Savaş Gerçeği Ve Devrimci Hareket

Giriş

Türkiye’de devrim “güncel bir sorun”dur. Yalnızca emperyalizm döneminde devrimin koşullarının sistemin kendisinde verili olduğu siyasal gerçekliğinin yansıması olarak değil, elle tutulur siyasal bir somutluk olarak, Türkiye’de devrim güncel bir sorundur. Başlı başına incelemeyi gerektirse de bu, süregiden savaş gerçekliğinden en dolaysız biçimde kendini ortaya koyar. Bugünkü savaşı, sömürgeci Türk egemen sınıflarıyla Kürt ulusal kurtuluşçuların arasındaki uzayan savaşı incelemek, güncel yani, pratik/siyasal bir sorun olarak devrimi ele almanın, hazırlayıp örgütleme devrimci çalışmasının en önemli gereğidir.

Bütün bunların, çatışmaların ve süren savaşın merkezinde Kürt ulusal sorunu duruyor. Türkiye’nin yalnızca iç politikasını değil uluslararası ilişkilerini de doğrudan etkiliyor. Bütün toplumsal sınıfların, siyasal parti ve örgütlerin duruşunu etkiliyor. Aşağıda üzerinde durulacağı gibi, bölgeyi derinden derine sarsıyor, bölge devletleri arasındaki ilişkileri etkiliyor. Bunlara ek olarak savaşın önemini vurgulayan daha birçok gerçek sıralanabilir. Fakat biz, marksist leninist komünistler olarak bugünkü savaşla her şeyden önce ilkesel tutum, sonra da siyasal taktik ve bir bütün olarak devrimci görevlerimiz bakımından ilgiliyiz. Kendimizi işçi sınıfı ve emekçi/ sömürülen yığınların burjuvazi ve egemen sınıfların ideolojik ve politik hegemonyasından kurtulması ve sınıfsal bağımsızlığının sağlanmasından sorumlu görüyoruz. Bu bakımdan süren savaş karşısında sosyalizm ve proleter sınıf tutumunun önemi her türlü kuşkunun ötesindedir.

Devrimin güncelliği, başlamış bulunan Kürt ulusal kurtuluş devriminde somutlaşıyor. Bunun anlamı antiemperyalist devrimci programın temel bir konusu olarak, Kürt ulusal sorununun çözümünün, Kürdistan gerillasıyla-serhıldanıyla Kürt halkının eyleminin gündemine girmiş olmasıdır. Antiemperyalist demokratik devrimin temel bir talebi, propaganda ve hazırlık çalışmasının konusu olmanın ötesinde, ulusal kurtuluşçu devrimci eylemin çözmekte olduğu bir sorundur.

Diğer yandan, birleşik devrim görüş açısından bakıldığında, Türkiye ve Kürdistan birleşik devrimi, Kuzey Kürdistan’da ulusal kurtuluşçu devrim biçiminde patlak vermiştir. Hiç kuşkusuz, devrimin nasıl bir seyir izleyeceğini, devrimci sınıfların devrimci eylem yeteneği belirleyecektir. Birleşik devrimin oldukça eşitsiz ve dengesiz gelişimi gerçekliği, devrimci öncü ve iradenin en çok zorlandığı ve üstesinden gelindiği ölçüde ileri sıçrayacağı patlama noktasıdır. Bu, Kürdistan’da başlayan devrimin ateşini Batı’ya da taşımak ya da onun Batı’daki toplumsal muhataplarını (Türk işçi sınıfı ve emekçilerini, Türk halkını) ayağa kaldırmak anlamına geliyor.

“Sosyalizm”, “marksizm”, “marksizm-leninizm”, “proletarya enternasyonalizmi” vb. dilinden düşürmeyen, devrimci ya da reformist parti ve örgütler, ister yasal isterse gizli örgütlensinler, güncel savaşın kapsamlı bir analizine yönelmemişlerdir. Kuşkusuz hemen hepsi savaştan söz ediyorlar. Fakat bu savaşın kapsamlı bir analizine yanaşmıyorlar. Kendilerini tanımlayışları ve iddiaları bakımından bunu bir veri olarak kabul ediyoruz. Bir tesadüf değil, bir kaçınma olduğunu vurguluyoruz. Sorunun marksizmin savaş öğretisinin bilinmesiyle de ilgisi yoktur. Gerçek şu ki, bugünkü savaşın marksizm öğretisinin temel tanım ve kavramlarına dayalı analiz ve tutum alıştan kaçınıyorlar. Öyle ki, marksist teoriye yaklaşımı oldukça doktriner olan kimi akımların başkalarından belirgin şekilde öne çıkmaları düşündürücü olduğu kadar da dikkat çekici bir durumdur.

Nesnel olarak denetlenebilir veriler gösteriyor ki, marksist leninist komünistler, savaş sorununda belirgin biçimde ayrık bir yerde duruyorlar. Bu, bir “üstünlük” olmaktan ziyade ideolojik, siyasal ve sınıfsal kimlik farkının yansıması olarak değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. İdeolojik/teorik duruşun politik çözümlemelerin ve pratiğin derinleştirilmesi gerektiği de bir gerçektir.

Bu kadar çok “marksist”, “marksist leninist”, “sosyalist” vb. geçinen akımın varlığına karşın sol’da, Kürdistan’da süren savaşın, marksizm-leninizmin savaş öğretisi ve kavramlarıyla analiz ve açıklanması yolundaki çabaların böylesine az ve yetersiz oluşu dikkat çekici bir durumdur. Evet, durumu tanımlamada savaş kavramı kullanılmaktadır, fakat yine de savaşın marksist-leninist kavramlarla kapsamlı bir analizine yönelinmeyişi inkar edilemez bir gerçektir. Marksizmin savaşlara ilişkin öğretisine hak ettiği önemin verilmeyişi, yüzeyselliğin ve durumun kavranamadığının göstergesidir. Marksizmin saygınlık kaybının kendini sosyalist tanımlayan akımlar üzerindeki baskısının rolünü vurgulamak istiyoruz. Bu koşullarda marksizm-leninizm öğretisini ön plana çıkartan kapsamlı analizler, marksizm-leninizm propagandası ve savaşın doğru kavranabilmesi bakımlarından olduğu kadar şovenizmle mücadele ve devrimci imkanların değerlendirilmesi, işçi sınıfı ve emekçi yığınların enternasyonalist eğitimi ve örgütlenmesi bakımından da oldukça önemlidir. Bu tabii ki marksist leninist komünistlerin görevidir, başkalarından beklemenin bir anlamı da yoktur.

Diğer yandan bütün temel ve en önemli güncel sorunlar karşısında kendini “marksist leninist”, “sosyalist”, “proletaryanın öncüsü” vb. tanımlayan parti, örgüt ve akımların teorik ve siyasal duruşlarının eleştirisi ideolojik mücadele görevlerinin bir boyutunu oluşturmaktadır. Devrimcilerin, işçi ve emekçi yığınların siyasi bilinci uyanan kesimlerinin bilinçli tercihlerine yardımcı olmak ve sol’da sosyalist ideolojisinin hegemonyası için bu ihmal edilemez bir görevdir.

Lenin’in teorik çalışmalarının çok belirgin ve ayırıcı temel bir özelliği vardır: O’nun ele aldığı teorik sorunlar, genel olarak ele alındığı, incelendiği, aydınlattığı dönemde pratik/politik bir önem kazanmış, devrimci eylemin gündemine girmiş konulardır. Bu, teori ile pratiğin birliğinin, teorinin pratikle bağının en ileri ve düşünsel bakımdan en somut düzeyidir. “Sosyalizm ve Savaş” adlı kitabı V.İ. Lenin’in konuya ilişkin broşür ve makalelerinin önemli bir kısmını derlemektedir.

“Sosyalizm ve Savaş”, komünist kadroların politik eğitimi bakımından paha biçilmez bir kaynaktır. Mevcut savaşa ilişkin analiz ve tutumumuzun esin kaynağıdır. Güncel savaşın ki kapitalizm sonrası birkaç yüzyıllık dönemin hemen tüm savaşlarında değişik biçim, kapsam ve düzeyde bu geçerlidir. Kürt ulusal sorunuyla bağıntısı nedeniyle, marksist öğretinin ulusal soruna yaklaşımıyla bütünlük içinde ele almak dışında marksizm bakımından incelenmesi, açıklanması ve proleter sosyalist tutumun belirlenmesi olanaksızdır.

Lenin, “Herhangi bir toplumsal sorun incelendiğinde, o sorunun, belirli tarihsel sınırları içinde formüle edilmesi ve eğer özel olarak bir ülke sözkonusuysa (örneğin belli bir ülke için ulusal program gibi) o ülkeyi öteki ülkelerden aynı tarihsel dönem içinde ayırdeden özelliklerin hesaba katılması, marksist teorinin kesin bir gereği” olduğunu vurgular. Aynı yaklaşım savaşların incelenmesi bakımından da geçerlidir.

Marksist öğreti, her çeşit burjuva pasifist savaş karşıtından farklı olarak, öncelikle savaştan savaşa fark olduğu tarihsel gerçekliğinden hareket eder. Savaş vardır, savaş vardır. Kölelerin paylaşılması için köle sahipleri arasında yapılan savaşlar vardır; köleliğe karşı özgürlük için yürütülen savaşlar vardır, haksız, gerici, karşıdevrimci savaşlar vardır. Bu temel ayrımları anlamayanlar, unutanlar, savaşların doğru bir çözümlemesini yapamayacakları gibi, proletarya, devrimcilik ve halklar adına doğru bir politik duruşu da geliştiremezler.

Lenin, savaşların incelenmesinde bize çok sağlam metodolojik yaklaşım ve kriterler bırakmıştır. Bunlar, herkesin anlayabileceği kadar açık, kesin ve teorik olduğu kadar da pratiktir. O, somut toplumsal ve siyasal bir sorun olarak, 1. emperyalist paylaşım savaşını kastederek sorar: Bugünkü savaş neyin üzerinde kopmaktadır, bu savaşta tehlikede olan nedir? İstisna tanımaz şekilde, her savaşta bilinmesi, açığa çıkarılması gereken temel bir gerçektir bu. Tehlikede olan nedir, savaş neyin üzerinde kopmaktadır? Yani tarafların her biri ne için, hangi amaçlarını gerçekleştirmek için savaşıyorlar? Haklı ve haksız savaşlar ayrımının temeli bu sorularda çözümlenmelidir.

