinin arzu ettiği derecede güçten düşmedi.
Sonuçta SB, sosyalist Anayurt savunmasıyla taarruza geçti; Alman faşizmini püskürterek yenilgiye uğrattı. Tabii ki bu, ırkçı Turan düşüncesinin Alman faşizmine yeterince hizmet etmediği anlamına gelmiyordu. Türk nazileri tarafından, Türk kökenli ve müslüman halklar ve esirler içerisinde yoğun bir propaganda ve örgütlenme çalışması yürütüldü. Esir Türkler ve müslümanlar içerisinde Alman faşizminin hizmetinde savaşmak üzere gönüllü birlikler oluşturuldu. Bu birliklerin sayıları on-binlerle ifade edilmektedir. Oluşturulan birlikler Türk subaylar tarafından eğitildi ve Alman silahlarıyla savaştırıldılar. Türk ırkçılarının yanı sıra, orduda görev yapan Kafkas ve Türk kökenli subaylar da "izine ayrılarak" gönderildi. Diğer taraftan, bu yönlü çalışmalar, Alman faşizmine çok geniş çaplı bir ajan faaliyeti yürütmesine olanak sağladı. Türk ırkçıları tarafından oluşturulan bu birliklerin ve yürütülen çalışmaların faşist Almanya'ya devasa büyüklükte yararlar sağladığı muhakkaktır.
Türk devleti, Alman faşizminin isteği üzerine Anadolu Ajansı'nda çalışan Yahu-dilerin tümünün işine son verdi. Savaşın ekonomik faturasını gayrimüslim topluluklara ve halka çıkarmak için yeni vergilendirmelere gitti. Halka karşı yoğun bir baskı ve sömürü uyguladı, l Kasım I942'de çıkarılan Varlık Vergisi yasasıyla Türkler'den düşük oranda bir vergi öngörülürken Rum, Ermeni ve Yahudiler'den yüksek oranda vergi öngörüldü. Bu yasanın uygulanması görevi, Türkler'den oluşturulan yerel komitelere verildi. Vergilerin yoğunluk düzeyi, yalnızca yıllık gelirin bir kısmına el koymakla kalmıyor, ödeyemedikleri durumda mükelleşerin servetlerine el konulmasını da hükme bağlıyordu. Nitekim vergisini ödeyemeyenlerin mülklerine el konularak Erzurum'da oluşturulan bir kampta toplandılar.
Bu yıllarda ırkçı, faşist, Pan Türkist görüşlerin yaygınlaşması için çok yönlü çalışmalar yürütüldü. Bu çalışmalar, devletin koordinesi ve desteğiyle sürdürüldü. Devlet içerisinde ırkçı-turancı kesimler ağırlıktaydı ve politikalara yön veriyorlardı. Dönemin Başbakanı R. Saraçoğlu, "27 Ağustos I942'de, Türkçe konuşan halkların oturduğu Sovyet bölgelerinin yönetimine katılma hakkı isteyince, Türkiye'deki aşırı sağcı şoven çevrenin sözcüsü durumuna geldi." (45) Yine aynı dönemde "Biz Tür-küz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Benim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve en az o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir" diyen Dışişleri Bakanı N. Menemencioğlu da aynı politikanın yürütücülerindendi. "Milli Şef" İnönü ise, bütün bu politikaların hamiliğini yapmaktaydı.
Savaş döneminde, ırkçı-turancı çizgideki yayınlarda çok büyük bir artış meydana geldi. Alman faşizmi bu tür yayınların desteklenmesi ve ulusal basının kontrol altına alınması için cömertçe para dağıtıyordu. Bu dönemde çıkarılan ırkçı-turancı yayınlar çoğaldı: Reha Oğuz Türkkan, 1939 yılında Bozkurt Dergisi'ni çıkarmaya başladı. Logosunda "Her ırkın üstünde Türk ırkı" yazan dergi en etkili olanlardandır. Yazarları arasında Hüseyin Namık Or-kun, Nihal Atsız, Necdet San-car, Prof. Abdulkadir vb. vardır. Kopuz, "Haftalık Türkçü Dergi" logosuyla çıkan Bozkurt, Millet, Çınaraltı dergisi, Türk Yurdu, Küllük, Çınar, Hamla, Doğuş, Hareket, Oluş, Yeni Türk, Gökbörü, Türk Amacı ve ayrıca yerel düzeyde çıkan çeşitli dergiler vb. uzun bir zincir oluşturur. Bu yayın faaliyeti bile, Türk nazilerinin etkinliği, sağlanan olanaklar ve devletin tutumuyla ilgili fikir vermektedir.
Dönemin en önemli halkalarından birisi de, sivil faşist hareketin oluşturulması ve etkili bir silah olarak kullanılmaya başlan-masıdır. Devlet desteğiyle, devletle iç içe gelişen Turanclıık-Türkçülük akımı, özellikle gençlik kitlesi içerisindeki örgütlenmeye dayanarak devletin çıkarlarına hizmet eden bir işlevle sivil faşist hareket olarak şekillendirildi. Yaygın bir yayın faaliyeti ve sınırsız örgütlenme olanaklarıyla donatıldı. Yoğun savaş hazırlıklarına bağlı olarak gençlik yığınları savaşa hazırlanmaya ça-lışıldı. Irkçı-şoven kitle gösterileri örgütlendi. Sınırlı bir güce sahip olsa da, ilerici-de-mokrat kişi ve kurumlar baskı altına alındı.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın gelişme yönünün, Sovyet halklarının ve Kızıl Ordu birliklerinin kahramanca direnişiyle değişmeye başlaması, Alman faşizmi için kaçınılmaz yenilginin kapılarının sonuna kadar açılması anlamına geldiği gibi, Türk nazilerinin ve TC'nin de yayılmacı Turan imparatorluğu hayallerinin bir kez daha yenilgiye uğraması anlamına da gelmekteydi. Bu koşullarda TC bakımından, Alman faşizmine sadakatini korumakla birlikte içte ve dışta yeni politikaları devreye sokması zorunlu hale geldi, İngiltere ve ABD'nin, faşist bloka karşı savaşa girmesi yönündeki baskıları son sınırına değin göğüslemeye çalıştı. Sonuçta 2 Ağustos I945'te Almanya'ya savaş ilan etti. Fakat bu, biçimsel bir savaş ilanıydı. Savaşın kaderi üzerinde pratik bir etkiye sahip değildi. TC'nin bir kısım yakın ve uzak çıkarları doğrultusunda atılmış bir adım olma özelliğini taşımaktaydı. Sonucun belli olduğu koşullarda yapılan savaş ilanı, özellikle ABD emperyalizmin yönlendirmesinden bağımsız değildi. ABD, savaş sonrası ortaya çıkacak olan yeni dengeler içerisinde Türkiye'ye önemli bir rol biçiyordu. Türkiye bu telkinlerin de etkisiyle, San Fransis-ko'da yapılacak Birleşmiş Milletler kuruluş toplantısına katılabilmek ve uzun vadede de, yeni güçler dengesi içerisinde kendisine bir yer bulabilmek için savaş ilan etti.
Türk devleti, savaşın kaderinin belli olduğu dönemde içte de bir dizi adımlar attı. 1944 yılında, turancılara dava açarak tutuklamalara gitti. Böylece hem uluslararası kamuoyuna mesaj vermeye, hem de Türk nazilerini yeni durumun gerekli kıldığı çizgiye çekmeyi hedeşedi.Turancılara yönelik bir dava açıldı. 23 kişilik Turan davasında, Alparslan Türkeş, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan gibi isimler de vardı. Bu isimlerin birçoğu daha sonraki süreçlerde, kontr-gerilla örgütlenmesi ve devlet yapılanmasında önemli rol oynayacak kişilerdir. I944'te Türk ırkçılarına açılan dava ve tutuklamalar, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası, MHP'li kimi fa-şistlerin tutuklanmasında olduğu gibi, görüntüyü kurtarma amacı gütmektedir.
Turan davasında Türkeş'le ilgili hazırlanan iddianamede şunlar belirtilmektedir: "Tahkikattaki itiraşarını huzurunuzda da teyid eden bu sanık, Türkiye'de yalnız Türk soyundan gelenler yaşamalıdır. Karışık ırklar memleketten ayrılırsa, nüfus azalacaktır. Bu sebeple büyük bir Türk birliği kurmak zaruridir" şeklinde itiraf etmiş ve bu husus Nihal Atsız'a yazdığı mektuplarda da sabit olmuştur. Nihal Atsız'ın ordu içinde ajanlığını yapan sanık, onu adeta ihtilale tahrik etmiştir. 4. 4. 1944 tarihli mektubunda ise; "Türkmilletinin içinde bulunduğu tehlikelerden kurtulmasının mümkün olacağına inanıyorum. Atsız'ın kılıçtan keskin olan kalemi bu işi her halde muvaffakiyete erdirecektir. Kalem kıyafet etmezse, o zaman işi silahlara bırakacağız. Ruhumuz, yüreğimiz, kılıçlarımız seninle be-raber-dir" demiştir. Atsız ise ifadesinde şunları söylemektedir: "Faşizm ve Turancılıktan mahkumiyeti bir şeref telakki ederim... Turancılık, Türkçülüğün lazımı gayri mütafarıkıdır. Türk, üç batın ilerisine kadar Türk olanıdır. Devlet teşkilatının, Türk ırkından olanlar tarafından idaresi lazım ve zaruridir. Türkiye'de bulunan ve Türk tebaası olan gayri Türkler; Arnavut, Çerkez, Boşnak, Kürt, Laz vs. unsurlardır. "İddianamede; "R. Oğuz Türkkan, Cihat Şa-vaşfer, Hikmet Tanyu'nunda bulunduğu grubun Gürem adlı bir örgüt kurdukları, Bozkurt mecmuası idarehanesini merkez ittihaz ederek, gizli cemiyetlerin teşkilat faaliyetlerini planlı suretle tesit ve tanzim ettikleri sabit olmuştur" tespiti yapılmaktadır." (46)
Davanın gelişimi ve sonuçlanması da oldukça ilginçtir. Bir süre sonra yargılananların I3'ü serbest kalırken, 10 kişiye de 10 yıla kadar ceza verilmiştir. Dava daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozulmuş ve 31 Mart I947'de bütün sanıklar beraat etmiştir. Beraat kararında, "suç olmayan bir fikrin cemiyet haline girmesinin de suç olmayacağı" belirtilmiştir. Bu karar, ırkçılık, faşizm gibi ideoloji ve akımların suç sayılamayacağının tescilidir. Ve daha sonraki yıllarda Demirel'in "bana milliyetçiler adam öldürüyor, dedirtemezsiniz" açıklamasıyla ve MHP'li faşistlerin devlet tarafından "vatansever" olarak onurlandırılma-sıyla çok uyumludur. Bu kararın alındığı dönemde çok sınırlı bir güç teşkil eden ilerici, demokrat, antifaşist kişiler, aydınlar, gençler büyük bir baskı altında tutulmakta, ağır cezalara çarptırılmaktadır. Türk faşistleri, savaş sonrası dönemde de etkin olarak kullanıldı .Çoğunluğu devlet içerisinde etkin görevlere getirildiler.
