1998 yılı, Cumhuriyetin 75. yılının şatafatlı kutlamalarına tanıklık etti. Fakat 29 Ekim’e, 75 yaşındaki burjuva cumhuriyetin sonunun yaklaştığını, tılsımının bozulduğunu açığa çıkartan, yürekli yurtsever Erdal Aksoy’un uçak kaçırma saldırısı damgasını vurdu. Zamanlama mükemmeldi, hedef tam l2’den vurulmuştu. Mesaj çok netti: Gerçekte 75. yıl kutlamaları, ölüm döşeğindeki yaşlı budalanın, yaşarmış gibi görünme çabasının ötesinde kendisi için düzenlediği bir cenaze töreninden başka anlama gelmiyordu. Devrimci Kürt yurtseverinin şahane saldırısı, hiç kuşkusuz Kürt ulusal kurtuluşçu devriminden kökleniyordu ve işte, 75 yıllık “üniter” burjuva cumhuriyetin yolun sonuna geldiğini ilan ediyordu.
Belirgin, az çok önem taşıyan, anlamlı güncel gelişmeleri çözümleyebilmek, aktüel durumu anlamak ve devrimci bakımdan doğru sonuçları çıkartabilmek için derindeki temel eğilim ve sorunlarla bağıntılarına bakılmalıdır. Marksist Leninist Komünist Parti’nin daha kuruluş aşamasından başlayarak, üzerine yükseldiği birikimlere dayanarak geliştirdiği, ana çizgileriyle doğrulanan ve geçerliliğini koruyan saptama ve analizler güncel durumu anlama, çözümleme, aydınlatma ve devrimci sonuçlar çıkartma çabasının çıkış noktasını ve temelini oluşturmaktadır.
Onulmaz krizin dindirilemez acılarıyla ölüm döşeğindedir cumhuriyet. Bu, yapısal ya da devlet krizidir. Ulusal kurtuluşçu devrim, devlet krizinin belirleyici ana sebebidir. Çünkü ayağa kalkan Kürt ulusu, ulusal kurtuluşçu devrimle cumhuriyetin temel mantığını, mantalitesini, ilkesel yapısını onarılmaz şekilde kırmıştır. Toplumsal gerçekliği yansıtmayan, şoven, milliyetçi, Türk ulusunun Kürt ulusu karşısındaki ayrıcalığını vurgulayan “ulusun tekliği” ilkesi, “milletin bölünmez bütünlüğü” parçalanmıştır. “Bölünme” hemen yarın gerçekleşecek büyüklükte bir tehdit değilse de, “üniter devlet” yapısı iflas etmiştir.
Yapısal krizin ikinci temel nedeni ise uluslararası koşullarda ‘89/90’larda meydana gelen köklü değişmelerdir. Modern revizyonizmin, emperyalizmin önünde diz çöküp havlu atması, yarım yüzyıllık dönemde egemen olan statükonun parçalanmasını getirmiştir. Bu durum, yıkılan statükoya eklemlenmiş, onunla birlikte olan yapı ve ilişkilerin çözülmesini, dağılmasını ve yıkımını gündeme getirmiştir. Emperyalist dünyaya eklemlenmiş, dünya ilişkiler sisteminde kendi başına belirleyici olmayan yapılar, sosyal emperyalist sistemde olduğu gibi depremsel yıkımı yaşamamışlarsa da, bu devletler için hem politik ve hem de uluslararası sermayenin ‘80’lerden ve hatta 70’ler- den başlayarak içine girdiği yeni koşullar nedeniyle ekonomik yeniden yapılanma ya da eski yapıların çözülmesi, dağılması ve yıkımı gündeme girmiştir. Yaşanan devlet krizinin ihmal edilemez uluslararası dinamikleri vardır.
Ulusal kurtuluşçu devrime karşı yürütülen sömürgeci savaşın en şiddetli, en kirli ve kuralsız döneminin yürütücüsü ve siyasal sorumluluğunu sahiplenen, kadrolarını kendi bünyesinde toplayan DYP; ulusal devrime karşı sömürgeci savaşın yarattığı ortamdan yararlanarak ileri fırlayan, görülmemiş düzeyde büyüyen toplumsal gericiliğin RP şahsında birinci parti düzeyine yükselmesi ve bu iki gücün ittifak ve koalisyonuyla, burjuva cumhuriyetin diğer bir yapıtaşı laiklik ilkesi de sarsılmış ve çözülmeye başlamıştır. Bu sürecin bir diğer öğesi de Alevi uyanış ve aydınlanması ile demokratik Alevi hareketinin gelişimidir.
İdeolojik egemenliğin ve toplumsal hegemonyanın çözülmesi; hem toplumsal bir krizdir, toplum mafsallarından çözülmektedir; hem de bir devlet krizidir; devletin yapısal kuruluşunun var olan ilkesel temelleri geçerliliğini kaybetmektedir. Militarizmle inandırıcılaştırılmış eski Kemalizm harcının sihiri ve birleştiriciliği büyük ölçüde yok olmuştur. Bir yandan Kürt ulusal devrimi başta olmak üzere, toplumdaki ilerici ve devrimci eğilimler, diğer yandan toplumsal gericiliğin RP-FP ekseninde birleşmiş kanadı tarafından daha çok sızma ve çürütme gibi dolaylı yöntemlerle sorgulanan, ama aynı zamanda yeni uluslararası koşullar tarafından sıkıştırılan “Kemalizm” siyasi gericiliğin merkezi olarak direnmekte ve fakat aynı zamanda giderek belirginleşen biçimde çatlayarak “Kemalizm” içinden kendini yeni koşullara uyarlamaya çalışan bir yeni Kemalizm eğilimi oluşmaktadır.
Siyasal Parçalanma, Dağılma, Çözülme Eğilimi
Faşistinden sosyal demokratına, burjuva partiler dünyasında son on yılı aşkın sürece damgasını vuran ve devam eden parçalanma ve dağılma eğiliminin verilerini burada sayıp dökmek gerekmiyor. Bu eğilimin köklendiği gerçeklere işaret etmekte yarar var. Sömürgeci savaş koşulları yalnızca savaşı sürdüren güçleri, TSK ve polis- özel tim vb. kuvvetleri önplana çıkarttığı için değil, ama her şeyden önce sömürücü egemen sınıfların yönetim yapılanması içinde tuttukları yerle parlamenter burjuva partileri, tarihin gündemine girmiş sorunlara temsilcisi, sözcüsü ve politik önderi iddia ve durumunda oldukları burjuvazi adına hiçbir çözüm getiremeyerek, git gide işlevsizleşmeye ve gereksizleşmeye başlamışlardır. Fakat bir yandan, son yarım yüzyıla egemen uluslararası statükonun parçalanması koşullarında yeniden yapılanamayışları, hem de süreğen biçimde devletin gündeminin odağını oluşturan sömürgeci savaş ve Kürt ulusal sorunu da devlet yönetimine egemen militarizmin farklı yönelimlerin oluşmasına fırsat ve olanak tanımaması nedeniyle burjuva partiler ve politika esnafı arasındaki az çok anlam taşıyan farklılıkları, belirli ölçüde toplumsal gericiliğin en önemli odaklarından biri olan merkezi politik islamın partisi RP+FP hariç silip ortadan kaldırmıştır.
Ayrıca vurgulanarak eklenmelidir ki, burjuva partiler ve siyaset dünyasındaki parçalanma ve dağılma eğiliminin derinliklerinde, yukarıda işaret edilen toplumsal bunalım gerçeği yatmaktadır. Toplumsal dokunun çözülmekte oluşu, burjuva partilerin de çözülmesini de koşullamaktadır. Burjuva partilerin ve ona bağlı olarak meclisin işlevsizleşmesi, hükümetleri de güçsüzleştirmekte, burjuva politikada doğan boşluk, egemenlik sisteminin diğer bazı kurumlarının iştahını kabartmakta, ondan da öte boşluğu dolduracak programlar ve hareket tarzını geliştirmeleriyle yanıtlanmaktadır.
Burjuva politika dünyası ve parti yapılarındaki parçalanma ve dağılma eğilimi devam etmektedir. Daha önemlisi, burjuvazinin bu eğilimin üstesinden gelebilecek değişiklik ve tedbirleri geliştirecek ve gerçekleştirecek güç ve yeteneği gösterememesidir. Bu ise burjuva politikayı daha güçsüz düşürmekte, her renkten burjuva parti ve kadroların çürümesini derinleştirerek, burjuva politika dünyasını tam bir bataklığa dönüştürmektedir. Belirleyici çizgilerinden birisi de burjuva politikanın çözülmesi, işlevsizleşmesi, gereksizleşmesi olarak bu özgün dönemin istikrarsızlık, hükümet krizleri, kısa ömürlü koalisyonlar, politik entrikalar, burjuva politikanın her çeşit etik değerden arınmakta oluşu gerçekleri, dönemin “olağan” ve “normallerini oluşturmaktadır.
Yönetememe Krizi ve İç İktidar Mücadelesi
Yönetememe krizi hiç şüphesiz devlet kriziyle bağıntılıdır ve hatta devlet kriz zemininde yükselmektedir. Fakat yönetememe krizi, düpedüz cumhuriyetin krizi de değildir. Farklı bir politik düzeyi yansıtır. Diğer yandan yönetememe krizi, kendi içinde sık sık yaşanan hükümet krizlerini de barındırmakla birlikte, hükümet krizlerinden daha kapsamlı ve daha temel bir durumdur. Hükümet krizleri aşıldığında bile yönetememe krizi sürmektedir. Yönetememe krizi, l2 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün ‘82 Anayasası’nda çerçevesini çizdiği yönetim biçimiyle, egemen sınıfların yönetemez hale geldiklerini, yönetim biçiminde git gide yakıcılaşan biçimde değişiklik yapma gereği duydukları anlamına gelmektedir. “Demokratikleşme paketleri”, partiler yasası, seçim yasası, başkanlık sistemi gibi tartışmalar, daha önemlisi ardı arkası kesilmez darbe söylentileri ve en önemlisi 28 Şubat süreci yönetememe krizinin yansımalarıdır.
28 Şubat, yönetememe krizinin doruğudur. Çünkü politik rejimin tepesinde, MGK’da açığa çıkan çatlağı ve iç iktidar mücadelesini yansıtır. Ve çünkü, Marksist Leninist Komünist Parti’nin özenle vurguladığı gibi, ‘82 Anayasası’nın vaaz ettiği politik rejimde MGK, bütün iktidarı elinde tutan yönetici merkezdir ve askeri klikle parlamenter burjuva partilerinin uzlaşmasına dayanır; bir diğer ifadeyle MGK’nın bütün esprisi, parlamento ve hükümetin generallerle uzlaşmasının anayasal organı olmasındadır. 28 Şubat, RP-DYP hükümeti (ve onların çoğunlukta olduğu meclis) ile generaller arasında uzlaşmanın bozulması ve kesin bir iç iktidar mücadelesini yansıtır.