“Savaştan savaşa fark vardır. Savaşı hangi tarihsel koşulların doğurduğunu, hangi sınıfların yönettiğini ve hangi amaçlar için savaşıldığını iyice bilmek gerekir. Bunu iyice kavramadıkça, savaş konusundaki bütün sözleriniz tümüyle boş olur ve konuyu aydınlatmaktan çok karartır.”

Burjuvazi ve sömürücü sınıflar, daima savaşın sınıfsal ve toplumsal içeriğini karartmak ve örtbas etmek istemişlerdir. Ezilen, sömürülen yığınları kendi sınıfsal çıkarlarına bağlamak için yürütülen bu çabalara, sosyal şovenler her zaman en büyük desteği vermişlerdir. Lenin, sorunu koyuşuyla sosyal şovenizmin yüzünü açığa çıkartır, burjuvazi ve sömürücü sınıfların yalana dayalı ideolojik bombardımanını parçalar. “Bana öyle geliyor ki, ... asıl sorun, savaşın sınıf niteliği sorunudur: Bu savaş niçin çıktı, hangi sınıflar savaşıyorlar, hangi tarihsel ve tarihsel-ekonomik koşullar savaşın çıkmasında etkili oldular?”

“Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Bütün savaşlar, kendilerini doğuran politik sistemlerden ayrılamazlar. Savaştan önce belli bir devlet, bu devlet içindeki belli bir sınıf tarafından uzun süre izlenen bir politika, savaş sırasında da aynı sınıf tarafından ister istemez sürdürülür; yalnızca eylemin biçimi değişmiştir.”

Marksizmin savaş sorununa ilişkin temel öğretilerinin, kendini marksist tanımlayan pek çok parti, örgüt ve yayın organınca bugünkü savaşın analizinde esin kaynağı yapılmayışı nasıl anlaşılmalıdır? Acaba bu savaş gerçekte “savaşa” tekabül eden bir durum olarak görülmüyor mu? Ya da acaba marksizmin öğretileri artık geçersiz mi? Marksist öğretinin bilindiği ama uygulanmadığı kesin. Burjuvazinin ve uşaklarının dünya çapında marksizme karşı en kapsamlı savaşı yürüttüğü, burjuva ideolojisinin değişik türevlerinin, milliyetçilik, dinsel akımlar, neoliberalizm vb. saldırı ve yükselişe geçtiği koşullar altında belki de cesaret edemiyorlar. Fakat bu, konunun ilgili akımların siyasal ve sınıfsal kimliği ile bağıntılı anlamlı bir veri olarak kabul edilmelidir.

Süren Savaşta Tehlikede Olan Nedir?

Ya da kıyamet neyin üzerinde kopmaktadır? Irkçı faşizmin başbuğu A. Türkeş, “saldırıya uğradık. Ülkemiz parçalanmak, devletimiz yok edilmek isteniyor. Bölücü teröre karşı meşru müdafaa halindeyiz” derken, Türk ulusal varlığının tehlikede olduğunun ajitasyonunu yürütüyordu. Devlet yetkililerinin süregelen açıklamaları, iktidarıyla, muhalefetiyle bilumum burjuva partilerin söylemleri de aynı. Sömürgeci savaşa kilitlenmiş faşist, gerici, dinci, sosyal demokrat güruh “bölücü terör” karşısında “vatan”ın, “ulusun” ve “devletin” tehlikede olduğunu yemin billah, döne döne tekrarlıyorlar.

Sömürgeci savaş güçlerinin diğer bir ortak söylemi de “dış mihrakların” kışkırtmalarıdır. Herhangi bir sorundan kaynaklanmayan “bölücü terör”, “dış mihrakların” maşasıdır. Şu “dış mihraklar” olmasa, hemen yarın “bölücü terörün” işi bitirilecektir. Kimin “dış mihrakların” arkasında durduğu, kimin “dış mihrakların” işbirlikçisi, hatta maşası ve uşağı olduğu üzerinde ayrıca durulacaktır.

Sömürgeci savaşın en gözü dönük yürütücülerinden Amerikan yetiştirmesi Tansu Çiller, “kimseye verecek çakıl taşımız yoktur” derken vatanın bölünme tehlikesi üzerine malum demagojik ajitasyonunu sürdürüyordu. Bir zamanlar “Kürt realitesini tanıyoruz” diyen Süleyman Demirel şimdi, “Kürt sorunu yoktur. Askerimi, polisimi, masum vatandaşlarımı vuran terör belası var” derken, tehlikede olanın “askerin”, “polisin”, “masum vatandaşın” can güvenliği olduğu yalanını yayıyor. O, adını koyarak bir savaştan bile söz etmiyor. Aslında bazı “münferit” açıklamalar hariç resmen durum “savaş” olarak tanınmıyor, tanımlanmıyor. “Savaş hali” ilan edilmemesi de bunun bir göstergesi. Savaş olağanüstü hal hukukuna sığdırılmaya çalışılıyor. Ama yüzbinlerce kişilik askeri kuvvetler dişinden tırnağına kadar silahlanmış ve en gelişkin teknolojilerle Kürdistan’da savaşıyor.

Sömürücü Türk egemen sınıflarının devleti bir savaş yürütüyor, fakat savaştan söz etmiyor. Durumun resmen savaş olarak tanımlanması işlerine gelmiyor. Savaş tanımı, bu anlamda kalsa bile savaşan diğer tarafın bir anlamda tanınması demek olacaktır. Aslında süren bir bakıma yalanla gerçeğin savaşıdır. Biliniyor. “Düşük yoğunlukta savaş” “münferit” açıklaması, zamanın Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e aittir. Bu ses getiren açıklamadan sonra, savaş en şiddetli düzeyine tırmanmıştır. Çeteleşme aynı dönemde doruğa çıkmıştır. Amerikan resmi savaş teorilerine göre, nükleer, konvansiyonel savaşlardan ayrı olarak “düşük yoğunlukta savaş” üçüncü bir savaş kategorisini oluşturmaktadır. Bu, devletler ve düzenli ordular arasında bir savaş değildir. Bir isyanı, başkaldırı durumunu, isyancılarla egemenler arasındaki savaşı tarif etmektedir. Strateji ve taktikler bu temelde geliştirilmektedir.

Eğer inanacak olursak, bir kısım dış mihraklar “bölücü terör” “vasıtası” ile savaşıyorlar. Ve bu savaşta, Türk vatanı, Türk ulusunun varlığı ve hakları, Türk devleti tehlikededir. Türk devleti, kendi varlığını, ülkesini ve ulusunu ve ulusal haklarını korumak için, “dış mihraklar”la bağlantılı “bölücü teröre” karşı haklı ve meşru, yurtsever bir savaş yürütüyor. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, Türk halkı, yurtseverlik bilinç ve duygusundan yakalanarak, Türk sömürücü ve egemen sınıflarının çıkarları için savaşa sürülüyor.

Bu savaş da, bütün diğer savaşlar gibi durup dururken çıkmadı. Onu kaçınılmaz kılan tarihsel ve toplumsal nedenler var. Biliniyor olsa da, bu nedenlere değinmek, savaşı kaçınılmaz kılan politikalara bakmak gerekiyor.

Baştan başlayalım. Lozan’a kadar olan süreç cumhuriyetin ilk dönemi olarak kabul edilebilir. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti devleti uluslararası düzeyde Lozan’da bütünüyle yasallık kazanır. Lozan’a uzanan Anadolu kurtuluş hareketinin burjuva önderliği yalnızca emperyalizme ve emperyalizmin aleti durumundaki Yunan işgalcilerine karşı ulusal bağımsızlık için değil, ama aynı zamanda Osmanlı hanedanlığının mirasçıları olmak iddiasıyla Kürdistan’ı hakimiyetleri altına almak için de savaşmışlardır. Misakı Milli içinde görülen Musul ve Kerkük’ün geleceği, Lozan’da Türk burjuvazisi ile başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere, emperyalistler arasında özünde Kürdistan’ın yeniden paylaşılması sorunu olarak ele alınmıştır. Herşey ulusal varlığını bir kuvvet olarak ortaya koymayan Kürt ulusunun iradesi dışında cereyan etmiştir. Bugünkü sınırları meydana getiren bölünmeyi o günkü kuvvet ilişkileri belirlemiştir. Türk burjuvazisi Osmanlı hanedanlığının mirasçısı olarak Kuzey Kürdistan’ı, kendi egemenlik alanı içine almayı başarmıştır. Güney Kürdistan (Musul-Kerkük) ise İngilizlerin kontrol ve hakimiyetine geçmiştir.

Türk ulusal burjuvazisi önderliğindeki, Anadolu ulusal kurtuluş mücadelesi ilerici, antiemperyalist bir harekettir. Hiç kuşkusuz Türk uluslaşmasının da ileri düzeyidir. Fakat Anadolu ulusal kurtuluş hareketine önderlik eden Türk ulusal burjuvazisi, savaşı aynı zamanda diğer uluslar ve ulusal topluluklara karşı ayrıcalıklar elde etmeye de yöneltmiştir. Bu, Anadolu ulusal kurtuluş hareketinin ilericiliğinin sınırlarından birisidir. Emperyalizm ve işgale karşı ulusal bağımsızlık için savaşılır; ama içeride diğer ulusların ve ulusal toplulukların varlığı ve hakları reddedilir. Ne cumhuriyetçi Türk burjuvazisi ve ne de onun sosyal şoven aydın, ilerici vb. yardakçıları temel bazı tarihsel ve güncel gerçekleri kabule yanaşmazlar. Kürdistan ve Kürt ulusal varlığı bunların başında gelir.