Soğuk Savaş Şovenizmi ve Merhaba Amerika
Türk şovenizminin yeni şekillenmesi, savaş sonrası ortaya çıkan yeni dengeler üzerinde geliştirilen emperyalist politikalarla uyum içerisindedir. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı, emperyalist-kapitalist bloğun yeni efendisi olarak ABD emperyalizmini ön plana çıkardı. Alman faşizmini, 20 milyon yurttaşının ölümü pahasına yenilgiye uğratan Sovyetler Birliği ve sosyalizm, dünya ölçeğinde çok büyük bir prestij kazandı. SSCB önderliğinde, Balkanlar ve Orta Avrupa devletlerinin büyük çoğunluğunu içine alacak tarzda sosyalist kamp kuruldu. Dünya genelinde de ulusal kurtuluş, bağımsızlık ve sosyalizm mücadeleleri büyük gelişmeler gösterdi.
Kapitalist-emperyalist dünya, ABD emperyalizmi önderliği altında, anti-komünist, anti-sovyet içerikli soğuk savaş dönemini başlattı ve bütün gücüyle sosyalizmi yıkma çabası içerisine girdi. Truman Doktrini, Marshal Planı gibi projelerle ABD, hem emperyalist-kapitalist blokun yeni efendisi oldu, hem de dünya emperyalist yağma ve sömürü düzeninin devamını sağlayabilmek için Sovyetler ve sosyalizme karşı emperyalist-kapitalist sistemi soğuk savaş çizgisinde birleştirdi. Türk rejimi de, daha savaşın içerisinde, ABD emperyalizmiyle ilişkilerini geliştirmede küçümsenmeyecek bir mesafe katetti. Savaş sonrası emperyalist hegemonyada Türkiye, ABD emperyalizmine bağımlı yeni sömürge statüsünün sürekli pekişmesi yönünde ilerledi. ABD emperyalizmi, soğuk savaş kapsamında, Sovyetlerin sınır komşusu olan Türkiye'ye büyük önem veriyordu. Türk devleti, kendisine biçilen rolü üstlenme konusunda adeta can atar bir pozisyonday-dı.Çünkü "stratejik önemi" artmıştı. Savaş boyunca Alman faşizminin hizmetinde olan Türk gericiliği, yeni dönemde ABD emperyalizminin hizmetinde bir rol üstlendi. Diktatörlük, ABD emperyalizmiyle ilişkileri daha fazla geliştirerek, askeri ve ekonomik yardımları artırmak için uğraşıyordu. Savaşın hemen sonrasında, Sovyet-ler'in Türkiye'nin Kuzey 'Doğu'sunda ve Boğazlar'da gözü olduğu, toprak talep ettiği tezini ileri sürdü. Sovyetler'le ilişkileri mümkün olduğunca germeye çalıştı. Emperyalist kampın Sovyetler'e karşı yeni bir savaş açması için çeşitli kontra eylemler düzenledi. Geniş çaplı tutuklamalara girişti. Amaç, iç ve dış politikada izlenen siyasetle emperyalist-kapitalist dünyanın yeni yapılanmasında, ABD emperyalizmine bağlı olarak daha fazla rol üstlenmek; NATO vb. askeri, siyasi, ekonomik karakterli emperyalist kuruluşların içinde yer almak ve Truman Doktrini, Marshal yardımı çerçevesinde askeri ve ekonomik yardımlardan yararlanabilmekti.
Türk ırkçı faşist hareketin yeni konum-lanışı da, diktatörlüğün politikalarından bağımsız değildir. Soğuk savaş döneminin anti-komünist, anti-sovyet ideolojik-politik ekseni, faşist hareketin temel işlevini açığa çıkarmaktaydı. Devlet destekli ve basının yönlendirmesiyle büyük bir antikomü-nist kampanya başlatıldı. İlerici, demokrat yazarlar, gazete ve dergiler, öğretim üyeleri ve gençler, komünist ilan edilip hedef seçilerek korkunç bir terörün hedefine kondu. Antikomünist faşist kitle gösterileri düzenlendi. Bu faşist kitle gösterilerinin örgütlenmesinde gençlik ve üniversiteler hedef seçilmiş; gençlik antikomünist, ırkçı-fa-şist bir ruhla eğitilmeye çalışılmıştır. Gösterilerin örgütleyicisi olarak, daha önce Turan davasında yargılanan birçok kişi rol oynar. Psikolojik ve fiziki terörle sürdürülen antikomünist furya doğrultusunda, Pan Gazetesi, Yeni Dünya gazetesi, sol içerikli kitaplar satan kitapevleri basılarak tahrip edilmiş; ilerici, demokrat öğretim üyeleri üniversitelerden uzaklaştırılmış, sol yönelim ve içerik taşıyan her şey hedef haline getirilmiştir. Tan ve Yeni Dünya gazeteleri anti-komünist kitle gösterileri sonucunda dağıtılır. Binlerce genç devletin ve Cumhuriyetin, Tan gibi gazetelerin hedef gösterilmesi ve yönlendirmesiyle antikomünist gösteriler düzenlemiş ve bu gösterilerle Tan ve diğer gazete, dergi, kitapevleri basılıp dağıtılmıştır. Bu yıllarda İstanbul, Ankara gibi büyük şehirler başta gelmek üzere, birçok yerde milliyetçi-şoven gösteriler düzenlendi. Bu gösterilerin ana kitlesini üniversiteli gençler oluşturmaktaydı. İlerici, demokrat muhalefetin çok cılız olduğu bu yıllarda, gençlik yığınları Türkçülüğün, faşizmin ideolojik çemberi içerisinde tutulmaya çalışıldı. Savaşın hemen öncesinde ve başlarında, antifaşist karakterli gençlik eylemleri olsa da, gençlik içerisinde antifa-şist bilinç ve örgütlenme zayıftı.Bunun da etkisiyle, gençlik yığınları, ırkçı-faşist hareketin çekim merkezine kolayca girebiliyor ve ana gövdesini oluşturuyordu.
Türkiye, emperyalist blokun Sovyetler Birliği'ne karşı geliştirdiği soğuk savaşın merkez üslerinden biri oldu. Kore'ye asker gönderip kendini ispatlayarak NATO üyesi olmayı başardı. Bu tarihten sonra onlarca NATO ve ABD üssü Türkiye'de konumlandırıldı. NATO üyesi ülkelerde, "komünizm tehlikesine karşı", ABD ve ClA'nın planlamalarıyla kurulan kontrgerilla örgütlenmesi (Gladyo) Türkiye'de de oluşturuldu. Türk kontrgerilla-sının örgütlenmesi ve faaliyetlerinde ırkçı-faşist güçler kullanıldılar. Birçok subay ABD'de kontrgerilla eğitiminden geçirildi. Bu dönemde ABD'de askeri eğitim alan ve kontrgerilla örgütlenmesine aktif olarak katılan kişilerden birisi de Tür-keş'tir.
1946'da çok partili döneme geçilmesinden sonra I95l'de Bayar-Menderes'in DP'si seçimleri kazanarak hükümet oldu. DP döneminde de ABD'ci soğuk savaş politikaları, an-ti-komünizm, şovenizm politikaları sistemli olarak sürdürüldü. Ek olarak dinci, tarikatçı topluluk ve kişiler de daha yoğun olarak sisteme çekildi, kullanılmaya başlandı. Devletin ırkçı-şoven ideolojik muhtevası dinsel motişerle daha fazla güçlendirildi. Dini gericiliğin ve politik isla-mın devlet kontrolünde hızla örgütlenmesi yoluna gidildi. 6-7 Eylül olaylarında da görüleceği gibi, dinsel motif ve dinsel topluluklar ırkçı-şoven katliamları ve kontrgerilla eylemlerinin önemli ayaklarından biri haline geldiler.
1950'li yıllara değin Türkiye'nin özel olarak Kıbrıs sorunu yoktu. Kıbrıs'ta yaşanan kimi gelişmeler de kullanılarak "Kıbrıs Türktür, Türk kalacak" sloganı doğrultusunda politikalar geliştirildi. Dinci ve şoven kesimlere dayalı "Kıbrıs Türktür Cemiyeti" kuruldu. Yunan ve Rum halklarına karşı tarihsel önyargı ve düşmanlık kışkırtılarak şovenizm geliştirilmeye, düşmanlık körük-lenmeye çalışıldı. Koyu şovenizm ve dinsel motişer temelinde tırmandırılan gerilim, 6-7 Eylül I955'te sonuçlarını verdi.