28 Şubat sürecini devlet yönetimine egemen olmak için yürütülen bir iktidar mücadelesi olarak; farklı toplumsal yaşam biçimleri, farklı politik ve ideolojik yönelimleri de ilkesel temelde barındıran, uluslararası ilişkilerde öncelik tercih ve yönelim farklarını içeren, temelinde sömürücü sınıfların iç grupları arasındaki çıkar çatışması olan bir iç iktidar mücadelesi olarak kavramayan yaklaşım ve çözümlemeler oldukça yüzeysel ve geçersizdir.
Fakat bu iç iktidar mücadelesinin özgünlüğü şuradadır ki, toplumsal gericiliğin siyasal partilerinden politik islam, kendi güçleriyle ve tek başına iktidar alternatifi olmuş değildir. Ancak ve esas olarak DYP ile kurduğu ittifak sayesinde sahiden devlet iktidarını istemeye başlamıştır. Eğer DYP ile kurduğu ittifak olmasaydı, o aşamada RP ve politik islam o kadar da ciddi bir sorun olmayabilirdi askeri klik için. Bu ise, uluslararası bağlantılarıyla birlikte DYP’nin etrafında toplanmış bulunan iktidar gücünün büyüklük ve önemini göstermektedir. Zaten böyle bir gücü olmasaydı, DYP birçok durumda generallerle açık çatışmayı da kapsayan sistematik bir mücadeleyi göze bile alamazdı. Daha sonra üzerinde durulacağı gibi son hükümet krizi döneminde aynı çatışma bir etken olarak yine ortaya çıkmıştır.
28 Şubat, bir iç iktidar mücadelesidir. Generaller için, DYP ve RP hem yaptıkları bağlaşma ile fakat hem de ayrı ayrı iktidar mücadelesinin tarafları durumundadır. Burada DYP’nin pozisyonu özellikle vurgulanmalıdır. Çünkü o, generallerle açık çatışmayı göze alabilmektedir. Politik islamın içine itildiği savunma ve dışlanma durumu nedeniyle kolaylıkla yedekleme olanağına sahip bulunmak gibi özel bir avantaja da sahiptir.
Politik islam, yarım yüzyıllık dönemde yalnızca kendi iç dinamikleriyle gelişmemiş, aynı zamanda, devletin egemen yönetici çevreleri ve kapitalist dünyanın jandarmalığını yapan, hegemonyayı elinde tutan ABD emperyalizmi tarafından da geliştirilmiştir. Amerikan emperyalizmi ve devlet yönetimini elinde tutan işbirlikçisi çevreler için devrim ve komünizm birinci öncelikli tehdidine karşı, bir stratejik yedek ve taktik bir araç olarak hazırlandı ve kullanıldı. Uluslararası statükonun çöküşüyle ve soğuk savaş döneminin son bulmasıyla Türkiye’de politik islam ABD için daha az önemli hale geldi. ABD’nin “kontrol edilebilir istikrarsızlık” stratejisi bakımından belli bir değere hâlâ sahip olmasına karşın bu yine de böyledir. Keza, Batı’da devrimci önderlik altında halk devrimini yakın bir tehdit olarak görmeyen diktatörlüğün yönetici çevreleri için de politik islam stratejik bir yedek ve taktik araç olarak eski önemini kaybetti. Bu şartlarda politik islamın kontrolden çıkacak denli büyümesi, belli ittifaklar kurarak iktidarı istemesi, sömürgeci savaş koşullarında cephe gerisinde yaratabileceği çatlaklar, ulusal kurtuluşçu güçlerin dolaylı yedeği haline gelmesi olasılığının yarattığı tehdit vb. etkenler, ciddi bir iç çatışmayı gündeme getirmiştir.
Politik islam ile Kemalist militarizm arasındaki çatışma, sürecin belirleyici çizgilerinden birisi olma potansiyelini hâlâ taşımaktadır. Bu çatışmanın, politik islam ıslah edildiği, geriletildiği, güçten düşürüldüğü ölçüde önemini kaybedecektir. Hükümetten uzaklaştırılması ya da düşürülmesi, RP’nin kapatılması ve bir kısım yöneticilerine politik yasaklar getirilmesi, 8 yıllık eğitim vb. ile politik islama önemli ideolojik, stratejik ve taktik darbeler indirilmiştir. Politik islamın partisi geri çekilme ve savunma çizgisine itilmiş ve hatta politik rüştünü ve meşruiyetini, devletin yönetici çevrelerine kanıtlama ve kabul ettirme sorunuyla yüz yüze bırakılmıştır.
28 Şubat sürecinin politik islamın toplumsal etkisi ve toplumdaki desteği üzerinde ne denli etkili olduğu nesnel olarak denetlenebilir şekilde henüz açığa çıkmış değildir.
Generaller, 28 Şubat süreci ile RP-DYP ittifakına karşı bir iktidar mücadelesi yürütmüştür. Bunu “laik-şeriatçı” farklılığı gerilim ve kutuplaşması üzerine oturtması; ilkin bu ittifakın zayıf karnının burası olması nedeniyledir, fakat elbette ki, generallerin yürüttükleri iktidar mücadelesine toplumsal ve siyasal meşruiyet kazandırmak için de buna ihtiyaç vardır. İktidar alternatifi her güç birleştirici ilkelere gereksinim duyar, laiklik sorunu hem devletin ilkesel temeli bakımından ve hem de toplumsal kriz bakımından da generallerin alternatif birleştiricisi olarak önemlidir. Generallerin “laik-şeriatçı” farklılığını, ilerici yığınları ve politik güçleri yedekleyebilecek potansiyel olanağı, şeriat tehlikesini abartarak, “laik- şeriatçı” kutuplaşmasını dayatarak kullandıkları sol liberal ya da ilerici bir kısım güçlerin, MGK ya da politik islamla dolaylı dolaysız ittifaklara yönelerek birine ya da diğerlerine yedeklenmeleri önemle vurgulanmalıdır.
Egemen sınıfların bu iç iktidar mücadelesi, esas olarak iki döneme ayrılabilir. 28 Şubat’tan RP-DYP hükümetinin yıkılışına kadar geçen süreç ve sonrası, l8 Nisan seçimlerine değin uzanan süreç. Seçimler sonrası ise, yeni bir dönem olacaktır. Birinci dönemin belirleyici özelliği, RP-DYP hükümetine karşı, Genelkurmay’ın açık, dolaysız savaşımıdır. Fakat yine de bu, biline gelen askeri darbelerden birisinin tekrarı değildir. Her ne kadar, 28 Şubat, ‘82 Anayasa’sının öngördüğü yönetim biçiminin iflasının ilanı demekse de, yine de bu iflasın eski geleneksel biçimleriyle ya da “klasik” bir askeri darbe biçiminde cereyan etmemesini olanaklı kılan ‘82 Anayasası’dır.
Birinci evrede generaller, “laik-şeriatçı” gerginlik ve kutuplaşmasını tırmandırarak meclis ve RP-DYP hükümeti üzerinde yaptığı baskı ile sonuca gittiler; sonuç RP-DYP hükümetinin yıkılması; DYP’de bir çatlağın yaratılması ve CHP destekli ANAP- DSP-DTP Koalisyonunun kurulması oldu. İlk evre böylece tamamlandı; generallerle uzlaşma organı olarak MGK yeniden işlevlendi. Fakat, DYP’ye ve politik islama karşı generallerin iktidar mücadelesi durmadı.
İkinci aşamada, politik islama karşı harekete geçirilmiş olan yedekler önplana çıkartıldı. Askeri kliğin vesayeti altındaki hükümet, üniversiteli bilim çevreleri, sivil bürokrasi, sendikalar vb. İkinci evrede, askeri klik ile kendi programını dayattığı yedekleri -özellikle hükümet- “çatışmasız, çelişkisiz bir birlik” içinde olmadılar. Koalisyon, askeri vesayetten hoşnutsuzdur; dahası politik islama karşı mücadele tarz ve yöntemlerinde kamuoyu önünde tarif edilmiş ayrılıklar vardır. Bu ikinci aşamanın l8 Nisan seçimlerine kadar sürecek dönemi kapsayacağı açıktır. Askeri klik süreci uzatmak istemişse de (seçimlere karşı çıkışı bu anlama gelir) parlamenter burjuva partileri aldıkları seçim kararıyla, bu noktada generallerin planını bozmuştur.
Politika “Sınıfı”, Askeri Bürokrasi Çelişkisi
28 Şubat süreci kuşkusuz halen devam ediyor. Yaşanan son hükümet krizi döneminde de ve eğer gerçekleşirse l8 Nisan seçimleri sonrasına ilişkin plân ve hedeflere yansıdı bu. Parlamenter burjuva partilerinin kendi iktidar alanını koruma ve genişletme eğilimi, diğer yandan askeri bürokrasinin kendi iktidar alanını önlenemez biçimde genişletmesi, sömürücü sınıfların egemenlik sisteminin bir çelişki ve çatışmasıdır. Diğer yandan işbirlikçi tekelci burjuvazinin düzenin egemen sınıfı olarak, parlamenter burjuva partilerinin ve askeri bürokrasinin politik egemenlik alanını daraltmak, daha sıkı ve güçlü biçimde kontrol altına alma eğilimi ve yönelimi, burjuva egemenliğin iç durumunun ağırlığını gösterdiği gibi, tablonun ilk anda ve yüzeyde görünenden çok daha karmaşık olduğu gerçeğini yansıtır.
28 Şubat sürecinde; işbirlikçi tekelci burjuvazi- askeri bürokrasi bağlaşması dikkate değer ve süreci etkileyen bir olgudur. Çünkü bu bağlaşma, bir bakıma işbirlikçi sermaye oligarşisinin egemen ve öncü çevreleri ile askeri bürokrasinin yalnızca RP-DYP koalisyonuna ve politik islama karşı hareket birliği değil; aynı zamanda genel olarak parlamenter burjuva partilerini hizaya sokmayı, gözden düşürüp yıpratmayı, güçsüzleştirerek daha kolay kontrol edilebilir ve yönetilebilir hale getirmeyi ve onların iktidar alanının daraltılmasını da hedefleyen bir özellik taşımaktadır. Fakat bu elbette ki, burjuva partilerin birer hizbi, kliği olmanın ötesinde anlamsızlaşan parlamenter burjuva partilerinin belli kesimlerini yedekleyerek, hatta öne çıkarıp onlar üzerinden politik manevralar vb. geliştirmeyi de kapsıyor.
28 Şubat sürecinin eseri olan ve geçtiğimiz Kasım 1998’de yıkılan üçbuçuk ortaklı koalisyonun askeri bürokrasiyle ittifakı ve konsensüsünün çelişkili karakteri de göz önünde tutulmalıdır. Çünkü üçbuçuk ortaklı koalisyon, yer yer çok açık biçimde askeri vesayetten rahatsızlığını yansıtmış, askeri bürokrasi ile çatışmak durumunda olmuştur. DSP’nin Gülen ve tarikatını açıkça savunan tavrı, keza koalisyon hükümetinin politik islama karşı mücadele tarz ve yöntemlerinde, askeri bürokrasiyle farklı duruşunu zamanın Başbakanı Mesut Yılmaz’ın ağzından tanımlaması, Batı Çalışma Grubu’nun gereksizliğini ilan etmesi vb. olgular üzerinden atlanamaz. Ya da ANAP’ın dönem dönem generallerin öfkesini uyandıracak denli FP ile dirsek temasına girdiği bilinmektedir.