Cumhuriyetçi Türk ulusal burjuvazisi önderliğinde kurulan ulusal devlet, Türk olmayan ulusal topluluklara ve Kürt ulusuna karşı vahşi bir Türkleştirme politikası uygular. Kuzey Kürdistan’da ise Osmanlı’nın yarım bıraktığı işi tamamlamaya girişir. Kuzey Kürdistan’da birbirinden kopuk ayaklanmalar patlak verir. Başkaldırılar ve direnişler en kanlı şekilde bastırılır. 1938 Dersim isyanı bunların sonuncusu olur. Kuzey Kürdistan’da hakimiyetini pekiştiren Türk sömürücü sınıfları Kürdistan’ı yalnızca sömürgeleştirmekle kalmaz, aynı zamanda korkunç bir kültür katliamı ve asimilasyonla Kürt ulusal varlığını tasşyeye girişir.

Rahatlıkla söylenebilir ki, cumhuriyet tarihi bir bakıma Kürt ulusunun köleleştirilmesinin ve Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesinin de tarihidir. “Tek ulus, tek dil, tek vatan”, Kürt ulusunun, Kürtçenin ve Kürdistan’ın inkarı demektir. Türk egemen sınıflarının çıkarını yansıtan bu politika, onun egemenlik aracı devlet tarafından çok kapsamlı bir tarzda yürütülegelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kuzey ve Güney Kürdistan’da yürüttüğü güncel sömürgeci savaş, işte bu sömürgeci politikanın, “tek ulus, tek dil, tek ülke” ve diğer ulusal toplulukları (Lazlar, Çerkesler, Gürcüler, Boşnaklar, Abhazlar, Ermeniler, Asuriler ve diğerleri) ve Kürt ulusunun varlığının ve ulusal demokratik haklarının inkarı temelinde şekillendirilen “ulusal devlet” politikasının devamı ve uzantısıdır.

Bu savaş tabii ki, durup dururken çıkmamıştır. ‘50’lerden başlayarak ‘60’lı ‘70’li yıllarda Kuzey Kürdistan’da da işbirlikçi kapitalizm hızla gelişir. Kuzey Kürdistan, kapitalist sömürünün pençesine düşer. Ve ‘60’lı yıllar yeniden Kürt ulusal uyanışına tanıklık eder. Ulusal bilinç, değişik düzeylerde ulusal örgütlenmelere doğru gelişir. Diğer yandan işçi sınıfının sendikal örgütlenmeleri, grev ve direnişler, köylü hareketleri, devrimci gençlik hareketi gelişir. Az ya da çok, şöyle veya böyle ilerici toplumsal muhalefet güçlerinin gündemine Kürt ulusal sorunu da girmektedir: ‘60’lı ‘70’li yılların yarattığı birikim Kürt ulusunun saflarında sömürgeciliğe karşı direnişi, ulusal köleleştirmeye karşı başkaldırıyı mayalar. Bu uğurda örgütler kurulur, hazırlıklara girişilir... Bugünkü savaşın ilanı olan 1984 gerilla çıkışı, sömürgeciliğe karşı ulusal direniş politikasının üst bir düzeyi, sıçraması ve uzantısından başka bir şey değildir.

Kürt yurtsever devrimcileri, Kürt ulusunun varlık ve yaşama hakkı için savaşmaktadırlar. Tehlikede olan kardeş Kürt halkının ülkesi ve ulusal varlığıdır. Komünistlerin yüreklerini yanına koyduğu haklı ve meşru, ilerici bir savaştır bu.

Bu savaşta tehlikede olan nedir? Türk burjuvazisi ve egemen sınıflarının yalanları tehlikededir. Kürdistan’daki sömürgeci egemenlikleri tehlikededir. Kürt ulusuna vurdukları kölelik prangaları tehlikededir. Tehlikede olan, Türk egemen sınıflarının ayrıcalıklarıdır.

Bu savaşta tehlikede olan nedir? Kürt ulusal varlığı ve ülkesi Kürdistan tehlikededir. Türk egemen sınıfları Kuzey Kürdistan’daki sömürgeci egemenliklerini sürdürmek, Kürt ulusunu köleleştirmek için gerici, sömürgeci bir savaş sürdürüyorlar. Tecavüze uğrayan Kürt vatanıdır. Ulusal varlığı ve haklarıdır. Kürt yurtseverleri ülkelerini savunmak, ulusal varlıkları ve hakları için sömürgecilere karşı yurtsever, devrimci bir savaş, tamamen haklı ve meşru bir ulusal kurtuluş savaşı yürütüyorlar.

Kürt ulusal kurtuluşçularının vatan savunmasını “bölücülük” olduğu Türk egemen sınıflarının ve bilcümle sosyal şovenlerin sömürgeci bir yalanıdır. Bütün diğer uluslar gibi, Kürt ulusunun da ulusal varlığını, ülkesini ve vazgeçilmez ulusal demokratik haklarını silaha sarılmak dahil her biçimde savunma hakkı vardır. Bunu reddedenler cellattın uşakları ve yardakçılarıdır.

Bölgesel Bir Ulusal Kurtuluş Savaşı

İki karşıt politika ve irade çatışıyor. Bir tarafta emperyalist, sömürgeci politika ve irade.

Karşı tarafta ulusal kurtuluşçu, antisömürgeci politika ve irade. İşte bu iki politikanın devamıdır savaş. Taraflar zor kullanarak, muharebeyle politikalarını sürdürüyor ve olanaklı bütün diğer araç ve yöntemleri de devreye sokarak iradelerini karşı tarafa dayatmaya, karşı tarafın iradesini kırmaya çalışıyorlar.

Açıktır ki, burada iki (ya da daha çok) devlet arasındaki bir savaş sözkonusu değildir. Çünkü, Kürtler bugünkü şekliyle Ortadoğu’da “devletsiz bir ulustur”. Kürdistan 20. yüzyıl başında emperyalistler ve bölgedeki sömürgeciler tarafından bölünmüş ve paylaşılmıştır. Kuzey Kürdistan ile sınırlandıran bir bakışla, yani sınırlı bir görüş açısından ele alındığında, Türk burjuva devletinin sınırları içerisinde olması nedeniyle bu “bir iç savaştır”. Fakat yalnızca kayıtlandırılan anlamda böyledir. Çünkü açıktır ki, “iç savaş kavramı” herhangi bir devletin içinde nüfusun iki kesimi arasındaki bir savaştır ama, özünde kural olarak ulusun karşıt sınıfları arasında, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki savaştır. Belirtilen kayıtlarla, devlet sınırları içindeki bir savaş, bir iç savaş olarak kabul edilse bile, açıktır ki, Kürt halkı çağdaş, modern bir ulusal kurtuluş savaşı yürütmektedir. Korucu aşiretlerin, sömürgecilerin saflarında savaşıyor olması da bu gerçeği ortadan kaldıramaz.

Fakat gerek savaşın fiziki boyutları ve gerekse ulusal kurtuluş mücadelesinin “azami” programı bakımından süren savaşı Türk burjuva devlet sınırları içindeki bir iç savaş olarak görmek bazı gerçekleri yansıtmakla birlikte esasen geçersiz, bu nedenle de yanlıştır. Fiziksel çapı ya da yayıldığı alan/coğrafya açısından alındığında bile savaş yalnızca Kuzey Kürdistan’da sürmüyor. Hatta son yıllarda daha çok ve daha büyük çaplı ve daha şiddetli biçimde savaş Güney Kürdistan’da sürüyor. Emperyalist Körfez Savaşı’nın ve yıkılan uluslararası statükonun oluşturduğu koşulların da yardımı ile Kürt ulusal kurtuluş savaşı büyük ölçüde ve esasen bölgesel bir karakter kazanmıştır. Bölgesel, çünkü her şeyden önce Güney ve Kuzey Kürdistan Irak ve Türkiye savaş alanıdır. TSK, sık sık ve bilindiği gibi zaman zaman çok büyük askeri güçleri Güney Kürdistan’a savaşa seferber etmektedir. Hava harekatıyla desteklenen, 250 tankın, zırhlı birliklerin 80100 bin kişilik askeri kuvvetleriyle Güney’e tecavüz edebilmektedir. İngiltere, Almanya bile resmen bir “sınır sorunu” olduğunu açıklamaktadır. Savaş, Kuzey’le Güney arasındaki sınırı şilen ortadan kaldırmıştır. PKK’nin Kürdistan’ın diğer parçalarını da kullanabildiği bilinmektedir. Mücadele deneyleri, program ve strateji, sınıfsal/siyasal karakteri vb. büyük farklılıklar gösterse de, Kürdistan’ın bütün parçalarında değişik ulusal kurtuluşçu güçlerin varlığı, şöyle ya da böyle mücadele ediyor olmaları, Kürt ulusal kurtuluş savaşının bölgesel çapını daha belirgin kılmaktadır.

Emperyalistler ve bölgenin sömürgeci devletleri arasında Kürdistan’ın bölünmüşlüğü ve savaşın bölgesel çapı, Kürt ulusal kurtuluş savaşının/mücadelesinin özgünlüklerini kavramaya yardımcı olacak çok temel gerçeklerdir. Ulusal kurtuluş savaşının, düşmanlarıyla ilişkisi, strateji ve taktik sorunları, keza ulusal kurtuluşçu güçler arasındaki ilişkiler, düşmanları arasındaki ilişki vb. çok karmaşık, büyük riskleri olduğu kadar muazzam olanakları da barındıran, çok sallantılı ve kaypak, oldukça girift, spesifik bir durum oluşturmaktadır.

Güney ve Kuzey’i, Kürdistan’ın bu iki en önemli parçasındaki gerçekler, Kürdistan’da devrimci bir durumun varlığına işaret ediyor. Kürt ulusal sorunu, Doğu ve özellikle Suriye’deki durumun olgunlaşmamış ve belki başlangıç aşamalarında olmasına karşın, sömürgeci ve emperyalist ilişkiler sisteminin temeline yerleştirilmiş, bölgedeki statükoyu tehdit eden devasa boyutlarda bir patlayıcıdır.