6-7 Eylül olayları, günler öncesinden planlanmıştı. Rumların ev ve işyerleri bu plana uygun olarak işaretlenmişti.(1970'li yıllarda tıpkı Maraş, Çorum vd. kentlerde olduğu gibi.)Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığı haberinin devlet kontrolündeki basın tarafından kışkırtıcı bir şekilde aktarılmasıyla olaylar başladı. "Kıbrıs Türktür Cemiyeti" gibi örgütlenmelerin önderliğinde polis destekli olarak, Rumlar'ın yoğun olarak yaşadığı bölgelerde korkunç bir terör estirildi. Dükkanlar, evler, işyerleri yakılıp yıkılarak yağmalandı, onlarca yerde aynı anda yangınlar çıkarıldı. İki gün boyunca sürdürülen bu kitlesel terör; 3 ölü, 30 yaralı, 73 Kilise, l Havra, l Ayazma, 3 Manastır ve 3584'ü Rumlara ait olmak üzere 5583 ev, işyeri ve dükkan tahrip edilmiş, yakılıp-yıkılmış ve yağmalanmış-tır. Bütün bu olaylar sonucunda 70 bin Rum Türkiye'yi terk etmiştir. Daha sonradan da anlaşılacağı üzere Selanik'teki Atatürk'ün evinin bombalanması da Türk istihbaratının işidir. Atatürk'ün evinin bombalanması ve 6-7 Eylül olayları, Özel Harp Dairesi'nin işiydi. Türk kontrgerillası, ince adıyla Özel Harp Dairesi, 6-7 Eylül olaylarıyla iyi bir deneme yapmış ve gücünü sınamıştır. 6-7 Eylül olayları, devlet tarafından her zaman ki gibi, komünistlerin kışkırtması olarak damgalanmak istenmiş ve sorumlular olarak da Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezirci gibi ilerici yazarlar gösterilmeye çalışılmış ve davalar açılmıştır. Devletin çıkarları için gerçekleştirilen kontrgerilla eylemlerinin devrimcilere, komünistlere yıkılması geleneği daha sonraki yıllarda da sürdürüldü. Birer kontrgerilla eylemleri olan Maraş katliamı, Gazi katliamı gibi eylemlerin devrimcilerin üzerine yıkılmaya çalışılması, devrimcilerin provokatörlükle suçlanması, bu kirli geleneğin yeni biçimlerde devam ettirilmesi-dir.Dün-yadaki bütün faşistler, gerçekleştirdikleri provokatif eylemleri savunamadıkları için komünistlere, antifaşist güçlere yıkmaya çalışmışlardır. Türk faşistleri de bu kirli yöntemi fazlasıyla kullandılar.
Türk şovenizmi bu yıllarda sistemli olarak geliştirildi. Dış Türkler teması, Turan hayalleri korunmakla birlikte belli düzeylerde geri çekildi. Bundan doğan boşluk yeni unsurlarla; ulusal düşmanlıklar, yoğun bir Kemalizm propagandası, antiko-münizm, dinsel motişer vb. daha fazla geliştirilerek doldurulmaya çalışıldı. Devletin resmi ideolojisinin esas unsurlarından biri olan şovenizm, bu motişer aracılığıyla yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Kemalizm olgusu, bu bakımdan oldukça önemlidir. Resmi ideolojinin bütün unsurları Kemalizm ekseninde sentezlendi, Kemalizm adeta bir dinsel inanç, bir tapınma düzeyine yükseltildi.
27 Mayıs darbesi, kendi içinde çeşitli özgünlükler taşısa da, sonuçta resmi ideolojinin tahkim edilmesi ve devletin yeniden düzenlenmesini hedeşeyen gerici bir darbeydi. Darbecilerin kontrgerillacı Tür-keş'ten, sol kemalist subaylara kadar bir çeşitlilik taşıması, dönemin iktidar mücadelesinin ortaya çıkardığı güçler dengesinin bir yansımasıydı. Resmi ideolojinin ırkçı, şoven, antikomünist, kemalist karakteri daha da geliştirilerek korundu. Antikomü-nizm, devletin bütün dokularına işlemiş bir reaksiyon olarak propaganda edildi. Faşist örgütlenmeler antikomünizm ekseni üzerine oturtularak geliştirilmeye çalışıldı. Çeşitli örgütlenmeler ve "Komüzmi Telin" mitingleri gibi araçlarla şovenizm güçlendirilmeye çalışıldı.
DP'nin devamı olarak kurulan AP'ye başkan arayışları sürecinde ilk olarak A. Tür-keş üzerinde duruldu. Türkeş sivil siyasete AP ile değil, CKMP ile girmeyi tercih etti. CKMP'yi ele geçirdikten sonra, onu ırkçı-fa-şist düşüncelerin çekim merkezi haline getirdi. Aynı süreç, antikomü-nizm temelinde sivil faşist güçlerin de hızla örgütlendirildiği bir süreçtir. Daha çok gençlik yığınlarını hedef alan bu örgütlenme ağırlıklı olarak, Komünizmle Mücadele Dernekleri bünyesinde toplanmaktaydı. KMD, AP, CKMP gibi gerici, faşist partilerin ve dinci-tarikatçı çevrelerin etkisi altındaki gençlerden oluşturulmaktaydı, ilk başlarda AP çizgisindeki gençler daha etkin durumdaydılar, süreç içerisinde, Tür-keş'in CKMP'si etkin duruma geldi. KMD, adından-da anlaşılan işlevinin yanında Türk şoven milliyetçiliğinin, faşistlerin, dinci kesimlerin önemli örgütlenme ve bu düşünceleri yaygınlaştırma araçlarından biri oldu. İlk olarak 1963 yılında İzmir'de kurulan derneğin, şube sayısı hızla artarak ülke çapında yaygın bir örgütlenme düzeyine erişti. I963'te 9 olan şube sayısı, I964'te 20, 1965'te 61, 1966'da 91, I967'de II8, I968'de ise I4l'e ulaştı. Antikomünist reaksiyonun etkisini "bu kış komünizm gelebilir" sözünde ifadesini bulan komünizm sendromu içindeki Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, bir dönem derneğin fahri başkanlı-ğını da yapmıştır.
1964 sonrası dönemde, toplumsal muhalefetin devrimci atılım sürecine girmesi; rejimle bağı içerisinde sivil faşist örgütlenmelerin daha etkili bir şekilde konumlandırılarak ileri sürülmesi sonucunu doğurdu. Hızla gelişen devrimci mücadeleyi ezmek için devlet, resmi güçlerinin yanında sivil faşist örgütlenmeleri geliştirerek, ilerici, devrimci gençlik yığınlarına, işçi ve emekçi, yoksul köylü kitlelerinin toplumsal muhalefeti üzerine saldırttı.
Türkeş'in CKMP'si, I968 yılında Adana Kongresiyle MHP ismini aldı. Yine CKMP'nin yan kuruluşu işlevi oynayan Milliyetçiler Derneği de, I968 yılında Ülkü Ocakları'na dönüştürülerek örgütlenmesini hızlandırdı. Böylece MHP ve Ülkü Ocakları, sivil faşist örgütlenmenin merkezi haline geldi. Türkeş, I968'de "komünistler memleketi sahipsiz sanıp, sokak hakimiyeti kuramazlar. Onların anlayacağı dilden konuşacak memleketçi-milliyetçi çocuklar vardı r" açıklamasını n gereği olarak komando kamplarını kurdurdu. Bu kamplarda yüzlerce MHP'li-Ülkücü genç eğitilerek, devrimci toplumsal muhalefet odaklarının ve gençliğin üzerine saldırtıldı. Antikomünist, ırkçı-şovenist, faşist bir ideolojiyle yetiştirilen bu gençler, saldırılarını katliam, öldürme ve bombalamalarla arttırdı. Birçok ilerici, devrimci genç, sivil faşist saldırılarla öldürüldüler. Antifaşist, antiem-peryalist mücadeleyi yükselten devrimci gençlik, sivil faşist hareketin boy hedefi oldu. Bu aşamadan sonra devleti sivil faşist hareketten, sivil faşist hareketi kontrgeril-ladan, kontrgerillayı devletten ayrı düşün-mek olanaksızdır. Hepsi de birbirine bağlı, devletin kontrol ettiği güçlerdir. Sivil faşist hareket, devletin stratejik bir yedeği olarak, savunucularından biri olarak konum-lanmıştır. Faşizmin ve sermayenin egemenliğine karşı işçi sınıfının, emekçi yığınların, gençliğin ve halkların özgürlük mücadelesinin gelişmesiyle sivil faşist güçler ileri sürülmüştür. Özgürlüklerin düşmanı ırkçı-faşist ideolojinin yönlendiriciliğinde birer cinayet şebekesi olarak yerlerini al-mışlardır.
İ965-I97I devrimci atılımının önü mevcut araçlarla ve sivil faşist güçlerle kesile-meyince, askeri darbeyle bu sağlanmaya çalışıldı. 12 Mart '71 askeri faşist darbesi, faşist diktatörlüğü kurumlaştırarak işçi, emekçi ve gençlik yığınlarına karşı daha koyu bir baskı ve terör politikası izledi. 12 Mart faşizmi, gençliğin, işçi ve emekçi yığınların antifaşist, antiemperyalist toplumsal mücadelesini yenilgiye uğratsa da, hakimiyetini uzun süre devam ettiremedi. Devrimci önderler ve devrimci hareket kahramanca bir direniş sergileyerek yenil-mişti. Yeniden toparlanma da hızlı oldu. '74 sonrası dönemde, devrimci hareket yeni bir atılım sürecine girdi. Başta gençlik olmak üzere, işçi, emekçi yığınların politik bilinci hızla gelişerek, faşizm ve sermayeye karşı örgütlendiler. Yüzbinlerin sesi yeniden sokakları, kampusleri, fabrikaları doldurmaya başladı.
'75 devrimci atılım sürecinde, işçi, emekçi yığınlar ve gençlik karşılarında yeniden resmi militarist güçlerin yanında, merkezini MHP-Ülkü Ocakları'nın oluştur-duğu sivil faşist hareketi buldular. Faşizm ve sermayenin koçbaşı ve öncü vurucu gücü olarak, örgütlü sivil faşist güçler devrimci dalgayı kırmanın en önemli araçlarından biri olarak kullanıldı. Gerek '65-7I, gerekse de '75-'80 devrimci atılım süreçleri karşısında ırkçı, şoven, anti-komünist, kemalist, dinci düşüncelerin bir sentezinden oluşan ideolojik bir perspektişe sivil faşist hareket siyasal bir akım olarak daha ileri düzeyde örgütlendirildi. "Komünizm tehlikesi" devrimci hareketin şahsında bir gerçekliğe dönüşmüştü. Kurulu faşist düzen ve sermaye egemenliği çıkarına faşist katliam ve cinayetler işlemeye başladılar. Bu rolü daha etkin oynayabilmek için, devlet destekli olarak hızla geliştirildiler. On yıllardır sürdürülen ırkçı politikaların toplum içerisindeki etkilerini antikomünist bir reaksiyon olarak örgütleme yoluna gitti. Her devrimin bir karşı-devrimi de örgütleyerek ilerlediği gerçeği, karşıdevrimin kitlesel ayağını oluşturan sivil faşist örgütlenmenin gelişmesinde ifadesini buldu. Bu karşıdevrimci örgütlenmenin merkezini MHP-Ülkücü hareket oluşturmaktaydı. Kanlı Pazar olaylarında ve daha sonra '75-'80 devrimci atılım sürecinde, Maraş vb. olaylarda da görüleceği gibi, dinci, şeriatçı örgütlenmeler de önemli bir rol oynamaktaydılar. Fakat devletle, kontrgerillayla doğrudan bağı içerisinde örgütlenen MHP-Ülkü Ocakları çizgisiydi.