Seçim kararı, işbirlikçi sermaye oligarşisi-askeri bürokrasisi ittifakına karşı parlamenter burjuva partilerinin bir atağı ve kazanımıdır. Seçimler üzerindeki iç mücadelenin kesinkes sonuçlanamamış olması, halen mücadelenin politik entrikalarla sürüyor oluşu, bu eğilimin seçim sonrası koşullar altında da varlığını sürdüreceğine işaret ediyor.
Yasallık, Kuralsızlık Karşıt Eğilimleri ve Sivil Faşist Sürülerin Tekrar Hareketlendirilmesi
‘93 konsepti olarak da kabul edilen, sömürgeci savaşın özgün evresinin ayırıcı özelliklerinden birisi de, faşist rejimin illegal faaliyetlerinin cumhuriyet tarihinin bütün zamanları açısından en tepe noktaya vardırılmasıdır. Sömürgeci savaşın, uyuşturucu ticaretini, kumar ve kara para ilişkilerini, çeteleşme özgürlüğü temelinde geliştiren burjuva devlet, çetelere dayanarak, sömürgeci savaşı yasa ve kural tanımaz şekilde yürüterek, ulusal devrimin daha ileri sıçramasının önünü kesmeyi, onu sınırlandırmayı elbette esas savaş güçlerine dayanma temelinde çizgilemiştir. Bu koşullarda çetelerin giderek kendi başına ve DYP odağında birleşerek bir alternatif iktidar gücü haline gelmeye başlaması, aynı zamanda çeteleşmenin devletin bütün kuramlarına ve dokularına sızıp kuşatmasını da getirmiştir. Devletin değişik kurum ve kesimlerinde klikleşmeler, devlet kuramları ve kadroları arasında güven krizi vb. oluşturmuştur. Devletin istihbarat ve güvenlik kurumları arasındaki uyumsuzluk, koordinasyonsuzluk ve çatışmalar, bürokrasi içindeki farklılaşma, bu dönemin devlete çıkarttığı faturanın bir bölümüdür.
Askeri klikle kısmen onun denetiminden çıkan polis aygıtı ve sivil bürokrasinin bir bölümü arasındaki ilişkilerin bozulması önemli bir olgudur. 28 Şubat süreci, bu bağlaşma ve uyumu tekrardan inşa etmeyi de kapsar. Bu sivil bürokrasi içinde, askeri bürokrasiye biat etmeyenlerin tasfiyesi biçiminde sürmektedir. Zaman içinde, belli tasfiye ve düzenlemelerle birlikte, istihbarat örgütlerinin koordinasyon ve uyumu sağlanmıştır.
Sözkonusu sürtüşmenin ilkesel bir anlamı ve önemi de vardır. Devletin yasa, kural tanımaz keyfiliği ile devletin yasa ve kurallara bağlılığı, yani yasallık, bürokrasi içerisindeki çatışan eğilimler olarak açığa çıkmıştır. RP-DYP koalisyonunun tasfiyesinden sonra, yasallık eğilimi güçlenerek gelişmiştir. Bu eğilimin güçlenmesi devlet yaşamında istikrar arayışını da yansıtır. Devlet faaliyetlerinde yasallık eğiliminin güçlenmesi, giderek MGK karar ve politikaları düzeyine çıkartılmış, bir yandan çetelerin belirli ölçüde tasfiyesi boyutuna ve devlet yaşamında politik islamın tasfiyesine yönelirken, diğer yandan sokağa, yığınların özgürlük mücadelesine ve fiilen elde ettiği ve genişlettiği özgürlük alanlarına katı tasfiyeci saldırıyı kapsamıştır. Kitlesel basın açıklamalarına ve özellikle Cumartesi analarına sistematik saldırı, bu bakımdan oldukça anlamlı ve önemli göstergelerdir.
Yasallık eğilimi asla demokratikleşme şeklinde anlaşılamaz. Faşist rejimin zulmünü kuralsızca tırmandırmasının devlet yaşamını zaafa uğratan ve kendini de vuran boyutlara ulaşması nedeniyle ve bu araç geride kalan süreçte özgün işlevini yerine getirip gereksizleş- tiği için, illegal faaliyetlerin daraltılıp yasallığın güçlendirilmesi, faşist rejimin bir başka biçimde, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, özgürlük isteyen güçlere karşı katılaşmayı sürdürmesi anlamına gelmektedir. Bu, yasal alanın daraltılmasıyla da el ele sürmektedir.
Yasallığın güçlendirilmesi, faşist rejimin önümüzdeki sürece hazırlığı bakımından da anlamlıdır. Ekonomik ve toplumsal kriz koşullarında, özellikle kitlesel işçi kıyımı terörüyle birlikte kentlerde büyüdüğünü tahmin ettikleri sosyal patlamalar tehlikesinin önünü bu çizgide kesme ve göğüsleme hazırlığıdır.
Devletin yasadışı faaliyetlerinin daraltılması ve yasallık eğiliminin güçlenmesi; devletin devrimci ve ilerici politik ve toplumsal güçlere karşı savaşımda sivil faşist hareketlerden yararlanma; sivil faşist hareketleri hareketlendirme ve ön plana çıkartma taktiğine başvurmasını gündeme getirmektedir. Son birkaç yıllık dönemde üniversiteler ve varoşlar başta olmak üzere sivil faşist çetelerin saldırılarında çok belirgin bir artış ve tırmanma yaşanmaktadır.
Irkçı, sivil faşist güruhların tepelenmesi, üst merkezlerinin tahribi, özellikle varoşlardan sürülmeleri, özgürlük mücadelesinin güncel sorunları olarak ihmal edilemez devrimci görevidir. Irkçı faşist güruhlara karşı oldukça enerjik, tepeleyip dağıtmayı hedefleyen devrimci pratik, halklarımızın kardeşlik bayrağını gerçekten yüksekte tutma açısından büyük önem taşır.
Devletin ırkçı faşist mihrakları hareketlendirmesinin bir diğer nedeni ise, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini marjinalleştirme çabalarıdır. Ulusal hareketin tarihine Roma yürüyüşü olarak geçen dönem bu bakımdan oldukça çarpıcıdır. Faşist diktatörlüğün kontrollü şekilde “Türk-Kürt” gerilimini ve kutuplaşmasını özellikle tırmandırma politikasının hazır güçleri olarak, ülkücü, nizam-ı alemci, ırkçı faşist odakları derhal ırkçı faşist reaksiyon hareketinin başına geçmişler, katliamlar ve linçler tezgahlamışlardır.
Bu konuda işaret edilmesi gereken diğer bir nokta ise, devletin Kürt ulusal sorununda oldukça ufak tefek ödünler vermeyi kapsayan adımlar attığı koşullarda, ırkçı faşist güçlerin, devletin politikalarının uygulayıcısı; diğer burjuva güçlere karşı bir tehdit oluşturmalarıdır. Hatta sözkonusu koşullarda ırkçı mihrakların karşıdevrim içinde ciddi bir çatlağa yol açmaları ve bunun yaygın sert çarpışmaları gündeme getirmesi olasılığı vardır. Fakat, bu durumda da hem sivil faşist güçlerin ve hem de burjuva devlet aygıtının resmi güçlerinin yurtsever ve devrimci güçlere karşı savaşı kesintisiz sürdüreceklerinden kuşku duyulamaz.
Yeni Kemalizm
Kemalizmin, özellikle ve esas olarak Kürt ulusal devrimi tarafından geri dönülmez biçimde parçalanarak, ideolojik hegemonya aracı olarak işlevini büyük ölçüde yitirmesi sonucu doğan boşluğu doldurmak üzere burjuva cephede arayışlar da belirginleşmeye başladı. Resmi söylemin korunduğu Kemalist cila bu gerçeği değiştirmiyor. Sözkonusu yönelimler içerisinde, 2. cumhuriyetçilik, politik islam, bir ara neredeyse devletin resmi ideolojisi mertebesine yükselmeye doğru tırmanan Türk-İslam sentezinden sonra, şimdi Kemalizmin yeni bir yorumundan veya bir kısım kemalistlerin, kemalizmi yeni duruma, döneme, önümüzde uzanan süreçlere, değişen dünya koşullarına ve sorunlara uyarlama çaba ve yönelimi belirginleşmektedir.
Bu açıdan İP-Aydınlık, Atatürkçü Düşünce Derneği ve Cumhuriyet gazetesi çevresinin az çok koordineli çabaları dikkat çekicidir. Bu, bir kısım üniversite çevreleri, orta kademe sendika bürokrasisinden değişik partilerin il, ilçe örgütlerine nispeten yaygın bir ilgi, yönelim ve katkı görmektedir.
Bu yeni Kemalist yönelim, her şeyden önce 28 Şubat süreciyle bağlıdır. Generallerin, RP-DYP hükümetine karşı başlattıkları ve “laik- şeriatçı” ayrımı ve kutuplaştırmasını geliştirme üzerine oluşturdukları iktidar stratejisi, yeni Kemalist yönelimi mahmuzlamıştır. Yeni Kemalist akım, politik islama karşı militarizmin temsilcisi olarak caka satmaktadır. Politik islama ve dine karşı burjuva çizgide bir mücadele öngörülmekte ve geliştirilmeye çalışılmaktadır. Burjuva aydın tabakanın en geniş kesimlerinin doğasına uygundur bu yönelim. Cumhuriyet gazetesi çevresinden ve keza üniversite çevrelerinden yaygın ilgi ve destek görmesi de bunu doğrular.
Politik islama karşı tavrı yeni Kemalist eğilimin dinsel gericiliğe karşı burjuva liberal duruşunu yansıttığı gibi, bu onun 2. cumhuriyetçilikten temel bir ayrımı da olmaktadır.
Kürt ulusal sorununu, “etnik sorun”, “kültürel sorun” derekesine indirgeyerek, “alt kimlik” kavramı çerçevesinde kalan bir burjuva “çözümü” kapsayan ve başlıca hatları henüz netleşmemiş bir duruşu benimsemektedir yeni Kemalizm. Ki, hemen burada da yolu militarizmin açtığını görmek gerekir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, “kamusal alana kaymamak koşuluyla, mahalli ve kültürel özelliklerin gelişmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır” diyordu. Yeni Kemalist eğilim kendini burada buluyor, buradan güç alıyor. Ama tarihsel bir perspektifi de geliştirmeye, M. Kemal’in Kürt ulusal sorununda cumhuriyet öncesi de denilebilecek işgale karşı savaş yıllarındaki Kürt egemen sınıflarıyla ittifak tavrıyla ilişkilenmeye çalışıyor. Henüz belirginleşmemiş olsa da, Türk burjuva milliyetçiliği ile Kürt burjuva milliyetçiliği arasında, Türk ulusunun ayrıcalıklarını esas olarak koruyan bir işbirliği, bir ittifak arayışının temellerinin atılmaya çalışıldığına dikkat çekmek yanlış olmayacaktır.