İP-Aydınlık sosyal şovenlerinin “Kürt sorunun” uluslararasılaştırılmasına sözde antiemperyalizmle karşı çıkışları, herşeyden önce savaşın bölgesel uluslararası çapının yadsınmasına, reddine dayanıyor. İP-Aydınlık şoven milliyetçileri, emperyalistlerin Türk sömürgecilerini destekledikleri bu açık, göz çıkaran gerçeğini sürekli gizliyorlar. Emperyalizme karşı mücadeleden dem vuruyorlar ama, emperyalistlerin Türk egemen sınıflarını ve onların Kürdistan’daki ayrıcalıklarını desteklemesine karşı çıkmıyorlar. Eğer ulusal kurtuluş savaşının gelişimi ve gücüyle emperyalistler, Kuzey Kürdistan’da (ve Ortadoğu’da) Kürt ulusal varlığını reddeden Türk sömürgeciliğinin tezini desteklemekten vazgeçer, Kürt ulusal varlığını kabule zorlanırlarsa, birileri “Sevr hortluyor” diye yırtınsa da bu, ulusal kurtuluş savaşının bir kazanımı olur. Yeni durumda da elbette ki emperyalistler yine kendi çıkarlarının politikasını yapacaklardır. Fakat bu vurguladığımız gerçeği ortadan kaldırmaz, geçersiz kılmaz. Sorun bu yeni durumda da ulusal kurtuluşçu güçlerin tutarlı ve kararlı antiemperyalist duruşu sürdürüp sürdürmeyecekleridir. Çok açıktır ki, bu da yalnızca yurtsever güçlerin istek ve niyetleriyle ilgili değildir.

Kürt ulusal sorunu bölgesel çapta uluslararası bir sorundur. Buna ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda büyük bir önem kazanan Kürt diasporası da eklenmiştir. Gitgide güçlenen diplomasi ve uluslararası ilişkiler cephesi yalnızca ulusal kurtuluş mücadelesinin kendi toprağında sağladığı gelişme ve ilerlemeyle bağlı değildir. Kürt diasporası da temel bir belirleyicidir. Kürt ulusal kurtuluş hareketinin uluslararası bir nitelik kazanması, diğer pek çok durumda olduğu gibi kaçınılmaz bir durumdur da. Bu herşeyden önce bölgede emperyalistlerin çıkarları nedeniyle böyledir, dahası emperyalistler baştan itibaren savaşın tarafıdır. Türk egemen sınıflarıyla süregiden ittifak ilişkilerini görmemek için kör olmak yetmez, kasıtlı da olmak gerekir. Ne kadar riskli olursa olsun, ulusal hareket kendini bütün olanakları değerlendirmek zorunda hissetmektedir.

Savaş Ve Emperyalizm

Aydınlık-İP sosyal şoven burjuva milliyetçileri, her vesile ile PKK’yi ve ulusal kurtuluş savaşını, “sorun”u uluslararasılaştırmakla, emperyalistlerle uzlaşmakla “Sevr”cili ve “mandacılık”la vb. suçluyorlar. şoven burjuva karakterlerine uygun düştüğü için bunda anlaşılmayacak bir yan yok, fakat bu paçavraların teşhiri de küçümsenemez. Onlar “sol”dan, burjuva sosyalizm pozisyonundan Türk ırkçı-şoven milliyetçiliğine destek sunuyor, kan taşıyorlar. İşçi ve emekçileri, gençleri ve aydınları zehirliyorlar. Tarihin tekerrür etmeyeceğini, Türk ulusal burjuvazisinin yurtseverliğinin, eskisi gibi artık bir daha geri gelmemek üzere emperyalistlere ve Yunan işgalcilerine karşı savaş yıllarında kaldığını, tarihe gömüldüğünü gizliyorlar. Üstelik bunu keskin antiemperyalist bir söylemle tahkim ediyorlar, ama emperyalizmle işbirliği içinde ayakta duran egemen sınıflara ve onların hakimiyet aracı devlete kafa tutamıyorlar.

PKK’nin antiemperyalizmini sallantılı, tutarsız ve kararsız gören ve hatta neredeyse onu emperyalizmle uzlaşmakla suçlayan (örneğin, neredeyse KDP ile aynı kefeye koyanlar oldu, Musa Anter Barış Treni Girişimi döneminde) devrimci örgütlerin durumu da gerçekten hazindir. Hazindir, çünkü antiemperyalizmden ne anladıkları veya emperyalizme karşı mücadeleyi somut siyasal/pratik olarak nasıl kavradıkları gerçek bir sorundur. Emperyalizm bölgedeki hakimiyetini nasıl sürdürüyor? Bırakalım yurtsever devrimci, ulusal kurtuluşçu PKK’yi, fakat devrimci örgütler emperyalizme karşı mücadeleyi nasıl sürdürüyorlar?

Sorunu doğru kavramak için gerçek bağıntıları içinde ele almak gerekir. Antiemperyalizmi ne kadar öne çıkarırsanız çıkarın, Türkiye gibi bir ülkede, emperyalizme karşı mücadeleyi propaganda ve ajitasyonun ötesinde esas alarak dolaylı tarzda yürütmek zorundasınız. Kabul edip etmemeniz bunu değiştirmez. Devrimci bir program ve strateji emperyalizme karşı mücadeleyi, Türk egemen sınıflarına, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin sınıf egemenliğine yönelme temelinde ele almaktan başka ne yapılabilir? Emperyalizme yumruğunuzu kaldırdığınız her durumda, karşınızda işbirlikçi egemen sınıfların devlet aygıtını buluyorsunuz.

Kürt ulusal kurtuluşçuların emperyalizme karşı nasıl mücadele edeceklerdir? Bu bakımdan, Türk sömürgeciliğini hedefleyen ulusal kurtuluş savaşı nasıl bir anlam taşıyor? Ya da, bu savaşta emperyalistler hangi tarafta yer alıyorlar? Yoksa Kürt ulusal kurtuluş savaşı, antiemperyalist bir savaş değil mi? Türk sömürgeciliğine karşı yürütülen ulusal kurtuluşçu savaşın aynı zamanda emperyalizme yöneldiğinden, antiemperyalist bir karakter taşıdığından şüphe etmek için emperyalizme karşı mücadeleyi, emperyalist ilişkiler gerçekliğinin dışında iyiden iyi soyut kavrıyor olmak gerekir. Bütün keskinliğine karşın burada görüş açısı bulanıklığı ile karşı karşıya olduğumuz çok açıktır.

Savaşın 14. yılında emperyalist ‘kamptan” çatlak sesler çıkmaktadır. Emperyalistlerin politikalarını yeniden şekillendirmeye yöneldikleri görülmektedir. Şüphesiz ki, emperyalistler hakkında en küçük bir hayale kapılmak büyük bir gaflet olur. Emperyalistler Kürt halkına “dost” olacak değiller, politikaları değişecek ama yine de her biri emperyalist çıkarlarının politikalarını yürütecektir. Bu, Sevr’de Anadolu’yu parçalama planı yaparken de böyledir, Lozan’da TC’yi kabul ederken de böyledir. Ama Lozan’a kendini dayatan ulusal bağımsızlıkçı, ulusal kurtuluşçu iradeyle gidilmiştir. Hiçbir zaman emperyalistler kadiri mutlak olmadılar ve olamayacaklar. Eğer bugün Kürt ulusal sorununda emperyalistler politikalarını yeniden şekillendiriyorlarsa, bu her şeyden önce kendini dayatan ulusal kurtuluşçu iradenin bir sonucu ve kazanımıdır. Ve elbetteki, ulusal kurtuluşçular uluslararası düzeyde yasallık kazanmaya da çalışacaklardır.

Çok açıktır ki, başlangıcından günümüze emperyalistler, bu savaşa Türk sömürgecilerini desteklemişler ve desteklemektedirler. Emperyalistler, Türk sömürgecilerinin ağzından, “bölücü terörün” yani ulusal kurtuluşçu devrimin ezilmesini onaylayıp, desteklemediler mi? Türk sömürgecilerinin bütün yalanlarına ve suçlarına ortak olmadılar mı? Türk sömürgecileri emperyalistlere rağmen, karşı çıkmaları bir yana, onlar destek vermediği halde mi savaşı sürdüre geldiler ve sürdürüyorlar? Emperyalistlerin mali, diplomatik, siyasi, moral, askeri-teknik desteğinin küçümsenmesi olanaklı mı? Emperyalistler bu savaşta taraftır; Türk sömürgeciliğinin saflarında yer alıyorlar. Türk egemen sınıflarının Kürdistan’daki sömürgeci kölelik zincirlerini parçalamayı hedefleyen ulusal kurtuluş savaşı, şu veya bu emperyalistin askeri güçleriyle dolaysız bir çarpışma biçimi almasa da emperyalizme karşı bir savaştır. Kaldı ki, her şey bir yana TSK, emperyalist NATO askeri ittifaklar sistemine bağlı bir ordudur.

Türk burjuva devletine karşı yürütülen ulusal kurtuluş savaşında antiemperyalizm göremeyenler, ne derlerse desinler onu bağımsız bir devlet olarak ele alıyorlar. Onun emperyalizme mali, askeri, diplomatik ve ekonomik, bütün bunların sonucu olarak da siyasal bakımdan bağımlı bir devlet olduğunu reddediyorlar, bağımsız bir devlet olarak sunuyorlar. İP-Aydınlık sosyal şoven çevresinin daima çizgisinin odağına devleti savunmayı koymasının temelinde de bu gerçek yatıyor.

Yalnızca Türk egemen sınıfları emperyalistlerin desteği ile sömürgeci savaşı yürüttüğü için değil, bunun da ötesinde Kürt ulusal kurtuluş savaşı bölgedeki istikrarsız emperyalist statükoyu tehdit ettiği için de emperyalizme yönelmiştir. Emperyalistler çıkarlarını bildikleri kadar, düşmanlarını tanıma yeteneğine de sahip oldukları içindir ki, “PKK’yi kanlı ve ortadan kalkması gereken bir terörist örgüt” olarak değerlendiriyorlar. PKK ise ulusal kurtuluş savaşı yürüten bir güç olarak tanınmak istiyor. Buradan da bir irade mücadelesi sürüyor.