Türkeş ve MHP'si başından beri ırkçı-fa-şist, kafatasçı bir zihniyete sahiptiler. Türk ırkının siyasal birliğini sağlamayı hedeşeyen "Dış Türkler" teması ve Turan özlemleri her dönem korundu ve ideolojik yapılanmasının önemli bir unsurunu oluşturdu. Fakat, devrimci hareketin oluşturduğu "komünizm tehlikesi" ve bu "tehlike" karşısında üstlendiği misyon, ideolojik-siyasal pozisyonun da bu duruma göre düzenlenmesini gerekli kılıyordu. İdeolojik, politik pozisyonu pratik işlevine göre şekillendi. Dış Türkler temasından çok, antikomünist, ırkçı-şoven ve dinsel motişer politikalarında daha fazla ön plana çıktı. "Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman" formülasyonunda ifadesini bulan Türk-İs-lam sentezci bir çizgi oluşturdu. Türk-is-lam düşüncesiyle bir taraftan, Türkçülüğü kafatasçı bir zihniyetle en uç ve saldırgan biçimlerde dillendirirken; diğer taraftan da, dinsel gericiliği şoven bir saldırganlıkla birleştirmeye çalıştı. Toplumun, Türk şovenizminin en uç kesimleri ve dini gericiliğin en saldırgan kesimlerini MHP çatısı altında toplama yoluna gitti. Irkçı, şoven saldırganlıkla, dini gericiliğin saldırgan yorumunu Türk-islam düşüncesi adı altında birleştirdi. I. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti ve Kıbrıs Harekatı gibi gelişmeler , MHP-Ülkücü hareketin ve şovenizmin örgütlenmesine geniş bir alan açtı. Seçimlerde parlamentoya 3 milletvekili sokabilen MHP, l. MC Hükümetinde 2 bakanlık almıştı. MC hükümetiyle devlet içinde MHP'li kadrolaşmaya hız verildi. Hükümet olanaklarının sağladığı avantajlarla, sivil faşist örgütlenme yoğun olarak geliştirildi. Devlet bürokrasisi ve militarizm içerisinde örgütlendi. 12 Mart faşist darbesiyle faşist diktatörlüğün toplumsal dayanakları genişletilmeye çalışıldı.
1974'te Ecevit'in başbakanlığı dönemin de gerçekleştirilen Kıbrıs harekatı da Türk şovenizminin gelişmesi ve örgütlenmesinde çok önemli bir yer tutmuştur ve tutmaya devam etmektedir. '50'li yıllarda ortaya çıkarılan "Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır" politikası çerçevesinde 6-7 Eylül katliamı gibi olayları da içine alarak geliştirilen Kıbrıs sorunu, daha sonraki yıllarda da işgalci, şoven politikalarla sürdürüldü. Kıbrıs sorunu ekseninde Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetimiyle tırmandırılan gerilim, yayılmacı, şoven politikaların sonucunda "Kıbrıs Barış Harekatı"yla yeni bir aşamaya evrildi. Adı dışında barışla hiçbir ilgisi olmayan harekatla birlikte, Kıbrıs'ın kuzey kesimi Türk ordusu tarafından işgal edilerek bir "yavru vatan" oluşturuldu. Daha sonraki yıllarda ve günümüze değin Kıbrıs sorunu, Yunan ve Rum düşmanlığı temelinde Türk şovenizmine kaynaklık eden önemli bir unsur olarak korundu. Dönemsel olarak ortaya çıkan krizlerle birlikte Kuzey Kıbrıs'ta Tür-k işgali devam etti. "Taksim planı" çerçevesinde Kuzey Kıbrıs'ın TC ile entegrasyonu politikası geliştirildi. Kıbrıs harekatının bir diğer önemli sonucu ise; oluşturulan "yavru vatan"! n tam bir kontrgerilla üssü olarak kullanılmasıdır. Oluşturulan Milli Güvenlik Akademisi'nde devlet yapısı içerisinde önemli görev alan bütün bürokratlar, burada eğitimden geçirildikten sonra yükseltilmişlerdir. Kuzey Kıbrıs, Türk kontrgerillasının üssü, çetele-rin-kirli ticaret ve kara para aklama merkezi olma işlevini daha sonraki yıllarda da artırarak sürdürdü.
'75-80 arası dönemde MHP ve sivil faşist örgütlenmeler, devlet destekli olarak hızla örgütlendirildiler. Kurulan 2. MC hükümeti bu süreci daha fazla hızlandırdı. Devlet içerisinde MHP ve ırkçı-faşist kadrolaşma, bütün olanaklar kullanılarak geliştirildi. MHP-Ülkü Ocakları eksenli sivil faşist hareketin, polisin ve devletin diğer kurumlarıyla işbirliği içerisinde, toplumsal muhalefetin bütün dinamiklerine yönelik saldırı ve katliamları hızlı bir artış gösterdi. Faşizm ve sermayenin her alanda koruyuculuğunu yaptılar.
Sivil faşist hareketin işlevi, devrimci hareketin gelişmesiyle doğrudan ilintilidir. Faşist diktatörlük, işçi, emekçi ve gençlik muhalefetini, devrimci hareketi bastırmada yalnız yasal olanaklar ve resmi güçleriyle yetinmedi. Devlet beslemeli, sivil faşist örgütlenmeleri "milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz" diyerek, sivil faşist örgütlenmeleri hem devlet güvencesi altına almakta hem de aradaki dolaysız bağı göstermekteydi. Devletin açık desteğini de arkalarına alan bu güçler, korkusuzca cinayet ve katliamlarına hız verdiler.
MHP, her dönem iktidarın etkin bir parçası olarak iktidar bloku içerisinde yer aldı. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin iktidarı olan faşist diktatörlüğün ayakta kalmasında, devletin resmi güçleri kadar etkide bulundu. 1977 yılında Pentagon'da hazırlanan darbe senaryoları devreye sokulduğunda da, askeri darbeye giden yolun döşenerek ortamın oluşması ve darbenin dayanakları olacak motişerin hazırlanması yönünde eylemlerini yoğunlaştırdılar. MHP'lilerden TİT, TÜŞKO, ET-kO gibi çeteler oluşturuldu. Birçok katliam ve cinayetler bu çeteler adına üslenildi. Böylece, cinayet ve katliamların devletle ilişkisi gizlenmeye ve MHP'nin de dışında şeyler olarak gösterilmeye çalışıldı. Doğrudan kontrgerilla örgütlenmesi olan bu çeteler, MHP'nin dışında bir şey değildir. 1977-80 arası dönemde devlet, kontrgeril-lası, ordusu, polisi, MİT'İ, MHP ve sivil faşist çeteleriyle birlikte bir iç savaş aygıtı olarak konumlandı. Faşist diktatörlüğün kontrgerillacı karakteri daha da belirginleşti ve rejim bir kontrgerilla cumhuriyetine dönüştürüldü.
1977 l Mayıs katliamıyla başlayan katliamlar zinciri, kontrgerilla-polis-MHP işbirliği içerisinde sürdürüldü. Ordu ise, gerçek iktidar gücü olarak adım adım ön plana çıkarıldı. Faşist diktatörlüğün iç savaş çizgisinde hareket etmesi ve iç savaş taktikleri doğrultusunda askeri bakımlardan tahkim edildi. Alevi-Sünni çatışması ekseninde Maraş katliamı, İstanbul Üniversitesi öğrenci katliamı, Bahçelievler ve Balgat katliamları vb.; Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, Prf. Dr. Ümit Doğanay, Savcı Doğan Öz, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler vb aydın, sanatçı ve öğretim görevlilerinin faşist cinayetlerle öldürülmeleri; gençliğe yönelik saldırı ve katliamlar ve bunların "sağ-sol çatışması" olarak zihinlere kazınması, hepsi de askeri darbeye giden yolun döşenerek, darbenin meşruiyet kazanması doğrultusundaki gelişmelerdir.
Faşist rejimin Susurlukla uğradığı kaza sonucu ortaya saçılan bilgi ve belgelerde, '77-'80 arası katliam ve cinayetlerin, CIA-ABD ile işbirliği içerisinde doğrudan devletin koordinesi ve yönlendirmesiyle yapıldığını açığa çıkardı. Net olarak açığa çıkan bir diğer gerçek ise; bu dönemde MHP-Ül-kü Ocakları bünyesinde ırkçı, kafatasçı bir zihniyetle yetiştirilen, katliam ve cinayetlerin işlenmesinde aktif görev alan A. Çatlı, H. Kırcı, O. Çelik, M. Yazıcıoğlu, Ö. Kenger gibi faşistlerin devlet içerisinde hızla yükselerek kontrgerilla şeşeri oldukları, '80 sonrası süreçte ASALA'ya karşı, '84 sonrası süreçte de Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı konumlandırıldıkları gerçeğidir.
Elbette, MHP ve sivil faşist hareketi devletten ve onun şovenist, ırkçı, faşist karakterinden ve ideolojik yapılanmasından ayrı düşünemeyiz. Doğrudan ve dolaylı bağlarla devletin bir uzamışıdırlar. Bu zincirde, dolaysız bir biçimde CIA ve ABD emperyalizmine uzanmaktadır. Sivil faşist güçler aynı zamanda, ABD emperyalizmi tarafından eğitilmekte, desteklenmekte, çıkarlarının koruyucusu olarak konumlandırılmadadır. Irkçı-faşist hareketi devletten bağımsız görmek ya da faşizmi sivil faşist hareketle sınırlı görmek, diktatörlüğün faşist karakterinden hiçbir şey anlayamamaktır. '80 öncesi dönemde bu bağı bilince çıkaramayıp, faşizme karşı mücadeleyi yalnızca MHP ile sınırlayan ideolojik-poli-tik yanılsamalar antifaşist, devrimci saflarda fazlasıyla yaşandı. Faşizmi MHP ile sınırlı gören ve sivil faşist hareketi devletten ayrı ele alan düşünceler, nihayetinde devletin vermeye çalıştığı imajın değirmenine su taşımıştır. MHP'li faşist çeteler, siyasi polis ve MİT, özellikle kontrgerillayla bağlantılı olmuş ve kontrgerilla tarafından yönetilmelerdir. Kontr-gerilla bağlantısıyla bu faşist çetelerin dizginleri NATO ve ClA'ya kadar uzanarak, ABD'nin karşıdev-rimci stratejisinin basit bir aracı olmuşlardır.