Yeni Kemalizmin diğer bir özelliği ise özelleştirmeye karşı duruşudur. Hiç kuşkusuz bu, burjuva devletçi çizgide bir tavır alıştır.
Bu, yeni Kemalizmin 2. cumhuriyetçilikten ayrım çizgilerinden birisidir.
Yeni kemalizmin, neoliberalizmin ve globalizmin programı karşısında, ulusal devleti savunma çizgisinde bir duruşu vardır; bu ise doğası gereği, egemen işbirlikçi tekelci burjuvazi ve işbirlikçi kapitalizmin bilinçli, gönüllü savunusundan başka bir şey değildir. Komünist ve devrimci çizgi bakımından yeni emperyalist düzenin özeti olan globalizm ve neoliberalizme karşı duruş ile bizzat emperyalizmle işbirliğinin ve emperyalist sisteme eklemlenmesinin aracı olan ulusal devleti savunma çizgisine oturan karşı duruş arasındaki ayrımın aydınlatılması ve derinleştirilmesi, yığınlara gösterilmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır. Aynı duyarlılık, özelleştirmeye karşı mücadele çizgisi bakımından da muhakkak gösterilmelidir.
Yeni Kemalizm militarist niteliğine karşın, orta burjuvazinin bir bölümünün burjuva liberal eğilimini yansıtmaktadır. Bu eğilim, bir yandan dinsel gericiliğe karşı duruşun ve Kürt ulusal sorununda, en geri burjuva “çözümü” benimseyişin ve diğer yandan emperyalizme çok zayıf da olsa burjuva çerçevede bir karşı çıkışın sonucudur. Yeni Kemalizmin devrimci gelişmenin önündeki reformist barikatlardan birisi olduğundan kuşku duyulamaz. Potansiyel gelişme olanakları da dikkate alındığında yeni Kemalist eğilimin ideolojik olarak yığınlara sergilenmesi, politik olarak teşhir ve tecrit edilmesi görevinin önemi açığa çıkmaktadır.
Sınıf İşbirliğinin Yeni Düzeyi
Komünist ve devrimci basının beşli çete olarak tarif ettiği “sivil” inisiyatif, 28 Şubat sürecinin bir eseridir. Fakat bu gelişmeyi yalnızca militarizm ile açıklamak doğru olmayacaktır. Beşli çete, militarizm ve işbirlikçi sermaye oligarşisinin toplumsal hegemonya araçlarından biridir.
Burada işbirlikçi sendikal hareketin yeni bir düzeyi ile karşı karşıyayız. Bu yeni düzey, her şeyden önce yeni DİSK gerçekliği ile bağlıdır. Sınıf işbirliğinin yeni düzeyi; sermayeye ve onun egemenlik aracı devlete ideolojik, politik ve ekonomik bağımlılığı, yani sendikal hareketin bütün düzeylerde çok sınırlı da olsa var olan özerkliğini, bağımsızlığını bütünüyle yitirmesini ya da tamamen tasfiyesini kapsar. Bunun şekillenmesi sürecinin tipik bazı unsurlarını vurgularsak: ‘80 sonrası gelişen işçi kitle hareketinin devrimci dinamikleri Türk-İş’i kendisine, geleneksel çizgisinden uzaklaşmaya, devletten bağımsızlaşmaya başladığı görüntüsünü vermeye zorladı. Önü açılan DİSK, böyle bir süreçte “çağdaş sendikacılık” çizgisi ile devreye girdi. Sermayenin yeni uluslararası eğiliminin sendikal harekette yansıması olan “çağdaş sendikacılık”, sendikal hareketin ‘60’lı, ‘70’li yıllardaki kazanımlarına canevinden saldırdı. İdeolojisizlik yüceltisi ile globalizme ve yeni liberalizme teslimiyet, işçi sendikalarının sermayeden ve kapitalist devletten bağımsızlığı anlayışının tasfiyesi, DİSK eliyle gerçekleştirildi. Sınıf işbirliğinin yeni düzeyi, DİSK’in yaşadığı geriye düşüşü kapsayan teslimiyetin sonucudur. Sermayenin DİSK’ten DİSK patronlarını kullanarak bir kez daha intikam alışıdır bu.
Koşulları DİSK’in teslim alınması ve dönüşümüyle hazırlanmış yeni işbirlikçi çizgi, son şeklini generallerin 28 Şubat programıyla aldı. Bu bakımdan beşli çete bir militarizm yapımıdır. İşbirlikçi sermaye oligarşisi ile militarizmin, işçi sınıfı hareketini kontrol ve maniple etme, en geniş yığınları hegemonya altında tutma, faşist askeri vesayet rejimine rızalarını hazırlamanın aracıdır.
İşçi sendika konfederasyonlarının “sivil insiyatif”ten çıkması, “sivil inisiyatif”in beşli çetenin dağıtılması, işçi hareketinin en önemli hedeflerinden biri olmalıdır. Sendika ağalığı ve bürokrasisinin işbirlikçi tekelci burjuvazi ve militarizmle girdiği işbirlikçiliğini kırmak, asıl darbeyi sınıf işbirliğine, oportünizme indirmek, işçi sınıfının bağımsızlaşmasının, hareketin sınıf mücadelesi temelinde gelişmesinin en önemli ve birinci koşuludur.
Meclisin, burjuva partilerin saygınlığının dibe vurduğu koşullarda; “sivil inisiyatif’ gibi sınıfsal işbirliği araçlarını sermaye ve militarizmin toplumsal hegemonyasını yeniden üretilmesinde çok önemli roller oynadığını görmemek körlük olur. Sendikal hareketin tabanından, taban ve orta kademe örgütlülüğünden konfederasyon merkezlerine karşı geliştirilecek yaygın kitlesel baskıyla beşli çeteyi dağıtmak hiç de zor değildir.
İçe Kapanma Yönelimi
Son ayların belirleyici birkaç olayının çözümlenmesi, faşist rejimin iç ve uluslararası durumunun anlaşılması bakımından anlamlı görünüyor.
İlki, diktatörlüğün Suriye’ye yönelik kriz politikasıdır. Suriye ile ve onunla bağlı olarak bölgesel bir savaşı da göze alan kriz politikasını uygulayabilmesi, Amerika ve İsrail’le son yıllarda gelişen ittifak temelinde, ama ancak Amerika’nın Güney Kürdistan politikasındaki yeni atağı sayesinde olanaklı olabilmiştir. Bu anlaşmaya diktatörlüğün itiraz ettiği, kuşku ve güvensizlik içinde olduğu biliniyor. Fakat, Türkiye’nin bu anlaşmayı kabullenmesinin, boyun eğmesinin karşılığı ulusal devrimin boğazlanması ve PKK’ye karşı geniş çaplı tasfiye hareketi için gerekli Amerikan ve İsrail desteği anlamına gelmektedir. Türkiye için daha acil birinci derecede önemli ve yaşamsal olan da budur.
Suriye’ye karşı geliştirdiği kriz politikası bir yandan onun sıkıştıkça saldırganlaştığını, bölge için, komşu ülkeler ve halklar için büyüyen bir tehlike haline geldiğini gösterirken, diğer yandan uluslararası ilişkilerinin daralmasını getirmektedir. Nitekim, ABD-İngiliz emperyalistlerinin Irak’a yönelik son saldırılarından sonra, Türkiye-Irak ilişkilerinin belirgin biçimde gerilmekte oluşu, bir bakıma da sözkonusu sürecin sonucudur.
Kürt ulusal hareketinin, Türkiye’nin uluslararası ittifaklarını hedef alan hareketi henüz amacına ulaşmamış olmakla birlikte, yine de faşist rejimin Avrupalı emperyalistlerle süregelen ittifaklarını zorlamaktadır. Diktatörlüğün yönetici çevreleri, efendileri ABD emperyalistlerinin müdahale ve desteği sayesinde durumun bir ölçüde kurtarabilmişse de bunun faturasının ABD-İsrail ittifakına daha sıkı sarılmak, daha muhtaç ve bağımlı hale gelmek olduğu ve olacağı açıktır. İncirlik’ten kalkan Amerikan uçaklarının Irak’ı vurmasına, diktatörlüğün yönetici çevrelerinin hiçbir itirazda bulunmaması bu bakımdan anlamlıdır.
Diktatörlük, emperyalist dünyadan Kürt ulusal hareketine karşı aldığı desteğin sınırına gelmiştir. Kürt ulusal sorununda izleye geldiği çizgide inat etmesi, Avrupalı emperyalistlerle ittifakını zorlamaktadır, ki bu, uluslararası ilişkilerin belirgin şekilde zayıflaması ve içe kapanma eğilimini beslemekte ve güçlendirmektedir. Diğer yandan yukarıda işaret edildiği gibi bu, ABD-İsrail ittifakına daha bağımlı ve muhtaç hale gelmesini koşullandırmaktadır.
Roma süreci bir bakıma diktatörlüğün ne denli zaaf ve çaresizlik içerisinde olduğunu da açığı çıkartmıştır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ağzından dünyayı “etnik temizlik’le tehdit etmesi, diktatörlüğün gücünün değil, zaafının göstergesidir. “Türk-Kürt” kutuplaşmasının ırkçı, faşist sürülerin en üst düzeyde kullanılarak/tırmandırılması, her an kontrolden çıkması tamamen mümkün olan politika tam anlamıyla ateşle oynamaktır. Diktatörlüğün uyguladığı Suriye krizi ve onu takip eden konrollü ama her an denetimden çıkma potansiyeli taşıyan “Türk-Kürt” kutuplaşması politikaları, ne kadar sıkıştığının göstergeleridir.
Marksist leninistlerin devrimci stratejinin sorunları içerisinde, işbirlikçi egemen sınıfların ve uluslararası destekçilerinin devrimin güçlerini parçalamak, hedef şaşırtmak, yedekler kazanmak vb. amaçlarla, “laik-şeriatçı”, “Türk-Kürt” gibi tarihsel, ulusal ve dinsel farklılıkları kullanarak politik manevralar yapabileceğine dair kestirimleri bütünüyle doğrulanmıştır. Yalnızca teorik düşüncenin değil, devrimci strateji ve taktiğin, karşıdevrimin politik manevralarını etkisizleştirmesi, devrimci hazırlık ve ilerleyişin can alıcı çözümü gündeme giren sorunları olarak ortaya çıkmış bulunuyor.
MGK’nın Seçimler İçin Netleşen Hedefleri
İşbirlikçi sermaye oligarşisi ile militarizm ittifakının hâlâ manevra yapması olanaklıysa da burjuva politika geri dönülmez biçimde seçim sathı mailine girmiş görünüyor. TÜSİAD ve Genelkurmay’ın istikrar arayışlarına yanıt vermeyeceği veya parlamenter burjuva siyasetinin yeniden yapılanmasının bu cephesinde-özledikleri ve istedikleri düzenlemeleri gerçekleştiremeyecekleri için ya da burjuva cephenin durumunu daha da zorlaştıracak sonuçların çıkması olasılığını bile bertaraf edemedikleri için seçimlere karşı çıktıkları göz önünde tutulduğunda seçim kararı ve hazırlığı, işbirlikçi sermaye oligarşisi generaller ittifakına karşı parlamenter burjuva partilerinin direnişi ve onların bazı hesap ve planlarına çomak sokulması anlamı taşıyor.