Enternasyonalizm Ve Milliyetçilik

Her çeşit milliyetçiliğe karşıyız diyor, İP-Aydınlık sosyal şovenleri ve “ilerici” aydınlarımız. Her çeşit milliyetçiliğe karşıyız, kisvesi altında mahkum edilmeye çalışılan Kürt ulusal kurtuluşçuluğudur. Her çeşit milleyetçiliğe karşı olma ideolojik söylemi, Türk milliyetçiliğini ve onun ayrıcalıklı konumunu savunan şoven bir tez olduğu kadar, antidemokratik ve gericidir.

Her çeşit milliyetçiliğe karşı olmak, her şeyden önce tarihsel bir perspektiften yoksundur. Bu baylar, Anadolu’nun işgaline, ulusal köleleştirilmeye karşı direnişini, bağımsızlıkçılığın ideolojisi olarak, yurtsever Türk milliyetçiliğine de karşı mıdırlar? Türk egemen sınıflarının masasındaki artıklardan beslenen sözde demokrat ve sözde ilerici aydınlarımız ve İP-Aydınlık sosyal şovenleri de çok iyi bilirler ki, milliyetçilikten milliyetçiliğe fark vardır. Dahası bütün diğer ideolojiler gibi milliyetçilik de donmuş ve ölü değildir. Burjuvazinin ideolojisi olarak, kendini burjuvazinin ihtiyaçlarına ve koşullara uyarlar.

Milliyetçilikten milliyetçiliğe fark vardır. Bu farklılık, ezen ve ezilen uluslar kategorik ayrımı temelinde yükselir. Ezen ulus milliyetçiliği şoven ve antidemokratik, gerici bir içeriğe sahiptir. Çünkü diğer uluslar karşısında ezen ulus burjuvazisinin ayrıcalıklarını savunur, meşrulaştırır ve kutsar. Fakat ezilen ulus milliyetçiliği, ulusal baskı ve köleleştirmeye karşı eşitlikçi, demokratik bir içeriğe sahiptir.

Proletarya enternasyonalizminin doruğu Lenin şöyle der:

“Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanıyız. Ama ezilen ulusun burjuvazisi, kendi öz burjuva milliyetçiliğinin çıkarlarını savunuyorsa, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve zulmüne karşı savaşırız, ama ezilen ulusun kendisi için ayrıcalıklar sağlamayı yolunda çabalarına destek olmayız.

Çünkü “her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayır ederek; Polonya burjuvazisinin Yahudilere zulmetme eğilimine karşı savaşım vererek vb. vb. kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 7677)

Her çeşit milliyetçiliğe karşı olmak, Türk burjuvazisinin ayrıcalıklarını savunmaktan, Kürt ulusunun varlığını ve haklarını reddetmekten başka bir anlam taşımıyor. Her çeşit milliyetçiliğe, yani Kürt ulusunun kendi varlığını ve haklarını dayatmasına, eşit haklar istemesine karşıyım. İşte sözde enternasyonalizmden yana, sözde milliyetçiliğe karşı Türk şovenlerinin duruşu. Kosova’da Arnavutların, Bulgaristan’da Türklerin-müslümanların, Yunanistan Batı Trakya’da Türklerin, Çeçenlerin, Kıbrıs Türklerinin haklarını savunur bu sözde demokratlar, fakat sıra Kürt ulusuna geldi mi, “her çeşit milliyetçiliğe karşı”dırlar. Hatta, Irak, İran, Suriye’deki Kürtlerin varlığının ve haklarının kabul edilmesine bile karşıdırlar. Kürtler sözkonusu oldu mu, yalnızca şoven milliyetçi değil, ırkçıdırlar. Üstelik bu aşağılık adamlar, PKK’yi ırkçılıkla itham edecek denli pişkin ve yüzsüzdürler. Oysa gerçekte ırkçı olan kendileridir.

Enternasyonalizm, ulusal sorunda her çeşit ulusal ayrıcalıkların en kesin, en kararlı şekilde reddedilmesini emreder. O, ulusların eşitliğinin, eşit haklarının savunusudur. Ulusal baskı, ayrıcalık ve zulmün bütün türevlerine karşı çıkıştır enternasyonalizm, uluslar arasında zora dayanan, gönüllülük ve eşitlik temelinde yükselmeyen her çeşit ilişki biçimine kesin bir tutarlılıkla savaşmaktır. Milliyetçilikle yakından uzaktan benzerliği yoktur. Anadolu ulusal kurtuluş mücadelesine övgüler dizen, ama Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini “bölücü terör” olarak ilan eden; sömürgeci savaşla ezilmesini destekleyenler iki yüzlü alçaklar ve celladın kırbacıdırlar. Onlar bugün, burjuva milliyetçiler karşısında İstanbul hükümetinin, son Osmanlı hanedanı Vahdettin’in pozisyonundadırlar.

Kürt ulusunun boyunduruk altında tutulduğu, ulusal kurtuluşçu devrimin boğazlanmak istediği, Türk şovenizminin, proletarya ve emekçi yığınları, Türk halkını zehirleyip düşürdüğü, siyasal/sınıfsal birliğini felç ettiği mevcut koşullar altında, Kürt milliyetçiliği tehlikesini ön plana çıkarmak alçaklık olmanın ötesinde cinayetin suç ortaklığıdır.

Evet, biz marksist leninist komünistler “Hiçbir özel ulusal gelişme yolunu savunmuyoruz”, “bütün olanaklı olan yollardan sınıf hedefimize doğru yürüyoruz.”. Çok açıktır ki, Kürt ulusunun eşitliği uğruna savaşım veremezsek, burjuva milliyetçiliğine karşı, özel ulusal gelişme yoluna karşı savaşım vermezsek, bütün uluslardan proletaryanın sınıf çıkarları ve birliği için savaşım da olanaksız olacaktır.

İşçi Sınıfı Ve Savaş

Türkiye Cumhuriyeti devleti sömürgeci bir savaş sürdürüyor. O da, bütün diğer devletler gibi, bir sınıf egemenliği aracı olduğuna göre, en başta işbirlikçi tekelci burjuvazinin sınıf çıkarları için yürütüyor Kürdistan’daki sömürgeci savaşı. Büyük toprak sahiplerinden orta burjuvaziye, zengin köylülüğe değin sömürücü sınıfların bütün kategorileri işbirlikçi tekelci burjuvazinin yanında/ arkasında saf tutmuştur. Dahası Türk aydınlarının en geri kesimleri olduğu gibi, Türk küçük burjuvazisinin en geniş kesimleri de “bölücü teröre” karşı savaşı destekliyorlar.

Kuzey Kürdistan her şeyden önce Ortadoğu ve Kafkaslar, dünyanın en önemli petrol bölgelerinin en yakın kesişme alanı olarak, Türk egemen sınıfları için vazgeçilmez stratejik değere sahip. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla olduğu gibi, bir ucuz işgücü deposu ve pazar alanı olarak da işbirlikçi kapitalizm için vazgeçilmez yaşam alanıdır. Kuzey Kürdistan işbirlikçi kapitalizmin bir bakıma dış pazar gereksinimini karşılama işlevi de görüyor. Kuzey Kürdistan gibi bir pazara sahip olmasaydı, işbirlikçi kapitalizmin gelişim düzeyi her halde farklı olurdu. Bütün bunlara, Kürdistan’ın yetişkin beyin gücünün sömürülmesi vb. de eklenmelidir.

Türk işçi sınıfı ve emekçi yığınlarının savaş karşısındaki durumu, devrimci ve komünist hareket bakımından en önemli noktayı oluşturuyor. Öncelikle vurgulanması gereken, savaşın başlangıç yıllarından günümüze durumun değişmeden kalmadığı gerçekliğidir.

Cumhuriyet tarihine çok genel hatları ile baktığımızda Türk işçi sınıfı ve emekçi yığınlar bakımından özgün çarpıcı bir gerçekle karşı karşıya geliriz. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, emperyalizme ve Yunan işgallerine karşı yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesinden başlayarak Türk burjuvazisine yedeklenmişlerdir. Takrir’i Sükun Yasası’ndan başlayarak ‘50’lere değin, bırakın bağımsız siyasal eylemi, ama meslekisendikal örgütlenmeye bile sahip değildir. Tamamen atomize durumdadır ve burjuvaziye yedeklenmiştir. Oportünist çizgisi ve sosyal şoven karakteri bir yana TKP’nin faaliyetleri geniş işçi ve emekçi yığınlar bakımından çok şey ifade etmez. ‘45’lerden sonra mesleki işçi örgütlenmeleri, dernek niteliğini aşamayan işçi örgütlenmeleri gündeme gelir. Fakat burada daha önemli olan, burjuvazinin kendi iç sorunlarını çözmek ve “Hür Dünya”ya eklemlenmek ve tabii özellikle savaş yıllarında biriken ve patlamaya doğru giden halkın öfkesini marsetmek üzere gündeme getirilen “çoğulcu parlamenter sisteme” geçiştir. Bu yeni durumda, işçi sınıfı ve emekçi yığınların burjuvazi ve egemen sınıflara yedeklenmesi yeni biçimlerde yeniden üretilmektedir. İşçi ve emekçi yığınlar CHP’ye karşı DP’ye yedeklenme hattına girerler. ‘60’ların ortalarına değin, bir ona, bir diğerine burjuva partilere yedeklenme durumu yarım yüzyıl sürer.

Türkiye İşçi Partisi ve DİSK, gelişen gençlik hareketi, burjuvaziye yedeklenmeye, burjuvazi tarafından yönetilmeye itiraz, burjuvazi ve egemen sınıflardan bağımsızlaşma eğilimidir. Fakat köklü bir ideolojik ve politik kopuşmayı getirebilecek programatik ve teorik temelden yoksundur. ‘70’li yıllar, 12 Mart darbesi ve onu izleyen dönem dışta tutulursa, özellikle de ‘7580 dönemi, Türkiye tarihinde Türk milliyetçiliğine ve şovenizme karşı en yaygın mücadele yıllarıdır. İşçi ve emekçi yığınlar içinde burjuvazinin ideolojik siyasal hegemonyası zayıflamakta, toplumsal gerçeklerimizin bilinci yayılmakta, sosyalist sınıf bilinci uyanmaktadır. Fakat bu dönemde de tarihsel bakımdan belirlenmiş olan işçi sınıfı ve emekçi yığınların burjuvazi ve egemen sınıflara yedeklenme, onlar tarafından yönetilme alışkanlığı atılabilmiş değildir. Gelişme olumlu yönde olmasına rağmen bu böyledir.