Farklı bir tartışma konusu olmakla birlikte, '80 öncesi dönemde, MHP ve sivil faşist harekete karşı yürütülen aktif mücadele devrimci hareketin üstün yanıydı. Eksik olan, bu mücadelenin faşist diktatörlüğe karşı mücadeleyle yeterince birleştirilme-miş olmasıdır. Tersinden bir başka eksiklik ise, faşist diktatörlüğe karşı mücadelede pasif kalınmasıdır. Faşizm ve sermayenin paramiliter bir vurucu gücü olarak sivil faşist hareketin önplana çıkarıldığı ve devrimci hareketin somut bir engel olarak bu güçleri ezerek ilerleyebileceği gerçeği yeterince bilince çıkarılamamıştır.
MHP-ülkücü faşist çeteler, yalnızca diktatörlüğün ileri sürdüğü öncü vurucu gücü olarak rol oynamadı. Aynı zamanda, faşist diktatörlüğün kitle tabanının genişle-tilmesinde çok önemli roller oynadılar. Faşist rejimin, kitle tabanından yoksun olarak, sadece zor aygıtlarına dayalı olarak uzun süre ayakta durması düşünülemez. Faşizm, sınıfsal karşıtlıkların da ötesinde, toplumun içerisinde bölünme, parçalanma ve karşıtlıklar yaratarak, bir kesimi toplumsal dayanağı haline getirir. Bu kesimler sayesinde, faşist diktatörlüğe meşruiyet ve uygulama gücü sağlamaya çalışır. Antiko-münizm, on yıllardır süren şovenist propagandanın etkisiyle toplumsal dokuyu işle-yen düşünceler, coğrafyamızın bir gerçeği olan Alevi-Sünni, Türk-Kürt vb. çelişkilerin kışkırtılması, dinsel, mezhepsel önyargılar vb. vs. ekseninde sınıfsal olmayan kamp-laşmalar yaratabildi. Bu kamplaşma üzerinde MHP ve sivil faşist harekete örgütlenme alanı sağlanırken, faşist rejimin de kitle tabanı genişletilmeye çalı şildi.Faşist diktatörlük, kirli ve karanlık işlerin hiç değilse bir kısmını MHP-ülkücü çetelere yaptırarak, "devlet baba" imajını korumaya, temel kurumların hızla yıpranmasını önlemeye, gerektiğinde kurtarıcı rolünü oynayacak bir konumlanma içerisinde olmaya çalıştı. Bu, 12 Eylül askeri faşist darbesiyle görüldü.
Egemen sınıflar, gelişen toplumsal muhalefeti ezmede diğer araçlarla başarı sağlayamayınca bir kez daha askeri darbe silahına başvurdular. 78 Maraş katliamı bahane edilerek uygulanan ve yaygınlaştırılan sıkıyönetimle ordu, adım adım önplana çıkarıldı. Süreç, 12 Eylül askeri faşist darbesiyle tamamlandı. 12 Eylül faşizmi, doğrudan devrimci hareketi ezmeyi hedeşedi ve fiziki, psikolojik terörünü devrimci hareket üzerinde sınırsızca uyguladı. Diğer taraftan "sağa da sola da karşıyız" demagojisine inandırıcılık kazandırabilmek ve darbenin toplumsal desteğini artırmak için, MHP-ülkücü çeteleri de belirli düzeylerde darbelemek zorunda kaldı. Bu, aynı zamanda, devletin toplumsal çatışmaların dışında ve üstünde olduğu görüntüsünü vermek içinde gerekli görülmüştü. MHP-ülkücü saflarda "hayal kırıklığı" yaratan bu durum onların küsmelerini, belli kesimlerinin diğer burjuva partilerine yönelmelerini birlikte getirdi. Oysa onlar tam tersini dü-şünüyorlardı. Askeri darbenin iktidar koalisyonu içerisindeki rollerini artıracağını, askeri cuntanın kendileriyle ittifak yapacağı düşünce-sindeydiler. Bu yüzden de, "devleti kurtarma stratejisi"ne bağlı olarak darbe öncesi dönemde, üzerlerine düşen rolü fazlasıyla yerine getiriyor ve orduyu darbe yapmaya davet ediyorlardı. Beklentilerinin tersine, askeri cuntanın belli düzeylerde de olsa kendilerini hedef alması "hayal kırıklığı" yarattı. Türkeş'in "fikrimiz iktidarda, kendimiz içerdeyiz" diye ifade ettiği bu durum, MHP-ülkücü çetelerinin ruh halini yansıtmaktadır.
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Pantürkist İttihat ve Terakki Cemiye-ti'nin başına gelenler; II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nda, Alman faşizminin yenilgisinin kesinleşmesine bağlı olarak Türk faşistlerinin başına gelenler; bu kez de, askeri darbe koşullarında MHP-ülkücü faşistlerin başına geldi. MHP'li faşist hareketin ana gövdesi, daha sonra yeniden kullanılmak üzere geri çekilirken, bir kısmı değişik partilere, özellikle de ANAP'a katılarak Türk siyasal yaşamındaki aktif rolünü sürdürmüş, bir kışımı mafyalaşmış, bazıları MİT, kontrgerilla faaliyetleri içerisinde devlete hizmetlerini sürdürmüşlerdir. '87 sonrası toplumsal muhalefetin yeniden gelişmeye başlaması, daha önemli olarak da '84'den itibaren Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin hızla yükselişe geçmesiyle, MHP çeteleri yeniden örgütlendirilip silahlandırılma yoluna gidildi.
Askeri cunta, devlet otoritesini tesis etme ve Cumhuriyet'! tahkim etme adına iş başına geldi. "Devlet otoritesinin tesisi için" devrimci muhalefet, ilerici, aydın, sanatçı ve sendikacılar, işçi, emekçi ve Kürt ulusal hareketi, kısaca toplumsal muhalefetin bütün dinamikleri üzerinde faşist terör politikası sınırsızca uygulandı. Onbinlerce insan işkencelerden geçirildi, tutuklandı. Yüzlercesi katledildi.
Bütün düzen partileri kapatılarak egemen sınıflar arasındaki ilişkilere yeni bir biçim verildi. Emperyalizme, özellikle de ABD emperyalizmine kölece bağımlılık, hiçbir dönemde olmadığı düzeyde geliştirildi. MGK iktidarı ve 12 Eylül uygulamaları '82 Anayasası'yla hukuki bir çerçeveye oturtturuldu. Askeri faşist diktatörlük, çıplak terör politikasıyla kitleleri siyasal yaşamın tamamen dışına iterken, devletin siyasal ve ideolojik hegemonyasını da pekiştirme yoluna gitti. Bunun için, Kemalist resmi ideolojinin tahkim edilmesi, ideolojik bombardımanla kitlelerin zihinlerinin teslim alınması hedeşendi.
Resmi ideolojinin unsurları içerisinde başından beri var olan, fakat daha çok MHP gibi ırkçı, faşist partiler tarafından bir düşünce sistematiği olarak savunulan Türk-islam düşüncesi "Türk-islam sentezi" biçiminde harmanlanarak resmi ideolojiye eklendi. Türk-islam sentezinin resmi ideolojiye eklenmesi ya da resmi ideolojinin
Türk-İslam senteziyle güçlendirilmesi, askeri cuntanın tarikat şeyhleriyle, islam sermayesiyle girdiği ilişkiler ve politik islamın gelişmesine alan açmasıyla doğrudan ilgilidir. 12 Eylül sonrası dönemde de politik islam hızla örgütlenme, ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamda etkin olma yoluna gitmiştir.
Türk-islam sentezi esas olarak, Türkçülükle islamcılığın birleştirilmesi formü-lasyonuna dayanmaktadır. Şoven Türk milliyetçiliğiyle, politik islam tek bir düşünce sistemi olarak birleştirilmiştir.
12 Eylül generalleri, Kemalist resmi ideolojinin ırkçı, şoven, militarist karakterini de daha fazla geliştirdi. 1930'lu yıllarda Atatürk zamanında ısmarlama bir tarzda oluşturulan Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi ırkçı, şoven tezler yeniden güncelleştirildi ve geliştirildi. "Türklerin yönetici bir ulus oldukları, bütün halkların kökenlerinin Türklere dayandığı, bütün dillerin Türkçeden türediği" vb. vs. hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu teoriler, üstün ırk bakış açısına dayanak yapıldı.
Kürt ulusuna yönelik baskı, terör ve asimilasyon politikası 12 Eylül sürecinde hızlandırıldı. Faşist cunta, Kürt diye bir şey olmadığını, Kürt diye bilinen kişilerin dağlı Türkler olduğunu buyurdu.Kürtçe'yi yasakladı. Onlara göre, karda yürürken çıkan kart-kurt seslerinden kurt türemişti. Elbette bu ve diğer saçma düşünceler, generaller çetesinin cesareti ve mantıksızlığıyla açıklanamaz. Toplumun çok çeşitli kesimlerini etkilemiş olan sosyalist, devrimci ve demokrat düşüncelerin silinmesi, devrimci ve komünist hareketin yenilgi almasıyla toplumsal zihinler teslim alınarak belleksiz-leştirildi. Baskı, terör politikalarıyla yeni bir düşünüş tarzı geliştirildi, geçmişle olan bütün bağların koparılması hedeşendi. Apolitik, düşünmeyen, bireyci bir toplumun yaratılması, zihinlerinin ırkçı, şoven düşüncelerle doldurulmasından bağımsız ele alınamaz. Ancak bu şekilde devletin ideolojik hegemonyası pekiştirilebilirdi.