DSP azınlık hükümetinin oluşum sürecinde izlenen taktikler, manevralar vb. göz önünde tutulduğunda şu önemli gerçekler vurgulanabilir.
MGK politikalarının; a) DYP ve FP arasındaki ortaklığı, ittifakı bozmayı dağıtmayı hedeflediği, b) Milletvekili erken genel seçim kararından dönülmesini, seçimlerin iptalini, c) Yerel seçimlerin iki turlu hale getirilerek FP’nin belediyelerden tasfiyesini ve HADEP’in Kürt illerinde ve beldelerinde kazanabileceği seçim zaferinin önünü kesmeyi hedeflediği açığa çıkmıştır.
Son hükümet krizi döneminde, burjuva politikanın iç çalkantı, dalaş ve çatışmalarında, seçimler sonrasına ilişkin hedef ve planlar yönlendirici olmuştur. Bu, yalnızca yukarıda MGK politikalarının güncel bazı yönlerini yansıtan nedenlerle ilintili değil; genel tablodan çıkıyor. Bülent Ecevit’in başbakanlığı ve DSP’nin hükümet partisi olması yolundaki öncelik ve ısrarı anlamlıdır. Bu koşullarda, MGK’nın seçimlerden hiç değilse DSP ve ANAP’ın ağırlığını/bel kemiğini oluşturacağı bir meclis çoğunluğunu ve dolayısıyla bu iki partiye dayalı bir hükümeti tercih ettiği açığa çıkmıştır. Hükümet partisi olarak seçime gitmesini sağlamak, bu koşullarda MGK’nın Bülent Ecevit ve DSP’ye büyük destek vermesi anlamına geliyor. Çünkü bu, aynı zamanda CHP’nin seçimlere ilişkin planlarına da indirilmiş çok ağır bir darbedir. l8 Nisan seçim kararının asıl aktörü olan CHP’nin, ’98 yazındaki hesaplarının bozulduğu, kontrpiyede kaldığı rahatlıkla söylenebilir.
Hükümet krizi döneminde, DYP ve FP’nin ayrı ayrı ve birleşik tavırları, atraksiyon ve taktikleri hem bu iki partinin ortaklığının ve hem de FP’nin MGK (daha doğrusu generaller) ve devlet nezdinde kabul edilebilirliğini, meşruiyetini dayatmayı hedefliyordu. Tansu Çiller ve DYP, son anda yaptıkları manevra ile, bir yandan düpedüz DYP-FP ortaklığını ve DYP’yi hedefleyen MGK politikasının daha uç biçimini, yani Yalım Erez başkanlığında hükümet kurulmasını önlemiş ve hem de, milletvekili erken seçimlerinin iptali olasılığını zayıflatmıştır. Diğer yandan, T. Çiller’in manevrası ile DYP-FP ittifakı bir ölçüde zayıflasa bile, FP’nin “meşruiyeti” bakımından belli bir ilerleme de sağlamıştır.
28 Şubat sürecinde militarizm ve sermaye oligarşisinin oluşturduğu bağlaşma, parlamenter burjuva partilerinin ANAP ve DSP kesimini (ve DTP’yi) de yedekleyerek/içine alarak genişlemiştir. Diğer kimi kesim ve güçlerin yanısıra, beşli çetenin oluşturduğu sivil inisiyatif de bu ittifaka dahil edilmiştir. Militarizmin iplerini elinde tuttuğu, kendi içinde çelişkileri de barındıran bu cephenin seçimlerdeki hedefleri şunlardır:
Merkez sağ için ANAP, merkez “sol” için DSP, adres olarak benimsenmiştir. FP üzerindeki “anti-şeriatçı” baskı, terbiye etme, dönüştürme çizgisi, kontrolden çıkma ve politik iktidarı isteme cüreti gösteren, başında generallere kafa tutmaya, açık çatışmaya yeltenen generaller kadar iktidar düşkünü ve gözü dönük T. Çiller’in bulunduğu DYP’nin olabildiğince zayıflatılması politikasına, şimdi artık CHP’nin “kontrollü” zayıflatılmasının da dahil edildiği söylenebilir.
FP’nin belediyelerden olabildiğince tasfiyesi, HADEP’in muhtemel yerel seçim zaferinin önlenmesi ve genelde sandıktan Avrupa başta olmak üzere bütün dünyaya Kürt sorununu, toplumsal ve politik olarak marjinalleştirdiğini ilan edebileceği bir sonucun çıkmasını sağlamak. Hiç kuşkusuz MGK için en önemli seçim hedefi, seçimlerden bütün dünyaya Kürt sorununu marjinalleştirdiğini ilan edebileceği bir sonucu elde etmektir. Bunu görmeyen, hesaplamayan politikaların devrimcilik, halkların kardeşliği, anti-şovenizm vb. bakımlardan olduğu gibi, proletaryanın bağımsız devrimci güçlerinin geliştirilmesi çalışmasının bütünü bakımından da herhangi bir değeri yoktur.‘98 yılı boyunca işçi sınıfı hareketi içinde tekil direnişler yine baskın unsur olurken, deri işçilerinin birleşik mücadelesi ve metal işçilerinin faşist Türk Metal’e karşı birleşik isyanı, bu zeminde geleceği mayalayan öğeyi oluşturdu.
Aynı biçimde mevcut koşullarda genel olarak işçilerin yenilgisiyle sonuçlanan tek tek fabrika önü direniş eylemleri ‘98’de de sürdü. Daha çok sendikal örgütlenmeyi engellemeye dönük işten atma terörüne karşı geliştirilen bu mücadeleler, işçi sınıfının ve emekçilerin diğer bölüklerinin güçlü desteğinden yoksun kalınca sönüp gittiler. Çünkü sınıf mücadelesinin bugünkü koşullarında fabrika önü tekil direnişlerin üretime engel olmak, burjuvalara ciddi bir ekonomik-mali fatura çıkarmak gibi bir işlevi bulunmuyor. Ciddi özveriler ve büyük bir inatla yürütülen bu pasif karşı koyuş, aynı zamanda sendika ağa ve bürokratlarının açık kayıtsızlığı ve ihanetiyle yüz yüze geliyor. Aylar boyu korunan direnç, giderek mali sıkıntılara ve umutsuzluğa teslim oluyor, çözülüp sönüyor. Eylem biçimi, işçiyi vuran bir bumeranga dönüşüyor.
‘97’de Bursa-Mudanya’daki Siemens işçileri faşist Türk Metal Sendikası’nın sahte üyelik yoluyla yetki alma girişimini boşa çıkarırken, aslında işçi sınıfına dönemden çıkışın eylem biçimini de göstermişlerdi: Fabrika işgali. SEKA işçileri, çalıştıkları fabrikaya dönük özelleştirme saldırısını püskürtürken fabrika işgaline başvurdular ve kazandılar. Burjuvaziye üretim yapma, direnişi aylarca süründürerek boğma; sendikacılara ise kayıtsızlık ve teslimiyeti dayatma şansı tanımadılar. Buna karşın işçi sınıfına, emekçilere ve gençliğe moral ve maddi dayanışma olanağı yarattılar. SEKA kazanımıyla fabrika işgali yöntemi, geniş işçi kitlelerinin dikkatini çekti ve bu eylem biçimine başvurma eğilimini güçlendirdi.
Yasal grevlerin son yılların en düşük seviyesine indiği, devletin grev yasaklamalarının ise 97’yi aştığı ve sendikalı işçi sayısının ciddi oranlarda azalmayı sürdürdüğü ‘98 yılında patlak veren yasadışı direniş ve gösteriler içinde SEKA’daki fabrika işgali dışında, ‘99’u mayalayan çıkışlardan biri de Bursa, İstanbul ve İzmir’de toplam on fabrikadaki Türk Metal’e üye işçilerin istifa eylemleriydi. Faşist örgütlenmenin ve kontrgerilla kadrolaşmasının en sivri örneğini teşkil eden, yetkili olduğu işyerlerinde geniş bir muhbir ağı kurmuş bulunan ve patronlar için kraldan daha kralcı bir konumda duran Türk Metal’e karşı geliştirilen üyelikten istifa, yürüyüş ve gösterileri, sınıf içinde büyüyen öfke ve arayışın en önemli ifadesi oldu. Devrimci önderlik boşluğu koşullarında DİSK ve Birleşik Metal-İş’in en aşağılık düzeye varan kayıtsızlık ve kaçışı nedeniyle, ayağa kalkan işçi bölükleri Türk Metal’in işini bitiremediler, fakat çok uzun yıllardır ilk kez fabrikalardan sokaklara taşırdıkları bir mücadele cüreti geliştirerek kendi kafalarındaki setleri yıktılar.
‘98 boyunca işten atma terörü dışında patlak veren yasadışı direnişler ve yasal mitinglerin ana konusu özelleştirmeydi. Ankara’da 50 bin, İzmir’de 25 bin kişilik mitinglerin dışında, Antep, Muğla, Akhisar, Malatya, İstanbul, İzmit gibi kentlerde işyeri ya da işkolu düzeyinde işbırakma, yürüyüş, işgal türü eylem biçimleriyle özelleştirme protesto edildi. Fabrika ve işletmelerin satışının durdurulması istendi. Merkezi ve birleşik bir nitelik kazanamayan bu eylemlere karşın özelleştirme büyük ölçüde sürdü. ESK yoluyla işçi sendika konfederasyonlarını IMF ve işbirlikçi sermayenin politikalarının sözcüsü haline getiren faşist diktatörlük, l6 Ekim l998’de Resmi Gazete’de “34 Kamu iştirakının 18 ayda özelleştirileceği” kararını yayınladı.
‘99’a kitlesel işsizliğin ürkütücü boyutlara ulaştığı, sendikal örgütlülüğün neredeyse küçük bir azınlığın ayrıcalığı haline geldiği, işçi sınıfının sendika ağa ve bürokrasisine güveninin iyice zayıfladığı, geniş işçi bölükleri içinde öfkenin ve mücadele arzusunun biriktiği koşullarda giriyoruz. Sorun, işçilerin saflarında birikmiş patlayıcı maddelerin tutuşturulması ve kazanımları yoluyla mücadele, istek ve kararlılığının, en büyük özverileri göze alma ruh halinin pekiştirilmesidir.
Alışılagelmiş eylem biçimlerinin, miting, yürüyüş gibi yöntemlerin, ateşleyici rolü oynamasını beklemek boş bir hayal olacaktır. İşçi sınıfının %90’ının sendikal örgütlülüğün dışında bulunduğu, MESS, TİSK gibi patron sendikalarının ve bugün burjuvazinin ajanlarının yönetiminde bulunan Türk-İş, DİSK ve Hak-İş gibi işçi konfederasyonlarının sınıfı kuşattığı, faşist yasaların işçilerin ellerini kollarını bağladığı, fabrika önü tekil direnişlerin uzun bir sürece yayılarak boğulduğu koşullarda, bölgesel-birleşik işbırakımı veya tek tek fabrika işgalleri dışındaki mücadele biçimlerinin gelişmeyi, örgütlenmeyi ve sıçramayı sağlayamayacağı aşikardır. Böyle bir süreçte işçi birliklerinin inisiyatif alması ve yaygınlaşıp kökleşmesi ile fabrikalarda, işletmelerde komiteler kurulması bütünüyle olanaklıdır.
İşçi sınıfı saflarında Türk şovenizminin etkisinin gücü hâlâ büyüktür. Roma sürecinde görüldüğü gibi işbirlikçi sermaye, mevcut konfederasyonların ve bağlı sendikaların ezici çoğunluğunu ırkçı-faşist topyekün savaşın basit bir figüranı haline getirmekte hiç zorlanmamaktadır. Önümüzdeki dönemin başta gelen görevlerinden biri de, Türk işçilerinin üzerindeki şovenist etkiyi kırıp etkisizleştirmek için halkların kardeşliği, eşitliği ve özgürlüğü temelindeki eğitim ve ajitasyon çalışmasını yoğunlaştırmayı sürdürmektir.
Emekçi memur hareketi, sahte sendika yasasının burjuva meclisten geçişini engellediği 4-5 Mart direnişiyle ’98’in bütünüyle kaybedilmesini önledi. Ne var ki 4-5 Mart’ın örgütlenip başarılı kılınmasına önderlik eden devrimci memurlar KESK’in, burjuva ve küçük burjuva reformist güçlerin oluşturduğu gerici blokun yönetimine girmesine engel olamadılar. Bu durum, ’99’daki mücadelenin en ciddi sorununu ve riskini oluşturmaktadır. Soruşturmalara, sürgünlere, tutuklama ve katliamlara karşı bütünüyle kayıtsızlaşan KESK yönetimi, emekçi memur hareketinin devrimci ve tutarlı demokrat bölüklerini faşist rejime yem etmekte çok cömerttir. Denilebilir ki o, devletin devrimcileri marjinalleştirme ve yığınların demokratik mücadelesini engelleme planının KESK’teki yürütücüsüdür. Keza aynı yönetim, Türk ırkçılığına ve şovenizme karşı mücadelenin önüne de gerici bir barikat olarak dikilmektedir. Çok daha belirgin bir vurguyla söylersek, yeni KESK yönetimi, MGK’nın emekçi memur hareketinin boğulması planının önemli bir zaferidir.
KESK’in böyle bir noktaya gelmesinde diğer şeylerin yanısıra süregiden eylem ve mücadele tarzlarının aşılamayışının çok önemli bir yeri vardır. Tek tek kentlerdeki eylemlerin olduğu kadar, özellikle Ankara merkezli büyük gösterilerin kendini bıktırıcı biçimde yinelemesi; koparıp alıcı bir yönde geliştirilememesi emekçi memur hareketi içinde umutsuzluğu, şevk kırılmasını ve edilgenliği yaygınlaştırıp egemenleştirmiştir. “Bütün bu eylem biçimleri, aynı zamanda hem sömürgeci güçlere baskı yapmaya, hem de halkın enerjisini tüketmeye hizmet eder. Bu terapi uygulaması, bu uyku kürü...” (1) Emekçi memur hareketinin son 3-4 yıllık gerçeğinin Franz Fanon’un bu analizine çok uygun düşen yeni bir örneği oluşturduğu inkar edilebilir mi?
Her şeye karşın emekçi memur hareketinin iç dinamiklerinin bütünüyle köreltilmesi olanaksızdır. 4-5 Mart Kızılay direnişi ve ‘98’de Kürdistan kentlerinde yükseltilen sendikal mücadele, genel gerileyişin yanında ileriye çıkışın dinamiklerinin de mayalandığını göstermektedir. Keza neredeyse “bu eylemden hiçbir şey çıkmaz” düşüncesinin baskın olduğu, soruşturma ve sürgünlerin yoğunlaştığı koşullarda bile sokağa çıkma inadını dayatan güçlerin kendini ortaya koyuşu önemlidir. Sorun, devrimci ve yurtsever memurların sıkı, iyi işleyen, tutarlı bir güç birliği geliştirip geliştirmeyeceklerinde düğümlenmektedir. Bu başarılamazsa KESK’teki dinamiklerle bugünkü yönetimi alt etmek veya ona rağmen emekçi memur hareketini grevli toplusözleşmeli sendika hakkı zemininde yeniden ayağa kaldırmak güncel görevini başarmak bir istek olmaktan daha fazla bir anlam kazanamayacaktır. Böyle bir zemin, aynı zamanda emekçi memur hareketiyle işçi sınıfı, Kürt halkı ve genel olarak ezilenlerin dayanışma ve birleşik mücadele olanaklarını pratikleştirecektir.
Öğrenci gençlik mücadelesinde başta liseler olmak üzere ciddi bir durağanlığın ve yer yer gerilemenin yaşandığı ’98’de, devrimci ve ilerici grupların etkinliğinin sınırlandığı görüldü. Kimi gençlik grupları ise tam bir örgütsüzlük ve fiili tasfiyeye uğradılar. Kayda değer bir çalışmaları yoktu. Faşist rejim, soruşturma, ceza ve sistematik polis terörü dışında, laiklik manevrasıyla ve sivil faşistlerin katliamcı saldırılarının devreye sokulmasıyla, öğrenci gençlik hareketi içinde demokratik ve devrimci uyanışın önünü kesmeye yöneldi. Bu plan, baskı, okuldan uzaklaştırma, 28 Şubat cepheleştirmesi ve sivil faşist terör ablukasıyla belirli bir başarı da kazandı. Ancak bu geçicidir. Subjektif etkinin zayıflığının ve politik islam karşısındaki duruşta olduğu gibi kaba oportünist yanlışların-yalpalamaların kolaylaştırıcılığından beslenen bir durumdur. En geniş gençlik kitleleri içinde devletle-düzenle nesnel çelişkilerden kaynaklanan güçlü bir memnuniyetsizlik ve öfke birikmektedir. Öğrenci sorunları ve Türkiye’deki güncel politik görevler karşısındaki eski kayıtsızlık ve pasifizmiyle koşuşmaya yönelen yurtsever gençlikle, diğer devrimci gençlik grupları arasındaki birlik, subjektif etkinin zayıflığından doğan boşluğu giderme potansiyeli taşımaktadır. Bu temeller üzerinde öğrenci gençlik mücadelesinde yeni bir yükselişi örgütlemek tümüyle olanaklıdır. Kuşkusuz böyle bir gelişme, en başta sivil faşistlere karşı güçlü bir karşı koyma ve ezme hareketi geliştirmeyi, her türlü yanlış cepheleşmeden uzak durarak antifaşistler-faşistler cepheleşmesini derinleştirmeyi ve de devrimci, yurtsever ve ilerici gençlik gruplarının güç birliğini yükseltmeyi gerektirmektedir. Yeni bir yükselişin hızı ve gücü bu unsurlara bağlıdır.
Faşist rejimin tüm güçleriyle ve planlı biçimde yöneldiği emekçi semtleri ’98’de geleneksel potansiyelleri temelinde bir direnç sergilediler. Faşist devletin ve devrimci hareketin bu sahadaki asıl çarpışma merkezi yine İstanbul oldu. Başta İzmir, Adana, Ankara, Bursa gibi sanayi kentleri olmak üzere, varoşlar çeşitli gösteri ve mitinglere güç aktarmalarına karşın kendi zeminlerinde Newroz dışında büyük çaplı ve etkili bir eylem yeteneği geliştiremediler. Bu alandaki büyük potansiyeli büyük güce çevirecek örgütsel adımlar atılamadı. Buna karşın devlet, varoşlardaki otoritesini güçlendirecek çalışmaları sistematik olarak sürdürüyor. Diktatörlüğün emekçi semtlerde devrimci gelişmeyi engelleme planının ‘98’deki ana halkasını yine faşist devlet terörü oluşturdu. Polis ablukası, gözaltı, işkence ve tutuklama dalgası yıl boyunca sürdü. Devletin emekçi semtlerin birleşik mücadelesini engellemeye dayalı karakol ve emniyet müdürlüğü konumlandırma tasarı ve girişimleri dikkat çekici bir unsur olarak yoğunlaştı. Keza baskılara paralel olarak uyuşturucu, fuhuş, kumar vb. yöntemlerle yürütülen düşkünleştirme ve yozlaştırma politikası ile genişletilen ajan-muhbir ağı genel planın diğer öğeleri olarak rejim için işlevli oldu. Tüm bunlara, artan ve Kürt yurtseverlerinin, devrimcilerin katledilmesi düzeyine vardırılan sivil faşist saldırıları da eklemek gerekir. Sömürü düzeni ve faşist rejimle, ezilenler dünyası arasındaki sınıfsal, ulusal, cinsel ve değişik toplumsal çelişkilerin en yalın ve keskin biçimiyle üst üste bindiği emekçi semtlerindeki büyük potansiyeli enerjiye çevirmek, geleneksel ilişkilerin yoğunlaştığı alanlar dışında kalan emekçi semtlerindeki güçlerle buluşmak ve devletle yeni bir otorite savaşını geliştirmek görevleri başarılmayı beklemektedir. Bütün bunların nesnel temelleri hazırdır. Burada da sorun subjektif faktördür.
Kürt ulusal mücadelesi ‘98’de sömürgeciliğin çok yönlü saldırılarıyla yüz yüze geldi. Ocak ‘98’de Güney Kürdistan’a 50 bin askerle yapılan saldırıdan, Şemdin Sakık ihaneti etrafında yürütülen azgın psikolojik savaşa; Nisan’daki yirmidört generalli “Murat” kodlu hücumdan “bitirdik, marjinalleştirdik” yaygaralarına; Mayıs’taki Güney Kürdistan’a yapılan ikinci kapsamlı saldırıdan 9 Ekim komplosuna; kentlerde ve kırlardaki sistematik faşist terörden binlerce Kürt yurtseverinin tutuklanmasına; yasal Kürt kuramlarına dönük sayısız kapatma ve yasaktan, sokaklarda linç etmeye; Kürt basını üzerindeki sömürgeci cendereden yasal bir Kürt partisi olan HADEP Genel Başkanı’nın Diyarbakır’a sokulmamasına, onlarca genel merkez ve il yöneticisinin tutuklanmalarına; bedenini ateşe veren Kürt tutsakların hastanede hortumla dövülmesinden Kürt tarım işçilerine, Karadeniz bölgesinin yasaklanmasına değin sayısız alan ve zeminde, sömürgeciliğin medyası, üniversite yönetimleri, sendika ağaları, patron sendikaları ve pek çok kurumun desteğinde gözü dönmüş bir topyekün savaş yürütüldü.
Tüm bunlara karşın Kürt ulusal özgürlük güçleri, büyük bir direnme gücü ve mücadele azmiyle ayağa dikildiler. Başta Van olmak üzere Kuzey Kürdistan kentlerinde 8 Mart’tan 1 Eylül’e, oradan da Kasım sürecine değin önemli kitle eylemleri geliştirildi. Neredeyse tamamı yasadışı olan bu gösteri ve mitingler büyük bir coşku ve direnme ruhu taşıyordu. Newroz gerçek bir Serhıldan’a dönüştürüldü. Yine Amed ve diğer bazı Kürt kentlerinin varoşlarında yasadışı protestolar örgütlendi.
Gerilla cephesi, sömürgeci Türk burjuva ordusunun saldırılarını boşa çıkardı ve ona moral etkisi yüksek darbeler vurdu. Faşist diktatörlüğün marjinalleştirme propagandaları, ırkçılığın ve şovenizmin etkisi altındaki yığınlar bakımından bile inandırıcı olmadı. Türk şehirlerinde yaşayan ve bugün ulusal özgürlük savaşımının başında yürüyen PKK’yi destekleyen Kürt kitleleri, Mart-Mayıs sürecinde dikkat çekici bir mücadele sergilediler ve birleşik devrimci eylemler için kayda değer, olumlu bir tutum içinde oldular.
Sürecin Gelişme Yönü ve Devrimci Olanaklar
Yirminci asrın son yılı, Türkiye ve Kuzey Kürdistan toprakları üzerindeki sert çarpışmalara sahne olacaktır. Ve büyük bir devrimci iyimserlikle vurgulana geldiği gibi, devrim bu coğrafyada güncel bir sorun olmaya devam ediyor. Asıl kuvvetlerini Türkiye cephesinde yoğunlaştırmış devrimci parti ve örgütlerin bugünkü zayıflıklarına karşın, ayakta olan Kürdistan devrimi; devletin süregiden çok yönlü ve derin krizi; son olarak da sermaye ile işçi sınıfı ve emekçiler, faşizmle özgürlük güçleri arasında keskinleşen çelişmelerin biriktirdiği devrimci olanaklar, devrimin güncel bir mesele olduğu düşüncemizin nesnel temelidir.
Daha önce çeşitli unsurlarıyla açıklandığı üzere, egemenler cephesinde hiçbir şey yolunda değildir. Siyasal iradesi MGK’de somutlanan işbirlikçi sermaye oligarşisi, seçimlerden önce 28 Şubat kararlarının temel hedeflerini gerçekleştirme gibi asgari amaca bile ulaşma gücü gösterememiştir. Ağır yönetememe krizi koşullarında ve Kürt ulusal mücadelesinin şekillendirdiği iç çelişkiler zemininde 18 Nisan’a mecbur kalmışlardır. Onlar, şimdi on yılda on hükümet değiştiren ve bugün seçime katılanların yalnızca %15’inin oyunu almış bir partiye hükümet kurduran politik parçalanmışlık ve çaresizliğin yeni bir baskısına hazırlanmaktadır. Henüz 18 Nisan erken genel seçimi yapılmadan, onu takip edecek yeni bir erken genel seçim üzerindeki spekülasyonlar şimdiden başlamış bulunuyor.
Kürt ulusunun devrimci başkaldırısı, işçi sınıfının hoşnutsuzluğu ve zaman zaman patlak veren direnişi, politik islamın yönetime talip oluşu ve demokratik Alevi hareketindeki gelişim sonucu ilkesel temeli çatlayan devletin yapısal krizi, egemenlerin yönetememe krizi ve süregiden hükümet krizi tüm ağırlığıyla ortadadır. Düzenin efendileri, ilk iki krizi burjuva çerçevede çözebilecek değişikliklerden vebadan kaçar gibi kaçmayı sürdürüyorlar. Tüm bu faktörlerin; işbirlikçi kapitalist düzenin yapısal krizi ve asıl sonuçları bahar ve yaz aylarında görülecek olan fazla üretim kriziyle üst üste binerek yarattığı/yaratacağı sonuçlar işçilerin, emekçilerin, gençlerin ve Kürt ulusunun saflarında muazzam bir patlayıcı madde birikimine yol açıyor.
Kürdistan’da sömürgeci kirli savaşın tırmandırılması, Türkiye’de faşist devlet terörünün sistematik tarzda yoğunlaştırılması, ordu ve polis şiddetinin ezilenlerin günlük yaşamına değin girmesi, MGK’nin biricik yasama, yürütme ve yargı gücü olarak deşifre oluşu, mafya çeteleri, yolsuzluk ve işlevsizlikle tanımlanır duruma gelmiş burjuva meclisin telafi edilemez itibar kaybı, bütünüyle politikleştiği için halkın vicdanını kanatan, kararlarına yeni halkalar ekleyen adalet mekanizması, sosyal patlamaları mayalayan, ürkütücü boyutlara ulaşan işsizlik ve yoksulluğu koşullayan toplumsal eşitsizlikleri giderek derinleştiren ekonomik ve sosyal politikalar, egemenler cephesinin ayırdedici gerçekleridir.
Kontrgerilla cumhuriyetinin çekirdek kadrosu içinde yer alan Demirel, bütün bu olguların ve bunların halklarımız safında yarattığı duygu ve düşüncelerin baskısı altında şöyle diyordu: “Şimdi ne yapıyoruz? Yargının işleyişinden memnun değiliz. Polisin işleyişinden memnun değiliz. Parlamentonun işleyişinden memnun değiliz. Eğer bizim memnun olmayışımızda haklılık varsa biz çürümüşüz. Eğer çürümüşsek hadi bakalım bunun tedbirini alalım. O da yok. O zaman ne yapacağız? Konuşmaya devam edeceğiz. ” (2)
Çürümüşlük ve çaresizlik: faşist sömürgeciliğin gerçeği budur.
Süregiden sömürgeci kirli savaşın ve gerek bu savaşın, gerekse de işbirlikçi kapitalist düzenin doğurduğu ağır ekonomik ve sosyal yıkımın dizginsiz faşist terörle iyileştirileceğini sananların ne büyük bir aldanışı yaşadıkları giderek daha büyük ölçeklerde görülecektir. Önce ezelim, sonra reformlar yaparak rejimi kurtarırız diye düşünen burjuva ahmaklar, başta Kürt ulusu olmak üzere, işçilerin, emekçilerin, gençliğin ve kadınların devrimci eyleminin gücüyle şok olmaya hazırlanmalıdır.
Onlar, bütünüyle durumdan habersiz değiller. Ordu ve poliste sosyal patlama tehlikesi gözetilerek yapılan reorganizasyon ve epeyce ünlü hale gelen “bir gün varoşlardan inip boğazımızı kesecekler” sözü bunun ifadesidir.
Halklarımızın devlete, kurumlarına ve partilere güveni her geçen gün biraz daha azalmaktadır. Artık yığınların burjuvaziye körü körüne adeta alışkanlıkla duyduğu güven geleneği sona ermiştir. Geçtiğimiz yıl İstanbul’da yapılan bir anket göstermektedir ki, öncesi bir yana, son bir yıl içinde, ‘97’den ‘98’e, orduya duyulan güven %8, polise duyulan güven %10, mahkemelere duyulan güven %19, hükümete duyulan güven %12, partilere duyulan güven %13 azalmıştır. (3)
Türkiye’de güvenin yerini kuşku ve güvensizlik, acı ve çaresizliğin yerini öfke ve patlama arzusu almaktadır. Egemen burjuva cephedeki siyasi, ekonomik ve sosyal politikaların gösterdiği odur ki, güvensizlik ve öfke giderek derinleşecek ve devrimci müdahale ölçüsünde özgürlük cephesinin sıçramalı gelişimini mayalayacak bir özellik kazanacaktır.
Eğer bu elverişli koşullar altında devrimci savaşım güçlenemiyor, sıçrayamıyorsa, işçi sınıfı ve emekçilerde büyük bir devrimci enerji uyandırılmıyorsa ve özellikle Türk halkı kuşku, güvensizlik, umutsuzluk, çaresizlik, acı ve sefalet içinde çürüyorsa, sorumlu devrimci parti ve örgütlerin niteliksel durumunda, tarzında, devrimci potansiyeli devrimci enerjiye dönüştürme yeteneği gösteremeyişinde, farklı mücadele araç ve biçimlerini birbirini tamamlayan bir çizgide pratikleştirememesinde aramak yanlış olmayacaktır.
Komünist ve devrimci hareket ‘98’in birikmiş olanakları içinde belirgin bir gelişme gösterememiştir. Tersine, örneğin, kendini amaçlaştırmış ve esasen hiçbir ciddi politik faaliyet yürütmedikleri, bir kentte ya da kentin belirli bir bölgesinde yoğunlaşmak yoluyla gerçek bir gelişme çabasına girme sabrını, kararlılığını göstermek yerine, büyük bir inatla “ülke çapında” talimatçılığı ve boş iddiacılığı sürdüren pek çok örgüt zayıf birer çevre haline dönüşmüş, çevreler ise birer imza konumuna gerilemişlerdir. Var olduğu kadarıyla bile, güçlerini, ayrı grup olmanın gerekçesi yapılan politik çizgide seferber edemeyenlerin bir gün kendi başlarına devrime önderlik etmek savıyla illa da ayrı kalmalarını, adım adım iç erozyona, çözülmeye ve hatta çürümeye uğrarken hâlâ “ideolojilerine güven”, “kendine güven” gibi içeriğinden boşaltılmış söz kalıplarından sahte barikatlar kurmalarını doğal sayamayız. Gerçek devrimcidir. Gerçekle yüzleşmekten korkmamak zorundayız. Yukarıda tarif ettiğimiz durum, dönemsel bir sıkışmışlığın geçici problemi değildir. Hiç olmazsa son beş-altı yılın gelişmeleri içinde giderek kronikleşen bir olgudan söz ediyoruz. Kendini halklarımıza ve devrime karşı sorumlu hisseden, “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” şiarına inanan devrimci kadrolar durumu sorgulamak zorundadırlar. Faşist sömürgeciliğin ve işbirlikçi kapitalist düzenin en derin krize yuvarlandığı, çıkış için Kürdistan devrimini boğmaktan ve devrimci hareketi ezmekten başka bir çıkış bulamadığı, yığınların desteğini, gönüllü rızasını kazanmak için burjuva düzen çerçevesinde bile bir manevra yeteneği sergileyemediği, dolayısıyla çok güçlü devrimci imkanlarla yüz yüze olunan bir coğrafyada kendi kendilerine “büyük lider” ünvanı verenler yeteneklerini sergilemek için neyi beklemektedirler? Eğer olduğu kadarıyla eldeki güçlerini en rasyonel tarzda, fakat mutlaka pratik olarak özgün çizgileri doğrultusunda “şimdi” harekete geçiremeyeceklerse ne zaman geçireceklerdir? Böyle bir çaba ve girişimden yeterince uzun bir zamandır uzaklarsa ve bu durum giderek derinleşiyorsa, çevrelerindeki devrimci enerjiyi bir örgüt ismi altında hapsetmeleri, işlevsizleştirmeleri ve hatta boğmalarında devrimci olan ne vardır? Açıktır ki biz her şeyden soyut olarak bir güç sorunuyla ilgili değiliz; hayır biz esasen iddialarına uygun veya pratikte ifade bulan bir örgütsel ve politik var oluş ve gelişme çabasıyla ilgiliyiz. Kendini doğru tanımlama sorunuyla ilgiliyiz. Zayıf bir çevre durumuna gelmiş örgütler ile, imza düzeyine gerilemiş çevreler için ‘99, sorunları iyice ağırlaştırıcı bir yıl olacaktır. Bekleyerek, hazırlık görüntüsü altında yıllardır süren genel bir faaliyetsizliği meşrulaştırarak bırakalım gerçek bir devrimci atılım yapmayı, statükoyu korumak bile olanaksızdır. Dünyanın ve coğrafyamızın içinden geçtiği bu özel dönemde politika yapmayı veya ismini yaşatmayı kendine yeter amaç haline getirmiş bir Türkiye ve Kürdistan çapında ayrı örgüt olma inadının, tarikatçılığa varmış bu tarzın hiçbir olumlu özelliği kalmamıştır. Devrimci enerjiyi boğma, işlevsizleştirme, “solun aşırı parçalanmışlığı” görüntüsüyle devrimci çeperin ve halkın ilerici bölüklerinin moralini bozma, kimi “büyük adamların”, Amerika’yı yeniden keşfedip kendinden geçen “büyük kaşiflerin” egolarını tatmin etme asıl yön haline gelmiştir.
Belli başlı devrimci parti ve örgütlerle, eldeki güçleriyle kesintisiz bir politik faaliyette ısrar eden dar gruplar bakımından da ‘98, sıçrama yapılan, belirgin adımlar atılan bir yıl olmamıştır.
Örgütsel düzeyin geriliği, kadrosal birikimin aşırı zayıflığı, ciddi bir yeraltı hiyerarşisine sahip olmamak ve çoğunlukla İstanbul’a sıkışmışlıkla karakterize olan, daha çok bir dergi çevresi gerçekliği içinde bulunan ve de kendi güçleriyle bağımsız bir kitle eylemi örgütlemeyi başaramayan bu zayıf, fakat eldeki güçleriyle kesintisiz politik faaliyette ısrar eden dergi çevreleri ‘98’de asıl olarak daralma yaşamışlar, bir türlü aşılamayan çeşitli sorunların baskısını daha güçlü biçimde hissetmişlerdir. Bunlardan bazılarının yeni alanlar açılarak kitlesel temelini genişletme, politik faaliyetini canlandırma biçimindeki devrimci çabaları, siyasi polisin saldırıları nedeniyle bir kısırdöngü içine yuvarlanmıştır. ‘99, dar gruplar açısından çok daha zor bir yıl olacaktır.
Marksist Leninist Komünist Parti ile belli başlı devrimci parti ve örgütlerin durumları ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektiriyor. Ancak bu, yazının amacını aşacağı için kimi genel vurgularla yetineceğiz.
En önemli sorun “belli başlı” parti ve örgütlerin hiçbirinin ‘98 yılında sınıf mücadelesinin gerektirdiği politik faaliyet ve eylem düzeyini yakalayamamış, devrimin o süreçteki ihtiyaçlarını yanıtlama pratiği sergileyememiş oluşudur.
Ciddi hastalıklar ve yetersizlikler süregitmiş, hatta bazı yönleriyle derinleşmiştir. Kuşkusuz bu sorunlarda, bahsedilen, parti ve örgütlerin her birinin payına farklı şeyler düşüyor. Ancak burada genel bir tablo çıkarıp meseleye devrimci hareketin problemleri olarak dikkat çekmekle yetineceğiz.
1-En sıkı illegal örgütlülüğün ve “profesyonel devrimciler örgütünün olmazsa olmazlığı şartlarında, bir başka ifadeyle sömürgeci faşizm altında bir gazete çevresi haline gelişin engellenememesi, dahası buna dönemsel bir gerçek olarak boyun eğilişi, fiilen legalleşmiş örgütlerden “daha sonra” sağlam bir gizli yapı kurulacağı avuntularının adeta teorileştirilmesi (buna yanlışların, hastalıkların, geriliklerin teorileştirilmesi de diyebiliriz), sürece uygun bir örgütsel ve politik çizgi geliştirmeye elbette imkan vermemiştir ve veremeyecektir. Yaşamsal bir önem taşıyan devrimci çalışma ve eylemin sürekliliğinin böyle bir yoldan asla güvencelenemeyeceği bir sır değildir. Hele de faşist diktatörlüğün devrimci hareketi marjinalleştirme saldırılarını devasa bir istihbarat ağı eşliğinde sürdürdüğü, fiziki ve elektronik izleme, bilgileri merkezileştirme konusunda son derece önemli gelişmeler sağladığı günümüz koşullarında.
2- Faşizmin ve burjuvazinin açık ve sistematik şiddetine, politik mücadelenin güncel dönemsel ihtiyaçlarına uygun planlanmış- hazırlanmış araç ve yöntemlerle karşılık verilememiş; savaşımın barışçıl, askeri, yasal, yasadışı biçimleri arasında sağlıklı, istikrarlı, verimli bir bütünlük yaratılamamış; mücadelenin tüm biçim ve araçlarından yararlanma ilkesi, düşmanın bugünkü politik, örgütsel ve askeri gerçekliklerini esas alan bir anlayışa bağlanamamıştır. Tüm bunlar kaçınılmaz olarak başarıları, gelişmeyi sınırlamış, sıçramaları engellemiştir. Ki burada en önemli yönlerden birini, savaşımın askeri biçimlerini geliştirme, politik mücadelenin ihtiyaçlarına bağlı olarak yaygınlaştırma, süreklileştirme ve yeni düzeylere kavuşturma sorunu oluşturmaktadır. Faşist devlet terörünün ve rejimin, sıradan insanlarda bile “isyan” duygusu yaratan adaletsizliklerinin alabildiğine meşrulaştırdığı, doğal bir hak haline getirdiği ve zorunlu bir karşı koyuş pozisyonu kazandırdığı kitle, grup ve bireye dayalı devrimci şiddetin sahneye çıkarılmayışı, var olanın da alabildiğine cılız oluşu çok önemli bir engel ve yetersizlik olarak çok yönlü olumsuz etkilere yol açmaktadır. Bu sorunun çözülememesi halinde durum çok daha ağırlaşacaktır.
3-Hazır devrimci güçlerin birleşik vuruşlarıyla düşmanı zorlamak, ezilen yığınların devrimci enerjisini uyandırmak; birikmiş ve politik durumda değişiklik yapabilecek dinamiklere sahip potansiyel kuvvetleri savaşıma çekmek, örgütsüzlük ve öncülükten yoksunluk nedeniyle sinmiş olan yeni bir yaşam özlemi içindeki geniş kitlelerin beklentilerinin yanıtlanmasını sağlamak için acil ve zorunlu hale gelmiş biçimde kendini dayatan bir görev olarak, sağlıklı bir antifaşist güçbirliği, bir parti ve örgütler cephesi kurma görevi karşısında geleneksel zayıflıklar sürdürülmüştür. Teorik gerekçelere sığınış, küçük burjuva kibir, tarihi kendiyle başlatıp kendiyle bitirme saçmalığı, antifaşist birliği heterojenliğine uygun gerçekliğiyle sindirememek gittikçe daha büyük hastalıklara yol açar duruma gelmiş; yanısıra aşırı parçalanmışlığın ve tarikatçılığa varan örgüt enflasyonunun ezilenler açısından yarattığı demoralizasyon ve güvensizliği derinleştirici bir rol oynamıştır.
4) İç meselelerden, enerjiyi içte tüketmekten kurtulup yüzünü dışa, sınıf mücadelesinin sorunlarına dönme; gazete ve dergi sayfalarını sıradanlığın, geri sokak üslubunun egemenliğindeki bir grupçu rekabet alanı olmaktan çıkarma, yapay olarak büyütülmüş meseleler etrafında sahte fırtınalar koparma ve kendini dünyanın merkezi sanma zayıflıklarından kurtulma; özeleştiriyi gizlenemez hale gelen hataları kabul etme çerçevesindeki bir yozlaşmaya dönüştürmeme konusunda önemli zaaf ve çarpıklıklar süregitmiştir. Bütün bunların işçilerin ve halklarımızın güvenini, umudunu, feda ruhunu artırmadığına kuşku yoktur. Keza burada devrimci dayanışma ve düşman karşısında birbirini sahiplenme ruhu ve pratiğinde ’95-’96’nın çok gerisine düşüldüğü gerçeği de önemle kaydedilmelidir.
Bütün bu söylenenlerin önümüzdeki sürecin ayrıntılı bir görev çizelgesini çıkarmayı gereksizleştirdiği; işçi sınıfının ve ezilenlerin özgürlük, adalet, halklara eşitlik isteğini sınıf savaşımı ateşi içinde yükseltmek yolunda yürütülecek o çok da göze çarpmayan bitmez tükenmez günlük politik çalışma ve eğitimi bir an bile ihmal etmeksizin, mücadele ve örgüt biçimleri ile devrimci parti ve örgütler arasındaki ilişkileri a) faşist sömürgecilik koşullarında yaşadığımız ve özel olarak da, ‘99’da karşıdevrimin azgın bir terör ve ablukasıyla yüz yüze gelineceği, b) devrimin güncel bir mesele olduğu bilinç ve perspektifiyle yürütmek ihtiyacının gözler önünde olduğu vurgulanmalıdır.
Amacın politik faaliyet yürütmek, bir parti veya örgütün ismini şu veya bu şekilde “yaşatmak” olmadığı, politik faaliyetin kendi başına yeter bir amaç haline getirilmesinin kabul edilemez bir yozlaşma sayılması gerektiği akıllardan çıkarılmamalıdır. Parti ve örgütler devrim için vardır, “devrimcinin görevi devrim yapmaktır.” Bir başka ifadeyle, pratik düzeyde iktidar hedefine bağlanmamış bir devrimci faaliyet her tür çürümeye açıktır.
Son olarak belirtilmelidir ki, politik savaşımın genel koşulları, devrimci örgütlerin sınıflar savaşımıyla ilişkileniş biçimleri, Marksist Leninist Komünist Parti’nin devrimci harekete dair temel belirlemelerini doğrulamıştır. ‘90’larda girilen yeni dönemde zihniyet, politik önderlik ve örgütsel yapılanış olarak eski tarzın devrimci görevlerin üstesinden gelmek bir yana, kendini üretmesi dahi olanaksızdır. Bu, birçok devrimci örgütün varlığında doğrulanmıştır. Diğer yandan hâlâ derinleşme ve pratikleşme görevleriyle yüz yüze olmasına karşın, Marksist Leninist Komünist Parti’nin gelişen örgütsel yeniden yapılanma deneyimi de aynı gerçeğin pozitif doğrulanışıdır.
KAYNAKLAR:
Franz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri
Hürriyet, 26 Ağustos l998
Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in anketi- Milliyet