12 Eylül döneminin açtığı azgın terör ve gericilik yılları bu süreci kırar, işçi sınıfı ve emekçi yığınları içerisinde burjuvazinin ideolojik ve siyasal hegemonyasını tesis eder, pekiştirir. Askeri faşist diktatörlük işçi sınıfı ve emekçi yığınların, gençliğin mücadelesini fiziki olarak ezip, örgütlenmelerini dağıtmakla kalmamış, aynı zamanda gelişmekte olan sosyalist siyasal bilincini de dumura uğratmıştır. DİSK’in ve komünist ve devrimci örgütlerin fiziki tasfiyesi de burada çok önemli bir yere sahiptir. Komünist ve devrimci hareketin büyük ölçüde daralıp, bir varlık yokluk dönemi yaşamış olması, Türk milliyetçiliği ve şovenizmin gericilik yıllarında işçi sınıfı ve emekçi yığınlara derinden derine tekrardan nüfuz etmesini getirmiştir. ‘90’lı yıllara değin komünist ve devrimci hareketin, Kürt ulusal kurtuluş savaşı karşısında devrimci görevlerini yerine getirmede çok başarısız kaldığı da eklenmelidir. Zira, devrimci ve komünist örgütler “bölücü terör” demagojisine karşı, Kürt yurtseverlerinin haklı ve meşru bir devrimci savaş yürüttüklerini, geniş işçi ve emekçi yığınlara açıklama, aydınlatma ve Türk burjuva milliyetçiliği ile savaşma görevlerini başarıyla yerine getirememişlerdir.

Türk burjuvazi ve egemen sınıfların ideolojik hegemonyası altındaki, Türk işçi ve emekçileri, Türk halkı içinde, gerilla hareketi biçiminde gelişen Kürt ulusal kurtuluş savaşının ilk etkileri, milliyetçi bir reaksiyon olmuştur. Bu herşeyden önce değinilen tarihsel gerçekler nedeniyle anlaşılır bir şeydir. Fakat aynı zamanda bu tarihsel gerçekler zemini üzerinde, faşist diktatörlük koşulları altında yani, yoğun ve sistematik devlet terörü ile tahkim edilmiş tarzda yığınların tabi tutulduğu “bölücü terör” ideolojik bombardımanı etkili olmuştur. Yukarıda işaret edildiği gibi “bölücü terör” yalanının etkili olmasının bir nedeni de, PKK’nin geliştirdiği Kürt ulusal kurtuluş savaşı karşısında devrimci ve komünist güçlerin, antiemperyalist devrimci görevlerini yerine getirmede cüretkar ve başarılı bir çizgi geliştirememeleridir.

Türk işçi sınıfı ve emekçi yığınların en geniş kesimlerinin sömürgeci savaşta Türk burjuvazisi ve egemen sınıflara yedeklendiği inkar edilemez bir gerçektir. Bunun görmezden gelerek atlamanın gerçekçi bir yanı yoktur. Hiçbir yararı da yoktur. Devrimci öncülerin işini zorlaştıran bir durumdur bu. Bu gerçekleri görmeksizin devrimci görevlerin doğru bir şekilde kavranmasının olanağı da yoktur.

En geniş kesimleri sömürgeci savaşta devlete yedeklenmiş olmasına karşın işçi sınıfı ve emekçi yığınların durumu tek yanlı ve statik olarak da ele alınamaz. Çünkü her şeyden önce, işçi sınıfının ileri bölükleri ve hareket halindeki kesimleri üzerinde, Kürt ulusal kurtuluş savaşına karşı milliyetçi reaksiyonun etkisi daha zayıftır. Ya da kırılmaktadır. Çünkü isterse mesleki, ekonomik, sendikal nedenlerle olsun, işçi sınıfı ve emekçi yığınların hükümetle karşı karşıya geldiği her mücadele, nesnel olarak ulusal kurtuluş mücadelesine destek özelliği taşımaktadır. Çünkü, sömürgeci savaşa karşı işçi sınıfı ve emekçi yığınlar arasında komünist ve devrimci hareketin etkisinden kaynaklı ve son yıllarda belirgin biçimde gelişen bir eğilim mevcuttur. ‘80’lerın sonunda revizyonist sistemin çöküşünün yarattığı uluslararası yeni karşıdevrimci dalgaya rağmen, ‘90’lı yıllardan itibaren Türk işçi ve emekçi yığınları arasında sömürgeci savaşa karşı çıkma eğilimi gelişip güçlenmektedir.

İşçi sınıfının tavrında bir değişimin gelişmekte oluşunu sendikaların tavrında da görebiliyoruz. Kürt sözcüğünü kullandığı için, kimi elemanlarının işine son veren DİSK, çok zayıf da olsa, pratikte anlatımını bulmasa da bir tavır alabilmiştir. Kimi sendikalar örneğin Belediye-İş daha belirgin bir tavır almaktadır. Keza Türk-İş içinde de daha zayıf da olsa bir tavır gelişmektedir vb. Daha mücadeleci sendikalar ve bazı şubeler sömürgeci savaşa karşı daha belirgin bir duruşu sergilemektedir. Diğer yandan işçi kitle eylemlerinde, halkların kardeşliği sloganı daha fazla ilgi görmektedir.

Emekçi memurların ve sendikaların sömürgeci savaşa karşı tavrı, işçi sendikalarından daha ileri ve belirgindir. Bu, emekçi memur hareketinin gelişimiyle ve devrimci etkinin gücüyle bağlıdır. Emekçi memur hareketinde ve sendikalarında şovenizmin etkisi daha zayıf, sömürgeci savaşa karşı duyarlılık daha yüksektir.

Sendika bürokrasisi ve ağaları ile aydınlara dayanarak, sosyal demokrasiyi kullanarak burjuvazi, faşist devlet terörüyle tahkim edilmiş ideolojik saldırılarıyla işçi sınıfı ve emekçi yığınları alıklaştırmayı, sersemleştirip gerçekleri anlayamaz hale getirmeyi başarmıştır. Türk halkının düşkünleşmesi, Türk burjuvazisi ve egemen sınıflarına, onların savaş hükümetlerine ve devletlerine yedeklenmesinin sonucudur. Bir başka ulusu ezen bir ulusun özgür olamayacağının en yalın bir anlatımıdır bu. Kürt ulusunu köleleştirmek için yürütülen sömürgeci savaşı onaylarken gerçekte kendi onurlarına ve özgürlüklerine karşı savaşmakta, daha da köleleşmektedirler.

Eğer bugün işçi sınıfı, sınıf dayanışması ve düşüncesi ve geleneğini önemli ölçüde kaybetmişse, yine sınıf dayanışması ilkesi dumura uğramışsa işte bu, önce 12 Eylül darbesine, sonra da sömürgeci savaşa karşı burjuvaziye yedeklenmenin, burjuvazinin çıkarlarını destekleme ve payanda olmanın bir sonucudur.

Eğer bugün, örneğin ilk ‘90’lı yıllara göre sendikalar hemen hemen üyelerinin yarısını kaybetmişler, önemli ölçüde en dar anlamda mesleki /sendikal işlevlerini dahi yapamaz hale gelmişlerse bu, burjuvaziye yedeklenmesinin sonucudur.

Eğer bugün, Türk-İş’i, DİSK’i laiklik adına generallere destek sunmak için, kapitalist patronların örgütleriyle cephe kurma küstahlığını ve cüretini gösterebiliyorsa, buna karşı işçi sınıfının öfkeyle ayağa kalkamamasının altında aynı gerçekler vardır.

Şüphesiz ki, Türk proletaryası ve emekçi yığınlarının Kürdistan’da yürütülen sömürgeci savaştan hiçbir çıkarı yoktur. Dahası, sömürgeci savaşın faturasını en ağır biçimde, yalnızca genç evlatlarını sermayenin çıkarları uğruna kurban vererek değil, savaşın ekonomik/mali yükünü taşıyarak ve özgürlüklerinden olarak da ödemektedir. Tarihin tekrar tekrar doğruladığı gibi, kendi çıkarları için savaşmayanlar, sınıf düşmanlarının çıkarları için savaşmaktadırlar. Kendi sınıf çıkarları için savaşamayan Türk proletaryası ve emekçi yığınları; kendini ezen, sömüren, adam yerine bile koymayan Türk burjuvazisi ve egemen sınıflarının çıkarlarına destek ve payanda olmakta, kirlenmekte, onurunu ve kişiliğini kaybederek düşkünleşmektedir.

Türk proletaryası ve emekçi sınıfları bugünkü durumdan nasıl çıkabilir? Türk şovenizmi, Türk proletaryası ve emekçileri, burjuvazi ve sömürücü sınıflara bağlayan en güçlü bağdır. Burjuvazi ve sömürücü sınıfların ideolojik hegemonyasından kurtulması ve siyasal bakımdan bağımsızlaşabilmesi, denilebilir ki, Kürt ulusal kurtuluş savaşı karşısında proleter enternasyonalist devrimci bir tavır alabilmesiyle özdeştir. En barışçı mücadele biçimlerinden, silahlı mücadele biçimlerine kadar, yasal ve yasadışı, açık ve gizli bütün mücadele yöntemlerini en uygun tarzda birleştirerek burjuvazi ve egemen sınıflara karşı geliştirilecek devrimci iç savaş, Türk proletaryası ve emekçilerinin, Türk halkının bugünkü düşürülmüşlükten, yegane çıkış yolu olabilir. Türk sömürücü sınıflarının Kürt ulusunu köleleştirmek için yürüttüğü aşağılık sömürgeci savaşa karşı, devrimci iç savaş, proletaryanın burjuvazi ve egemen sınıflardan bağımsızlaşmasının, Türk ulusunun düşürülen onurunu kurtarmanın, Türk ulusunun proletarya önderliğinde devrimci yeniden kurtuluşunun da yoludur.