Asimilasyon politikası, Cumhuriyet'in başından beri sürdürülen inkar ve imha politikasının bir devamı olarak yoğunlaştırılarak sürdürüldü. Irkçı, şoven eğitimin yaygınlaştırılması, sosyal ve kültürel çalışmalar adı al-tında ulusal kimlikten soyutlanma, Kürtçe köy, mezra vb. isimlerin Türkçeleştirilmesi; sürgün, nüfus yerleştirme vb. yöntemlerle Kürt ulusu üzerindeki sömürgeci boyunduruk pekiştirilmeye çalışıldı.
Cumhuriyet Türkiye'sinde Kürt ulusu ve ulusal azınlıklara karşı uygulanan baskı, terör ve asimilasyon politikaları, bu yeni dönemde rejimin ırkçı, şoven ve militarist karakterlerinin pekiştirilmesi ile el ele yürütüldü. Rejim sömürgeci boyunduruk ve baskı politikaları üzerinden tek dil, tek ulus, tek devlet biçiminde ifadelendirilen üniter devlet yapısını sürekli tahkim etti. Egemen ulus şovenizmine dayalı bu inkar ve Türkleştirme politikası, rejim ve resmi ideolojinin temel dinamiğini oluşturdu. Egemen ulus şovenizmi, doğrudan Türk burjuvazisinin ve emperyalizmin ekonomik ve siyasi çıkarlarını kapsamaktadır.
12 Eylül darbesiyle askeri faşist diktatörlük altında yoğunlaştırılan ve sistemleştirilen bu siyaset, sonrasında da Türk ulusal başkaldırısını ezmek için kirli savaş politikasıyla en barbar, en kıyıcı biçimlerinde sürdürüldü. Yüzbinlerce asker, polis, korucu, kelle avcısı ve kontrgerilla gücüyle köy ve mezralar yıkıldı, Kürdistan kırı in-sansızlaştırılarak sürgün edildi, dağlar bombalandı, ormanlar yakıldı. Faili devlet olan cinayetler, kayıplar, işkenceler günlük sıradan kirli savaş uygulamaları; gerilla cesetlerinin parçalanması, mezraların tahrip edilmesi, tecavüz olayları vb., vs. bu uygulamaların en uç fakat olağanlaşan biçimleri haline geldi. Kirli savaş "olağanüstü" yasa ve uygulamalarla tahkim edildi, yetmediği yerde de kontrgerilla cumhuriyeti olmanın gerekleri yapıldı.
Kürt ulusunun en demokratik taleplerine dahi tahammül edilmemektedir. Adeta en u-fak bir "taviz"le, resmi şoven ideolojinin bütün tılsımının bozulacağı, sömürgeci boyunduruğun parçalanacağı korku ve paniği egemendir.
Sömürgeci egemen sınıflar, Kürt ulusuna karşı kirli savaşı bütün boyutlarıyla sürdürürken, Türk halkının aktif desteğini örgütlemeyi ihmal etmedi, "geri cephe"sini sağlam tutmaya çalıştı; şovenizm ve milliyetçilik zehirini şaha kaldırdı. Sömürgeci kirli savaşa aktif desteğini sağlamak için Türk milliyetçiliği ve şovenizmi en geri bilince sahip kitlelere, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı reaksiyoniyel biçimde dizginsizce geliştirmekten geri durma-dı.Çünkü tek sermayesi buydu. Türk halkının geri bilince sahip ve Türk şovenizminin geleneksel etkisi altında olan kesimleri, toplumun deklase kesimleri, lümpen ve işsiz katmanlar, şoven milliyetçilik temelinde aktif karşıdevrimci bir kitle hareketi olarak örgütlendi. Kürt-Türk kutuplaşması geliştirildi, düşmanlık tohumları ekilerek Türk-Kürt çatışması kışkırtıldı. Faşist rejim, yelkenlerini şovenizm rüzgarlarıyla şişirdi ve buna devam ediyor.
MHP, 12 Eylül sonrası bunalımını atlattıktan sonra, Kürt ulusal devriminin ve Ba-tı'da devrimci gelişmenin belirlemesiyle yeniden örgütlendirildi. Faşist rejim bir kez daha devrimci gelişmenin karşısına, koçbaşı olarak dövüşmek üzere MHP'yi ve sivil faşist hareketin diğer bölüklerini çıkardı. MHP '90'lı yıllar boyunca gelişimini hızlandırdı.
Gelişen milliyetçi dalga en çok MHP'nin yelkenlerini şişirdi. Kürt ulusal devrimine karşı yükseltilen milliyetçilik ve geliştirilen reaksiyonun meyvelerini toplama çabası MHP'nin gelişiminin yönünü çizdi. Eski bozkurtlar, Asenalar yeniden MHP (o zaman MÇP) bayrağı altında toplanmaya çalıştılar. 90'lı yılların başında, başını Muhsin Yazıcıoğlu'nun çektiği klik, Türk-islam sentezinin islami söylem ve motişerini daha fazla ön plana çıkaran bir hata kayarak BBP'yi kurdu. Bu ayrılma, MHP'nin gelişmesini aksatmadı. Çünkü içte ve dışta milliyetçilik "yükselen değerler" arasında yer alıyordu. İçte, halkların kardeşliğini dinamitleyen Kürt düşmanlığı temelinde sınırsız bir şoven propaganda yürütülüyor, dışta ise, SSCB'nin dağılması akabinde milliyetçilik yükseliyordu.
MHP, bu milliyetçi gelişmenin yükselen partisi olarak ön plana çıktı. Kendisini ge-lişen dalganın ihtiyaçlarına göre uyarlamaya çalışti. Bu duruma uygun olarak söylemi ve vitrini ile imaj değiştirmeye ça-lıştı. MHP Kongresinde Türkeş, Nazım Hikmet'ten şiir okuyor, eski görüntüden uzaklaşıldığı izlemini vermeye çalışıyordu. Burjuva medya, bu durumu propaganda etmekte hiç gecikmedi. "Deneyimli politikacı" olarak Türkeş'le sayfa sayfa röportajlar yapılıyor, "MHP'nin değiştiği", "merkeze kaydığı, uzlaşıcı olduğu" vb. söylemiyle parlatılmaya çalışıldı. MHP milliyetçi rüzgarlarla birlikte, burjuva medyanın da desteğini arkasına alarak örgütlenmesini ve kitle gücünü geliştirdi. Oy yüzdesi her dönem birkaç puanı aşamazken %8 gibi bir düzeye ulaştı.
MHP ve sivil faşist hareket, devletten görece bağımsız bir konumu ve gelişme doğrultusu vardır. Bu zemin üzerinde ge-lişmektedir. Devlet, sivil faşist hareketi, stratejik bir yedeği olarak hazırlamakta, yarı askeri bir güç olarak devrimci geliş-menin karşısına dikmektedir.
Kirli savaşın şovenizm temelinde geliş-tirdiği reaksiyonel dalga ve tepkinin siyasi rantını toplamak için, asker cenazeleri törenleri ve asker uğurlamaları, spor müsabakaları, vb. MHP tarafından faşist kitle gösterileri şeklinde geliştirilmeye çalışıldı. Savaşın boyutlanması, bu türden karşı-devrimci kitle gösterilerini daha fazla yo-ğunlaştırdı. MHP'nin "vatansever" boz-kurtları, kirli savaşın hizmetinde aktif olarak kullanıldılar. Özellikle özel tim ve polis teşkilatı içerisinde MHP kadrolaşması çok ileri düzeye ulaştı. Kontr-gerilla faaliyetlerine her türden desteğini sundular. Batı'da da, '90 sonrası dönemde, başta öğrenci gençlik olmak üzere, işçi, emekçi muhalefeti ve emekçi semtlerinde terör estirmeye başladılar. Bıçaklı, satirli saldırılar kısa sürede silahlı saldırılara dönüştü. Rejimin iç savaş çizgisinde konumlanmasıyla hızla silahlandılar. Ülkü Ocaklarını her semtte yaygınlaştırarak merkezi yerlerde konumlanmaya başladılar. Faşist rejimin iç savaş taktikleri ve yönelimlerinden bağımsız olmayan bu gelişme; Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-şeriatçı vb. biçimler üzerinden gelişti-rildi.Türk-Kürt çatışmasını geliştirmek için Mersin Erdemli, Çanakkale Bayramiç'te vb. pratikler yakın dönemin ürünü olarak hafızalardadır. Faşist diktatörlük, Kürt-Türk düşmanlığını dönem dönem kışkırttı politikalarında önemli yerlere oturttu, bu amaçla kirli medyayı kullandı ve yönlendirdi. Ne var ki, bu kışkırtma ve düşmanlık ulusal boğazlaşma düzeyine gelince kontrol etmeyi de ihmal etmedi. Zira ulusal ve dinsel kışkırtmaların kontrol dışına çıkmasıyla dönüşü zor yollara girileceğini de biliyor. Bu coğrafyadaki bir Kürt-Türk çatış-masının, Balkanlar da, Kafkaslar'da görüldüğü gibi, ayrışmaları, kopuşları getireceğini, vb. biliyordu. Û nedenle sermaye ve faşizm, MHP'nin kontrolsüz gelişmesine de bugünkü koşullarda temkinli yaklaşı-yor.
Türkeş'in ölümünden sonra MHP, içine düştüğü kaos ve güç kaybı sonrasında, belli bir geri çekilme sürecine girdi. Bugün de MGK tarafından yürütülen yeniden yapılandırma planı kapsamında, yeni bir konumlandırma içerisine sokulmuştur. Diğer bir kanaldan BBP de, MHP'nin daha gerisinden gelmek üzere, islami söylem ve yönelimi daha fazla ön plana çıkararak belli bir gelişme gösterdi. Kimi tarikatların desteğini de alarak '95 seçimlerinde - MHP baraja takılırken-ANAP'la kurduğu ittifak sayesinde 8 milletvekili ile parlamentoya girmeyi başardı. Aslında Türk burjuva siyaset cephesinin bütün renklerinin ortak bir paydasını şovenizm ve milliyetçilik oluşturmaktadır. Irkçı, kafatasçı MHP'den kemalist, sosyal demokrat DSP'ye, politik islami n ana gövdesini oluşturan FP'ye (RP) kadar hepsi şovenist ve Türk milliyetçisi bir siyaset sürdürmektedir. Kürdistan Devrimi, istisnasız bütün düzen partilerinin daha "sağ" bir çizgiye kaymalarını ve şo-venizm temelinde birleşmelerini sağladı. Kürt sorunu, şovenizm bakımından bütün burjuva partilerinin aynı rengin değişik tonları olduğunu açığa çıkardı.
Egemen ulus şovenizmi, Türk siyasal yaşamının katıksız bir gerçeğidir. Kemalist resmi ideoloji, şoven milliyetçi siyaseti benimsemeyen hiçbir partiye yaşam hakkı tanımamaktadır. En son '82 Anayasası, resmi ideolojiye muhalefet temelinde dahi bir örgütlenmeye izin verilmeyeceğinin hukuki çerçevesini çizmiştir. Türk burjuva devletinin "temel özelliklerinin tartışılmazlığı anayasal güvence altına alınmıştır. Burjuva siyaset cephesinin çok parçalı yapısına rağmen, gerçekte bu partilerin hemen hepsi resmi ideolojinin değişik söylemlerle halka taşınmasını içermektedir. (Bazı bakımlardan kemalist resmi ideolojinin dışına çıkan politik islam ayrı bir değerlendirme konusu olsa da, ulusal inkar, şovenizm politikalarında aynı koronun elamanlarıdırlar.) Resmi ideolojinin kitleler üzerindeki ideolojik hegemonyasının korunması ve sürdürülmesine çalışmaktadırlar. Bütün bunlarla birlikte toplumsal çürüme de her alanda derinleşti, devlet çete-leşti.
TC'de kontrgerilla bağları mafya bağlarıyla birleşerek çeteleşme derinleşti, irili ufaklı bir dizi çete oluştu. Bütün bu çeteleşme ve çete örgütlenmeleri doğrudan kontrgerillanın denetimi ve koordinesiyle faaliyetlerini yürüttüler.
Çete örgütlenmelerinin bu denli yaygınlaşması kirli savaşla doğrudan ilişkilidir. Silah ticareti, uyuşturucu ve kara para trafiği, savaşın gerekli kıldığı ekonomik kaynakların yanında, savaş rantı üzerinden belirli kesimlerin palazlanmasını da beraberinde getirdi. Uyuşturucu ve silah ticareti, kumar ve kara para trafiği, kayıt dışı ekonominin başlıca kaynağını oluşturmaktadır. Kayıt dışı ekonomi, Türkiye'nin yıllık resmi bütçesinden daha büyük miktarlara ulaşmış durumdadır. Bütün bu çete-mafya örgütlenmelerinin ipi, MGK ve kontrgerillanın elindedir. Hepsinin de ırkçı, şoven bir ideolojiye sahip olmaları, MHP, polis ve JİTEM ilişkili olmaları tesadüf değildir. Kirli ve karanlık işlerinin karşılığında "derin" devlet adına ve denetiminde cinayetler işlemişlerdir. Çetelerin kirli işlerinin açığa çıkması, kirli ve karanlık sermaye üzerinde kapışmaları, bunun devlet kontrolünün dışına çıkmaya başlamasıyla birlikte yeniden hizaya sokulmaları, dizginlerin daha sıkı tutulması gündeme gelmiştir. Yığınları n tepkileri ve mücadelesini de dikkate alan devlet, Susurluk devleti biçimini makyajla-dı. Ama kontracı özü değişmedi.
Türk kontrgerillasının kirli savaş sürecinde siyasi partilerden tekelci medyaya, sivil faşist örgütlenmelerden ekonomik, sosyal ve kültürel yaşama değin bütün alanlarda denetimini kurdu, yönlendirici güç haline geldi. '90 sonrası dönemde NATO üyesi bütün Avrupa ülkeleri de, Gladyo örgütlenmeleri belli boyutlarıyla açığa çıkarılırken, Türk kontrgerillası varlığını daha da güçlendirerek devam etti. Kontrgerilla, militarist devlet geleneğinin, ırkçı, şo-venist, faşist ideolojik dokunun en uç, en kristalize olmuş biçimidir. Rejim varlığını ve hakimiyetini bununla devam ettirebiliyor, devlet yapılanmasını buna dayandırıyor, geniş halk kitlelerini bu aygıtın şove-nist propagandasıyla zehirliyor.
Türk burjuvazisi, şovenizmi işçi ve emekçi yığınlara karşı bir saldırı motifi, ideolojik hegemonyasını korumanın ve yönetmenin bir aracı olarak kullandı. Şove-nist propaganda, bazen en üst sınırına değin zorlanarak toplumsal bir histeriye dönüştürüldü.
Şovenist ve milliyetçi propagandayı yükseltmede değişik araç ve motişer ön plana çıkarıldı. Kürt ulusu ve azınlıklara karşı düşmanlık, diğer bölge devletleriyle tarihsel düşmanlıklar, yayılmacılık, antiko-münizm, bölücülük, dinsel ve mezhepsel karşıtlıklar bunların en başta gelenleridir. Bu motişerden hangisinin ya da hangilerinin ön plana çıkarıldığı, tarihsel koşullara, burjuvazinin ihtiyaçlarına ve somut duruma göre değişiklik gösterdi. Bazen Pantür-kizmle yayılmacılık siyaseti, bazen antiko-münizm, bazen bölücülük, bazen de komşu devletlerle tarihsel düşmanlıklar ön plana çıkarıldı.
'80 sonrası süreçte, şovenizmi geliştirmede bir başka faktör "bölücülük" faktörü, somut durum dayatmasının da ürünü olarak hızla ön plana çıktı. Kürdistan'da başlayan gerilla savaşı, '90'larda ulusal kurtuluşça bir devrim düzeyine ulaştı. Faşist rejim ideolojik, politik, askeri, hukuki bütün mekanizmalarıyla ulusal kurtuluşçu devrimi "askeri çözüm" yolundan yenilgiye uğratmaya kilitlendi. I99l'de çıkarılan anti-te-rör yasası, "bölücü terör"e karşı mücadelede yeni bir hukuki çerçeve çizmekteydi. Kürt ulusunu en sıradan demokratik talebinin dillendirilmesi bir yana, Kürt olmak, ya da Kürtlerden söz etmek bile bölücülük kapsamına alındı. "TC'nin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" ,"bir tek çakıl taşı bile vermeyiz" söylemi, "vatan hainliği"; kısaca Vatan-Millet-Sakarya edebiyatı tek geçerli akçe haline geldi. Resmi ideolojinin bu argümanları ve sloganlarının dışına çıkan her söylem vatan hainliği ve bölücü teröre destek olarak görüldü, anti terör yasası ve DGM'lerin duvarlarına çarparak cezalandırıldı. Egemen sınıfların bazı kesimleri tarafından da dillendirilen "siyasi çözüm" söylemi bile vatan hainliği olarak damgalandı."Başka Türkiye yok", "Ya sev ya terk et" sloganları ve "bölücü teröre destek" söylemi üzerinden geliştirilen şo-venist propaganda, toplumsal bir histeri nöbetine dönüştürülmeye çalışıldı.
"Kürt sorunu" faşist diktatörlüğün iç politikadaki yönelimlerinin yanında, dış politikasını da belirleyen bir unsur olarak ön plana çıktı. Rejim, bütün ülkelerle ilişkilerini "Kürt sorunu"na yaklaşımı üzerinden belirlemeye başladı. Türk dış politikası ve diplomasisi açısından ülkeler, "bölücü teröre" destek veren ve vermeyen ülkeler olarak sınıflandırdı.Hemen hemen bütün komşu ülkelerle olan tarihsel düşmanlığın ve sorunların yanma, Kürt sorunu da eklendi. Böylece düşman fobisinin iç ve dış ayakları tamamlanmış ve "bölücü terör" söylemi üzerinden güncelleşmiş oldu. Kürt ulusunun, ulusal özgürlük istemi, "yabancı devletlerin TC üzerinde oynadığı oyunlar" olarak damgalandı. Buna göre her tarafımız düşmanlarla çevrilmiştir! TC devletini varlığına kasteden "düşmanlarımız" içte "bölücü terör'ü hortlatmışlar ve destekliyorlardı! Faşist diktatörlük, "İç savaş"ı, dışta da, yayılmacı savaş yönelimleriyle birleştirdi. En son ABD'nin de onayı ile Suriye ile savaşın eşiğine gelme durumu, iç ve dış politikadaki bu yönelimlerin bir ifadesidir.
"Etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu", "iç ve dış düşmanlarla kuşatıldığımız" söylemi ve propagandası; ırkçı, şoven, yayılmacı politikaların geliştirilmesine de büyük malzeme sağlıyordu. Devrimci ve komünist hareketin propaganda; ajitasyon ve örgütlenme çalışmasının zayışığı da sömürgeci faşist rejimin işini kolaylaştırdı. Böylece o, "iç düş-man"lara karşı sömürgeci savaşı, onun kirli ve karanlık yöntemlerini bir iç savaş biçiminde Batı'yı da içine alacak şekilde yaygınlaştırdı; "dış düşmanlara karşı da militarizm, silahlanma, askeri tatbikat vb. hazırlık ve donanımla yayılmacı yüzü ve yönelimlerini geliştirme doğrultusunda ilerledi. Buna ABD'nin ve İsrail'in bölgedeki çıkarları ve stratejik işbirliğinin yükümlülüklerinden doğan görevlerini de eklersek, iç ve dış düşmanlar diyalektiği üzerinde kurulan denklem, Türk burjuva devletinin yayılmacılık politikasını belirgin olarak ön plana çıkardı.
Şüphesiz ki, bu yayılmacı politikalar, yalnızca "bölücü terör", "bölücü teröre destek veren ülkeler" yaklaşımı üzerinden geliştirilmiyor. Elbette bu, önemli bir unsurdur. Suriye'ye karşı savaş tehditleri, Kürt sorunu üzerinden yayılmacılığın ne denli geliştirildiğinin bir göstergesidir. Fakat "Kürt sorunu"ndan bağımsız olarak, bölgesel yayılmacı politika ve yönelimini, özellikle Sovyet Sosyal Emperyalizminin dağılmasından sonra sistemli olarak geliştirdi. Bölgesel bir güç olmaya da soyundu.