Barış Talebi Üzerine

Evrensel barış, komünist programın temel talebidir. Ancak, her çeşit savaşın kaynağını gezegenimizden temizleyerek elde edilebilir. Her çeşit savaşın kaynağında özel mülkiyet ve insanlığın ezen, ezilen; sömüren sömürülen sınıflara bölünmüşlüğü gerçekliği vardır. Evrensel barışa, özel mülkiyetin ve onun yol açtığı toplumsal sonuçların, toplumun sınıflara bölünmesi, ulusal ve cinsel ayrımcılık dahil her çeşit yabancılaşmanın kaldırılmasıyla ulaşılacaktır. Evrensel barışa değin sınıf mücadelesi çok değişik biçimleri ile devam edecek, ezilen ve sömürülenler, ezenlere ve sömürenlere karşı silahların ve savaşın diliyle de konuşacaklardır. “Evrensel barış”, toplumsal devrim savaşımının nihai amacıdır.

Evrensel barış ve somut siyasal bir sorun olarak, süren savaşta barış; koşulları, kapsam ve içeriği farklı iki ayrı sorundur. Devrimci parti ve örgütler, bu iki ayrı sorunu bilerek ya da bilmeyerek karıştırıp aynılaştırıyorlar. Çok büyük bir kolaylıkla, süren sömürgeci savaşla ilgili barış talebini, emperyalizm yeryüzünden silinene, bütün ezenler ve sömürülenler yenilgiye uğratılana değin barışın sözünü etmeyeceğiz diye yanıtlarken, onlar gerçekte evrensel barıştan söz ediyorlar. Az çok bilinçli biçimde, somut siyasal bir sorun olarak barış talebinin yerine evrensel barış sorununu ikame ederek, en küçük oportünizm ve uzlaşma tehlikesine karşı kendilerini güvenceye almaya çalışıyorlar. Fakat mevcut kitlesel barış talebini somut olarak incelemeye yanaşmıyorlar.

Eğer devrimci bakımdan doğru bir duruş geliştirilmek isteniyorsa, bütün siyasal sorun ve taleplerde olduğu gibi, barış talep ve sorununun da somut olarak incelenmesi gerekli ve kaçınılmazdır.

Yüzbinlere ve milyonlara hitap eden barış talebi üzerinde, ciddiyet, büyük bir sorumluluk ve titizlikle durulması, her şeyden önce talebin kitleselliği nedeniyle gereklidir. Devrimcilik, sorumluluk ve yığınlara önderlik iddiasının gereğidir bu. Diğer yandan, barış talebi ulusal devrimin kaderiyle de ilgili olduğu gibi, günümüzde en önemli küçük burjuva reformist mihrak ÖDP’nin, şovenizmin etkisinden uzaklaşmakta olan Türk işçi ve emekçileri arasında reformizmi örgütlemenin etkili bir politik enstrümanı haline getirilmeye çalışıldığı için de çok önemli bir politik sorundur. Kim ne derse desin, nasıl bir tavır alırsa alsın, “barış talebi” savaş devam ettiği müddetçe, bazen alevlenerek, bazen geri plana düşerek politik gündemde kalmaya devam edeceği için de somut doğru bir tutumun alınması ihmal edilemez.

“Barış talebi”ne ilgisiz kalışı barış talepli kitle hareketlerinin dışında kalıp, dışarıdan çok zayıf ve inandırıcı olmaktan uzak eleştirel yaklaşım ve “barışa” dolaysız karşı çıkış geniş antifaşist yığınlar için inandırıcı olmaktan uzaktır. Devrimci örgütlerin bu duruşu kuşkusuz reformistlerin işini kolaylaştırmaktan başka bir işlev yerine getiremiyor. Devrimci örgütler, barış talebinde sorunu ciddi bir incelemeye tabi bile tutmaksızın, faşizmle uzlaşma ve oportünizm görüyorlar. Bilumum reformistlerin barış talebini sahiplenmeleri de bu durumu besliyor.

Kuşkusuz ki, başta ÖDP olmak üzere, yasalcı oportünist, reformist politik parti ve çevreler, barış talebini izledikleri stratejinin görüş açısından kavrıyorlar. Yasal, barışçı örgütlenme ve mücadele yolundan burjuva demokrasisini elde etmeyi hedefleyen, devrimden, birleşik devrimden umudunu kesmiş politik güçler için Kürt ulusal sorununda zevahiri kurtarmanın, izlemekte oldukları sosyal şoven çizgiyi gizlemenin etkili kamuflajı oluyor. Süren savaşın gerçek niteliğini, savaşan tarafların pozisyonunu, haklı ve haksızı geniş yığınların bilincinde aydınlığa çıkarmak için çalışmak riskli ve zor. Ve bunu yapabilmek için ezen ulus milliyetçiliğinden bütünüyle kopuşmak gerekir. Dahası, yasal alandan sürülmeyi ve doğal olarak gizli ve yasa dışı mücadeleyi de göze almak gerekir. Kuşku yok ki faşist rejim, Türk burjuva devletinin Kürdistan’da sömürgeci bir savaş yürüttüğünü, bunun tamamen haksız bir savaş olduğunu ve diğer yandan Kürt gerillasının ulusal kurtuluş savaşı yürüttüğünü, haklı olduğunu, işçi ve emekçileri, Türk halkının kendi Türk sömürücü sınıflarına ve devletine karşı savaşan gerillayı desteklemesi gerektiğini, Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurma hakkının bölücülük olmadığını vb. açıklayan enternasyonalist devrimci bir hat izleyen partilere örgütlenme hakkı tanımayacak, onları derhal kapatma ve tasfiye yoluna gidecektir. ‘Barış talebi’ yasalcı reformist partiler için en ileri tutumu ifade ediyor. Orada bile açık, tutarlı ve kararlı değiller. Zira kapsam ve içeriği açıkça tanımlanmış bir barış talep etmiyorlar. Onlar için barış Kürt ulusal sorununun burjuva çözümü yolunda muğlak, şu ya da ne idüğü belirsiz bir adımın atılmasından ibarettir.

Kalıcı bir barış, ancak Kürt ulusal sorununun köktenci/radikal tarzda çözümüyle olanaklıdır. Kürt ulusunun varlığım, özgürlüğünü ve eşitliğini tanımayan bir “barış” adil ve demokratik olamayacağı gibi, kalıcı da olmaz. Kalıcı, adil ve demokratik bir barış, Kürt ulusunun özgürlüğü ve eşitliği ile sağlanabilir ki, bu, faşist MGK rejiminin yenilgisiyle elde edilebilir. Çünkü, işbirlikçi egemen sınıflar ve onların faşist diktatörlüğü, Kürt ulusal varlığını kabul etse bile, onun ayrı bir devlet kurma hakkını kabule yanaşmayacaktır. Barış özgürlükle gelecektir. Kardeşlik de eşitlikle. Mevcut durumda “barış talebi”nin nesnel anlamı nedir ve bu talep politik bakımdan nasıl bir rol oynamaktadır?

Savaş, politikanın devamı, uzantısıdır. Politika daha büyük bir bütündür ve belli koşullar altında amaçlarına muharebe ya da savaş vasıtasıyla ulaşmaya çalışır. Bu, politikanın savaşa dönüşmesi olarak kabul edilir. Genel kabul gören bu teorik yaklaşıma göre, “barış” da tekrar politikaya dönüştür. Büyük sorunlar üzerinde karşıt iradeler arasındaki gerilimin, inatlaşmanın kendilerini dayatması giderek savaşa dönüşür/savaşa yol açar. Taraflar kendi çözümlerini çok ikna edici bir araca, muharebe/ savaş vasıtasına başvurarak, ateş ve barutun gücüyle karşı tarafa dayatmaya çalışırlar. “Barış”, muharebeyle ulaşılmak istenen sonuçtur, savaşın amacıdır.

Savaşan Taraflar Arasında Barışa Gidişin Politik Diyalektiği Nedir?

Savaşan taraflar muharebe vasıtasıyla, üzerinde savaşın koptuğu soruna ilişkin iradelerini birbirlerine dayatmaya, karşı tarafın iradesini kırmaya çalışacaklardır. En yüksek şiddetteki bu gerilimde barış hangi koşullarda gündeme gelebilir? Savaşan taraflardan birisinin şu veya bu ölçüde veya bütünüyle amacına ulaşmasıyla, ya da en azından savaşan taraflardan birisinin savaş iradesinin kırılmasıyla. Fakat, savaşan taraflar dışında üçüncü bir güç de barışı gündeme getirebilir ve hatta dayatabilir.

Barış talebi ulusal kurtuluşçu güçler tarafından öne sürülüp yükseltildiğine göre, ilk anda akla şu iki temel soru geliyor:

Acaba Kürt ulusal kurtuluşçu güçlerin somut olarak PKK’nin savaş iradesinin kırılmasının bir yansıması ve sonucu mu, bu barış talebi?

Ya da acaba, ulusal kurtuluşçu güçler savaşla amaçlarına ulaştıkları için mi barış talep ediyorlar?

PKK’nin ateşkes ve barış yönündeki her ciddi hamlesini sömürgeci savaşı yöneten yürüten politik ve askeri odaklar, Genelkurmay ve hükümetler, birinci soru yönünde yorum yapıyorlar. “PKK’nin beli kırıldı, taktik yapıyor” vb. diyorlar. Bunu PKK’nin zayıflığının belirtisi olarak kabul ve ilan ediyorlar. “Barış” mı istiyorsunuz, “silahlarınızı teslim edip, Türk adaletinin, Türk devletinin şefkat ve merhametine sığının” diyorlar. “Barış”tan anladıkları, PKK’nin fizikken tasfiye edilmesidir. “Bölücü terörü” sınırlandırıp daraltarak, marjinalleştirip kabul edilebilir düzeye çekmeyi, savaşın askeri amacı olarak vurguluyorlar.