SSCB ve revizyonist kampın dağılarak hızla kapitalist-emperyalist sisteme entegre olması; artan milliyetçilik rüzgarlarının da etkisiyle Rusya'nın denetimindeki ülkelerin bağımsız devletler biçiminde örgütlenmesiyle sonuçlandı. Kafkaslar ve Orta-asya'daki Türki Cumhuriyetler de "bağımsız devletler" olarak örgütlendiler. Bütün bu gelişmeler, sermaye ve Türk burjuva devletinin iştahını kabarttı, işbirlikçi tekelci burjuvazisinin gelişine düzeyi ve artan ihtiyaçları da böyle bir yönelimi güçlendir-mekteydi. Türki Cumhuriyetlerle olan etnik, siyasal ve tarihsel bağlardan hareketle nüfuzunu artırma ve yayılmacı politikayı geliştirme yoluna gitti. Türk burjuvazisi ve faşist rejim, "Adriyatik'ten Çin Şeddine Türk egemenliği" söylemini büyük bir iş-tahla yeniden dillendirmeye başladı. Türki Cumhuriyetlerle ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkiler hızla geliştirilmeye başlandı.
Azerbaycan'da, adeta bir MHP militanı gibi davranan "Halk Cephesi" lideri Ebul-feyz Elçibey'in cumhurbaşkanlığı döneminde, MHP ve kontrgerilla örgütlenmesi belirgin bir kurumsallaşma düzeyine ulaştı. Faşist diktatörlükten bağımsız olmayan, tersine, bilgisi ve desteği dahilinde, bu örgütlenmeler aracılığıyla Azerbaycan'da darbe yapılmaya çalışıldı. Benzer örgütlenmeler, diğer Türki cumhuriyetlerde de geliştirildi. Kafkaslardaki her etnik ve dinsel çatışma ve boğazlaşmada sömürgeci faşist rejimin parmağı vardır. Başta müteahhitlik sektörü olmak üzere bir dizi ekonomik yatırımlar gerçekleştirildi.ABD politikaları ve kontrgerilla uzantısı olan Fetullah Gülen Cemaati vb. üzerinden okullar ve eğitim kurumları hızla yaygınlaştırıldı. Türk burjuvazisinin ekonomik ve siyasi menfaatleri gereği, Baku ve Hazar petrollerinden daha fazla pay kapma, boru hattının Türkiye üzerinden geçmesini sağlama; Ermenistan'la Azerbaycan arasındaki Karabağ sorunu üzerinden savaşa Azerbaycan lehine müdahale etme; Çeçen Rus savaşında Çeçenlerin desteklenmesi vb. Türkiye'nin Kafkaslar'a dönük yayılmacı politikalarıdır.
Türk burjuva devleti, Körfez Savaşı 'nda "bir koyup üç alma" hayaliyle ABD emperyalizminin yanında savaşa tara-f ol-muş, sonuçta Irak’a uygulanan ambargonun ekonomik faturasını en fazla ödeyen ülke durumuna gelmiştir. Ne var ki, Körfez savaşında rolü ve PKK'ye karşı yürütülen topyekün savaş bahane edilerek '92'den itibaren istemli olarak G. Kürdistan'a düzenlenen seferlerin özünde, hep diri tutulan Musul ve Kerkük'ün Türkiye'ye bağlanması; KKTC tarzı kukla bir Türkmen devleti kurma ve "Tampon bölge" oluşturma emelleri, süreçte Ortadoğu'da oluşacak olası güç dengeleri ve çözümlerde söz sahibi olmak, yeni çıkarlar sağlamak ve tarihinde hep korkusunu duyduğu Kürt send-romunun gereklerini yerine getirmek politikaları yatmaktadır. Balkanlar'da, Bosna-Sırp savaşı, günümüzde de Kosova sorunu üzerinden, yayılmacı bir politika gelişti-rilmektedir. Kosova'daki "soydaşların haklarına hamilik yapılmaktadır. Yunanistan'la Ege ve Kıbrıs sorunları nedeniyle sürekli gergin tutulan ilişkilere, Kürt sorununda politikaların da eklenmesiyle, en ufak gerginlikte savaş kışkırtılmakta, içte ise şove-nizm körüklenmektedir.
Bu yayılmacı politikalar, işbirlikçi tekelci burjuvazinin sınıf çıkarları ve yönelimlerini ifade etmekle birlikte, ABD emperyalizminin bölgeye dönük stratejik ve bölgesel politikalarını da yansıtmaktadır.
SB'nin dağılmasıyla Kafkaslar'da ve Balkanlar'da başlayan alanlar üzerinde emperyalist rekabet ve dalaşma hız kazandı. Baku ve Hazar petrol ve doğal gaz rezervleri de Kafkaslar'ın önemini fazlasıyla artırmaktadır. Ortadoğu ise, petrol rezervleri üzerine zaten eskiden beri emperyalist rekabet ve emperyalist egemenliğin güvenceye alınması politikaları savaşları dahil sürdürülüyor. ABD emperyalizmi bölgedeki çıkarlarını korumak ve hakimiyetini geliştirerek diğer rakiplerini saf dışı edebilmek için çok yönlü adımlar atmaktadır. Şüphesiz ABD'nin bu politikalarında, bölgede İsrail'le birlikte en önemli dayanağını Türkiye oluşturur. Dolayısıyla bu yayılmacı politikaların teşvikçisi ABD'dir.Ve Türk şovenizminin bu temelde kullanılması ABD'nin de çıkarlarına denk düşmektedir.
"Bölgesel güç" olma, faşist diktatörlüğün yayılmacı emellerini de ifade etmektedir. 1950'lerde küçük Amerika yaratma sevdasında olanlar, bugün, ABD'ci bölgesel güç olma hedefiyle hareket etmektedir. Bunun hayali bile Türk burjuvazisinin ellerini oğuşturmakta, Türklük coşkularını kabartmaktadır. Sırtını ABD emperyalizmine dayayan işbirlikçi faşist rejim, Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlar'da ortaya çıkan olanakların hazıyla kendinden geçmektedir. Her ne kadar "Adriyatik'ten Çin Sed-di'ne Türkün egemenliği" söylemi, daha işin başında ortaya çıkan başarısızlıklarla büyük bir yara alsa da, hâlâ diri bir söylem olarak kullanılmaya devam ediyor.
Aslında Türk burjuva devleti, Osmanlı imparatorluğunun en geniş sınırlarına ulaştığı coğrafyayı doğal egemenlik alanı görür, her ne kadar "yurtta sulh cihanda sulh" denilse de her uygun fırsatta hak iddia etme tutumu içerisinde olur.
Komşu ülkelere düşmanlık, Suriye'yle savaşın eşiğine gelinmesi, Güney'de kalıcı işgal planları, Kafkaslar'da Türk kökenli devletler üzerinde nüfuz ve egemenlik kurma çabaları, Azerbaycan'da darbe girişimi, Bosna ve Kosova sorunlarında sürdürdüğü Balkan politikası, bu bakış açısından ve özleminden bağımsız değildir. NA-TO'nun ABD'den sonra en büyük gücüne sahip olan faşist Türk ordusunun Kıbrıs işgali, Somali ve Bosna seferleri, Koso-va'daki varlığı; daha da önemlisi Kürdis-tan'da 14 yıldır sürdürdüğü savaş içerisinde edindiği deneyimler, militarizm ve Türk burjuvazisinin yayılmacı özlemlerini güç-lendirmektedir. Bu haliyle faşist diktatörlük, yalnız Türk ve Kürt halkları açısından değil, bütün bölge halkları açısından da çok önemli bir militarist tehlikedir.
Faşist rejimin bölgesel güç olma özleminde ifadesini bulan bölgesel yayılmacılık politikası, içte de, bu yönelime uygun ve bu yönelimi geliştirecek doğrultuda ırkçı, şoven, yayılmacı propagandayı koşul-lamaktadır. 28 Şubat darbesi sonrası, MGK eliyle yürütülen "yeniden yapılandırma" politikasının en önemli ayaklarından birisini, resmi ideolojinin yeniden yapılandırılması oluşturuyor. Çünkü gıdasını Kemalist ideolojiden alan resmi ideoloji, son 15 yılda Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, devrimci hareket ve politik islamın etkisiyle ciddi bir çözülme sürecine girdi.
Yeniden yapılandırmanın ideolojik boyuttaki hedeşeri, faşist MGK diktatörlüğünün iç ve dış politikadaki yönelimlerini içerecek tarzda, resmi ideolojinin tahkim edilerek güncelleştirilmesini kapsamaktadır. Laiklik söylemi ve laik-şeriatçı kamplaşması üzerinden resmi ideolojinin, islami söylemle sulandırılmış yanları ayıklanmakta, Türklük söylemi ön plana çıkarılmaktadır. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini fiziki yoldan tasfiye etme kararlılığı, ırkçı-şoven dokuyu güçlendirmekte; MGK tarafından hazırlanan raporlarda 2020'lerde Kürt nüfusunun ne kadar olacağı ve bunu azaltmanın yolları tartışılmakta, planlamalar yapılmaktadır.
Sonuç olarak Türk burjuva devleti; içte, koyu bir şovenist propagandayla birleştirilmiş koyu bir zorbalık, dışta ise yayılmacı siyaset izlemektedir. Osmanlı despotizminin son döneminden günümüze değin, Türk egemen sınıflarının politikalarının ana eksenini bu oluşturdu. TC, Osmanlı'dan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden devraldığı bu politikayı daha da geliştirerek sürdürdü. Dönemsel olarak bu geleneksel politika kendi içinde bazı gelişmeler ve değişiklikler gösterse de, özü bakımından bir değişiklik olmadı. Aksine, Türk burjuvazisinin ve politik iktidar aygıtı olan Türk devletinin politikalarının yönlendirici unsuru oldu.
Türk şovenizmi, Anadolu halklarına kan ve gözyaşından başka hiçbir şey ka-zandırmamıştır. Proletarya ve emekçi yığınların birliğine, halklarımızın kardeşliğine yönelmiş büyük bir tehdit, öldürücü bir zehirdir. Kültürler ve halklar mozaiği olan Anadolu coğrafyası, Türk şovenizmi ve milliyetçiliği sayesinde çoraklaşmıştır. Türk şovenizminin tarihsel bakımdan da belgeli olan bu uğursuz ve kötü rolünün algılanması, güncel rolümüz ve görevlerimizin algılanmasına da katkıda bulunacaktır.
DİPNOTLAR
36- S. Parlar, age, syf. 109
37- Age, syf. 127
38- Age, syf. 127
39- Age, syf. 127
40- Age, syf. 125
41- Age, syf. 130-131
42- Age, syf. 127
43- Türkiye'de Faşist Alman Propagandası, syf. 204
44- Age, syf. 174
45- S. Parlar, age. 174-175