Ulusal kurtuluşçu devrimin üstesinden gelmeye çalıştığı muazzam zorluklara ve özellikle ‘92’97 döneminde ulusal kurtuluşçu devrimin kitle bazında Kürt halk yığınları arasında yansıyan belirgin savaş yorgunluğuna rağmen, PKK'nin savaş iradesinin kırılmadığı aşikardır. En büyük muharebelerin son yıllarda yaşanmış olması şurada dursun, şemdin Sakık olayı çevresinde, PKK'nin bir anlamda yeniden yapılanması, savaş iradesinin düne göre güçlendiğini göstermektedir. '98 Newroz'u, savaş yorgunluğunun aşılmakta olduğunu ve büyük ölçüde aşıldığını, metropollere göçertilen yüzbinlerin yeniden ileri atılmaya hazırlandığını göstermektedir.

“Ordunun ve halk yığınlarının moralleri bozulmadan savaşın uzun yıllar sürdürülebileceği düşünülebilir mi? Kuşkusuz hayır. Uzun bir savaşın böylesine bir sonucu, bir kuşağı olmasa bile, bir çok yılları içine alan bir dönem boyunca kesinkes kaçınılmazdır.” (Sosyalizm ve Savaş, Lenin, s. 150)

Savaşın en büyük acılarını, en büyük yıkımını Kürdistan ve Kürt halkı yaşamaktadır. 30004000 köyün göçertilmesi, yüzbinlerin ve milyonların aç-sefil, yokluk ve yoksulluk içinde kentlere ve Batı'ya sürülmesi tarifsiz ıstıraplara neden olmaktadır. Kürt halkında savaş yorgunluğunun oluşmasında anlaşılmaz bir yan yoktur. Fakat bunun geçici bir durum olduğu ortaya çıktığı gibi, dengeleyici öğeler de vardır.

Örneğin Kürt diasporası devasa bir yedek rezervi oluşturmaktadır.

PKK, emperyalist politikaların alanına mı girmiştir, onun dillendirdiği emperyalistlerin barış planını mı yansıtıyor? Devrimci çevrelerde bu yönde çok ciddi çekincelerin, kuşkuların olduğu biliniyor. PKK'nin diplomasi alanındaki girişimleri ve uluslararası ilişkiler geliştirme çabaları, ateşkesler ve barış talebi ve barış girişimleriyle birlikte, sözkonusu kuşku ve eleştirilerin en önemli gerekçesi olmaktadır. Diplomasi ve uluslararası ilişkiler geliştirme çabalarının muhatabının devrimci ilerici güçlerin yanısıra, daha çok emperyalist, burjuva vb. devletler olması elbetteki büyük riskleri de barındırmaktadır. Ulusal kurtuluşçu saflarda ulusal burjuva güçlerin varlığı ve onların sınıf karakterleri gereği kararsız ve uzlaşmaya açık oluşları, sözkonusu riski daha da artırmaktadır. Bütün bunlara rağmen, diplomasi alanında sağlanan gelişmeler, bugüne kadar esas olarak ulusal kurtuluşçu devrimin yan ürünü olarak elde edilmiştir. Kürt diasporasının özellikle Avrupa'daki büyük Kürt nüfusun bu alanda çok önemli bir rolü olmaktadır. Fakat bunların da ötesinde, bütün ulusal kurtuluş mücadelelerinde, ulusal kurtuluşçu güçler uluslararası ilişkilerde tanınmak ve meşruiyet kazanmak için de mücadele etmişler, bu cephede de bir irade savaşı yürütmüşlerdir. Burjuva, emperyalist güçlerin önünde eğilmekle, onlara kendi varlığını ve haklılığını dayatmak çok ayrı şeylerdir. Diplomasi ve uluslararası ilişkiler, ulusal kurtuluş mücadelesinin bir boyutu, bir cephesidir. Kuşkusuz ki, devrimci ulusal kurtuluşçu güçlerin, proletarya ve halklara hitap etmesi, herkesten önce onların ilerici, devrimci örgütlenmeleri ve kurumlarıyla enternasyonalist dostluk ve dayanışmayı geliştirmeleri gerekir. Fakat bu diğerinin önemsiz ve ihmal edilebilir olduğu anlamına da gelmez. Diğer pek çok şeyin yanısıra şemdin Sakık olayının da çok net olarak ortaya çıkardığı gibi, emperyalistler fiziki olarak tasfiyesinin olanaksızlığını gördükleri için, devrimciliğinden arınmış bir PKK yaratma, plan/hesap ve yönelimi içerisindeler. Gelecekte bunu başarıp başaramayacaklarını kestiremeyiz, burada vurgulamak istediğimiz, bugün pratikte emperyalist politikalara yatmış bir PKK’den sözetmenin henüz erken bir saptama olduğudur. Kimi emperyalist devletlerin “barış talebi”ne belli bir mesafeden yakınlık göstermeleri de bu gerçeği değiştirmez. PKK’nın derinleşmekte olan reformcu yönelimi de onları cesaretlendiriyor.

Tepesinde MGK bulunan faşist diktatörlüğün sömürgeci savaş iradesinin kırılmadığı kanıtlarla doğrulanmayı gerektirmeyen yalın bir gerçektir.

Kürt ulusal kurtuluşçularının barış talebinde bulunması, buna karşı faşist MGK diktatörlüğünün barış talebine yakınlık göstermemesi, yukarda geliştirilen analizler ve hareket edilen teorik öncüller ışığında süregelen savaşta, savaşa neden olan sorun henüz çözülmemiş olmasına karşın, ulusal kurtuluşçu güçlerin “Belli ölçülerde” amaçlarına ulaşmış oldukları ve bunu karşı tarafa da kabul ettirerek, hukukilik kazandırma anlamı taşımaktadır. Ulusal kurtuluşçu savaş Kürt ulusal varlığını göstermiş, ulusal bilinçlenmede devasa bir sıçrama yaratmış, ulusal örgütlenmede önemli atılımları başarmıştır. “Barış talebi” nesnel olarak şilen elde edilmiş kazanımlara hukukilik kazandırarak pekiştirmek anlamını taşıyor. Çünkü ulusal kurtuluşçu savaş iradesinin kırılamamış olduğu koşullarda, olanaklı en geri “barış” için bile, Kürt ulusal varlığının kabulü/tanınması zorunlu başlangıç noktasıdır.

Barış talebine pratik/politik bir yaklaşım da gösterilmelidir. Barış talebi, Kürt ulusal hareketine destek veren kitleler arasında nasıl bir etki yaratmıştır? Onları pasifize eden, hareketsizliğe sürükleyen ve mevcut rejim hakkında hayaller yayan ve büyüten bir etki mi yaratmıştır. Gerillanın ve savaşın gereksizliğini mi yaymıştır? Geride kalan süreçte barış talepli hareketler, Ankara’daki hükümetler ve rejimin sömürgeci, militarist faşist yüzünü, geri yığınlar nezdinde açığa çıkartıcı olduğu gibi, serhıldanların geriye çekildiği, ulusal kitle hareketlerinin düştüğü, yığınlarda savaş yorgunluğunun belirgin biçimde yansıdığı bir dönemde, yurtsever yığınları harekete geçirmenin aracı olmuştur. Diğer yandan “barış talebi” diplomasi cephesinin güçlenmesine ve faşist rejimin uluslararası ilişkilerde, özellikle değişik uluslardan proletarya ve emekçiler, halklar nezdinde deşifre olmasına yardımcı olmuştur.

Türk işçi ve emekçilerinin, Türk halkının en geri kesimlerinin, Türk milliyetçiliği ve şovenizmin etkisi altında, Kürt ulusunun varlığını kabul etmediği, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin faşist rejim tarafından bölücülük ve terörizm olarak sunuluşunu açık ya da dolaylı, aktif ya da pasif desteklediği, sömürgeci savaşa karşı açık ve dolaysız bir tutum geliştiremediği koşullar altında, “barış talebi”, antifaşist, anti-şoven ve anti-militarist demokratik ve enternasyonalist bilincin uyanmasına hizmet edebilir. Barış talebinin, burjuvazi ve işbirlikçi egemen sınıflar ve onların faşist diktatörlüğünün Türk işçi ve emekçileri üzerindeki ideolojik ve politik hegemonyasıyla savaştan başka bir anlamının olmadığı açıktır. “Faşist diktatörlükle mi barışılacak?”, “faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü koşullarda ve namlularının gölgesinde bir barış sağlanamaz” vb. yaklaşımlar, yüzeysel olmanın ötesinde üstünkörüdür. Sorun, barışın sağlanıp sağlanamayacağının ötesindedir. Çünkü barış, Kürt ulusunun demokratik bir hakkıdır.

Ezen ulusun proletaryası ve emekçilerinin sınıfsal çıkarlarının görüş açısından bakıldığında, biricik demokratik, enternasyonalist ve devrimci tutum, Türk sömürgeci egemen sınıflarının sürdürdükleri sömürgeci savaşta yenilmeleri için çalışmaktır. Marksist leninist komünistler bütün içtenlikleriyle, Kürt ulusal kurtuluşçularının zaferini ve faşist rejimin yenilgisini istiyorlar ve bu yolda çalışıyorlar. Faşist diktatörlüğün yenilgisine hizmet edecek, bunu kolaylaştıracak ve yakınlaştıracak, yığınların uyanmasına, şovenizmden kurtuluşuna ve faşist rejime karşı mücadeleye seferber edilmesine hizmet edecek talepler ileri sürmek ya da, bu talepleri desteklemek, sömürgeci savaşa karşı mücadelenin bir yolu, bir biçimidir. Kuşkusuz ki, barış talebi her şey haline getirilemez. Yukarıda da vurgulandığı gibi en nihayetinde barış talebi de bütünüyle özgürlük talebine bağlıdır. Faşist diktatörlüğün yenilgisi ve özgürlüğün devrimci yoldan elde edilmesinin bir kaldıracı olarak barış talebi kullanılabilir. Yeter ki Türk işçi ve emekçileri, Türk halkının geniş yığınları arasında, Kürt ulusal sorunu ve süren savaşın kapsamlı bir aydınlatma çalışmasıyla birlikte yürütülebilsin.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi