Giriş
Ocak 1998 tarihli bir duyuruyla “TİKB 3. Konferansı”nın “zaferi” ilan edildi. Öyle olup olmadığı bir yana “3. Konferans”ın “zaferi”nin ilanı ile TİKB’nin yaşadığı bunalımın bir şekilde sonuçlandığı muhakkak. Yaşadığı özgün dönem ve TİKB’deki gelişmeler, marksist leninist komünistler bakımından herkesten farklı bir önem taşıyor. Bu, başkalarından farklı olarak; marksist leninist komünistlerin TİKB’nin yaşadığı sürecin, özü ve içeriğinin ötesinde önemli ayrıntılarıyla eleştirel devrimci analize tabi tutmalarını gerektiriyor. İç tutarlılığın gereği olmanın yanısıra, TİKB kitlesine ve devrimci kamuoyuna karşı da öyle önemli bir sorumluluğumuz var.
TİKB’nin içinden geçtiği son birkaç yıla yayılan dönem ve sonucunda kamuoyuna sunulan bilgi ve dökümanlar, TİKB gerçeği üzerine düşüncelerimizi somutlaştırma, derinleştirme, sınama ve bazı bakımlardan düzeltme ihtiyacını doğurmuştur. Diğer yandan, esasen TİKB gerçekliğinin eleştirel devrimci analizi, TİKB’ye karşı ideolojik mücadele konusu olarak da önem taşımaktadır. Bu, önceliklerimiz arasında yer almasa da, uygun zamanlarda TİKB’nin marksizm-leninizm adına bazı teorik duruşlarını, politik ve örgütsel yönelimlerini tartışma ve eleştiri konusu yapmamız tamamen anlaşılır bir şeydir.
“Birlik Kongresi, TİKB ve TDKP ile birliğin bir ilke sorunu olmasına karşın bu iki örgütün tutumu nedeniyle güncel siyasal bir sorun olarak ele alınamayacağını ilan etti. Kongremiz, Merkez Komitesi’ne bu iki örgüte karşı birlik perspektifine dayalı bir mücadele görevi verdi.” (Birlik Kongresi Duyuru ve Çağrısı, Birlik Kongresi Belgeleri, s. 234)
‘94’den günümüze, geride kalan 3-4 yıllık dönem BK’nın TDKP ve TİKB’ye ilişkin analizlerini sınadı ve doğruladı. Birliğe karşı direniş, komünistlerin birliği kesinkes devrimci bir değişimi, dönüşüm ve yenilenmeyi gerektirdiği için TDKP’nin yasalcı reformizme batış sürecinin bir görüngüsü ve hızlandırıcısı oldu. Birliğe direniş TİKB’ye hiçbir şey kazandırmadığı gibi, onun geri ve gerici grupçu yanlarını diri tutmakla kalmadı, besledi, güçlendirdi. Derinleşen TİKB fetişizmi, hiç kuşkusuz TİKB’nin aşağıda incelediğimiz yapısal krizine hatırı sayılır katkılarda bulundu.
Biliniyor, TİKB, MLKP’yi var eden komünistlerin birliği mü cadelesini, tasfiyecilerin Kuruçeşme süreçleriyle aynılaştırarak, mücadele azmini kaybetmiş, kendi başına ayakta duramayanların birliği vb. gibi tanımlayarak mahkum etti. Devrimci eleştiri sorumluluk gerektirir. Önderlik, yöneticilik sorumluluk gerektirir. İşçi sınıfının önderliği iddia ve misyonu sorumluluk gerektirir. Ve dahası, Lenin ve Stalin birçok kez partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumunu, yığınlara karşı sorumluluğun göstergesi olarak kabul etmişlerdir. Şunu vurgulayacağız. Komünistlerin birliği karşısında takındığı grupçu-gerici tavır nedeniyle büyük bir sorumluluk altında bulunuyor TİKB önderliği. Oysa “TİKB 3. Konferansı”, “kör, sağır ve dilsizi” oynuyor. Birlik mücadelesi de, onun eseri MLKP de sınandı. TİKB’nin birliğe karşı duruşu ve yönelttiği “eleştiriler” de. Şimdi ileri sürdüğü bütün iddiaları ve kendini tanımladığı bütün çok değerli ve anlamlı sıfatlar adına hesap vermesi gerekiyor. Bolşevik özeleştiri silahı bu durumda ve şimdi değilse ne zaman kullanılacak?
TİKB Tarzının Bir Ayırıcı Özelliği: Kendine Hayranlık
Öncelikle bir gerçeğe parmak basmakta yarar var. Belgelerin ve süreci açıklayan resmi yazıların verdiği bilgilere göre ikibuçuk yıl süren “Tartışma Platformu”nun (TP) sonuçlandırılmasının “Konferans” olarak sunulması, “konferans” kurum ve kavramı gerçekliğine uygun düşmüyor. Orta yerde marksist partilerin anladığı anlamda bir konferans olmadığı gibi, TİKB tüzüğünün tanımlarına (TİKB tüzüğü iki ayrı konferans tanımı yapıyor) uygun bir konferans da yok.
Bizim bakış açımızdan, açıklanan veriler, iki buçuk yıl süren tartışmaların kararlaştırılarak sonuçlandırılış şekli konferansa değil, “referandum”a tekabül ediyor. TİKB Tüzüğü’nün 12. maddesi “merkezi konferanslar”ın yapısı ve geçerliliğine ilişkin olarak, 11. maddeye göndermede bulunur. 11 maddenin e bendine göre, “Merkezi Konferanslar’ın açılabilmesi için belirlenen toplam delege sayısının en azından yarıdan fazlasının katılımını şart koşar.” Böyle bir durum bulunmadığı çok açık olduğu için ayrıca diğer yönler üzerinde durmak gereksizdir.
Devrimci ya da komünist bir örgütün belli bazı özgün dönemlerde iç sorunlarını çözebilmek için, eğer o durumu karşılayacak bir hukuk yoksunluğu, boşluğu varsa, demokratik merkeziyetçiliğin genel çerçevesi içinde kalan belirli çözüm yol ve yöntemleri oluşturması gerekli, meşru ve anlaşılabilir bir şeydir. Elbette ki, kullanılan yol ve yöntemlerin gerçeğe uygun doğru tanımlanması ve sunulması gerekir. Aksi durumda yalnızca kendinizi değil, aynı zamanda kamuoyunu da yanıltırsınız. Kuşkusuz, herkes kendini yanıltmakta özgürdür, fakat devrimci kamuoyunun yanıltılması kabul edilemez. Kendini olduğu gibi devrimci kamuoyunu da yanıltmak, TİKB gerçeğinde hiç de az rastlanır bir durum değildir.
“Konferans” tanımını önemli görmemizin bir diğer nedeni de, bu abartılı, gerçek dışı sunuda, TİKB’nin kendisine bakışındaki gelenekselleşmiş bozukluğun yansımasıdır. Orta yerde gerçekte bir “konferans” bile yokken, “TP olarak başlayan bu süreç giderek kongre içeriğine sahip bir konferans niteliği kazandı.” (abç) diyebilmek için mübalağa yeteneği gelişmiş olmalıdır. TİKB MK’nın ölçüyü, endazeyi iyiden iyiye kaybettiği şu değerlendirmesi dikkat çekicidir: “Bu özellik ve içeriğiyle, ulaşılan sonuçlarla, 3. Konferansımız, ülkemiz komünist ve devrimci hareketinin, uluslararası komünist ve devrimci hareketin, işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların önlerine geniş bir perspektif koymaktadır.” (1)
“Böbürlenme”, bir siyasi örgüt ya da partinin yakalanabileceği en tehlikeli hastalıklardan birisidir. Çünkü yalnızca kamuoyunu, adına hareket ettiği işçi ve emekçileri, ulaştığı ölçüde yanıltmakla kalmaz, kendini de kandırır. Kendini kandırma, kendi gerçeklerine yabancılaşma, durmaksızın kendini amaçlaştırmayı, araca tapınmayı üretir. Başka bir şekilde ifade edilirse, giderek devrimci amaçların yerini onlara ulaşmak için kurulan araca duyulan sevda alır. TİKB kendine sevdalıdır ve ne yazık ki “3. Konferans”ta TİKB’nin kendine yönelttiği eleştiriler bu sevdayı yeniden ve yeni bir düzeyde üretmesine engel olamamıştır. Daha sonra ayrıca üzerinde duracağımız TİKB parti teorisine, “Sonuç Bildirgesi”nde kerameti kendinden menkul övgüler, bunun kanıtı ve göstergesidir.
“Fakat parti anlayışımızı taşıdığımız düzlem… leninist parti öğretisinin genel bir özet niteliğindeki pasif savunusundan öte bir anlam ve işleve sahiptir. İçerik ve kapsamı, dünyanın birçok yöresinde çoğu bozbulanık görüşlere sahip yeni ML çevre ve yapılanmaların ortaya çıktığı bir tarihsel kesitte ona aynı zamanda evrensel bir önem kazandırır.” (2)
Şu bir gerçektir ki, geride kalan 2-3 yıllık bunalım dönemindeki tartışmalarla, bütün tarihi boyunca kendi saflarında ürettiği TİKB miti ve imajı fena şekilde yıkılmıştır, fakat bunları üreten zihniyet korunmuştur. Çok az görülür şekilde yıllarca süren bir krizden çıkan TİKB, bunu rahatlıkla “zafer” olarak sunabiliyor. Bu, bir bakıma sürecin başında siyasi polise karşı mücadeledeki başarısızlığını, ilkellik ve amatörlükle malul olduğunu, önderliğini koruma yeteneksizliğini görerek dersler çıkarmak yerine, bu gerçeği kendinden saklayarak “dokuz beyaz sayfa”nın propagandasını yapmakla aynı şeydir. TİKB değişmektedir, ama zihniyeti ve kendine bakış açısı yerli yerinde durmaktadır.
Eğer kuruluşundan günümüze 20 yıl geçmişse ve eğer bu tarihi çok daha gerilere götürme eğilimindelerse, buna karşın “kongre ve konferanslar başta olmak üzere örgüt yaşamının temel alanlarının ihmale yer vermeyecek şekilde tüzüğe göre düzenlenmesi, tüzüğe göre düşünme, yaşam sürdürme”nin “başlı başına” “öneme sahip olduğu”nun idrakine yeni varıyorlarsa, bu örgütsel sefalet değil de nedir? Her şeye rağmen buna niyetlenmek anlamında yine de örgütsel bir gelişme oluşu, gerçeği değiştirmiyor.
Kendini tanımlayışı, TİKB’nin kendini abartıcılığının çok çarpıcı bir örneğidir.
“Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB), çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının, önüne partileşme hedefini koymuş olan en yüksek örgüt şekli ve öncü müfrezesidir.” (3)
Her ne kadar tanım, tanımlanan örgütün “hedefi”nin belirtilmesiyle sağa sola çekilecek bir muğlaklık yaratıyorsa da, yine de TİKB, “Türkiye proletaryasının… en yüksek örgüt şekli” olarak değerlendiriliyor. Bunun TİKB’yi parti ilan etmeye tekabül etmesi bir yana, eğer “en yüksek örgüt şekli” TİKB ise insanın “çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının derdi büyük” diyesi geliyor.
Buradan şu sonucu yazabiliriz: Yukarıda özetlediğimiz kronik yapısal hastalığı, zihniyet ve kendine bakış açısı nedeniyle, TİKB’nin kendi hakkında verdiği bilgilere özel bir dikkat, ihtiyat ve eleştirellikle yaklaşılmalıdır. Buna en fazla ihtiyacı olanlar da şüphesiz TİKB kadro ve sempatizanlarıdır. Bunu bir örnekle sınayalım. “Sonuç Bildirgesi” şu iddia ve belirlemeyi yapıyor:
“3. Konferansımız Tartışma Platformu biçiminde başlayıp, Konferans’a evrilerek gerçekleşti. TP ve Konferans, örgütümüzün gelişme sürecinin eleştirel bir değerlendirmesi ve özümlenmesiydi.” (4)
İçerisine yuvarlandığı kriz nedeniyle TİKB’nin kendini tartıştığı doğrudur. Devrimci örgütlerde kriz dönemlerinin doğasında vardır bu. Fakat TİKB’nin “gelişme sürecinin eleştirel bir değerlendirmesi ve özümsenmesi”nin gerçekleştirilmesi ancak sistematik bir inceleme çalışmasına dayalı tartışmalarla yapılabilir. Açıklanan bilgilerde böyle bir şey yoktur. Keşke olsaydı. Bunu herkesten çok biz isterdik. Böyle bir şeyin olmaması bir yana, TİKB MK’sı, bu her nasıl bir konferans ise, kendi faaliyetleri hakkında bir rapor bile sunmamıştır. O da bir yana, seri polis operasyonlarından alınan büyük darbelerle örgüt felç olduğu halde, önderlik bunun ciddi, kapsamlı ve dökümanlaştırılmış bir incelemesini/özeleştirel raporunu hazırlayarak, TİKB’nin bu gerçekliğini kadrolarla tartışıp kavratma, çıkartılacak derslerle eğitme, silahlandırma yoluna gitmemiştir.
TİKB Bunalımının Özgünlükleri, Yapısallığı ve Tarihselliği
“TİKB 3. Konferansı”na ilişkin yapılacak materyalist analizin ana sorunu ve eksenini yaşadığı bunalım oluşturuyor. Yazık ki, Tartışma Platformu ve “3. Konferans”, ürünü olduğu bu gerçeği bir veri olarak kabul etmez. TİKB’nin zihniyet ve kendine bakış açısına oldukça uygundur bu. Ne de olsa TİKB özel cins bir iplikten dokunmuştur, ne bunalıma düşer ne de bölünür. Ama yine de bir “hizip” çıkmıştır işte! Hatta kaotik bir ortama sürüklenmiştir, ama yine de bunalım sözkonusu olamaz! İyi ama iki buçuk yıl süren bir “Tartışma Platformu” değilse nedir bunalım? Bir örgütün iki buçuk yıl kendini tartışması değilse daha ne olsun?
Parti bunalımı, herhangi bir partinin irade (ve dolayısıyla eylem) birliğinin çözülmesi durumu olarak tanımlanabilir. İdeolojik/teorik, siyasi veya örgütsel sorunlar üzerinde patlak verebilir irade birliğinin çözülmesi. Bir alandan başlayıp, diğerlerine sıçrayarak, genişleyip derinleşebilir. Her halükarda “parti krizi” irade birliğinin çözüldüğü, bu nedenle dikkat ve enerjisini kendine çevirdiği tehlikeli bir iç gerilim halidir. İrade birliğinin çözülmesi tehlikelidir, çünkü bölünmeyi, parçalanmayı mayalar. Şu genelleme yapılabilir; az çok gelişmiş devrimci partilerde sınıf mücadelesindeki her önemli dönemeç anı krizi koşullandırır, mayalar. Çünkü yeni dönem, yeni görevleri ve sorunları öne çıkartır; partinin yeni sorunları anlaması, yeni dönemi ve görevlerini çözümlemesi ve yeniden konumlanması gerekir. Yani, bir genelleme olarak kendi gelişiminin her kritik evresinde veya eşiğinde partilerde bir bunalımın mayalanacağı söylenebilir. Demek ki, devrimci partilerde irade birliği sanıldığı gibi statik (bir kez kuruldu mu sürüp giden, değişmez, donmuş bir şey) değil dinamiktir, yeni durumularda yeniden ve üst düzeyde üretilmesi gereken değişken, canlı, yaşayan bir şeydir. TİKB’nin öve öve yere göğe sığdıramadığı parti teorisi, bu temel gerçekleri formüle etmek bir yana, anlamaktan fersah fersah uzaktır. Fakat yaşam ancak teoriyle kavranıp açıklanabilir. TİKB, kendi gerçekliğini kavrayabilecek teoriden yoksundur. TİKB, bunlar partiler için geçerlidir, biz parti öncesi örgütüz derse, kendisini kandırmaya devam ettiğini tekrardan vurgularız.
“TİKB 3. Konferansı”nın gündemi nedir? “Sonuç Bildirgesi” bunu çok kesin biçimde vermiyorsa da, verileri zorlayarak, a) Sonuç Bildirgesi, b) Tüzük, c) “Hizip” sorunu ve d) Parti teorisi başlıklarının “3. Konferans gündemi”ni oluşturduğu söylenebilir. Bu uzun dönemde konuşulup tartışılan, incelenen ve kaotik ortamda bir şekilde tartışmalara dahil olan her şeyi TP’nin gündemi gibi sunmanın, kendini abartma dışında gerçek bir anlamı yoktur. Böyle bir gündem nasıl oluşmuştur? TİKB, TP (Tartışma Platformu) ve “Konferans” sürecine nasıl girmiştir?
“Olağan olmayan bir sürecin sonunda, olağan olmayan bir biçimde gerçekleştiği açıklanan” “TİKB 3. Konferansı”nın bu olağan dışılıklarını “Sonuç Bildirgesi” üç nedene dayandırıyor.
“Bunlardan birincisi, asıl ve temel olanı ‘89 atılımı ve 2. Konferans sonrası süreçte kaydettiğimiz gelişmedir.” TİKB örgütsel bakımdan “gelişmiş”, “büyümüş”, “sınıf mücadelesinin bazı cephelerinde ve sınırlı bazı alanlarda faaliyet yürüten dar bir örgüt kabuğunu kırarak mücadelenin belli başlı bütün cephelerinde varlığını hissettiren, geleneksel çalışma alanlarının dışında yeni bölge ve alanlara da açılan ve artık PARTİLEŞMENİN eşiğine gelip dayanan geniş bir örgüt yapısına ulaşmıştır.” (5)
Şu açık bir gerçek ki, TİKB ‘91-’93 döneminde “altın çağını” yaşadı. Fiziki ve örgütsel bir genişleme ve büyüme gösterdi. Geleneksel TİKB zihniyetini, önderlik ve politik mücadele tarzını ve yapılanışını koruyarak, kitlelerle buluşma yönelimine girdi, bu yönelime denk düştüğünü düşündüğü araç ve yöntemlere ağırlık vermeye çalıştı ya da verdi. Doğru olarak sendikalizmle suçlanan “işçi gazetesi” bunun bir ifadesiydi. Fakat şu da bir gerçek ki, doktrinerliğini, kemikleşmiş sekterizmini kıskançça yaşattı, yığınların en ileri kesimleriyle bile çatışma eğilimi içinde oldu, hiçbir zaman onları anlama ve değiştirme yönelimine girmedi ve böyle bir yetenek kazanmadı, kazanamadı. Onlar adına konuştu ve yaptı ne yaptıysa. Kitlelere en buyurgan yaklaşan örgüt olarak değerlendirilmeyi hak etti.
TİKB’nin 1985’te fiziki olarak aşağı yukarı tasfiye olduğu, ‘85-’89 döneminde çok dikkate değer bir politik ve örgütsel varlığının ve faaliyetinin bulunmadığı gerçekleri gözönünde tutulduğunda, ‘89’dan başlayarak ‘93’e değin TİKB’nin kendi çapında dikkate değer bir siyasi ve örgütsel gelişim gösterdiği söylenebilir. Hatta bu, TİKB tarihi bakımından bir atılım olarak da tanımlanabilir. Diğer yandan TİKB’nin “PARTİLEŞMENİN eşiğine geldiği”, TİKB’nin yere göğe koyamadığı parti teorisi bakımından bile açık bir abartmadır. Fakat daha da önemlisi, hemen ardından içerisine girdiği süreç, bırakın “partileşmenin eşiğine gelmesi”ni, her şeyden önce zihniyet ve tarz itibarıyla TİKB gerçekliğini tüm boyutlarıyla açığa çıkartmıştır. Bunalım öncesi süreçte, bütün tarihi boyunca TİKB’nin en çarpıcı gerçeklerinden birisi, onun partileşme yönelimi ve yeteneğinin mayasının oldukça zayıf oluşudur. TİKB imajının odağında duran “küçük ama çelikten bolşevik bir müfreze” yönlendirici paralosı, partileşme yönelim ve iddiasından yoksundur. Hatta özünde parti görüşüne karşıdır.
TİKB’nin belirtilen dönemde “partileşmenin eşiğine” geldiği saptaması, partileşmeyi bir komünist örgütün büyümesi olarak gördüğünü, partileşmenin ideolojik, politik ve örgütsel nitelik sıçramasına tekabül ettiğini kavramadığını gösteriyor. Pekala, küçük partiler de olur, parti olamayan büyük örgütler de. Önemli olan ideolojik duruş, politik mücadele ve önderlik tarzı ve küçük bile olsa işleyiş ve yapılanışta örgütsel bakımdan parti düzeyini yakalayabilmektir. TİKB büyümüş ama bütün bu yönlerin hiçbiri bakımından partiye yaklaşan sıçramalar ve eskiden kopuşlar yapmayı gerçekleştirememiştir. Büyümüş ve geriye düşmüştür. Ancak bunalım sonrasında zayıf da olsa düşünsel bakımdan böyle bir yönelime girebilmiştir.
Açıklanması gereken asıl sorun şudur; TİKB’nin gelişip büyümesi, neden ve nasıl bir kriz unsuru olmuştur? Ya da, TİKB, siyasal ve örgütsel gelişimini niçin sıçramanın zemini yapmayı başaramamıştır? Eğer gerçekten eşiğine geldiyse niçin partiye sıçrayamamıştır? TİKB’nin önderlik ve politik mücadele tarzı, örgütsel ufku, yapılanışı ve işleyişi taşıyabileceği sınırlara gelmiş ve tıkanmıştır. TİKB öylesine muhafazakardır ki, böyle bir durumda onun için kriz kaçınılmazdır.
“Sonuç Bildirgesi” olağanüstülüğünün ikinci etkenini şöyle özetliyor:
“Dönemin temel taleplerine yanıt vermekte yetersiz kalmaktan kaynaklanan bu (“sallantılı ve istikrarsız”-PD) ruh hali, TP öncesi süreçte daha çok bireysel planda düşünsel bir darlaşma, pratikteki sıkışmanın daha fazla yaşandığı alan veya kesitlerde geliştirici olmayan bir sorgulayıcılık, devrimci iç dinamiklerde bir zayıflama, yan duruş eğilimleri ve nihayet bazılarında mücadeleden kaçış biçiminde kendini gösterdi. Ama TP sürecine gelindiğinde, …bu boşlukların yarattığı karamsarlıkla da birleşerek, giderek hizipçiliğe evrilen yıkıcı, dağıtıcı bir sapma özelliğini kazanmış olarak karşımıza çıktı.” (6)
Belirlenen hedeflere ilerleyişin “istenen hız ve ölçülerde olmayışı, bir arada çeşitli konularda ortaya çıkan hata ve yetersizlikler” de, bu ikinci nedenin unsurları olarak belirtiliyor.
Bir tarzın, bir zihniyet ve yapılanmanın taşıyabileceği sınırlara gelip dayanıyor, tıkanıyor büyüyen TİKB. Oradan ileriye sıçrayamayınca da bir iç çürüme başlıyor. İkinci neden içerisinde sayılan bir kısım veriler, tıkanmayı çürümenin izlediği ve iç içe geçtiği saptamasını doğrulayıcıdır. Sıralanan verilerin eşit düzeyde ele alınamayacağı ayrıca vurgulanmalıdır. Örneğin “yenilen darbeler nedeniyle örgütsel yapıda” “ortaya çıkan boşlukların” nitelik, derinlik ve çapı somut olarak incelenmelidir. Ki bu, TİKB krizinin özgünlüğünün açığa çıkartılmasının en önemli anahtarlarından birisidir. Çünkü TİKB’nin yaşadığı, her şeyden önce bir önderlik krizidir. Diğer yandan “geliştirici olmayan” “sorgulayıcılık”, tıkanan TİKB’nin potansiyel krizini realize eden devrimci dinamiktir. Zira TİKB’yi TP (Tartışma Platformu) sürecine sokan iç basınç bu “geliştirici olmayan” “sorgulayıcılık”ta somutlaşmaktadır. Sorunlara, tıkanmaya çözümler üretememe anlamında “geliştirici” olmayabilir, ama sorunları gündeme getirme, çözüm arama ve talep etme anlamında, devrimci ve geliştirici olduğu açıktır. Bu “geliştirici olmayan” “sorgulayıcılık”, önderlik krizinin belirtisi olarak kabul edilmelidir. Sıkışmış, çözümsüz ve TİKB’nin içine yuvarlandığı durumdan hoşnutsuz kadroların arayışına ve taleplerine devrimci yanıtlar verilemediğini, önderliğin gaflete sürüklendiğini, adeta kadroları ve örgütü anlama yetisini kaybettiğini gösterir. Aşağıdan gelen “sorgulayıcılık” karşısındaki şaşkınlık, gaflet uykusunun derinliğini gösterir.
Şu ayrıca belirtilmelidir ki, altı çizilerek vurgulanan “giderek hizipçiliğe evrilen yıkıcı, dağıtıcı bir sapma” özelliğini kazanmış olarak “karşımıza” çıkan, her şeyden önce durumun kendisidir. Yani TİKB “yıkıcı, dağıtıcı” bir ortama, krize sürüklenmiştir. Eğer, gerçekten bir hizipleşme olgusu yaşanmışsa, o, öncelikle sözkonusu durumun sonucudur. Önemli olan, TİKB’nin böyle bir duruma sürüklenmesinin nedenlerinin çözümlenmesidir. Belki de, daha doğrusu, böyle bir durum içerisine yuvarlanmak önlenemez, kaçınılmaz bir yazgı mıydı sorusu tartışılmalıdır. TİKB’nin böyle bir krize yuvarlanması kaçınılmaz olsa bile, bu sorular bizi tekrardan “önderlik tıkanması” ve yetmezliğine getirir.
Fakat biz, olağanüstülüğün üçüncü sıraya koyulan nedeni üzerinde duralım. Burada TP’nin “ilk dönemine değiniliyor”; “Onun (TP–PD) örgütlenmemizin esnek ve gelişme yönlerinin değerlendirildiği ilk aşaması, Türkiye devrimci hareketinin (TDH) geri, sorunları kişiselleştiren dar polemikçi tarzının, daha da kötüsü kimi örgüt politikalarına karşı sağlıksız ve yanlış bir eleştirelliğin darlık ve sancılarını yaşadı. Bu arada en temel örgütsel değerlerimiz dahi kötü bir biçimde kirletildi. Fakat örgüt tarzı ve yöntemlerinin hakim kılınmasıyla, örgütsel gelişme ve sorunlarımızın ML bir yaklaşım temelinde açıklanmasıyla, sürecin sadece açıklanmasıyla da yetinilmeyip gelişkin perspektifler ve güçlü alternatiflerin ortaya konulmasıyla TP, parti düzlemine sıçramanın önkoşullarının güçlendirilip, derinleştirildiği bir zemine dönüştü.” (7) Devamla, aynı zamanda durumu ağırlaştıran genel koşullar sıralanıyor. Biz içsel nedenlerle ilgili olduğumuz için bunları aktarma gereği duymuyoruz.
İlkin vurgulanmalı ki, herkes günahlarının sorumluluğunu kendinde aramalıdır. TDH’nin çürük yanları, sizin ortamınızda nasıl oluştu ve gelişti? İşte buradan kendinize bakmalısınız.
Bize TP’den önce, örgüt içinde diğer şeylerin yanısıra “geliştirici olmayan bir sorgulayıcılık”ın geliştiğini söyleyen “Sonuç Bildirgesi” burada da, TDH’nin “geri, sorunları kişiselleştiren dar polemikçi tarzının, daha da kötüsü örgüt politikalarına karşı sağlıksız ve yanlış bir eleştirelliğin darlık ve sancılarını” yaşadığını bildiriyor. Öyle anlaşılıyor ki bu “ilk aşama”, “örgüt tarzı ve yöntemlerinin hakim kılınması”ndan önceki süreci kapsıyor. Hiç değilse buraya kadar önderliğin ve kadrolarının bunalımın parçası olduğunu çıkartabiliriz. Şu “kişiselleştirme” sızlanması da böyle anlaşılmalıdır.
Ayrıca vurgulamakta fayda var: TİKB kayda değer bir iç mücadele deneyim, anlayış ve hukukuna sahip değildir. Ancak uzatmalı kriz sürecinde çok zayıf da olsa bir örgüt içi mücadele anlayışı, deneyimi ve hukuku edinebilmiştir. Tüzükte yansıyan bu hukukun leninist anlamda demokratiklikten uzaklığı, önemli ölçüde bürokratik bir karakter taşıdığının da burada altı çizilmelidir. Bir diğer dikkat çekici nokta ise, TİKB’de aşağıdan itirazlar, ya “geliştirici olmayan bir sorgulayıcılık” ya “sağlıksız ve yanlış bir eleştirellik” vb. oluyor. Muhalefetin, “örgütün gelişme düzeyini ve gelişmenin yönünü doğru belirlemekten uzak, başlangıçta istismar konusu yaptığı kimi eksiklikleri dile getirmenin dışında geleceğe dair hiçbir devrimci perspektife sahip” (abç.) (8) olmadığını belirtirken de kendini ulaşılmaz bir yere koyan, kadrolara, örgüte tepeden bakan aynı kendini beğenmiş anlayış yansıyor. Önderliğin her zaman kendince doğru olması bir yana “3. Konferans”ca da bu onaylanıyor. TİKB’nin kendine yaklaşımının özü ve ruhu tam da bu kendini beğenmişliktedir. Bu sınıfsal bir tutumdur: Eşi, menendi bulunmaz “kast”ın duruşudur.
Durumu anlamamızı sağlayan bir kısım verileri, TİKB önderliğinin “muhalefete”, “hizibe” yönelik şu “eleştirel” analizlerinde buluruz:
“Taktiklerimizin yaşama geçirilmesinde ve onlarla hedeflenen sonuçların alınmasında yaşanan zorlanma ve tıkanıklıklar, bir dizi sorun ve tehlikeyi de beraberinde getirdi. Öncü politika ve taktiğin ‘kafalarda eskimesi’ giderek onun doğruluğundan kuşku duymaya başlama, bu olumsuz sonuçlardan en başta geleni ve en yıkıcı sonuçlar doğuranı oldu… bu olumsuz sorgulayıcılık… TP sürecinde, belli başlı bütün taktiklerimizin yer yer keskin lafazan bir söylem altında özünde sağdan gözden geçirilmesi talebi biçimini aldı.” (9)
“Sonuç Bildirgesi”nin şu değerlendirmesi de ilginç: İçinden geçilen dönem, “sadece örgütün geldiği gelişme düzeyinin değil, tarihsel sürecin de zorunlu kıldığı devrimci bir sıçramanın gerçekleştirilmesi gereken bir momentti. Dolayısıyla dünde kalmış olanla gelecek perspektifine sahip olanın, dar örgüt döneminin düşünce tarzı ve alışkanlıklarıyla devrimi örgütleme iddiasının gerektirdiği parti tarzının, durağanlık ve gerileme eğilimleri ile gelişme ve ileri atılma yöneliminin çatışması kaçınılmazdı.” (10)
“Özü ve doğası gereği, bu çatışma bazı tahrip edici sonuçlar da doğurdu. Örgütümüzün tarihinde örneği görülmedik tutum ve gelişmelerle karşılaştık. Örneğin kuruluşumuzdan bu yana ilk kez bir hizip çıktı saflarımızdan. Temel örgütsel değerlerimiz akıl almaz bir biçimde kirletildi. Önceleri devrimci olmayan sağlıksız bir muhalefet eğilimi biçiminde başlayıp TP ile birlikte yıkıcı bir birikim patlamasına dönüşen bu eğilimin temsilcileri… hizipçi bir faaliyete yöneldiler.” (abç.) (11)
“En fazla spekülasyon konusu yaptıkları, ‘bütün sorunlarımızın aslında tek nedeni ve çözüm yolu’ olarak gösterdikleri tüzük sorununda savundukları görüşler…” (12)
“TİKB 3. Konferansı”nın en önemli belgesinin Tüzük olduğunu da eklersek, TİKB’nin öncelikle bir örgütsel krize girdiğini saptayabiliriz. Muhalefetin “TP sürecinin başlangıçtaki örgütsüz ve kaotik gelişiminden de yararlanarak belli bir kafa karışıklığı yaratmayı başarabildi”ği bilgisi de, bunu doğrular. Dahası bir yönetememe ve önderlik krizine dair önceki vurgularımızı da.
Önderlik boşluğu ve yetmezliği biçiminde patlak veren TİKB krizi, önderlikle örgüt arasında güven bunalımına dönüşerek, dört dörtlük örgüt bunalımı düzeyine sıçrar. “Örgütsüz ve kaotik” olan yalnızca “TP sürecinin başlangıcı” değildir. İşlerlik dumura uğrar ve örgüt mafsallarından çözülür. Kabul etmek gerekir ki, burada sakınılamayan politik darbelerin özel bir rolü olmuştur. TP’de Tüzük sorununun çok özel bir yer tutması, işin odağında olması bunalımın örgütsel karakterini açığa çıkartır.
Kendine toz kondurmayan ve de artık uluslararası komünist harekete önderlik etmeye de soyunan TİKB önderliği, bu Tüzük sorununun neresindedir? Dahası muhaliflerini “örgütün gelişme düzeyini, gelişmenin yönünü doğru belirlemekten uzak” olmakla mahkum ederken, kendisi örgütün gelişme düzey ve yönünü, ihtiyaçlarını zamanında kavrayıp açıklayarak, çözümler üretip yanıt vererek önderlik görevlerini yapabilmiş midir? Önderliğin inisiyatif, planlama ve yönelimi dışında örgütte “sağlıksız sorgulayıcılık” gelişiyor. Sonra bir tartışma platformu örgütleniyor. Ama başlangıç aşaması örgütsüz ve kaotik. Yani buraya kadar ortada önderlik yok. Başlangıçta TP’nin nasıl sonuçlanacağı da belirsiz. Sonra “3. Konferans” olarak noktalanmasına karar veriliyor, TP “Konferansa evriliyor”. Örgütsel kendiliğindenliğin, önderlik yoksunluğunun dik alâsıdır bunlar. “Sonuç Bildirgesi”nin verdiği bilgilerden, Tüzük sorununun önderlik tarafından örgütün tartışma gündemine getirildiği sonucu çıkmıyor. Acaba yanılıyor muyuz?
Biraz daha derine inersek, TİKB’nin yaşadığı örgütsel krizin derinliğinde TİKB “kast”ının güven bunalımına sürüklenerek çatlaması gerçeğine ulaşırız. Çevreci zihniyet ve hukukla biçimlenmiş son derece dar örgüt yapısı, TİKB’yi kendi malı gören ve her çeşit karar verme yetkisini kıskançça elinde tutan, kendine sevdalı bir grup eski kadro “kast”laşmıştır. Bu kadro, TİKB tarihi boyunca daralarak gelmiş, şehit düşenler dışında tek tek kopmalar, dökülmeler, dışlamalar/tasfiyeler yaşanmış, fakat ilk defa bu “kast” tabakası örgüt tabanından gelen devrimci basıncın etkisi ile çatlamıştır. Hiç kuşkusuz bu TİKB “kast”ını ilk anda şaşkınlığa uğratan devrimci bir basınçtır.
Oldukça dar örgütsel yapısı nedeniyle, örgüt yapısının gövdesini oluşturan TİKB “kast”ının çatlamasının anlamı nedir? Giderilmez bir çatlak, bir bölünme demektir. Zaten böyle olmuştur. Referanduma ilişkin rakamsal bilgiler, hem “kast”ın parçalanması ve hem de TİKB’nin yaşadığı bölünme açısından anlamlıdır.
“Örgütteki yönetici görev ve sorumluluklarından dolayı TP sürecine sonradan alınan, söz hakkı olup oy hakkı olmayan iki yoldaş dahil 23 delege Sonuç Bildirgesi’ne onay vermiştir. 3 yoldaş oy kullanmama tutumunu benimsemişlerdir. (Bu üç yoldaş, Konferansın ortaya çıkan çoğunluk iradesine uyacaklarını daha sonra açıkladılar.) Hizipçi tutum ve ilişkiler içerisine giren 6 kişi (üçü görüş belirterek, diğer üçü son aşamada görüş belirtmedilerse de tüm tutum ve davranışları aynı yöndedir) karşı yönde oy kullanmışlardır. 3 yoldaşın (birisi sonradan katılan, söz hakkı olup oy hakkı olmayan) ise görüşleri gelmemiştir.” (13)
TİKB MK’nın TP sürecine ilişkin verdiği bu bilgiler öncelikle, ilan edildiği gibi “TİKB 3. Konferansı”ndan değil, referandumdan söz edilebileceği belirlememizi doğrular. Referandum ve TİKB’nin örgütsel yapısının çapı bu rakamlarda somutlaşmaktadır. Bu rakamların TP sürecine katılanları tam yansıtmadığını da söyleyebiliriz. Örneğin kuşkusuz ki, SAG’da şehit düşen Tahsin Yılmaz yoldaş da TP’ye katılmıştır. TP’ye dahil olan ama süreç içerisinde TİKB’den ayrılan veya dökülenler de olabilir. Daha tam bir tablo bütün bunlarla birlikte çıkartılabilir. Fakat TİKB MK’nın verdiği bilgiler yine de durumu yeterince yansıtıyor.
Rakamları, TİKB MK’nın dilinden daha anlaşılır bir dile çevirirsek; demek oluyor ki;
“Sonuç Bildirgesi”, “oy hakkına sahip” olanlardan, 21 kişi tarafından onaylanmıştır.
“Oy hakkına sahip” üç kişi “oy kullanmama tutumu” yani, boykot tavrı takınmıştır.
“Oy hakkına sahip” altı kişi ise “karşı yönde oy kullanmış” kabul edilmişlerdir. Bu altı kişinin onayına “Sonuç Bildirgesi”nin sunulup sunulmadığını bilemiyoruz.
Çok muhtemeldir ki, “Sonuç Bildirgesi”nin referandum biçiminde onaylanmasında üç kişinin boykot tavrı takınması, muhalif altı kişinin “hizipçilik” ile suçlanması nedeniyledir. Yukarıdaki sayılarda açığa çıkan, TİKB örgütsel gerçekliği içinde altı kişi rakamı da önemli ve anlamlıdır. Fakat “Sonuç Bildirgesi”nin onayında bu rakam, gerçekte dokuz kişidir. “Görüşleri gelmeyen” iki kişi dışta tutulursa, oy hakkına sahip 30 kişiden 9 kişi “Sonuç Bildirgesi”ne onay vermemiştir. Bu oransal olarak %30 eder. 6 kişi kabul ettiğinizde ise %20 eder. Boykot tavrı takınanlar çoğunluk iradesine boyun eğmişlerdir, ama bu kapanmamış bir yara kabul edilmelidir.
Parti krizi dönemlerinde farklı eğilimlerin ana uçlarıyla oluşması ne kadar kaçınılmazsa (ki, mücadele ana eğilimler arasında cereyan eder) eğilimler arasında bir ortanın (ortacıların rolü uçları uzlaştırma eğilimidir ve daima her iki tarafa da “yaranamaz”lar) oluşması da bir o kadar kaçınılmazdır. Eğer muhalif kanat daha güçlü olsaydı, orta da daha geniş olacaktı.
TİKB “kast”ı önce çatlamış, bu onulmaz çatlak giderek parçalanma ve bölünmeyi getirmiştir.
TİKB’nin yaşadığı yapısal bir bunalımdır ve adını koymasa da, bunu kavramaya ve tanımlamaya oldukça yaklaşmıştır Sonuç Bildirgesi. ‘89-‘93 döneminde, daha önce belirttiğimiz gibi TİKB gelişip büyümüş, “kendi sınırlarına” dayanarak, verilen kayıplar gibi güncel ve özgün nedenlerin de etkisiyle tıkanmıştır. Bu güncel, özgün etkenin rolünün tartışılmamış, incelenip aydınlatılmamış olması yalnızca bir eksik değil, aynı zamanda bir zaaftır. Nesnel olarak önderliği korumaya yöneliktir, onun zaaf ve sorumluluklarını örtbas etmektedir.
Burada yapısal olan, gelebileceği sınıra dayanıp tıkanarak iflas edenin ta kendisidir. Sözkonusu olan, karşılıklı olarak birbirleri üzerindeki etkileri nedeniyle TİKB’nin önderlik ve yönetim tarzı, politik mücadele tarzı ve örgütsel hukuku (belki de daha doğrusu hukuksuzluk), yapılanışı ve işleyişidir. ‘89-’93 sürecindeki büyümeyle TİKB tarzı, bütün bu bakımlardan kendini taşıyabileceği son sınıra gelmiş ve tıkanmıştır.
TİKB, çevrecilikten gelen bir grup kadro etrafında kurulmuş oldukça dar bir örgüttür. Süreç içinde oluşan TİKB “kast”ını çatlatıp parçalayan krize değin, belirlenmiş ve herkesi bağlayan resmi bir hukuka dayanmaz, kişisel güven ve etki ilişkisine dayanır. Burada yönetim tarzı özünde keyfidir. “Kast” içinde en etkin elemanlar yönetimi üstlenmiştir ve gücünü koruduğu sürece doğru ve haklıdır. Paylaşılmaz yönetme ve karar verme hakkını elinde tuttuğu içindir ki, “kast”ın diğer kesimi (ve olduğu kadarıyla) örgütle arasında aşılmaz bir düzey farkı, bir mesafe ortaya çıkar. İdeolojik ve politik bakımdan yönetme, en önemli bütün örgütsel kararları verme hakkını çok dar yönetici çekirdek tekelinde tuttuğu için, “kast”ın geniş kesimi ve şu veya bu biçimde örgütlenmiş diğer elemanlar teknisyenleşir, ideolojik (teorik ve siyasal bakımlardan) körelir. TİKB’de kronikleşmiş kadro sorununun özü de buradadır. Yönetici çekirdeğe, yalnızca örgütün geri kalanı değil, kitleler de sürü görünür. Aynı görüş açısı örgüt için de geçerlidir. Kitleler, sempatizanlar örgüte sürü görünür.
Öyle ki, bu durum bir kez oluşup bir veri haline geldi mi, artık hem kendi durumunu, zihniyetini, ideolojisini, politik önderlik ve mücadele tarzını üretip belirlemeye başlar, hem de korkunç tutuculaşır. TİKB’nin kendine hastalıklı düzeyde sevdalı oluşu, işte bu tablo içinde anlaşılır olmaktadır.
TİKB tutuculuğunun, muhafazakarlığının en sağlam ve dokunulmaz kalesi, küçük yönetici merkezdir. O yalnızca çevreciliğin mimarı ve üreticisi değildir, çevreciliğin sürüp gitmesi onun ayrıcalıklarının da sürüp gitmesi anlamını taşıdığı için çevrecilik tarzının en muhafazakar, yılmaz, yorulmaz savunucusudur. Merkezi şaşkınlığa uğratan itiraz ve eleştiriler, özünde çevreciliğin keyfi yönetim tarzına, çok özel koşullar altında bile merkezin yetkilerini paylaşmama ayrıcalığına yöneltmiştir. İşte, Tüzük sorununun özsel anlamı burada aranmalı ve çözümlenmelidir. Ne olursa olsun, tüzük örgüt iradesiyle belirlenmiş, merkezin üstünde ve merkezi de bağlayan bir hukukun oluşturulmasıdır ve bu keyfi yönetimin sonu demektir. Yirmi yıllık TİKB tarihinde tüzüksel bir yönetim ve önderlik tarzının bulunmayışı, TİKB’nin çevreci kültürle yönetildiğinin yeterli kanıtını oluşturduğu gibi, TİKB önderliğinin neden bir tüzük geliştirmeye yönelmediğini de açıklar. Daha önce bu durumun bir sorun olmayışı, esas olarak örgütün son derece dar olması nedeniyledir. Örgütün büyümesi ve giderek küçük çekirdeğin, bir kısım özel sebeplerin de bir sonucu olarak, örgütü yönetme tekelini pratik olarak az çok kaybetmesi ve giderek kontrolün merkezin elinden çıktığı koşullarda, TİKB’nin yerleşik çevreci tarz ve kültürü iflas ederek krize yuvarlanmıştır.
Burada bizim için özel önemi nedeniyle birlik sorununa değinmekte yarar var. TİKB önderlik ve kastının komünistlerin birliği sorununda geliştirdiği gerici çizgi, kesinlikle teorik bir gerekçeye dayanmaz. Esas olarak TİKB “kast”ının bunalım öncesi TİKB tarihi boyunca kölece bağlı olduğu gerici çevreci zihniyet, tarzı ve kültürden kaynaklanır. Özünde parti düşüncesine ve partiye karşıdır. Oldukça muhafazakar olan kastın birliğe karşı direnişi kaçınılmazdır. Birlik keyfiliğin, ayrıcalığın ve elbette TİKB “kast”ının da sonu demektir. Arnavutluk’ta, grup liderlerinin birliğe karşı direnişi de değişik bir şey değildir. TİKB’de farklı olan, “kastı” aşacak bir devrimci birikim ve dinamizmin aşağıdan gelişememesidir. Ki bu da, TİKB önderlik ve “kast”ının sorumluluğudur. Kendini aşabilecek kadrolar yetiştirmek, Arnavutluk’ta birlik ve partinin kuruluşu karşısında gericileşen grup liderlerinin başarısıyken, TİKB “kast” ve önderliği bunu bile başaramamıştır.
“Kast”ın Çevreci Zihniyetinin Hukukileştirilmesi: Tüzük
TİKB’nin geride kalan ve ayrılıkla sonuçlanan sürecinin aynı zamanda örgütsel bir bunalım olduğunu vurgulamıştık. Önderlik boşluğu, önderliğin örgüte güvensizliği ve örgütte önderliğe güven kaybı depremi biçiminde gelişiyor. Önderlik şaşkınlığa uğruyor ve adeta şok oluyor. TİKB’nin açıkladığı gibi muhalefetin, Tüzük konusunu bir spekülasyon sorunu haline getirip getirmediğini ve TİKB’de kriz döneminde ne tür spekülasyonların vb. olduğunu bilemiyoruz. Ama yine de şunu vurgulamalıyız: Eğer söylediğiniz gibi muhalefet Tüzüğü “bütün sorunları”nızın “adeta tek nedeni ve çözüm yolu” olarak gördüyse, bundan her şeyden önce, örgütün iradesiyle belirlenmiş hukuka dayanmayan, keyfi yönetim tarzına isyan ettiği sonucu çıkar. Bu özünde, çevreci tarz, kültür ve zihniyete karşı devrimci bir başkaldırıdır. Şunu da ekleyebiliriz; muhalefetin demokratizm eğiliminde olduğu iddiasının belge ve bilgilerine sahip değiliz, fakat Tüzük, yani bir anayasa ve keyfi yönetimin son bulması istem ve yönelimi olduğuna göre, bulunduğu konumdan merkeze her halükarda demokratizm eğilimi olarak görünür ve görünecektir bu. Bununla birlikte, merkeze başkaldıranların örgüt içi demokrasi talep etmesi de anlaşılırdır. TİKB’de bir iç demokrasi, iç mücadele kültür, gelenek ve hukukundan yoksunluktur bunu koşullandıran. Örgüt içi demokrasi talebi, muhalefetin merkeze karşı silahlanma isteğidir. Örgüt içi demokrasi her zaman “demokratizm” değildir ve ancak, bu talep kendi somut bağlamında incelenerek anlaşılabilir. Talebin içeriğine ve sınırlarına bakmak gerekir.
Daha ilginç olan, “TİKB 3. Konferansı”nda “onaylanan” tüzüğün öngördüğü örgüt yapılanışının bazı bakımlardan incelenmesidir. Tüzüğü yayınlarkan “Sunuş Yerine” başlığı altında MK’nın yaptığı kimi özeleştirel değerlendirmeler, TİKB analizi bakımından çok önemli veri ve ipuçları sunmaktadır.
“Örgütümüzde tüzüğe uygun düşünme ve hareket etme, örgüt yaşamının bazı temel alanlarının tüzüğe göre düzenlenmesinde sadece MK ile sınırlı olmayan, ama MK olarak en başta bizlerin sorumlu olduğu ciddi eksiklik ve zaaflar sergilenmiştir. Konferans veya kongrenin zamanında yapılmaması, yeni üyelerin belirlenmesinde ihmalkar davranma, örgütsel işlerliğin kimi konularında ortaya çıkan bu zaaflar, örgütün kurumsal yapısının ve iç yaşamının gelişimini sınırlandırıcı olmuştur.
Bazı başlıklar halinde belirttiğimiz örgütsel işlerlik konularında ortaya çıkan kimileri ciddi hataların temelinde, küçük bir gruptan örgüte evrilme, dar örgütsel yapılara özgü düşünüş ve ilişki biçimlerinin alışkanlıklarından bütünüyle kurtulamama, mükemmelliyetçilik, öncelikleri doğru belirleme ve bunlarla ilişki kuruş tarzımızdaki zayıflık ve yetersizlikler, görev ve sorumlulukların ağırlığı ile güçlerin yetersizliğinden doğan çelişki ve bunun sonuçlarından biri olarak birçok işle birden uğraşma zorunluluğu gibi karmaşık bir bileşim bulunmaktadır. Ne var ki, hata ve yanlışları, onları doğuran nedenlerin bütünselliğinden ve çevreleyen koşullardan kopartarak ele almanın ötesinde tek bir organa ve kişilere doğru daraltan düzeysiz saldırıları Bolşevik ve yoldaşça eleştiri olarak kabul etmenin olanağı yoktur. Öte yandan, örgütün kurumsal gelişmesi ve işlerliğe ilişkin kimi sorunların tüzük anlayışına uygun bir tarzda çözümünde bizi tutukluğa sürükleyen etmenlerden birisi de temel kadroların atılım yapmakta ve dönüşüm göstermekte sergiledikleri gelişme zayıflığını da anmak gerekir. Bu sadece dünün değil, bugünün de bir sorunu olduğu için işaret etme gereği duyuyoruz.” (14)
Enver Hoca; partinin, önderliği örnek alarak gelişeceğini vurgular. Önderlik, örgütü şekillendirir. Bu gerçek, özellikle çevrelerde ve oldukça dar örgütlerde çok daha ileri düzey ve oranlarda böyledir. Gelişmemiş, dar, çevresel bir örgüt yapısında, gelişmiş bir tüzük metni olsa bile, gerçekte kişisel güven ve etki ilişkilerinin “hukuku” hüküm sürer. İncelediğimiz bunalıma değin TİKB’de de bu böyle olmuştur. Yakınıp, hafifletici gerekçeler geliştirmeye gerek yok, eğer bir tüzük varsa ve işletilmemişse, bunun sorumluluğu elbette önderliğe aittir. Peki ya kadrolar ve örgüt? Önce, önderliğin onları bu tarz bir yönetime göre şekillendirdiğinin vurgulanması gerekir. Marks, Alman İdeolojisi’nde, insanların yetişme biçimlerinin ürünleri olduğunu vurgular, kadrolar da öyledir. Önderliğin keyfi yönetim tarzı üzerinde, önderlik ve kadrolar arasındaki uyum, elbette ki sorumluluğun yalnızca önderliğe ait olmadığını, bunun örgütün tarzı olduğunu sergiler.
Bir grup eski kadronun bir “kast” oluşturduğu şeklindeki belirleme ve analizimizi, bu iki pasaj bütünüyle doğrulamaktadır. “Kast” için, kongre ve konferanslar bir lüks, iç demokrasi ve iç mücadele, tüzükle sınırlanmış yönetim tarzı, tüzüksel işlerlik, tüzüğe uyma zorunluluğu gereksiz bir yük olarak görünür.
TİKB Konferansı niçin zamanında toplanamamıştır? MK; kongre ve genel konferansa tabi olduğuna, kongre ve genel konferansı toplama görevi de MK’ya ait olduğuna göre, “genel konferans”ın niçin toplanmadığının hesabını MK vermek zorunda değil midir? “TİKB 3. Konferans” belgelerinde, konferansın niçin toplanmadığına açıklık getirilmiyor. MK’nın somut bir özeleştirisi de yok. “Sunu Yerine” başlıklı ön açıklamada, yukarıya aldığımız özeleştirel pasajda görüldüğü gibi, çok genel bir çerçevede değiniliyor. İhmalden vb. sözediliyor. Peki konferansın zamanında toplanmaması bir tüzük ihlali ve disiplin suçu da oluşturmuyor mu? MK, örgüte karşı bu disiplin suçunun hesabını vermek zorunda değil mi? “3. Konferans Belgeleri’nden” “Parti(2)” başlıklı dökümanda, konferansın toplanmamasına bir dip not halinde değiniliyor:
“Evet, bu kesitte (‘94 dönemi-PD) konferans yapılsa iyi olurdu. Örgütün geldiği düzeyin, çalışmaların geldiği düzey ve yeni sorunların bilince çıkartılması, bunlardan doğan görev ve hedeflerin örgüt kadrolarının ortak iradesi olarak karara bağlanması ve bundan güçlü bir hareket doğurmaya çalışmak gerekiyordu. Bu kadrosal gelişme de, sürece yanıt vermekte yaşanan zorlanmanın da örgütün önüne konulması açısından da iyi olacaktı. Bu konuda zorlanma ve tıkanmaya, konferans kararlarıyla müdahale etme imkanı olacaktı. Bu nedenlerle konferansın yapılmayışı ciddi bir eksikliktir. Ama ne döneme uygun politik ve örgütsel perspektif geliştirmekte temel bir eksiklik vardır, ne de temel kadroların gelişiminde ortaya çıkan sorunların tespiti ve ne yönde, hangi adımlarla aşılabileceğinin gösterilmesinde bir eksiklik bulunmaktadır.” (23)
İyi de konferansın niçin o dönemde toplanmadığını açıklamıyorsunuz. Bir tüzük ihlali ve disiplin suçu olması bakımından değerlendirmiyorsunuz. Tam da bu dönemden itibaren TİKB’nin gitgide bunalıma yuvarlandığını gözönünde tutarak, TİKB’nin süreci çok farklı biçimde yaşaması bakımından konferansın oynayabileceği rolü tartışmıyorsunuz. Konferans toplanmamışsa da önderlik rolü ve görevleri yapılmış demeye getirmek, sorumlu bir tavır değildir. Konferansın toplanmamasında kolektif bir sorumluluk olduğu kadar, bireysel sorumluluklar da vardır. Geçiştirmenin hiçbir yararı yoktur. Daha sonraki süreçlerde sahibini vurur. Dahası, yapılan özeleştirilerin içtenliği ve gelecekte doğru pratik duruşun güvencesi bakımından da konferansın niçin toplanmadığının, bir tüzük ihlali ve disiplin suçu olarak ama kolektivizm, önderlik ve politik mücadele tarzı bakımlarından da değerlendirilmesi gerekirdi.
TİKB 2. Konferansı’nda önderliğin yaptığı şu değerlendirmeyi anımsamanın yeridir:
“Bu arada, 1. Konferansımızdan bu yana bir ‘kongre’ veya ‘konferans’ yapmamış olmamız ciddi bir eksikliktir. Bunun belirleyici nedeni, araya 12 Eylül gibi bir dönemin girmiş olmasıdır. Fakat bu ‘olağanüstü” duruma ve etkene rağmen, Tüzüğümüzün bu gereğini yerine getirmeliydik, esasında getirebilirdik de. Ama bir taraftan ağırlaşan gizlilik koşullarında yoğunlaşan güvenlik kaygıları, öte taraftan yenilen darbeler sonucu zayıflayan organlar bir ölçüde takviye edildikten sonra bir ‘konferans’ veya ‘kongre’ toplamamızın daha doğru ve yerinde olacağını düşünmemiz sonuçta bu kopukluğu doğurdu. Bu arada örgütümüzün yetkili organlarınca belirlenmiş çizgimizden herhangi bir sapma olmaması, MK’nın taban örgütleri ve bütün kadrolarla olduğu gibi cezaevindeki üyeleri ve kadrolarla da sürekli ve yakın bir ilişki içinde çalışması gibi nedenlerle de bu eksiklik örgütsel faaliyette özel bir boşluk yaratmamış, bundan kaynaklanan yıkıcı sonuçlara yol açmamıştır. Her şeye rağmen, 2. Konferans veya Kongremizi zamanında yapmalıydık. Bunu yapmamış olmayı ciddi bir eksiklik olarak gördüğümüzü tekrar vurgulayalım.” (s. 95)
Yapsak iyi olurdu, daha doğru olurdu. Yapmamış olmamız ciddi bir eksiktir. Tarih tekerrür etmese de biçimsel olunca özeleştiri tekerrür ediyor işte. Eğer, yanılgılardan ibret alınsa ve öğrenilseydi, eğer içten olunsaydı özeleştiri de tekerrür etmeyecekti.
Yeni üyeler yapılması bir tehlike, bir risktir. Oldukça gelişkin sezgileriyle “kast” bunu anlar. Sorunu ihmalkarlık ve mükemmelliyetçilik vb. kavramlarla açıklamaya çalışmak, TİKB somutunda gerçeklerden kaçmaktır, körlüktür. Burada bir zihniyet çok net yansımaktadır. Önderlik kasta ve örgüte, TİKB de yığınlara ve kendi dışındaki güçlere karşı derin bir güvensizlik içerisindedir. TİKB’nin kendini kitlelerin yerine koyan, onlar adına ve onlardan kopuk politika tarzını teorize etmeyi sürdürmesi de her şeyden önce bu güvensizliğin eseridir. Örgüte yeni üyeler alınması/kazandırılması konusundaki olumsuz pratiğin arkasında böyle temel bir ideolojik etken bulunmaktadır.
Temel kadroların atılım yapmakta ve dönüşüm göstermekte sergiledikleri gelişim zayıflığı, “temel kadroların” muhafazakarlığının, gelişimlerinin limitine gelip dayandıklarının ve körelmeye başladıklarının verisidir. “Temel kadro” bileşiminin yenilenemeyişi, yani önderlik dahil TİKB “kast”ına yeni kadroların sızamayışı, TİKB tarihi boyunca bu kastın daralarak geldiğini gösterdiği kadar, kendilerini yenileme dinamizmini büyük ölçüde kaybettiklerini, gelişmelerinin limitine dayanarak, kötü bir biçimde tutuculaştıklarını, önderlikten daha da muhafazakar hale geldiklerini de açıklar. İncelenmesi, yargılanması gereken, her şeyden önce kastın zihniyeti, tarzı, alışkanlıkları, yarattığı kültür vb.’dir. TİKB’nin yaşadığı bunalım özünde, bu kastın tıkanması ve bu tıkanma koşullarında, ‘89-’93 döneminde pratikte öne çıkan yeni kadroların “kast” tabakaya sızmaya başlaması ve bir bütün olarak onu kuşatıp zorlamasının “kast”ın iç dengesini, özellikle “kast”ın “gövdesi” ile başı arasındaki dengeyi sarsıp bozmasının sonucudur.
“TİKB 3. Konferansı”nın onayladığı tüzük, “kast”ın çevreci tarz ve zihniyetini çok önemli noktalarda yeni bir biçimde ve oranda koruduğunu gösterdiği kadar, TİKB’nin kendine bakış açısının özünde değişmediğini ve devrimcileşemediğini de sergilemektedir. Tarihsel olarak çevreciliğin ürünü “kast”ın bürokratik eğilimi, örgütün ana gövdesinin, ya da TİKB’nin çok sevdiği kavramla “çekirdeksel yapısının” kuruluşunda kendini gösteriyor. Tüzük, MK’nın hemen altında Bölge Komiteleri (BK) öngörüyor.
“a) Kendine bağlı İK’ların tümüyle veya kısmen değiştirilmesini MK’ya teklif eder, MK’nın onayını almak koşuluyla yeni İK’leri ve başka yönetici organlar kurar, bölge içinde kadro kaydırmaları yapabilir, gecikilmesinde sakınca bulunan hallerde MK’yi en seri şekilde bilgilendirmek ve onayını almak koşuluyla her türlü örgütsel önlemi alır.” (15)
MK, merkeziyetçilik gereği atama yoluyla kurduğu, yani kendisinin atayıp görevlendirdiği BK’ya, kendi bölgesinde İK’ları kurma hak ve yetkisini vermiyor. Eğer MK, İK’ların oluşumuyla ilgili veto hakkını elinde tutsaydı, bu yine de anlaşılabilirdi. Buna da gerek yoktur, çünkü MK eğer, BK’nın İK atamalarında çok ciddi ve kabul edilemez hatalar yaptığını düşünürse BK’yı ikna eder, edemiyorsa görevden alır, yenisini örgütler. Bu hakkı zaten vardır.
“d) BK’ları, İK’ları tarafından verilen üyeliğe alma kararı ile üyeler hakkındaki disiplin cezaları konusunda onay ve itiraz mercileridir.” (16)
Disiplin cezaları konusunu bir yana, burada, BK’nın gerçekte üyeliği onaylayarak resmileştirme yetkisinin olmayışı önemlidir. İK’ların yaptığı üyelerin ilk onay mercidir, ama yine de onaylayamaz. O işi ancak MK yapabilir? Niçin? MK, İK’ların yaptığı üyelerin onayında da BK’lara güvenmiyor, İK’ların atanmasında da. Bütün yetkileri elinde tutuyor. “Yeni üyeler belirlemesinde ihmalkarlık” özeleştirisinin samimi olmadığını çıkartabiliriz buradan. Ki, 2. Konferans’ta üye kazanma ve kabulüyle ilgili yapılan özeleştirinin çok fazla değerinin olmadığı açığa çıktığı gibi, ilerisi bakımından “3. Konferans”ın yaptığı özeleştirinin de çok fazla pratik değerinin olmadığını gösteriyor Tüzük.
Benzer bir durumu yurtdışı örgütlenmesinde de görüyoruz:
“Yurtdışı örgütlenmesi, bütün ülkelerdeki faaliyetlerin örgütlenmesi ve koordinasyonundan sorumlu bir ‘Yurtdışı Komitesi’nin yönetimi altında çalışma yürütür. YK, TİKB MK tarafından atanır. Güçlerin bulunduğu her ülkede, YK’ya bağlı olarak çalışan ve o ülkedeki örgütsel faaliyetlerin yürütülmesinden sorumlu birer ‘Ülke Komitesi’ (ÜK) oluşturulur. ÜK’ları YK’nın önerdiği adaylar içinden MK tarafından belirlenir. ÜK’ların altında gerek görülen komite ve organları YK ve ÜK’lar birlikte kurarlar.” (17)
TİKB MK, atayacağı YK’ya ÜK’ları kurma yetkisi verecek güveni duymuyor. (Aynı şey üye kabulü için de geçerli.) Fakat iki ilginç nokta dikkat çekiyor; ilki, ÜK’ların oluşumunda MK’ya bir sınırlama getirilmesidir, YK’nın önerdiği kişiler arasından MK, ÜK üyelerini seçiyor.
İlginçlik şurada, MK, ÜK’ların oluşumuna ilişkin YK’ya verdiği yetkiyi, İK’ların oluşumunda BK’lere vermiyor. Yani ÜK’ler, YK’ların önereceği üyeler arasından MK tarafından seçilip atanıyor. Oysa MK, İK’ları doğrudan atıyor, BK tümüyle veya kısmen İK’ların değiştirilmesini “MK’ya teklif edebi”liyor. MK’nın BK’ye karşı daha şiddetli bir güvensizlik içinde olduğu kesin. Tüzüğün bu maddeleri herhangi bir ilkeden kaynaklanmıyor. Güvensizlik içindeki MK, ağzı fena şekilde yanmış olmalı ki, atadığı organların elini kolunu bağlayacak sıkı tedbirler alıyor.
İkinci olarak, “ÜK’ların altında gerek görülen komite ve organları, YK ve ÜK’ları birlikte kurarlar” hükmünde, yetki ve sorumluluğun kime ait olduğu belirsiz. YK ve ÜK biraraya geldiğinde yeni bir organ mı oluyor? O da belirsiz. Yani tam bir ucube. Aynı ucube yaklaşımın bir yansıması da İK’ların yönetimiyle ilgili.
“15) İL KOMİTELERİ (İK): İllerdeki örgütsel faaliyetlerin yürütülmesinden sorumlu yönetici organlardır. MK tarafından atanır. Üyelerden oluşur. Ancak örgütsel faaliyetin henüz çok fazla gelişmemiş olduğu küçük illerde aday üyeler de İK’da yer alabilirler. MK ve BK’ya bağlı olarak çalışırlar. Sorumlu oldukları ilin sınırları içinde, örgütün çizgisine ve politikalarına, MK ve BK’nın karar ve direktiflerine aykırı olmamak koşuluyla örgütsel faaliyetleri gerekli gördüğü biçimlerde düzenler ve yönetir.” (18)
İK’ların “MK ve BK’ya bağlı olarak” çalışmaları da tam bir ucubedir. Merkeziyetçilik ve hiyerarşi tutkusu çok gelişkin MK, bunu yalnızca kendisi için geçerli görüyor. Sıra BK ve YK’ya gelince, hiyerarşi bilinci dumura uğruyor. Hiç kuşkusuz bütün örgüt MK’ya bağlıdır komünist partilerde, fakat, yine de hiyerarşi her düzeyde geçerlidir. Atanmış bir yönetici komite, görev ve sorumluluk alanında partiyi örgütler, hemen altındaki organlar da kendine bağlı çalışır. Yani İK’lar BK’lara bağlı olduğu zaman, bu, MK’ya bağlı olmadığı anlamına gelmez, ama İK’ları yönetme hak, görev ve sorumluluğunun BK’ya ait olduğu anlamına gelir. İK’ların “MK ve BK’ya bağlı olarak” çalışmaları hükmü, iki başlı bir yönetimi, MK’nın keyfi müdahaleciliğini kural haline getirmektedir.
Aşırı merkeziyetçilik zihniyeti, özünde kadro ve örgütlere güvensizdir. Kuşkuyla bakar. Bu nedenle bütün yetkileri elinde toplama, tekeline alma eğilimindedir. Özünde kendine güvensizdir, yönetme, ikna etme, eğitme, eleştirerek düzeltme vb. yerine yetkilerine dayanma eğilimindedir. Kadro ve örgütlere inisiyatif tanımaz, ne de olsa MK’ya karşı kullanabilirler. O halde merkez, kadro ve örgütlere karşı olabildiği kadar silahlandırılmalı, itiraz edenler “demokratizm eleştirisi”yle ideolojik olarak ezilmelidir. İyi de neyin nereden sonra demokratizm, neyin nerden sonra bürokratizm ve aşırı merkeziyetçilik olduğunun ayracı ne, bunlara kim karar verecek? Eğer, TİKB deneyinden yola çıkma gafletine düşerseniz, ulaşacağınız sonuç; eğer bunu MK çözümler ve karar verirse çıkacak sonucun “kast” zihniyetiyle zehirlenmiş olma olasılığıdır.
Aşırı merkeziyetçilik, “kast”ın örgüt zihniyeti, kendini Kongre ve “Genel Konferans’lar”da da gösteriyor:
“B) KONGRE VE KONFERANSLAR
Örgütün en üst yönetici organları, kongre ve genel konferanslardır. Aldıkları kararların tüm örgütü bağlayıcılığı, bileşimlerinin belirlenmesi ve toplanma esasları bakımından Kongre ile örgüt çapında yapılan Genel Konferanslar arasında bir fark yoktur. Ancak örgüt programı ve tüzüğün bütünü sadece Kongre tarafından değiştirilebilir. Genel örgüt konferansları, program ve tüzükte ancak kısmi değişiklikler yapabilir.” (19)
16. Madde’de örgütün “en üst yönetici organı”nın kongre olduğu hükmünün yer alması, yukarıda söylenenle çelişir ve bir kafa karışıklığını yansıtır. Fakat önemli olan şudur; “kararların tüm örgütü bağlayacağı, bileşimlerinin belirlenmesi ve toplanma esasları bakımından… bir fark”ı olmayan iki ayrı organa niçin ihtiyaç duyulmuştur? Tüzük bunu aydınlatmaktan uzaktır. “Bileşimlerinin belirlenmesi ve toplanma esasları bakımından… bir fark” olmayan iki organ yeterince bürokratiktir. Birisi gereksizdir, fazlalıktır. Ama yine de bu fazlalıktan bir şeyler umulduğu, beklendiği ve öngörüldüğü için tüzüğe konulmuştur. “Bileşimi ve toplanma esasları” aynı iki organın yetkilerinin farklılaştırılması hiçbir örgütsel anlayış ve ilkeye dayanmayan, tamamen keyfi bir kuraldır. “Bileşimleri” “ve toplanma esasları” aynı olduğuna göre, toplananın kongre mi, genel konferans mı olduğuna kim karar verecektir? Muhakkak ki bu keyfiyet, aşırı merkeziyetçiliğin sağlam kalesi MK’nın elinde bulunacaktır. Ve örgüte ve kadrolara karşı kuşku ve güvensizlik içindeki MK, “bileşimleri” ve “toplanma esasları” aynı iki organı tüzük hükmü lehine getirerek kendine örgüt ve kadrolara karşı bir manevra alanı inşa etmiştir.
Fakat Kongre ve genel konferansların bileşimine de dikkat çekmek gerekir.
“c) MK’nın bütün asil ve yedek üyeleri kongrenin doğal delegeleridir. Bütün BK ve İK’lar, doğrudan MK’ya bağlı olarak faaliyet yürüten Yazı Kurulu, OYY Müfrezesi, Merkezi Kadın Komisyonu, İşçi Hareketi ve Sendikalar Bürosu, emekçi memur hareketi içindeki çalışmanın yönlendirilmesinden sorumlu Memur Üst Komitesi, Yurtdışı Örgütlenmesi (burada herhalde bir dil sürçmesi var, Yurtdışı Komitesi olmalı-PD) ve Genç Komünarlar MK, kendi içlerinde belirleyecekleri en az ikişer delege ile temsil edilebilirler. Bunların dışında kalan Kongre delegelerinin hangi ölçütler temelinde, nasıl belirlenecekleri MK tarafından saptanır. Örgüt iradesinin olabildiğince tam yansıtılabilmesi için, bu saptama sırasında, belli başlı bütün faaliyet alanlarının mümkün olduğu ölçüde temsilinin sağlanması gözetilir.” (20)
Kongre ve “genel konferans”larda “örgüt iradesinin olabildiğince tam yansıtılabilmesi” bir yana, teşkil etme “esasları” dikkate alındığında “örgüt iradesini” yansıtması bile sözkonusu olamaz. Kongre ve genel konferanslar, bu şekliyle olsa olsa MK’nın iradesini yansıtır. Kongre ve genel konferanslarda en az iki delege ile temsil edilecek bütün organ ve komiteler MK tarafından atanmıştır. Atanmış organlar kendi içinde delegeleri belirleyecektir. MK tarafından herhangi bir göreve atanmamış, “çekirdeksel yapı” dışında kalan üyelerin kongre ve “genel konferanslar”da temsili ise zaten MK’ya bırakılmıştır. MK’yı bağlayacak hiçbir kural, hüküm yoktur. Eğer TİKB’nin, örneğin İstanbul İK’ya bağlı çalışan yüz üyesi olduğunu varsayalım. Üç-beş kişilik İK, YK vb. organların en az ikişer delege ile temsil edilmesi öngörülen kongre ve “genel konferans”larda, bu yüz üye nasıl temsil edilecektir? Komünist partilerde kongrelerde temsilin “örgüt esası”na dayandırılmasını, tepelerdeki komitelerin temsili şeklinde yorumlayanlar ya bunu doğru anlama yeteneğinden yoksundurlar ya da bunu kastın aşırı merkeziyetçilik zihniyetine uydurmaktadırlar. Temsilde “örgüt esası”, İstanbul örgütü, Konya, İzmir ya da gençlik örgütü vb. anlamını taşır. Delegeler komiteleri değil, “örgütü temsil” edeceklerdir. Eğer örgütün seçimiyle gelmemişlerse nasıl olacak da örgütün iradesini yansıtacaklardır? Düşünün, üç kişilik bir YK’dan iki delege, kendi iradelerinin dışında hangi örgütün iradesini yansıtacaktır. Aynı şey, BK, İK ve diğerleri için de geçerlidir.
TİKB Tüzüğü’nün öngördüğü kongre ve “genel konferanslar”ın, teşkil esası ve bileşimi nedeniyle örgüt iradesini ortaya çıkarma istek, yönelim, iddia ve yeteneği yoktur. “Seçim” düzleminde ele alındığında demokrasi ve örgüt iradesi, aslında MK’nın belirlediği “kast” içi sorunlar olarak kalır. TİKB Tüzüğü’nün örgüt içi demokrasiyi nasıl kavradığı açık değildir. İç demokrasinin bir tanımı da yoktur. Ama demokrasi dendiğinde “seçim ilkesi”nin ne kadar uygulanabileceğinin anlaşıldığı çıkmaktadır.
7. Madde’de “demokratik merkeziyetçilik” girişini takiben, a bendinde merkeziyetçiliğin gerekleri sıralanır. Sonra, “b) TİKB anlayış olarak bütün örgüt organlarının ve görevlilerinin seçimle belirlenmesinden yana olmakla birlikte, yasadışı temelde örgütlenmeyi ve sıkı gizliliği zorunlu kılan nedenlerden ötürü seçim yöntemini yalnızca kongre ve konferanslarda MK’nın belirlenmesi sırasında uygular.” (21)
Kongreleri, en yüksek örgüt iradesi ve otoritesi yapan nedir? Onun teşkil ediliş şeklinde aranmalıdır bu. Parti içinde “eleştiri ve tartışma özgürlüğü” olmaksızın örgüt iradesinin “özgürce” oluşması düşünülemez. Bu koşulun varlığı zemininde, tabii gizli örgütlenmenin gereği güvenliği riske etmeyecek ya da riski en aza indirgeyecek uygun biçimleri bularak, kendi iradesini kimin temsil edebileceğine örgütün karar vermesi gerekir. Yani, “eleştiri ve tartışma özgürlüğü” zemininde delege seçimleriyle, örgüt iradesinin temsilcileri –delegeler– örgüt tarafından belirlenir. Kongrelerin en yüksek örgüt iradesi ve otoritesi olmasını sağlayan budur. Önemli olan, kongrelere bu yetkinin verilmiş olması değildir. Asıl olan o yetkiyi varlığında barındırmasıdır. Parti içi tartışma olmayacaksa, örgüt delegelerini seçemeyecekse, kongrenin partiden kopuk bürokratik bir yapı olması kaçınılmazdır.
Kongre delegelerinin örgüt tarafından seçilmesi, yasadışı örgütlenme, gizlilik ve örgüt güvenliği gerekçeleriyle de reddedilemez. Zaten sözkonusu olan oldukça dar bir örgüttür. Fakat, TİKB Tüzüğü “belirli bir bölge veya il çapında yerel konferansların düzenlenebilir”liğini olanaklı ve gerçekleştirilebilir gördüğüne göre, demek ki, kongre ve genel konferans delegelerinin, seçimle örgüt tarafından belirlenmesi tamamen olanaklıdır. Ama “kast”ın aşırı merkeziyetçilik zihniyeti, örgütün kendi iradesini ortaya koymasını tahammül edilemez bir şey olarak görür.
“d) Kongrenin gündemi, en geç iki ay öncesinden ilgili organ ve delegelere iletilir. Bunun dışında MK, gizlilik koşullarının elverdiği ölçüde ve kongrenin güvenliğini ön planda tutarak, kongrede ele alınacak başlıca ideolojik, siyasi ve örgütsel konularda tüm örgütün önceden düşünsel hazırlığını sağlamanın uygun biçim ve yöntemlerini uygulamaya çalışır.” (22)
Burada çok ilginç birinci nokta, daha kongre gündemi bile belli değilken veya örgüte açıklanmamışken, delegelerin belirlenmiş olmasıdır. Bu durumda “delegeler”in ancak kendilerini temsil edebilecekleri herhalde yeterince açıktır. İkinci olarak, örgüt iradesi ancak ve ancak kongre öncesi tartışmalarla oluşabilir. Gündem üzerine örgütün tartışması kuraldır. Güvenceye alınıp, yasa düzeyine çıkartılacak olan budur. Tabii eğer parti, kendi ideolojik, politik ve örgütsel gelişiminin yönünün açığa çıkartılıp kararlaştırılmasına üyelerin katkıda bulunabileceklerini ve bulunmaları sorumluluğunu taşıdıklarını düşünüyorsa, eğer üyelerin partiyle özdeşleşmesini istiyorsa, eğer örgütün ve üyelerin kongre sonrasına, kongrenin belirleyeceği politika ve kararların bilinçli uygulayıcıları olarak hazırlanmalarını istiyorsa bu böyledir.
“Gizlilik koşullarının elverdiği ölçüde ve kongrenin güvenliğini ön planda tutarak” MK, “tüm örgütün önceden düşünsel hazırlığını sağlamanın uygun biçim ve yöntemlerini sağlamaya çalışır” (abç.) derseniz, MK’yı bağlayıcı ve zorlayıcı kesin bir hüküm getirmiyorsunuz demektir. Evet demokrasi mücadelenin hizmetindedir, ama aynı şey merkeziyetçilik için, gizlilik ve örgüt güvenliği için de geçerlidir. Mücadelenin hizmetinde olmayan bir gizlilik ve güvenlik kabul edilemez. Kongrelerin hazırlık döneminde (ya da tüzükte sınırları çizilerek hukukileştirilmiş durumlarda) partinin ideolojik, politik ve örgütsel gelişiminin düzeyini, sorunlarını ve yönünü (düşünce özgürlüğü temelinde) örgüt kitlesi önünde, bütün üye ve aday üyelerin katılması hakkını güvenceye alarak tartışmanın önüne gizlilik ve güvenlik gibi bir engel dikmek, yalnızca örgütün iç dinamiklerini öldürmez, iç yaşamını kurutup çoraklaştırmakla kalmaz, aynı zamanda, örgütün ruh ve kadro yapısı bakımından yenilenme olanaklarının önünü de tıkar, “kast”laşmayı koşullandırır.
“Karar oylamaları ve seçimler açık oy-açık sayım esasına göre yapılır” hükmü de tüzüğün öngördüğü örgüt yapısı ve işleyişinin garip bir ilginçliğidir. Teorik, siyasi sorunlar ve örgütlenme politikalarıyla ilgili kararlar elbetteki açık oylamalarla sonuçlandırılmalıdır. Fakat kongre ve genel konferanslarda MK seçimleri niçin “açık oy-açık sayım esasına” göre yapılsın? Bu hangi ihtiyaçtan, hangi ilkeden doğuyor? Güvenlik ve gizliliğin tam da en fazla gerekli olduğu bir durum değil midir, MK’nın kimlerden oluştuğu? Oysa “açık oy”, delegelerin iradesini etkileyecek, baskı altına alacak bir faktörken, açık sayım MK’nın ve dolayısıyla örgütün güvenliğini riske edecek bir uygulamadır. Eğer Tüzüğün bu hükmü “demokrasi” ilkesinden kaynaklanıyorsa, iç yapısı tutarsızdır. “Açık oy” demokrasiye aykırıdır, zira oy verenlerin iradesini baskı altına alır. Aşırı merkeziyetçilik zihniyetinin eseri TİKB Tüzüğü’nün, merkeziyetçiliğe sevdalı temel mantığı ile açıkça çatışan bu ucubesi nereden geliyor? Bu ucubede, hem önderliğin kadrolara güvensizliği ve hem de kadroların önderliğe güvensizliği elle tutulur halde cisimleşmiştir. Seçimlerde “açık oy”, MK’nın örgüte güvensizliğini yansıtır; burada mevkiinde yoğunlaşma, tüzüğündeki bütün diğer yansımalardan daha açık ve kesindir. “Açık sayım” ise kadroların önderliğe güvensizliğini yansıtır. Zira “açık sayım” komplocu yöntemlere karşı bir tedbirdir.
Tüzük kuşkusuz TİKB için göreceli bir gelişme ve ilerlemedir. Bu gelişmenin yönü, içerik ve kapsamının incelenmesi, ilerlemenin niteliğini açığa çıkartmakta ve sınırlarını göstermektedir. TİKB resmen tüzüksel bir kabuğa, hukuka kavuşmuştur. Fakat bu kabuğun içinde taşıdığı öz ve ruh esas olarak eskinin, TİKB’nin ana gövdesini oluşturagelen “kast”ın aşırı merkeziyetçi zihniyetini göreli olarak zayıflayarak olsa bile hukukileştirerek koruyup sürdürmektedir. Diğer yandan, bu elbisenin TİKB bedenine ne kadar uygun olduğu, uygulanıp uygulanamayacağı, ne denli yönlendirici olacağı ve ne denli biçimsel kalacağı da gözardı edilemeyecek sorulardır. Bu niyetlerin ötesinde, TİKB’nin kadro gücü, düzeyi ve örgütsel durumuyla ilgilidir ve iyimser olabilmek için çok geçerli nedenler yoktur.
TİKB Yeni Dönem ve Kriz Analizleri
“TİKB 3. Kongresi”nin dökümanları ile aynı sürecin yayınları ve analizleri incelendiğinde MLKP’den yaygın ve yer yer derin biçimde etkilendiğini görüyoruz. Bu ideolojik etkilenme, “etkilenme” olarak kaldığı için “doğru” bir kavrayış düzeyine ulaşamıyor. Etkilenilen kavram ve tanımlar bazı durumlarda oldukça yanlış içeriklendiriliyor. MLKP, ‘90’larda, ‘74-’80 döneminde oluşan devrimci tarzın yapısal bir krize yuvarlandığı belirlemesini yaptı. Bu belirlemeden esinlenen TİKB, TDH’ne ilişkin yeni analizler geliştirmeye çalışıyor:
“Türkiye devrimci hareketinde bir dönem artık kapanmakta ve önümüzdeki onyılların gelişme seyrini belirleyecek yeni bir dönem açılmaktadır. Kapanan dönem, tarihsel bakımdan, 12 Eylül yenilgisi ve tasfiyeciliğinin arkasından gelen yeniden toparlanma dönemidir. İçeriksel bakımdan ise, belirli biçimlerin içine sıkışmış antifaşist direnişçilikle karakterize olan bir devrimcilik anlayışının sınırlarına dayanılmıştır.” (24)
“Komünist ve devrimci güçler, teoriden taktiklere, örgütlenmeden süreçlere, pratik müdahale tarzına kadar her alanda devrimci bir atılımı gerçekleştirmek zorundadırlar. Geçmişte devrimci bir anlam ve değer taşıyan, ama bugünün yeni olgu ve gelişmelerine yanıt vermekte eksik ve yetersiz kalan dar bir politik çerçeve ve belli biçimlerin içine sıkışıp kalmış bir devrimcilik anlayışı ile günün görevlerinin üstesinden gelebilmek zor olmanın da ötesinde artık olanaksızdır. Bugün hala ‘dün’de ısrar, onun aynen korunmaya çalışılması devrimciliğin doğasına da aykırı bir tutuculuğun ifadesidir.” (25)
Bu tespit ve analizler, her şeyden önce TİKB 2. Konferansı’nın bir çeşit mahkumiyetidir. Yukarıda anlatılanlar herkesten önce TİKB’nin hikayesidir. Geçmişe, devrimciliğin egemen üretiliş tarz ve anlayışına takılıp kalan, dönemi, kendilerini, komünist ve devrimci hareketi anlama yeteneği gösterememişlerdir. MLKP, Türkiye’de devrimci ve komünist hareketin ‘90’ların başını eksen alarak yapısal krize sürüklendiğini açıklıkla saptamış ve analiz etmiştir. Dahası, açık ve dolaysız biçimde, eski tarzla mücadele ve kopuşma çizgisinde gelişmiştir.
‘90’ların başındaki yapısal kriz koşullarında komünist ve devrimci harekette şu üç eğilimin doğduğu belirlenmiştir.
1- Eski tarzı nicelik bakımdan güçlendirerek, zenginleştirerek, ama özünü ve yapısını inatla ve ısrarla devam ettirmeye çalışanlar.
2- Devrimcilikle, sosyalizm ve marksizmle hesaplaşarak tasfiyecilik, yasallık yönünde, reformist yeniden yapılanma çizgisinde yürüyenler.
3- Devrimci ve komünist hareketin tarihini eleştirel devrimci tarzda sahiplenme temelinde devrimci yeniden yapılanma hattında ilerleyenler.
TİKB, TKP/ML, DHKP/C, TKP(ML) birinci gruba dahildir. Kurtuluş, Devrimci Yol, ÖDP vb. ikinci gruptaki tasfiyeci, reformist, yasalcı yeniden yapılanma eğiliminin en tipik temsilcisidir. Özgünlüklerine karşın EMEP de bu kategori içerisindedir. MLKP ise son grubun, devrimci temelde yeniden yapılanmanın en tipik temsilcileridir. “Birleşik gelişme” yeni dönemin temel bir eğilimidir. İkinci grupta yer alan ÖDP ve onun bileşenleri, yeni dönemin “birleşik gelişme” eğilimini, MLKP’nin yaptığının asimetrik karşıtı tarzında algılamış, daha önceki ortayolcu ve revizyonist konumlarından daha da geriye kayarak tasfiyeci eğilimin ana gövdesinin “birliğini” sağlamışlardır. MLKP ise dönemin gereksinimini devrimci tarzda anlamış ve yanıtlamıştır. Sıçramalar daima kopuşlarla el ele gider. Buradaki ideolojik kopuş öylesine önemlidir ki, süreç içinde değişik alanlara (teorik, taktik, örgütlenme sorunları, vb.) sirayet ederek yayılır, komünist ve devrimci hareketin ‘90 öncesi var oluşu ve kendini üretişinin reformist ve devrimci eleştirisinin iki ırmağı olarak “yeni tarz”, birbirine karşıt ve birbirini yadsıyan iki ayrı içerik, nitelik ve biçimde şekillenir.
‘90’larda ortaya çıkan, belirginleşen yapısal krizi anlamak şurada dursun, sezme başarısı bile gösteremeyen örgütler, bir türlü devrimci yeniden yapılanmayı başaramamaktadırlar ve başaramazlar.
Komünistlerin yürüttüğü birlik mücadelesi ve bu mücadelenin birlik krizi biçiminde ‘93’lere değin sürmesi yeni dönemin sezgi ve bilincinin, eskiden kopma ve ileri sıçrama, devrimci yeniden yapılanma arayışının dinamiğinin eseri ve ürünüdür. Bu sancılı süreç, birlik devriminin eseri MLKP’yi yaratmıştır. Yeniden yapılanma halen de sürmektedir. “Kast” zihniyetinin aşırı tutuculuğu nedeniyle bütün bu süreçlere direnen, komünist hareketin tarihinde yaratılan en büyük devrimci olanağı reddeden TİKB eskide ısrar ederek, kendi gelişiminin limitine ulaşıp tıkanarak, eski tarzın krizini en kötü şekilde yaşamış ve eskiden devrimci bir kopuşu ve devrimci sıçramayı başaracak içsel dinamiklere sahip olmadığını sergilemiştir. Bu tür durumlarda tarihin hükmü bellidir.
TİKB, bugün var olma mücadelesine kilitlenmiştir. Bu tanı, kanıt bile gerektirmeyen açık bir durumdur. Fakat kendileri de bunu dil ucuyla kabul etmektedir.
“Devrimci partiler sadece büyük altüst oluşlarda değil hareketin sıçrama evrelerinde, yeni dönüm noktalarında da benzer içerikte sorunlar yaşarlar. Parti ya kendisini daha üst bir düzeyde örgütleyerek sıçrama yapacak, hareketteki tıkanmaların önünü açacaktır, ya da duraksama ve eriyip gitme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. (Bizim şu anki durumumuz biraz bu noktadadır.)” (26)
Evet bunu anlamak ve ifade etmek bir erdemdir. Fakat hiç de yeterli değildir. Zira bugün, dünün nicelik ve nitelik güçleri ile devrimci bir yeniden yapılanmanın başarılması şöyle dursun, kendini var etmek bile hemen hemen olanaksızdır. Eskinin biriktirdiği güçlerin kendi kabuğu içinde yenilenmesi, eski kabuklar onları boğduğu, eski yapılar eskiyip kireçlendiği için oldukça zor ve büyük ölçüde imkansızdır. Her şeyden önce kadrosal bakımdan hem nicelik (sayı) ve hem de nitelik (kadroların birikimi, önderlik kapasite ve yeteneği, dönemin yeni kadroları) olarak belli bir güç düzeyinin üzerine çıkmayı başaramayan, bunun birikimini sağlayamamış olan yapıların varlık hakkını tarih ortadan kaldırmıştır. Nicelik diye belirttiğimiz sayısal kadro birikimi, belli bir niceliği aştığında esasen bir niteliği ifade etmektedir. “Her alanda devrimci atılım”ın gerektirdiği kuvvetleri biriktirememişseniz ve yeni dönem bunu dayatıyorsa, ama siz kendinize kapanmış, olanaklı diğer devrimci bir çıkış yolunuzu, kerameti kendinden menkul ideolojik saplantılarla tıkamışsanız, komünist ve devrimci harekete köhnemiş bakış açınızı değiştirme devrimci cüretini/gücünü ve yeteneğini gösteremiyorsanız, tarihin hükmünü imzalayan da aslında sizden başkası değildir.
Kapananın “tarihsel bakımdan, 12 Eylül yenilgisi ve tasfiyeciliğinin arkasından gelen yeniden toparlanma dönemi” olduğu saptaması geçersizdir. “Yeniden toparlanma döneminin” krizini örgütler genellikle 1985-90 döneminde yaşamıştır. Örneğin, TDKP ‘86 Konferansı (tıpkı “TİKB 3. Konferansı” gibi uzatmalı bir süreçtir) ve izleyen dönem; örneğin Kurtuluş’un sosyalist demokrasi tartışmaları, Kongre sorunu ve bölünmesi gibi. Örneğin THKP-C/ML’nin ‘83-’84 süreci ve TKİH örgütlenmesi veya TKP/ML Hareketi’nin ‘84 bölünmesi, ‘84-‘85 krizi gibi. Ya da TKP/ML’nin ‘86-‘87 süreci ve ‘87’de bölünmesi gibi. Bunlar “yeniden toparlanma dönemine” ait sorunlardır. Fakat, yeni dönemin bazı unsurlarını da barındırırlar. ‘85-‘89 döneminde kayda değer örgütsel ve siyasal faaliyet içinde olmayan, bir bakıma örgütsel bakımdan tasfiye yaşamış TİKB, böyle çok belirgin bir kriz yaşamamışsa da, 2. Konferans’ın, bu dönemin dışarıdaki birinci dereceden kadrolarının sorumlu tutulduğu ‘87-’89 dönemini tasfiyecilikle mahkum ederek, bu kadroları tasfiye etmesi de bu yeniden toparlanma krizleri kategorisine dahil edilebilir.
12 Eylül yenilgi ve gericilik döneminden sonra, öğrenci ve işçi sınıfı hareketindeki yükseliş ile ‘87-’90 döneminde yapısal kriz öğeleri oluşmuştur. Çünkü devrimci harekete egemen eski politik önderlik, mücadele ve örgütlenme tarzı, kitle hareketinin yükselişi karşısında devrimci bir rol oynamayarak iflas etmiştir. “Hazırlıksız yakalandık”! Bu, bir ölçüde doğru olsa bile, sorun tarzın kendisindedir. Zaten, tarzın yapısal niteliklerinden veya karakteristik özelliklerinden birisi “hazırlığı” dışlayışıdır. Eski tarz, “hazırlık” kavramında pasifizm, hareketsizlik, oportünizm görür ve özünde reddeder. “Eski tarz” 12 Eylül öncesi, ‘74-‘80 döneminde şekillenmiştir, temel yapısal özelliği kitle hareketiyle kendiliğindenci tarzda buluşma yeteneğidir. Bu da özünde, o dönemin kitle hareketinin doğasından gelmektedir. “Devrimci”, “sosyalist” vb. akımlar, düzenle çatışan toplumsal muhalefetin doğal akış kanallarıdır. İşçi hareketi ‘87-‘90 döneminde böyle bir “doğallık” gösteremeyince, komünist ve devrimci örgütlerin politik önderlik ve politik mücadele ile örgütsel yapılanışları bunalıma sürüklenmiştir. “Kitleselleşme” özellikle bu dönemde bir “sorun” haline gelmiştir. Yapısal bunalıma düşen tarzın ulusal ölçekte oluşmuş ve bizimle sınırlı olduğunu düşünmek bütünüyle yanlıştır. Aslında sözkonusu tarz, uluslararası komünist ve devrimci hareketin bir tarihsel döneminin eğilimi ve ürünüdür. ‘50’lerde ulaştığı düzeyden ileri sıçrayamayıp, tıkanınca burjuva ve küçük burjuva ideolojisinin etki alanına girme, parçalanarak gerileme, enerjisini ilerletici olmayan bir iç mücadeleye yönelterek kendini tüketme eğilimi, bazı istisnalar dışında egemen olmuştur. ‘89-‘90 çöküşü ile bu eğilim kendi sınırlarına vararak tükenir. Devrimci ve komünist hareketin düşebileceği daha geri bir düzey olanaksızdır. Sosyalizm tekrardan varlık hakkı ve meşruiyet mücadelesi düzeyine gerilemiştir. Demek ki “eski tarz”ın krizi uluslararası düzeydedir, aynı zamanda. Dünya komünist hareketi, tarihsel bakımdan yeni bir döneme girmiştir ve her yeni dönemde olduğu gibi (1848-‘50 devrimleri sonrası, 1871 Paris Komünü yenilgisi sonrası, 2. Enternasyonal’in 1. Dünya Savaşı’yla iflası ve Büyük Ekim Devrimi sonrasında,1939-‘45 savaşından sonra oluşan yeni durum sonrasında olduğu gibi) yeniden yapılanmak zorundadır. MLKP-K Kuruluş Kongresi’nin, birliğin uluslararası komünist hareketin parçalanarak, bölünerek gerileme eğilimine karşı kendi çapında devrimci bir yanıt oluşturduğunu güven içinde vurgulayabilmesi, kendi tarihselliğini anlama yeteneği ve düzeyini yansıtır. “Kapanan” uluslararası komünist hareketin son yarım yüzyıllık dönemidir. İflas ederek tükenen de, devrimci bakımdan yeteneksizliği açığa çıkmış olan da dönemin tarzıdır.
“İçeriksel bakımdan ise, belirli biçimlerin içine sıkışmış antifaşist direnişçilikle karakterize olan bir devrimcilik anlayışının sınırlarına dayanılmıştır.” “Belirli biçimler içine sıkışmış” bir tarzın yıkıldığı doğrudur. Bu tarzın içeriğinin “antifaşist direnişçilikle karakterize” olduğu ise yanlıştır. Eğer TİKB’nin iddia ve saptaması doğru olsaydı, o zaman bir “sosyal devrim” örgütü olduğunu güven içinde vurgulayan TİKB’nin tarzının –önderlik anlayışı, politik mücadele tarzı ve örgütsel yapılanışı– (kitlelere ve kendi dışındaki siyasi akımlara yaklaşımını, iktidar ufkunun olup olmadığını vb. ayrıca belirtmiyoruz) da iflas etmemiş olması gerekirdi. Oysa bu iflas yaşanmıştır ve bu, özü itibariyle “TİKB 3. Konferansı” tarafından ilan da edilmiştir.
İçeriği, sosyalist değil de “antifaşist”, “antiemperyalist” vb. demokratik bir karakter taşıyan “devrimcilik anlayışının sınırlarına dayandığı” tamamen keyfi ve subjektiftir. Dün olduğu gibi bugün de, yeni dönemi belirleyen koşullar altında proleter/sosyalist olmayan (olamayan) devrimcilik için koşullar mevcuttur. Küçük burjuva devrimciliğinin koşullarını kağıt üzerinde “sınırlarına dayandırmak”, ortadan kaldırmak olanaklıysa da, yaşam daha güçlüdür ve kimsenin idealizmine, keyfiliğine izin vermez. Küçük burjuva devrimciliği, antifaşist, antiemperyalist bir devrimcilik tamamen olanaklıdır. Kürdistan bir yana Türkiye gibi ülkeler bakımından bile bu tartışma konusu olamaz.
TİKB’nin biraz da bu belirleme ve analizden güç alarak, küçük burjuva devrimcilere, artık sosyalist devrimci olma düzlemine çıkma çağrısı yapma mealinde bir söylem geliştirmesi, pusulasının bozulduğunu gösteriyor. Küçük burjuva devrimciliği hakkındaki hayaller, “Sonuç Bildirgesi”nde bolca bulunabilir. Keskinliğin arkasındaki bu kofluk hazindir.
TİKB’nin kriz analizlerinin ayrıca şöyle bir acayipliği de vardır. TİKB, TDH’yi kendi yaşadığına benzer bir kriz tehlikesine karşı uyarmaktadır. Böylece TİKB, diğer örgütlerden krizi yaşamış olmak gibi çok garip bir üstünlük görmektedir kendinde. Oysa tam tersine “yapısal krizi”, eski tarzın TİKB‘de aldığı özgün tarihsel biçimlenişinin kendi sınırlarına geç gelmesi nedeniyle açığa çıkmış/patlak vermiş şekliyle krizi geç yaşanması gibi bir durumla karşı karşıyadır. Kendi hakkındaki subjektif hükümleri nedeniyle, kendi gerçeğini anlamaktan zaten çok uzak olan TİKB, belki de tarihinde ilk kez olayların da çok zorlamasıyla ciddi biçimde kendini anlamaya yönelmiş, fakat yazık ki bunu yine başaramamıştır.
TİKB’de Kendini Abartmanın Özel Bir Alanı: Taktik Önderlik
“Sonuç Bildirgesi” TİKB’nin “çok belirgin bir gelişme kaydettiği alanların başında taktik önderliği”nin geldiği belirlemesini yaptıktan sonra, “Kurultay, AFMK, GGGD, SAG taktiği, Devrimci 1 Mayıs taktikleri… bazıları stratejik nitelikteki bu dönemsel politika ve taktiklerin başlıcaları” (27) olarak sıralanıyor.
TİKB’ye göre, “taktik önderlik alanındaki bu gelişme ve yetkinleşme kuşkusuz bir tesadüfün ürünü değildir. O en başta proletaryanın sosyal devrim örgütü olarak öncü parti düşüncesinin doğal ve mantıki bir sonucudur.”
“Öncü parti” düşüncesinden hareket etme ve “proletaryanın sosyal devrim örgütü” olma iddiası, TİKB’nin bütün tarihi boyunca var olduğuna, ancak bu dönemde “taktik önderlik” alanında “çok belirgin bir gelişme” kaydedilebildiği tespiti yapılabildiğine göre, demek ki, TİKB’nin taktik önderlik yeteneği hiç de “doğal ve mantıki”, yani eşyanın doğasının koşullandırdığı kendiliğinden bir sonuç olarak kabul edilemez. Esasen bu noktaya dikkat çekme gereksinimi duymamız, bir kez daha TİKB’nin kendini beğenmişliğini deşifre etmek içindir. TİKB’nin taktik önderlik yeteneği ise zaten tartışılacaktır.
Şu bir gerçektir ki, marksist leninist komünistlerin TİKB’ye karşı yürüttükleri ideolojik mücadelenin önde gelen konusu/alanı taktik önderlik olagelmiştir. TİKB’de çevreci zihniyetin tezahürü ve eseri olan “kast”laşma, onun örgütsel oportünizminin temelini oluşturur. Oldukça katı örgütsel oportünizm, politik önderlik ve politik mücadele tarzını belirlemiştir. Kuşkusuz politika örgüte ön gelir ya da örgütü şekillendiren, yönlendiren politikadır. Politikaya göre örgüt, araçtır. Fakat örgüt bir veri olarak, nesnel bir gerçeklik olarak politikayı koşullandırarak belirler. Lenin, örgütsel menşevizmi çözümlerken onun arkasında politik oportünizm olduğu sonucuna ulaşır. Tarihin ve olayların doğruladığı bir çözümlemedir bu. Lenin’in yaklaşımı TİKB’ye uygulandığında elde edilecek sonuç, onun asla aşamadığı politik sekterizminin, doktrinerizminin, örgütsel oportünizminden kaynaklandığı gerçekliğidir. Fakat diğer yandan politik sekterizm teorize edilmektedir, teorik olarak dayanakları da vardır.
TİKB’nin “çok belirgin bir gelişme kaydettiğini” söylediği “taktik önderlik” anlayışı (ve elbette sözkonusu olan pratiğinde verili olanın ta kendisidir) kitlelerin devrimci hareketini örgütleme ve yönetme yeteneğinden yoksun, özünde önder parti ve iktidar perspektifinden yoksun, kitlelere ve kendi dışındaki ilerici, devrimci ve komünist güçlere sekter ve kendini beğenmiş yaklaşımı, devrimci olanakları anlamakta yeteneksiz ve pesimist, tipik dar grupçu politika tarzıdır. Esasen denilebilir ki, 2. Konferans öncesinde TİKB komünist ve devrimci harekete ‘90’lar öncesinde egemen olan dar grupçu politika tarzının bile gerisindedir. Öyle ki, sözkonusu dönemde ve öncesinde gerçekte “önderlik iddiası”ndan özünde yoksundur. O, kendini kitlelerin yerine koyma eğilimindedir. Meşhur “küçük ama çelikten bolşevik müfreze” tanımı ve hedefi bunu teorize etmektedir. 2. Konferans geriye bakar ve şöyle der: “TİKB olarak yok olmadık, savaştık ve savaşıyoruz”. Düne baktığında bu düzeyle tatmin olmak, iddiasızlıktır, fakat daha önemlisi buradan geliştirilen övgünün, önderlik iddia ve yönelimine ulaşması şöyle dursun, bu yöndeki gelişmeyi sürekli frenlemesi ve kösteklemesi de kaçınılmazdır. TİKB 2. Konferansı, “küçük ama çelikten Bolşevik bir müfreze” tanım ve yöneliminin, “küçük” kısmına “artık” itiraz etmiş ve değiştirmiştir, TİKB’nin kavrayamadığı ve özümleyemediği gerçeklik, “küçük ama çelikten bolşevik bir müfreze” tanımının, sözünde, özünde ve ruhunda, vurgunun “önderlik” iddiasına olmayışındadır. Ana fikir, temel vurgu savaşçılığa yapılmakta, önderlik iddiası, özünde dışlanmaktadır. Evet TİKB “küçük”, “çelikten” bir “müfreze” olmuştur, ama asla bolşevik olamamıştır. Çünkü bolşevizm her şeyden önce yığınlar karşısında, kendine biçtiği önderlik rolünün realize edilmesiyle belirlenmiştir. Savaşçılık, bu önderlik misyonunun bir gereği, yansıması ve sonucudur. Yani savaşçılıktan hareket ederek önderliğe ulaşamazsınız, fakat önderlik iddia ve yönelimi savaşçılığa da ulaştırabilir. TİKB zihniyet ve pratiği militan ve savaşçı olmayı, şu veya bu biçimde başarmış, fakat hiçbir zaman “önderliğe” yaklaşamamıştır. Son yıllarda TİKB’nin diline pelesenk ettiği “öncü taktik” esasen malum eski sekter eğilimin yeni koşullarda formüllendirilmesinden ibarettir. Başkalarından farklı olma ve imajcılık, bu “öncü taktik” söylemini şekillendiren önemli etkenlerdir. TİKB hiçbir zaman, ne düşünce/anlayış olarak ne de pratik bakımdan marksizm-leninizmin taktik önderlik anlayışı/yaklaşımı ve pratiği düzeyine çıkmamıştır.
TİKB’nin “taktik önderlik” anlayış ve pratiğinin temel bir yanılgısı, taktiği algılayışıyla ilgilidir. O taktiği, esas olarak, taktik üzerine ileri sürülen düşüncelerde, planlarda vb. görür. Hiç kuşkusuz bunları da kapsar taktik. Fakat gerçekte taktik, bunlardan fazla ve bunların ötesinde bir şeydir. Taktik büyük ya da küçük politik kuvvetlerle yapılır; sözkonusu politik kuvvetlerin düzenlenişini, çok somut amaçlara yönelik hareketini, duruşunu ve vuruşunu kapsar. Solda taktik, büyük ölçüde lafazanlığa indirgenmektedir. Taktiğin görevi, hiç kuşkusuz, proletaryanın ve diğer sömürülenlerin kitlesel hareketinin iniş ve çıkışlarının analizine dayanarak somut çarpışmalar içinde hareketi büyütmesi, stratejinin kumandasında, programın gösterdiği hedeflere doğru yöneltmesinde yatar. Taktiği yalnızca öncünün kuvvetleriyle sınırlayan görüş açısının, devrimi örgütleme, yığınların devrimci eylemini örgütleme ve yönetme iddiası ve yeteneği olamaz. Öncünün elindeki hazır kuvvetler taktiğin temel bir verisidir. Ama onun dışında asla ihmal edilmeyecek unsurlar vardır.
“Sınıf mücadelesini mevcut koşullar dahilinde proletaryanın devrim ve sosyalizm hedefi doğrultusunda ilerletmeyi amaçlayan öncü politika ve taktikler, sınıf savaşımını devrimci bir yönde geliştirmenin araçları olduğu kadar, örgütün sınıf ve kitlelerle devrimci bir zeminde buluşmasını sağlayacak halkalar işlevine sahiptir.” (28)
Madem ki, “taktik önderlik” alanında tarif ettiğiniz gibi önemli bir “gelişme ve yetkinleşme” sağladınız, o halde, “sınıf ve kitlelerle devrimci bir zeminde”, işçi sınıfının ve sömürülen yığınların hareket halindeki bölükleriyle ne kadar buluşabildiniz? Daha doğrusu niçin buluşamadınız? Sözkonusu politika ve taktik “halkalar”, niçin örgütünüzle, “sınıf ve kitleleri devrimci bir zeminde” buluşturma, bağlama işlevini yerine getiremedi? Taktik önderlik, yetenek ve başarının tam da burada sınanıp, denetlenmesi gerekir. Oysa “politikaların” “pratiğe etkin bir şekilde taşınması”ndan sözederken, bir kez daha politikayı dolaysız pratiğin kendisinden çok, dergi yazılarına indirgeyen anlayışınız su yüzüne çıkmaktadır.
“Sonuç Bildirgesi”nde geçmiyorsa da, TİKB’nin taktik önderlik anlayışı bakımından kendi durumundan ileriye doğru en anlamlı açıklamayı, “devrimci taktiğin” kendisini, “zayıf da olsa doğmakta olan karşıt yöndeki dinamik öğelerin toplanması ve onların yeni bir eylem sürecine önderlik etmesi üzerine kurmalıdır” şeklindeki görüş ve açıklaması oluşturur. Fakat sorun tam da buradadır. TİKB’nin, “doğmakta olan karşıt yöndeki dinamik öğeleri” anlama, tanıma ve onlarla buluşabilecek bir hareket tarzı geliştirme yeteneğinden yoksun olması bir yana, sözkonusu “dinamik öğelerle” dolaysız biçimde çatışmakta, dahası önemli ölçüde bunu teorize etmektedir. Eğer politik kuvvetleriniz büyüyemiyorsa, eğer politik gelişmeler üzerinde anlamlı bir etkide bulunabilecek yönde gelişemiyorsanız, eğer işçi sınıfının siyasal bakımdan ileri kesimiyle, hareketin içindeki “dinamik” öğelerle, “sınıf ve kitlelerle devrimci bir zeminde” buluşamıyorsanız, “taktik önderlik” alanındaki “gelişme ve yetkinleşmemiz”den söz etmeniz, biraz anlamsız değil mi?
Meşhur 1994 5 Nisan kararlarından sonra TİKB’nin geliştirdiği süreç/dönem analizi ve öngördüğü taktik politikalar, geride kalan süreç içerisinde her bakımdan yeterince sınanmıştır. (Ya da, 2. Konferans’ta yaptığı analiz ve öngörüler için de geçerlidir bu. Özellikle işçi hareketi hiç de TİKB’nin öngördüğü yönde gelişmemiştir.) Burada, TİKB’nin taktik önderlik anlayışı, nasıl bir sınav vermiştir? Buna değinilmemesi bizim için yeterince anlamlıdır. Bize sorarsanız TİKB taktik önderlik bakımından tam bir fiyasko yaşamıştır.
Aynı süreçte dönem politikasının bir unsuru olarak öne sürülen, giderek “stratejik nitelik” kazanan “Kurultay” taktiğinden geriye isimden başka ne kalmıştır? “Kurultay” taktiği yalnızca bir skandal ve fiyasko olarak değil, ama aynı zamanda TİKB için iki bakımdan bir test niteliği kazanması nedeniyle önemlidir. İlki, TİKB’nin kitlelere yaklaşımına ilişkindir. “Kurultay”a katılanların kararını hiçe sayarak TİKB önderliği, kadroları ve kitleleri sürü gördüğünü sergilemiştir. Kararlarla istediği gibi oynamış, tepeden inmeci, buyurgan, karar verenleri hiçe sayan kendini beğenmişliğini sergilemiştir. İkinci olarak, politik yanılgılarını düzeltme ve sonuçlarından kaçınma yeteneğine sahip olmadığı bir kez daha açığa çıkmıştır.
TİKB’nin dönem politikasında çok özel bir yere koyduğu, şimdilerde “stratejik” bir değer/anlam atfettiği “Kurultay”dan geriye bir isimden başka bir şey kalmamıştır. Hala toplanmamıştır ve artık toplanıp toplanmamasının da bir önemi yoktur. Taktik olarak da, “öncü taktik” olarak da iflas etmiştir. TİKB’nin yapacağı en akıllıca ve alçak gönüllü iş, bu pratiği devrimci gerçekçilikle incelemek, bu deneyim somutunda politik önderlik tarzını yargılamaktır.
TİKB’nin öve öve göklere çıkardığı diğer bir “öncü taktik” de süresiz açlık grevidir. SAG taktiğinde TİKB’nin politik önderlik anlayış, tarzı ve yeteneği bütünüyle çökmüştür. SAG nasıl olur da TİKB’nin çok belirgin gelişme kaydettiği “taktik önderlik” yeteneğinin bir örneği olarak sunulabilir, bu gerçekten şaşkınlık vericidir. SAG taktiği, TİKB’nin “taktik önderlik” anlayış ve pratiği bakımından neleri göstermiştir?
Önce, politik öngörü yeteneğinden yoksun olduğunu, sürecin nasıl gelişeceğini aşağı yukarı doğru kestirememiş, hal böyle olunca doğru bir plan da yapamamıştır. İkinci olarak, sürecin TİKB’nin öngördüğü gibi gelişmediğinin ayan beyan ortaya çıktığı koşullarda gerçekleri kabullenme, pozisyonunu düzeltme alçakgönüllüğünden ve yeteneğinden yoksunluğunu sergilemiştir. Üçüncü olarak, bırakın (50’li günleri 60’lı günler geldiğinde bile, artık eylemin açlık grevi sürecini çoktan aştığı ve gerçekte ölüm orucuna dönüştüğü aşikarken, TİKB önderliği bu basit ve yalın gerçeği kabul etmek yerine, dediğim dedik tavrı ile inadında ısrar etmiştir. Yanlışta ısrarın politik yanılgılarını düzeltme yeteneğinden yoksunluğun, devrimci önderliğin bir özelliği, niteliği olduğunu savunmak komik olmanın ötesinde saçmadır. Dördüncü olarak, olayların akışı TİKB’nin SAG taktiğini fiilen ölüm orucuna dönüştürmüş, TİKB önderliği bunu anlama ve bilinçli bir anlatım kazandırma yeteneği gösterememiştir. Tahsin Yılmaz dahil üç yoldaşın şehit verilmesi de TİKB’nin SAG taktiğinin fiilen ölüm orucuna dönüştüğünün yeterli göstergesidir.
Fakat “taktik önderlik” bakımından TİKB önderliğinin durumunun vehameti şuradadır. TİKB sınırları belirsiz ve ister istemez ölüm orucuna endekslenmiş SAG taktiği ile, zindanlardaki bütün kuvvetlerini hesapsız bir çarpışmaya, ölüm orucuna sürüklemiştir. Kuşkusuz adının SAG konması, bir ölüm orucunu ölüm orucu olmaktan çıkartmaz. Uzun sürecek bir savaşın belirli bir anında, savaşın daha sonraki aşamalarını ve bütününü hesaba katmadan bütün kuvvetleri hesapsızca bir ölüm kalım çarpışmasına sürüklemek, bırakın politik önderliğin gereğini, komutanlığın gerekleriyle bile bağdaşmaz. Böyle hesapsız kitapsız, burnunun ucunu göremeyen gaflet içindeki komutanları yalnızca derhal görevden almak yetmez, aynı zamanda yargılamak da gerekir. Oysa TİKB önderliği, örgütten gafletinin ve politik yeteneksizliğinin madalya ile ödüllendirilmesini istemektedir. “Sonuç Bildirgesi”, TİKB’nin taktik önderlik alanında ne denli geliştiğinin propagandasını yaparak önderliğin madalya talebini karşılamıştır.
“Sonuç Bildirgesi” “devrimci 1 Mayıs taktiği”ne övgüler yağdırdığına göre, TİKB’nin bütün devrimci, ilerici vb. güçler karşısında teşhir ve tecritini getiren bir sorunu ciddiyetle değerlendirmesi gerekirdi. Ama TİKB böyle bir politik sorumluluktan yoksundur. Kürsü işgalini taktik kavramlarla tanımlamak olanaksızdır.
Bu, ancak politik bir skandal olarak nitelenebilir. Kürsü işgali, TİKB’nin kitleleri ve kendi dışındaki devrimci, ilerici vb. güçleri hiçe sayan, sürü gören, kendini beğenmişliğinin, politik bönlüğünün doruğudur. TİKB önderliğinin “Kurultay” konusundaki tavrı neyse, burada da TİKB’nin kitlelere ve devrimci güçlere karşı tavrı aynıdır. Aynı şeyi, önderliğin konferansları işletme noktasında, kadrolara karşı tavrında da bulabilirsiniz.
GGGD taktiğini doğrulayan pek çok veri ortaya çıkmıştır. Burada özel olarak vurgulanması gerekir ki, GGGD taktiğini sınayacak bir pratiği geliştirmekten TİKB fersah fersah uzaktır. TİKB bir yana, genel boykot, genel direniş ve genel grev komitelerini kurmak için bazı adımlar atan MLKP bile GGGD taktiği bakımından önemli bir etken olamamıştır. GGGD taktiğinin doğruluğu, otomatikman bunu politika olarak benimseyen örgütlerin taktik önderlik yeteneğinin, gelişkinliğinin, yetkinliğinin bir göstergesi kabul edilemez. GGGD taktiğini savunan örgütlerin pratiğinin sunduğu verilerde baskın olan, taktik önderlik yeteneği bakımından düzeylerinin geri ve düşük olduğudur. Orta yerde GGGD taktiği adına övünülecek bir pratik ve taktik önderlik yoktur. Övünmek yerine, taktik önderlik yeteneğinin düşük ve geri oluşu gerçekliğini bilince çıkartmak ve değiştirmek için ciddi bir mücadeleye tutuşmak, sorumlu bir önderliğin gereği ve göstergesidir.
TİKB’nin taktik önderlik alanındaki gelişme ve yetkinleşmesinin diğer bir örneği olarak sunulan AFMK taktiğinin –herhalde bu da stratejik bir niteliktedir– tartışılmasına çok fazla girmenin gereği yok. Ancak en azından yazıp öngördükleri ile gerçekleştirdiklerini kıyaslamalarını salık verebiliriz. İsmi AFMK olan birkaç eylem grubu kurmak ve bir dizi eylem gerçekleştirmek tamamen olanaklıdır. Bunun fazla büyütülecek bir yanı da yoktur. Gerçek şu ki, AFMK taktiği, pratikte TİKB’nin çok sınırlı milis örgütlenmesinden öte bir şey değildir. Oysa AFMK’lar üzerine yazılan ve öngörülenler oldukça farklıdır. İzah edilmesi gereken de budur zaten. Taktik önderliğin başarısı da burada ölçülmelidir.
“Fakat yine bu süreç, taktik önderlik ve süreçlere taktik müdahale alanındaki zayıflıklarımızı da açığa çıkarmıştır. İçerik olarak isabetli ve uzak görüşlü devrimci öncü taktikler ortaya koymuş olmamıza rağmen pratikte onların yaşama geçirilmesinde sergilediğimiz bu zayıflık, en başta gelenini oluştururur. Bu yönüyle örgütümüzün teorisi ile pratiği arasında tehlikeli bir açıklık doğmuştur.” (abç) (29)
“İçerik” olsa olsa taktiğin amacında ve oynayacağı rolde somutlaşır. Amacına ulaştığı ve rolünü oynadığı ölçüde “içeriği”nin doğruluğundan sözedilebilir. Belki de, taktiklerde, eğer bu gerçekten taktik olacaksa, “uzak görüşlü” olmaktan çok “yakını görmek” esastır. “Uzak görüşlü” olmak, strateji, program ve teorinin alanına girer, bunlarla bağıntılı ve bağlıdır. Fakat taktiğin görevi uzağı değil yakını görmek, günün devrimci görevlerine program hedefleri ve stratejiye bağlı olarak yanıt verme yolundan, “uzağa”, geleceğe bağlanmaktır. Bilinmez bir fi tarihinde toplanacaksa eğer, “Kurultay”dan taktik diye söz etmenin, taktik önderlik bağlamında en küçük bir değeri olabilir mi?
Eğer, teoriniz ile pratiğiniz arasında “tehlikeli bir açıklığın” doğmasında, “sınıf ve kitle hareketinin tutuk ve sancılı bir gelişme göstermesinin sınırlandırıcı etkilerinin payı da büyük” olduysa, o halde, buradan çıkacak doğru sonuç, bizzat “taktiklerinizin” kendisini de tartışmak zorunda olduğunuzdur. Öyle değil mi, demek ki, taktikleriniz ve taktik önderliğiniz, “sınıf ve kitle hareketinin tutuk ve sancılı bir gelişme” göstereceği ve gösterdiği gerçeklerine yanıt verememiştir. Bu durumda tartışmanız gereken, taktikleriniz ve taktik önderliğinizdir. Oysa buna asla yanaşmıyorsunuz.
Yapılagelen eleştirel devrimci analizlerden ulaşılan temel bir vargıyı burada kaydedelim: TİKB’nin “taktik önderlik” alanında “çok belirgin bir gelişme” kaydetmesi şurada dursun, O, politik yanılgılarını anlama ve düzeltme, politik yanılgılarından dersler çıkartma ve öğrenme yeteneğinden yoksundur.
“Taktiklerimizin yaşama geçirilmesinde ve onlarla hedeflenen sonuçların alınmasında yaşanan zorlanma ve tıkanıklıklar, bir dizi sorun ve tehlikeyi de beraberinde getirdi. Öncü politika ve taktiğin ‘kafalarda eskimesi’, giderek onun doğruluğundan kuşku duymaya başlama bu olumsuz sonuçlarından en başta geleni ve en yıkıcı sonuçlar doğuranı oldu… TP sürecinde, belli başlı bütün taktiklerimizin yer yer keskin lafazan bir söylem altında, özünde sağdan gözden geçirilmesi talebi biçimini aldı. Ancak TP çoğunluğu”nun, “kesin ve kararlı bir tutumla” bu talebi reddettiği vurgulanıyor. Taktiklerin tartışılması talebinin reddedilişi, taktiklerin doğruluğunun ne kanıtıdır ve ne de verisi. Burada savunulan, gerçekte öngörülen taktikler değil, önderliktir. Bu tarz bir aklanma, ne TİKB’ye ve ne de önderliğine bir şey kazandırabilir. Bize kalırsa kendi başına “SAG taktiği”, TİKB önderliğinin politik önderlik yeteneğinin iflasını sergileyen ve hesap vermesini gerektiren, çok ağır bir politik hatadır.
“Bizde ilkeli, devrimci ama dar yaklaşımlar egemendir… Kökleri uzun yıllar dar örgüt güçleriyle, örgüt gövdesiyle mücadele etmiş olmakta, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle bağların zayıf ve politik mücadelenin bu zemine dayanarak yürütülüyor olmayışında yatmaktadır. Bu bizi örgütsel, kadrosal açıdan darlığa mahkum etmektedir.”
“Politikada ilkeli ve sağlam olmayı, teori ve strateji ile ilişkilendirmeyi biliyoruz, ama politik mücadelenin gerektirdiği esnekliğe uzağız… sadece ilkeli tutumla yetinmek ve mükemmelliyetçilik, kendimizi sağlam ve kesin olanla sınırlandırmaya, politik mücadelede risk almaktan kaçınmaya, bunun yaratacağı devrimci dağınıklıktan, düzensizliklerden bizi bozacağı korkusuyla uzak durmaya yol açmaktadır. Bu noktada bizde kaynağını dar grup mükemmelliyetçiliğinden ve örgüt-kitleler-devrim ilişkisini örgüte doğru tek yanlı kurmaktan alan devrimci bir tutuculuk vardır.” (Parti-2, s. 32)
Politika ve taktik üzerine bunlar ve diğer özeleştirel değerlendirmelerin TİKB için ne denli değiştirici olacağı TİKB politik pratiğinde gözlemlenmelidir. Fakat bunlar, ilkin, özü itibariyle TİKB’nin politik önderlik anlayış ve tarzına, ileri sürdüğü taktiklere ve pratiğine yönelttiğimiz, doktrinerizm ve sekterlik eleştirilerini tamamen doğrular. TİKB’ye yönelik politik eleştirilerimizde daima şunları vurguladık: Yalnızca ilkelerle, genel doğrular, teorinin saf gerçekleriyle politika yapılamaz. Program ve strateji, ilkeler ve teorik doğrular taktiğin yerine ikame edilemez. Genel doğruların propagandif tekrarlarını politika diye sunarsanız bu, politikasızlıktan ve doktrinerizmden, bir çeşit sekterlikten başka bir şey değildir. Bunu politikada ilkelilik vb. gibi yorumlamak, en fazlasından politikasızlığa övgü olabilir. İkinci olarak, bu özeleştirel beyanlar TİKB’nin “taktik önderlik” alanında “çok belirgin bir gelişme kaydettiği” tespitini geçersiz kılar, yalanlar. Kendini abartıcılığı ele verir. Politik sekterizm ve doktrinerlik de oportünizmdir. Öncünün kendini yığınların yerine koyması, onlardan kopuk, onlar adına savaşması kendiliğindenliğin diğer bir versiyonudur. Fakat bu biçim altındaki kendiliğindencilik de, sonuçta yığınların arkasından sürüklenir.
TİKB gerçekliğinde örgütsel oportünizm ile politik oportünizm iç içe geçmiş, birbirini üreten, koşullandıran ve tamamlayan sistematik bir bütün oluşturur. Onun sekterizm ve doktrinerizm biçimindeki politik oportünizmi, 1920’lerin “sol” komünistleriyle kıyaslanabilirse de, TİKB’nin durumu daha da kötüdür. Zira, TİKB’de politik sekterizm ve doktrinerliğin 20 yıllık tarihi vardır, gelenekselleşerek yerleşmiştir.
TİKB’nin Parti Anlayışı: Mükemmelliyetçilikle Soslanıp Teorize Edilmiş sekterizm
TİKB’nin parti anlayışını incelemeye en fazla iddialı olduğu şu noktadan başlayabiliriz:
“2. Konferans sonrası sürecimizde bu anlayışımızı ‘partiyi ve devrimi birlikte örgütlemek’ temel sloganı ile formüle ettik. Sosyal devrimci karakteri zayıf küçük burjuva aydın çevreler tarafından anlamı kavranamayan bu slogan, parti anlayışımızın ayırt edici temel özelliği ve ruhunun kristalize olmuş bir ifadesiydi.” (s. 43)
Marksizm bize, kişileri, parti ve örgütleri onların kendileri hakkındaki açıklama ve yargılarına göre değil, pratiklerine, yaptıklarına, eylemlerine bakarak değerlendirmeyi öğretir. Tarihsel materyalizmin emri ve gereğidir bu. “Partiyi ve devrimi birlikte örgütlemek” kuşkusuz ki, doğru bir düşüncedir. Fakat, TİKB’nin var oluşunun, TİKB pratiğinin dili, “partiyi ve devrimi birlikte örgütlemek” konusunda ne anlatır? TİKB’nin politik önderlik ve politik mücadele anlayış ve tarzı, 1974-80 döneminde oluşan dar grupçu politika tarzının bir versiyonunu oluşturur. Bu hala genel çizgileriyle yerli yerinde durmaktadır. Fakat TİKB’nin “partiyi ve devrimi birlikte örgütlemek” yeteneksizliğini daha basit ve kolay anlaşılır kriterlere, denek taşlarına vurabiliriz. Komünistlerin birliği, güç ve eylem birliği, ileri/öncü işçilerin sınıf çıkarları temelinde birliği gibi sorunlarda TİKB pratiğinin dili, TİKB’nin “parti anlayışı”nın “ayırt edici temel özelliği”ni verdiğini söylediği slogandan başka bir şey söylemektedir. TİKB pratiği ve teorisi/zihniyetiyle, bütün bu sorunlarda devrimci çıkarları savunamadığını, devrimci gelişmenin ihtiyaçlarını anlama ve devrimci gelişmenin gereksinimlerini yanıtlamanın gerekleri bakımından konumlanmadığını, en dar ve en olumsuz anlamıyla TİKB’nin dar grup çıkarlarının politikasını güttüğünü göstermektedir. Yani devrimi örgütlemek iddiası havada ve büyük ölçüde lafazanlık olarak kalmıştır. O, devrimi örgütlemek yerine devrim için savaşmakla sınırlı kalmıştır.
“Taktik önderlik” alanına ilişkin durum bakımından, TİKB’nin “partiyi ve devrimi birlikte örgütlemek” iddiası özsel bakımdan tartışılmıştır. Doktrinerizm ve politik sekterlikle devrimin örgütlenemediği ve örgütlenemeyeceği yeterince açıktır. Tabii aynı nedenle, devrimin önderliğinin örgütlenmesi olarak partinin örgütlenemeyeceği de, teorik bakımdan aşikar olduğu kadar, TİKB pratiği tarafından da doğrulanmaktadır. Diğer yandan bu çalışmada geliştirilen devrimci eleştirel analizler, örgütsel açıdan TİKB pratiğinin dilinin partiyi örgütleme yönelim, yetenek ve cevherinden yoksun olduğunu yeterince açığa çıkartmıştır. “Kast” zihniyetinin belirlediği örgütsel oportünizm partiye karşıdır, parti düşünüyle, partileşmeyle çatışır.
“Partiyi ve devrimi birlikte örgütlemek” genel bir doğrudur, fakat yine de şu vurgulanmalıdır; devrimi örgütleyecek olan partidir. Yani devrime göre parti, araçtır. Parti, devrime öngelir. Ama yine de, partinin gelişimi devrimci gelişimin dışında, tecrit halde düşünülemez ve kavranamaz. Ateşi harlandırıp büyüterek, derinleştirip yayarak devrimi örgütlemek ve devrimin önderliğinin örgütlenmesi olarak partiyi örgütleyip geliştirmek, aynı sürecin sıkı sıkıya birbiriyle bağlı devrimci görevlerinin değişik boyut ve düzeyleridir.
2. Konferans belgelerinde TİKB’nin parti anlayışını özetleyen şu pasaj önemli ve anlamlıdır:
“Bugüne dek kendimizi ‘küçük ama çelikten bolşevik bir müfreze’ olarak tanımlayageldik. Bu tanım, önyargısız bütün dostlarımız hatta düşmanlarımız tarafından bile kabul edilen bir gerçeğin ifadesiydi. Ama artık (artık –PD) bununla yetinemeyiz, bu noktada çakılıp kalamayız, kalmamalıyız. Devamına en küçük bir halel getirmeksizin, bu tanımın ilk sıfatını değiştirmeliyiz artık (yine artık –PD). Yine ‘çelikten’, yine ‘bolşevik’, yine ‘komünist bir öncü müfreze’ olarak kalmalıyız. Fakat artık (evet bir kez daha “artık” –PD) ‘küçük’ olmaktan çıkmalı, kitleselleşmeli, demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm için mücadelede Türkiye işçi sınıfı ve çeşitli milliyetlerden emekçi halk yığınlarının en geniş kesimlerine önderlik eden güçlü bir sosyal devrim örgütüne dönüşmek için gereken atılımı yapmalıyız.” (30)
İlk bakışta daha önce bulunmayan, “komünist bir öncü” kavramının, TİKB’nin kendini tanımladığı formülasyonun içerisine sıkıştırıldığını görüyoruz. Burada iki itiraf var. “Artık” durumunun farkına TİKB de varmıştır. “Küçük ama çelikten bir bolşevik müfreze” tanımı söz, öz, içerik ve ruh bakımından “öncü” olma ve “önderlik” etme yönelim ve iddiasından yoksundur. TİKB’nin kendini sert ceviz olarak tanımlayışı tarihe bir göndermedir ve üstelik bunun böyle olduğuna dair tanıklar da gösterilmektedir. Tanıklardan biri olarak biz, TİKB zihniyet ve pratiğinde olmayanın sonradan ilave edilmeye çalışılan “öncü”lük ve önderlik iddiası yoksunluğu olduğunu vurgulamak durumundayız. Evet TİKB direnişçi, militan savaşçı bir kadro örgütü olagelmiştir, ama önderliğe kayda değer bir düzeyde yaklaşamamıştır bile. Öncülük ve önderlik yönelimi oldukça zayıf olduğu içindir ki, “bolşevik” de olamamıştır. Örgütsel oportünizmin neresi bolşeviktir? Bolşevizm, her şeyden önce işçi sınıfının ve emekçi yığınların devrimci önderliğinin örgütlenmesi demektir. “Küçük ama çelikten bolşevik bir müfreze” tanımı, savaşkanlığı vurgular, önderliği değil. TİKB’nin zihniyeti ve pratiği nedir? Son çözümlemede kendini işçi sınıfı ve emekçi yığınların yerine koyan bir grup kadronun, onlar adına ve onlardan kopuk, günün devrimci ihtiyaçlarına yanıt vermeyen militan savaşçılığıdır. Değiştirilmesi, özeleştirisi yapılması gereken, “küçük ama çelikten bolşevik bir müfreze” formülünün tanımladığı TİKB’de önderlik iddia ve yöneliminin yoksunluğudur. Fakat TİKB özeleştiri ve değişimi tanımın “küçük” bölümüne, yani bir bakıma niceliğe yöneltir. Tabii ki bu da eleştirilmeliydi, fakat eğer gerçekten devrimci, marksist-leninist bir özeleştiri yapılacaksa, işin özüne ve esasına yönelinmeliydi.
Biz TİKB’nin daha sonraki pratiğinin sistematik tarzda “demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm için mücadelede Türkiye işçi sınıfı ve çeşitli milliyetlerden halk yığınlarının geniş kesimlerine önderlik eden güçlü bir sosyal devrim örgütüne” (abç.) dönüşmek yolunda gelişmediğini, gelişemediğini, TİKB’nin bu hedefe kilitlenemediğini görüyoruz. Bu yönde gelişme ile büyüme aynı şeyler değildir. TİKB şiddetli biçimde büyümek istemektedir ve bir ölçüde büyümüştür de. Oysa gelişme hızı bırakın sıçramaları, kaplumbağa adımlarına bile yetişememektedir. Büyümesi ise onu, politik çalışmaları, taktikleri, çalışma tarzı, örgütsel yapılanışı vb. ile “önderlik etme” iddia ve hedefine yöneltememiştir. Örneğin başkalarından farklı olduğu imajını yaratma, TİKB için çok daha güçlü yönlendirici bir gizli kriterdir. “Önderlik” iddia ve yönelimi açısından baktığımızda onun, bu iddialarının çok gerisinde kaldığını görüyoruz.
TİKB’nin parti sorununu bugün daha ciddi ve kapsamlı düşünmeye yöneldiğini söyleyebiliriz. Hatta bazı bakımlardan Lenin’in parti anlayışını kavramaya yaklaşmışlardır. Ama daha yerli yerinde bir adım atmadan, o melun böbürlenmecilik, kendine sevdalılık başını kaldırıyor ve parti teorisine övgüler yağdırmaya başlayarak önünü kesiyor. TİKB tarihi, bir bakıma, nasıl parti olunamayacağının ilginç bir örneğini sunar. Hatta büyür, “partileşmenin eşiğine” dayanır, ama ileriye, partiye sıçrayamaz ve fakat geriye düşer.
Gecikerek tarihsel bakımdan anlamını yitirmiş olsa da, şu özeleştirel belirlemeler, aynı zamanda bizim TİKB hakkında süregelen değerlendirme ve eleştirilerimizin çarpıcı bir doğrulanmasıdır:
“Bir tepkinin ifadesi olan mükemmelliyetçilik, dar örgüt düşüncesiyle iç içe geçmiş, parti konusunda stratejik kavrayışı zayıflatmış, bütünüyle değilse de kendiliğindenliğe terk etmeye götürmüştür bizi. Leninist bir örgütün çekirdeksel yapısına ve politikalarına sahip olmak bu tespiti ortadan kaldırmıyor. Parti sorununu, güncel hedeflerin içerisinde stratejik bir görev olarak kavrama ve çalışmanın sürekli olarak bu perspektifle yürütülmesi düzeyine çıkarılamamıştır. Bu ise, bir örgütsel çalışmanın aydınlatıcı ışığından, en önemli ışık kaynaklarından birisinden yoksun kalmaktır.” (31)
TİKB’nin hiç değilse şimdi, çok gecikmiş olarak bu kendiliğindenlikten kurtulmasını isterdik. Fakat aynı kendiliğindenlik, şimdi mükemmelliyetçilikle idealize edilmiş parti anlayışı biçiminde yeniden üretilmiştir.
TİKB’nin bazı bakımlardan Lenin’in parti anlayışına yaklaştığını söylemiştik. Leninist parti modelinde karakteristik ayırıcı özellik, partinin iki bölümden meydana gelmesidir. Partinin çekirdeğini profesyonel devrimciler oluşturur, bunun etrafında proleter yığınlarla sıkı sıkıya bağlı geniş üye ve aday üyeler kitlesini kapsayan çok değişik parti örgütleri gelir. Bu iki bölüm, fiziki ve hukuki olarak değil, işlevleri, parti yaşantısında oynadığı rol itibariyle birbirinden ayrılır. Partiye yakınlık duyan, destek veren, parti ile zayıf ya da güçlü politik-ideolojik-moral ve örgütsel bağlara sahip “geniş katman”, “üçüncü” bölümdür. Aslında hiçbir parti bu üç unsur olmadan düşünülemez.
Bolşevik parti deneyiminde, parti inşasının kritik ana noktasını oluşturan şey, 1900’lerde “bir düzine akıllı adamın” partinin iskeletini meydana getirecek tarzda, teorik ve programatik zeminde, parti tüzüğü, hukuku ve yapılanışı içinde bir araya getirilmesi, birleştirilmesidir. TİKB bunu dün olduğu gibi bugün de anlayamamıştır. O, yıllarca Türkiye ölçüleri içinde bile aşırı dar, çevresel TİKB yapısı ve faaliyetleri içerisinde “bir düzine akıllı adam”ı örgütleyip yetiştirmek şöyle dursun, şehitler hariç, kuruluş aşamasında var olan ve daha sonra TİKB pratiği içinde yer alan hazır “akıllı adamlarını”n azımsanamayacak bir kısmını dahi koruyamamış, dökülenler ve tasfiye edilenler olmuştur. TİKB kadro birikimi yaratma konusunda diğer birçok örgüt gibi, –devrimci örgütler çoğunlukla ve hatta genellikle aynı durumdadır– başarısızdır. TİKB’nin ve diğer devrimci örgütlerin başarısızlığı, öncelikle kendilerinde aranmalıdır. Fakat uluslararası komünist hareketin bölünmelerle belirlenen son elli yıllık tarihi de çok temel bir belirleyicidir. TİKB sekterizmi çoğunlukla mükemmelliyetçilikle el ele gider. Mükemmelliyetçilikle bezenmiş, imajcılıkla soslanmış, darlık ve sekterizm özünde partiye, parti düşüncesine karşıdır. En fazlasından bir hizip/mezhep görüşü kabul edilebilir.
Partinin çekirdeğini, iskeletini oluşturacak “bir düzine akıllı adam” nereden bulunacaktı? Burada TİKB gerçeğinde en özsel veriye geliriz. Darlık ve sekterizm, narsisizm düzeyine varan kendini beğenmişlik, muazzam boyutlarda bir kötümserlik de üretir. TİKB her yerde ve herkeste oportünizm görür, kendi dışında herkes oportünizme batmıştır. Kendi dışındaki komünist hareket gerçekliğini yadsır, reddeder. Kendini arzın merkezinde görür ve bu onu durmaksızın zehirler. Kendini zehirleme bağımlılığına yakalanmıştır, terk ederse, bütün evrenin yıkılıp tarumar olacağını sanır.
TİKB 2. Konferansı şu saptama ve analizi ileri sürer:
“Tarihsel gelişim süreci içinde nereden nereye geldiğimize baktığımız zaman, parti öncesi nitelikli bir profesyonel devrimci çekirdeğin oluşturulmasında, özellikle devrimci örgütsel faaliyeti en zor koşullar altında dahi sürdürebilme yeteneği ile gerçek bir ML ‘parti militanı’ tipolojisi yaratma noktasında küçümsenmeyecek bir başarı sağladığımız açık ve ortadadır. Türkiye devrimci hareketi içinde bu anlamda ‘en ileri’ye ulaştığımızı rahatlıkla (yanlış anlamadınız, evet rahatlıkla-PD) söyleyebiliriz. Bu açıdan kaydettiğimiz gelişme, gerçek anlamda leninist öncü komünist bir partinin inşası yolunda atılmış güçlü bir adım anlamına gelir aynı zamanda.” (32)
“Her koşul altında militan devrimci bir mücadeleyi yürütme yeteneğine sahip ve bunu kanıtlamış, nitelikli leninist bir öncü çekirdek yaratma konusunda, Türkiye devrimci hareketi içinde en ileri noktaya ulaştığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama bu da, bu alanda da hala almamız gereken bir yol olmadığı anlamına gelmediği gibi, aşmamız gereken eksiklikler ve arınmamız gereken yanlışlıklarımızın olmadığı anlamına da gelmiyor… Fakat bunların hiçbiri, bu alanda kaydettiğimiz açık ve gözle görülür ilerlemeyi gölgeleyemez. Örgüt olarak bu konuda aldığımız yolu, hem de 12 Eylül gibi azgın bir ‘beyaz terör’ yıllarında gösterdik dosta düşmana. Öte yandan bu, en başta yasalcı ve menşevik karakterlerinden ötürü örgütlü mücadelede iyi kötü bir süreklilik geleneği dahi yaratmayan Türkiye solunun tarihinde oportünist bir çemberin kırılması anlamına gelir. Bu yönüyle de Türkiye somutunda adına layık leninist bir öncü partinin inşası sürecinde ‘en zor’ tarafını başardığımızı gösterir.” (33)
Leninist bir öncü partinin inşası sürecinde işin “en zor tarafını(n) başar”ıldığı güven içinde iddia olunmaktadır. Hatırlatmakta yarar var, tarih 1991 baharıdır. Ve şimdi, yani tam 7 yıl sonra, hala parti güncel ama yarının bir görevi olmaya devam etmektedir. Peki iddia edildiği gibi “bir çekirdek”in yaratılması o gün bir yana, 7 yıl sonra bugün başarılabilmiş midir? Maalesef yaratılamamıştır ve iddia ediyoruz ki, TİKB pratiği ile bu başarılamazdı da.
Ve yeri gelmişken belirtilmelidir ki, küçük başarılardan baş dönmesi TİKB tarzının bir diğer özelliğidir. Yukarıdaki tespitler buna açık bir örnektir.
Daha önce de vurgulamıştık. TİKB’nin direnişçiliği, militanlığı saygı değerdir. Savaşçılık, partinin ve kadronun temel niteliklerinden yalnızca birisidir. Fakat militan savaşçılıkla partiye varmanız olanaksızdır. Örneğin ortalama her gerilla iyi bir savaşçıdır; ama öncü partinin çekirdeğini oluşturacak profesyonel devrimci kadrolarda, tek başına bu, çok yetersiz bir özelliktir. 24 saatini devrime adama ve devrimci çalışmayla doldurma yeteneği, gizli örgüt çalışması ve siyasi polise karşı mücadele sanatında ustalaşmak, bütünlüklü marksizm bilgisi ve kavrayışı, politik deneyim ve politik olarak yolunu bulabilme yeteneği; örgütleme deneyim ve alışkanlığı, bütün bunların sonucu olarak yüksek moral sağlamlık ve disiplin yeteneği ile tanımlanır Lenin’in profesyonel devrimcisi.
Evet, her emekçi bir devrim ve parti işçisi olabilir, parti üyesi de, ama profesyonel devrimci olmak, özetlenen nitelik ve yeteneklere sahip olmayı/edinmeyi gerektirdiği için zor iştir. TİKB, leninist parti teorisini, leninist parti modelini ve bu modelin merkezinde duran profesyonel devrimcilerin sahip olması/edinmesi gereken nitelikleri uzun yıllar (önemli ölçüde hala da) kavrayabilmiş değildir. Bugünden geriye baktığında, yola çıktığı hazır kadrolar hariç, kaç tane adına layık profesyonel yetiştirebilmiştir? “TİKB 3. Konferans Belgeleri”nden bu sorunun yanıtı bulunabilir: Örneğin şu özeleştirel değerlendirmeler bir yanıt kabul edilebilir:
“Bizde ilkeli, devrimci ama dar yaklaşımlar egemendir. (Bunu X’in temel kadrolarının çoğunluğu için söylüyoruz. Son yıllarda biçimleniş itibariyle öbür uca eğilimli, bunun sağlıksız tutum ve belirtilerini gördüğümüz bazı kadrolarımız da var.) Kökleri uzun yıllar dar örgüt güçleriyle, örgüt gövdesiyle mücadele etmiş olmakta, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle bağların zayıf ve politik mücadelenin bu zemine dayanarak yürütülüyor olmayışında yatmaktadır. Bu bizi örgütsel-kadrosal açıdan darlığa mahkum etmektedir.” (34)
Oysa sorunun esası anlayışlarda, zihniyetlerdedir. Darlığı yüceltir, teorize ederseniz, başka nasıl bir sonuç alabilirsiniz ki?
TİKB Tüzüğü’nın yayını nedeniyle kaleme alınan “Sunuş Yerine” önsözünde yer alan daha önce de aktardığımız “temel kadroların atılım yapmakta ve dönüşüm göstermekte sergiledikleri gelişme zayıflığını da anmak gerekir. Bu sadece dünün değil, bugünün de bir sorunu olduğu için işaret etmek gereği duyuyoruz” saptama ve beyanı da bir yanıttır.
“Temel kadroların (2. Konferans’ta ‘parti öncesi’ nitelikli bir ‘profesyonel devrimciler çekirdeğini’ oluşturduğu söylenen TİKB kadroları –PD) atılım yapmakta ve dönüşüm göstermekte sergiledikleri gelişme zayıflığı” bize kalırsa, bu kadroların büyük ölçüde TİKB kabuğu içinde gelişmelerinin limitine dayandıklarını gösterir. TİKB kabuğu ve yapılanışı, onları boğmaktadır, bu kabuk ve yapılanış içinde kendilerini yenilemeleri hemen hemen olanaksızdır. Esasen bu, bir bakıma TİKB önderliğinin gelişimi bakımından da geçerlidir. Onun da, TİKB yapılanışı ve kabuğu içinde, sahip olduğu potansiyel, bilgi ve deneyim birikimi, yeteneği ne olursa olsun, ileri sıçraması, atılım yapması TİKB nesnelliği nedeniyle oldukça zor, hatta olanaksızdır. Kadroları boğan, nefessiz bırakan TİKB gerçekliği onları da olağanüstü ölçüde sınırlandırmaktadır. Varlık mücadelesi yürütme durumuna tekrardan düşen TİKB’nin başında yürüyebilirler, fakat bu, Türkiye’de devrimin örgütlenmesi ve önderliği iddiası bakımından çok şey ifade edemez, etmez. Uluslararası komünist harekete önderlik iddiasına gelince, bu kadarı insanın kendini iyiden iyiye kaybetmesidir. Hani denir ya, kendi evinde başını bağlayamayan, düğün evinde gelin başı bağlayamaz.
Şunu vurguluyoruz; Türkiye’de proletaryanın önder partisini TİKB’nin evriminde gören yaklaşım, bugün, bu çerçevede partinin iskeletini oluşturacak temel kadroların, profesyonel devrimci çekirdeğin yaratılmasında iflas ederek tükenmiştir. Dikkate değer bir yedek rezervine sahip olmamak bir yana, hazır kadroları açısından da bu böyledir. Dün Türkiye devrimci hareketi içinde “en ileri” noktaya ulaştığını böbürlenme, övünç ve aşırı güvenle söyleyen, kendi dışındaki hemen her şeyi tiksintiyle küçümseyip aşağılayan TİKB, bugün, buruk bir biçimde “örgütün ve örgütsel çalışmanın sürekliliğinin sağlanması parti inşasının temel sorunlarından birisidir. Bizim için olsun, diğer devrimci örgütler için olsun, yenmekte en fazla güçlük çekilen eksiklik ve zaaf oluşturan konulardan birisidir” demektedir. Demek ki, 1991’de işin “en zor” yanını hallettik derken kendinizi yanıltmaktan başka bir şey yapmıyormuşsunuz.
Yineliyoruz, TİKB, partinin iskeletini, çekirdeğini oluşturacak profesyonel devrimcileri yetiştirmenin neresindedir? İşte bu sorunun gerçeğe çok yaklaşan bir yanıtı daha:
“Örgütsel açıdan büyük bir güç kaybına uğrandığı bir dönemde parti sorununu kapsamlı ve yakıcılaşan bir görev olarak önümüze koyuyoruz. Örgüt çalışmasının eskisine göre bile birçok yönden gerilediği bir dönemde bunun ortaya konulması, güçlüklerimizi daha çarpıcı bir şekilde açığa çıkartacaktır. Konulan görevlerin kapsamlılığı, politikanın pratiğe taşınmasındaki örgütsel yetersizlik ve açı genişliği, bunların yarattığı düşünsel ve ruhsal sıkışmalar, yeni kadroların birikim yetersizliği ve yetiştirilme sorunu, eski ve temel kadrolardaki süreci, görevleri kavramadaki zayıflık ve bunlara yanıt verecek bir dinamizm içerisinde olmayışları (çoğu bu durumdadır) uğranılacak yeni kayıpların yaratacağı sorunlar, bugün ve önümüzdeki süreçte ciddi handikap ve sonuçlar yaratabilme özelliğindedir. Öte yandan bu süreci, parti hedefleri doğrultusunda çok ileriden yarmanın teorik ve örgütsel perspektifine, devrimci özsel yapısına sahibizdir. Zor olacaktır, örgütün güçlerinin şu anki durumu, kısa dönemde hızlı ve sıçramalı bir gelişme olanağı vermemektedir. Ama bu süreçte belirli bir perspektif gelişimi ve buna uygun bir güç birikimi doğmaya başlamıştır.” (abç.) (35)
Bütün bunları söyledikten hemen sonra, TİKB kendine garip bir çıkış yolu döşer:
“Ve şu anda hiçbir örgüt, sorunu, bizim aldığımız kapsamda ve derinlikte almamaktadır. Ve şu anda hiçbir örgüt, güncel-dönemsel bazı sorunlara yanıt arama dışında bitmekte olan bir dönemden yeni bir döneme geçişin sorunlarına, birikegelmiş ve daha temelden yanıtlanması gereken sorunlara çözüm arama ve bulma çabası içerisinde değildir.” (36)
Daha fazla uzatmaya gerek yok. TİKB önderliği kendini ikna etmek ve kadroları yanıltmak için çok çürük dallara sarılmaktadır. TİKB gibi 24 grad saf kan, yegane bolşevik örgütün içine yuvarlandığı durumu mazur göstermek için kendini küçük burjuva, menşevik, sağ oportünist vb. vb. örgütlerle kıyaslama çürük dalına sarılması gerçekten hüzün vericidir. Türkiyeli komünist ve devrimcilerin en zayıf yönlerinden biridir bu, gülerler ağlanacak hallerine. 1991’de kendini kandıran TİKB, yanılgılarından öğrenme yeteneğini gösteremediği için hala kendini kandırmaktan başka bir çıkış bulamıyor. Demek ki, kendini kandırma, kendini üreten kronik bir hastalıktır, bir illettir. İbret alınması ve sakınılması gereken, üstelik bağımlılık yaratan bir hastalıktır.
12 Eylül gericilik ve yenilgi yıllarını takip eden yeniden toparlanmayla birlikte, proletarya hareketinin önderliğini üstlenecek marksist-leninist partinin yaratılması yolunda ‘komünistlerin birliği’ kavranacak halkayı oluşturuyordu. Bu yalnızca “bir düzine akıllı adamı” bir araya getirme sorunu değil, aynı zamanda “bir düzeni akıllı adamın” varlığının da test edileceği denek taşıydı. Proletarya hareketinin en acil ve yaşamsal sorunuydu, devrimci bir önderlikten yoksunluğun aşılması. Bu yolda, hemen ve doğrudan yapılabileceklerin en fazlası, komünistlerin birliği için mücadeleye kilitlenmekti. Günün en kısa zamanda başarılması gereken en devrimci göreviydi bu. Günün stratejik mahiyetteki bu en devrimci görevine sırtını çevirmekle de kalmayan TİKB, komünistlerin birliğine karşı grupçu-gerici bir mücadeleye girişti. Bu gerici-grupçu çabanın öbür yüzü de TİKB’yi kendi kendine yeten bir güç haline getirmek çabasından ibaretti. TİKB büyümeliydi, hepsi bu. Bir bakıma TDKP’nin grupçu-gericiliği ile buluştu. Günün en devrimci görevi karşısındaki bu grupçu-gerici direnci tarih hoş göremezdi, görmedi de. Biz bu devrimci görevi omuzladık ve bu yolda hemen ve doğrudan yapılabileceğin en fazlasını gecikerek de olsa yapmayı başardık. Tarih bizi birkaç adım öne çıkartırken, TDKP’yi yasalcı oportünizm bataklığında boğulmaya mahkum etti. TİKB’ye gelince o, olanca gücünü ve direncini harcayarak ancak kendi limitine gelmeyi başardı; oradan TİKB yapılanışı, kabuğu ve zihniyeti çerçevesinde ileri sıçrayamazdı, tıkandı, kendi kendini zehirlemeye başladı. Ve sonunda kendini zehirleyen virüsleri üreten TİKB’nin evrimi çerçevesinden bakma gaflet, saplantı ve tutuculuğu sürdürülüyor, teorize ediliyor. Oysa dil ucuyla itiraf ettiği gibi, bırakın proletarya hareketine ve devrimin gelişimine önderlik etmeyi, varlık mücadelesi içine itilmiş bulunuyor TİKB.
TİKB’nin kendi evrimi yolundan, proletaryanın öncü politik müfrezesini yaratma yolundaki çabası örgütsel bakımdan, teorisi ve pratiğiyle iflastır. Daha önce meydana gelen bir parti iskeletini yaratma yolundaki başarısızlığın, bu çekirdek etrafında sayısız parti üye ve aday üyesinin kazanılması ve örgütlendirilmesinde yaşandığını vurgulamalıyız. TİKB’nin profesyonel devrimcilik ve üyelik düzeyinde kadro politikası hala ayrışmamıştır. Öyle gözüküyor ki, aslında gerçekte fiilen profesyonel devrimcinin görev ve sorumluluklarını üstlenip taşıyan, ama üye veya aday üye dahi yapılmayan, profesyonel devrimci TİKB sempatizanları (!) vardır. Burada sorunun özünde TİKB’nin mükemmelliyetçiliği, TİKB “kast”ının tabana ve kitlelere derin aydın güvensizliği yatmaktadır.
TİKB’nin geliştirmeye çalıştığı parti teorisinde partinin bir sosyal devrim örgütü olarak vurgulanması, çok özel bir yer tutar. Komünist partiler var olduğundan beri bu daima böyle olmuştur. Burada yeni ve özgün hiçbir şey yoktur. Marksizm bunu teorik olarak zaten ortaya koymuştur. Asıl olan bir sosyal devrim örgütünün hangi yoldan, nasıl bir teorik-pratik çalışma bütünlüğü içinde yaratılacağıdır. Buradan bakıldığında TİKB pratiği umut verici olmak şöyle dursun, iflas etmiştir. Teorik olarak, parti öncesi her komünist örgütlenme bir parti halinde gelişme olanağını şu veya bu ölçüde barındırabilir. Eğer bir parti halinde gelişmezse, bırakın sosyal devrim örgütü olmayı, sözkonusu imkanı sürgit barındırabileceğini/koruyabileceğini sanmak tamamen yanlıştır. Tanrısal ve tılsımlı değillerdir. Tarih, sayısız politik grubu bir parti olamadan kendi göletinde boğulmaya mahkum etmiştir.
Evet, parti öncesi her komünist örgütlenme güçlü ya da zayıf bir komünist partisi olarak gelişme olanağı taşır. Fakat onun partiye doğru gelişimi, evrimi, sıçraması yalnızca kendine bağlı değildir. Uluslararası komünist hareketten, var olduğu topraklarda proletarya hareketinin durumuna kadar, somut siyasal koşullarla vb. bağıntılıdır. Fakat şu da çok temel bir belirleyicidir: Acaba komünist parti olarak gelişme olanağını barındıran, ondan başka parti öncesi çevre, grup, örgüt vb. var mıdır? Eğer birden çok parti öncesi grup, çevre, örgüt vb. varsa, her birinin parti yönünde gelişmesi şu veya bu ölçüde diğerlerinin durumuyla bağlıdır, birbirlerini etkileyeceklerdir. Bu durumda gerçeklere karşı mücadele açanların şu veya bu ölçüde kendine ihaneti yaşayacakları, iddialarına bağlılıklarının erozyona uğrayacağı, teorik tutarlılıklarını yitirecekleri, siyasal sekterizmin gelişeceği vb. söylenebilir. Örneğin birçok parti öncesi grubun bulunduğu koşullar altında, birlik yolundan partiye doğru hamleler yapma istek ve çabası karşısında direnç, direnen grup ve çevrelerde gericileşmeye neden olur. TDKP ve TİKB örneğinde yaşanan da budur. Birliği karşı direniş her iki örgütün bugünkü durumlarını yakınlaştıran, hızlandıran temel bir etken olmuştur.
Burada geçerken TİKB’nin değişik ülkelerdeki komünist partilere ilişkin çok üstünkörü bir inceleme yaptığını belirtmeliyiz. Bu inceleme, o kadar yasak savma kabilinden ve sığdır ki, birden fazla grup, çevre, örgüt vb.’nin bulunduğu ülkelerde, partilerin kuruluşu çalışmasının temel bir ayağını komünistlerin birliği için mücadelenin oluşturduğu sonuç ve genellemesine bile ulaşamamıştır. Belki de, böyle bir gerçeğe dikkat çekmek işine gelmemiştir. Öyle ya, bırakın uluslararası komünist hareketin tarihsel gerçeklerini ve gelişim çizgisinin yasalarını, devrimin yüksek çıkarlarının bile üstündedir TİKB. Hal böyle olunca, “partiyi ve devrimi birlikte örgütlemek” gökkubede hoş bir seda olarak kalmaktadır.
“Halbuki proletaryanın öncü partisi, burjuvazinin iktidarını yıkmaya ve kapitalizmi ortadan kaldırmaya yetenekli yegane sınıf olarak proletaryanın bağımsızlığını koruyabilmek için her şeyden önce ideolojik bir güç olmak zorundadır. Gücü ve etkisi sınırlı, yerel ve dar bir muhalefet örgütünden farklı olarak ülke çapında politik bir etki ve ağırlığa sahip siyasal bir güç olmak zorundadır. Ama o, aynı zamanda, devrimi ve sosyalizmi bir düş olmaktan çıkartıp gerçeğe dönüştürebilmek için, sınıfı ve emekçi kitleleri peşinden sürükleyebilen maddi bir güç olmak zorundadır. Bu üç temel özelliği bünyesinde toparlayamayan bir örgütün, partinin nitelikleri veya devrim ve sosyalizm hakkında söylediği her şey son tahlilde anlamsızlaşır. (Örneğin, 20 yıllık TİKB için durumun hep böyle olageldiği söylenemez mi? -PD) Çünkü dünyayı değiştirme eylemi, maddi sınıf güçleri arasında cereyan eden bir mücadelenin sonucuna göre şekillenir. Bu yüzden, kendisini ‘parti’ olarak tanımlayacak bir örgüt, yaşamın her alanında alternatif politika ve taktiğin uygulanması için gerekli olan maddi siyasal gücü oluşturmayı başarmalıdır.” (37)
İşte TİKB’nin “evrensel” bir önem “kazandığını” söylediği parti teorisinin özeti. Öyle görünüyor ki, TİKB bu ülkede parti tartışmalarının tarihinin bilgisinden oldukça habersizdir. Yukarıda özetlenen kendiliğindencilikle malul mükemmelliyetçi görüş ve teoriler, ‘75-‘76’larda, ‘71 hareketine ilişkin tartışmalarda ileri sürüldü. Çeyrek yüzyıl önceki yanılgıları tekrar etmek, TİKB’nin bahtsızlığı ya da yeteneksizliği kabul edilebilir. Kendiliğindenciliği yalnızca sağ oportünizm ve ekonomizmde görmek, bir TİKB saplantısıdır. Sekterizm ve mükemmelliyetçilik de oportünizmdir, o kadar da değil, kendiliğindenciliğin başka bir versiyonunun dik alasıdır. Parti teorisinde mükemmelliyetçilik ve sekterizm neden kendiliğindenciliktir? Basit ve açık: Çünkü mükemmelliyetçilik ve sektarizm -ki bu ikisinin ilişkisi üzerinde de durulabilir- partinin kuruluşunu bilinmez bir geleceğe atarak, ulaşılmaz bir yere koyarak amaçlaştırır. Oysa parti bir araçtır, amaca ulaşmak yolunda yaşamsal bir araç. 12-13 yıl “küçük” olmanın erdemine inanan TİKB, “artık” kronikleşmiş “küçük”lüğüne kahrediyor, parti olursa “büyük” olur demeye getiriyor. Oysa siyasal/sınıfsal kimliği burjuva da olsa, proleter de olsa, partilerin büyüğü de oluyor, küçüğü de oluyor. Siyasi mücadele tarihi bunların örnekleriyle doludur. Dahası Lenin’in vurguladığı gibi belirli koşullarda küçük partiler de devrime önderlik edebiliyorlar. Çünkü parti her şeyden önce ve esas olarak devrime önderlik ve devrimi örgütleme cevherinin birikimi demektir. Teorinin, sosyal gelişmenin yasalarının, işçi hareketlerinin ve komünist partilerin, devrimlerin ve karşıdevrimlerin deneyimlerinin bilgisinin birikimi olmadan ve işçi sınıfının ileri kesimi ve onun aracılığıyla sınıfın ve sömürülen yığınların devrim ve sosyalizm savaşımıyla pratik bir bağ kurmadan bu düşünülemez. Bu, işçi sınıfı ve emekçi hareketleriyle bağ kurma, yığınları anlama ve nabzını elde tutma, sorun ve taleplerine nüfuz edebilme yeteneği ve politik deneyim demektir. Bu cevher, partinin yeni durumlarda, gelişiminin yeni evrelerinde kendini yeniden örgütleyebilme, düzgün bir parti işleyişi yaratma ve keza işçi sınıfı ve emekçi yığınları örgütleme ve yönetme yeteneği birikimi demektir. Sınıf savaşının çok değişik koşullarında pişme, savaş deneyimi ve yığınları anlama, dönüştürme, yönetme bilgi ve deneyimini biriktirme demektir. Ve hatta Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik partisinde bile, başlangıçta bütün bunlar gelişmiş halde bulunmaz, bulunmuyor. Bolşevizm bir siyasi akım olarak 1903’te (1900-1903) doğmuş, ancak 1912’de ayrı bir parti olarak örgütlenmiştir. Ama Bolşevizm, Şubat devriminde önderliği üstlenememiştir. Şubat devrimi pek çok devrim gibi kendiliğinden patlak vermiş, Menşevikleri ve Sosyalist Devrimcileri sonuçta önderliğe taşımıştır. Ama herkesin küçük olduğunu kabul ettiği bu parti, tarih saati geldiğinde Ekim’in hazırlık ve önderliğini üstlenmeyi başarmıştır.
Evet doğru, parti “ideolojik bir güç” olmalıdır. Fakat “sınıf olarak proletaryanın bağımsızlığını korumak” nedir? Bundan ne anlıyorsunuz? Muğlaklık, her çeşit oportünist yaklaşımı gölge gibi izler. Her şart altında proletaryanın bağımsız çizgisinin, yani sınıf çıkarlarının teorik ve pratik olarak tutarlı ve kararlı savunusundan/temsiliyetinden sözetmek gerekir. Bu temeldeki faaliyetleri ile parti, proletaryanın burjuvazinin hegemonyasından ve ona politik bağımlılık ve yedeklenmeden kurtarılması, ayrı, bağımsız politik bir sınıf partisi olarak örgütlenmesi için mücadele eder. Öyle ki, uzun yıllar bağımsız proletarya hareketi ile burjuvaziye bağımlı (kendiliğinden) proletarya hareketi yan yana var olabilir.
Kuşkusuz, parti “siyasal bir güç” olmak zorundadır. Daha doğrusu her partinin siyasal bir gücü vardır. Partinin kurulması için değil, ama sınıf mücadelesi bakımından vazgeçilmez hale gelebilmesi için anlamlı bir politik güce ulaşması gerekir. Nedir bu anlamlı politik güç? Politik mücadelede “anlamlı güç”, politik çatışmaların gidişatını, yönünü etkileyebilecek bir kuvvet düzeyidir. Sınıf mücadelesinin gidişatını etkileme kuvvetine sahip olamayan “politik kuvvetler”, soyut ve teorik olarak yine de politik bir güçtürler, ama sınıflar arasındaki siyasal mücadele bakımından “anlamlı” değildirler, ihmal edilebilecek “güç”lerdir. Anlamlı bir politik kuvvet düzeyine ulaşamayan hiçbir parti, hızla gelişemez, toplumsal bir çekim merkezi haline gelemez.
Her belirli nitelik ancak belirli bir nicelik düzeyi içinde tezahür edebilir. Parti bir bakıma bir niteliktir ve onun bu niteliği işçi sınıfına ve diğer sömürülenlere politik önderlik düzeyinde kendini ortaya koyar, somutlaşır. Demek oluyor ki, parti düzeyinde bir önderlik yeteneği ancak kadrosal-örgütsel ve kitle ilişkileri, etkisi ve desteği bakımlarından belli bir niceliği aşması durumunda açığa çıkabilir. Bu nicelik bileşim ve düzeyi ise ancak nitelik bakımdan, yani çok somut ve çok pratik olarak “önderlik yeteneği”nde ölçülüp test edilebilir.
İşte, işçi sınıfı hareketi ile bilimsel sosyalizmin birliğini kurmak için sistematik bir çaba harcaması ve işçi sınıfı içindeki siyasal çalışmayı ve bu sınıfın ileri kesimini komünizme kazanmayı dikkatinin odağına yerleştirmesi gereken komünist hareket, kendisini böyle bir politik önderlik yeteneğiyle donatacak, aksi takdirde sözde bir parti olmanın ötesine geçemeyecektir. Lenin, Üçüncü Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada şunları belirtiyordu:
“Kapitalizme karşı zafer kazanmak, öncü (Komünist Parti), devrimci sınıf (proletarya) ve kitleler, yani emekçilerin ve sömürülenlerin tümü arasında doğru ilişkilerin kurulmasıyla gerçekleşebilir. Sadece komünist parti, eğer devrimci sınıfın gerçekten öncüsü ise, bu sınıfın seçkin temsilcilerinin tümünü içine alıyorsa, eğer sebatlı devrimci mücadelenin deneyimi ile eğitilmiş ve çelikleşmiş, tamamiyle bilinçli ve sadık momünistlerden meydana geliyorsa ve eğer kendisini sınıfının bütün hayatıyla ve bu yoldan sömürülen kitlenin tümüyle ayrılmaz bir şekilde bağlamayı ve bu sınıfın ve bu kitlenin güvenini tamamen kazanmayı başarmışsa; ancak böyle bir parti, kapitalizmin bütün güçlerine karşı girişilecek nihai, en amansız ve tayin edici mücadelede proletaryaya liderlik etme yeteneğine sahiptir.” (Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 117) Ama, herhalde komünist partisi, Lenin’in tanımladığı bu özellikleri nispeten uzun bir süre içinde ve sınıf mücadelesinin ateşinde çelikleşerek edinecektir.
Daha kurulduğu “an”da partiyi olmuş bitmiş, tamamlanmış gören bakış açısı tarihsel materyalizmin dışındadır, idealist ve metafiziktir. Partiler kurulduktan sonra da bütün yaşamları boyunca önceden kestirilemeyecek sayısız gelişim aşamalarından geçerler.
TİKB’nin parti teorisi, “parti bir siyasal güç olmak zorundadır” derken, politik gücün belli bir düzeyini, “ülke çapında politik bir etki ve ağırlığa sahip” olanını baz alıyor, tarif ediyor. Fakat bu da açıklanmaya, aydınlatmaya muhtaçtır. “Ülke çapında bir etki ve ağırlığa sahip” olmak ne demektir? Genel geçer ölçüsü var mıdır bunun? Örneğin, Türkiye gibi bir ülkede, deyim uygunsa İstanbul’la “sınırlı” herhangi bir devrimci, burjuva ya da faşist parti, pekala ülke çapında “etki ve ağırlığa sahip” olabilir. Öyle “an”lar olabilir ki Ankara’yı ve bütün Anadolu’yu sarsabilir. Mükemmelliyetçilik, partinin siyasal bir güç olma özelliğinin tanımlanmasında da muğlaklıkla el ele gitmektedir. Çok muhtemeldir ki, TİKB “ülke çapında bir etki ve ağırlık” derken mükemmelliyetçi görüş açısıyla utangaçça ülke çapında örgütlenme zorunluluğunu sözkonusu yapmaktadır.
“Sınıfı ve emekçi kitleleri peşinden sürükleyebilen maddi bir güç olmak zorundadır” derken, partinin “politik bir güç” olmaktan ayrı olarak, herhalde örgütsel bir güç de olması “zorunluluğu” vurgulanmak isteniyor. Zira, “politik bir güç”ün de “maddi bir güç” olduğunu hemen vurgulamalıyız. Bu durumda “maddi bir güç” olsa olsa örgütsel bir gücü vurguluyor olabilir. Yalnızca partilerin değil, henüz partileşememiş örgütlerin de “maddi bir gücü” vardır. Fakat tabii ki, partiye göre genellikle sınırlıdır. Bu sınırlılık, parti düzeyinde bir önderliğin ortaya çıkmasını sağlayacak niceliksel düzeyin altındadır.
Parti demeye layık örgütsel “maddi bir güç” nedir? Örgütsel sürekliliği, yani işçi sınıfı başta gelmek üzere emekçilere önderlik iddiasına denk düşen ideolojik-politik ve örgütsel çalışmanın pratik devamlılığı ve ilkelerin istikrarını sağlayacak, “bir düzine akıllı adamın” omurgasını/çekirdeğini oluşturduğu, parti biçiminde birleşmiş ve parti tarzında işleyen bir örgütler sistemidir.
“Maddi bir güç” konusunun da oldukça muğlak olduğunu vurgulamalıyız. Çünkü burada da “maddi bir gücün” niteliği değil, niceliği tarif edilmektedir. “İşçi sınıfı ve emekçi yığınları peşinden sürükleyebilen”den kim ne anlamaktadır? Örneğin 1905 şurada kalsın, 1917 Şubat’ında Bolşevik Parti Sovyetler’de %5’lik bir desteğe sahipken, “işçi sınıfı ve emekçi yığınları peşinden sürükleyebilen” “maddi bir güç” müydü, yoksa “peşinden sürükleye”meyen “maddi bir güç” mü? Vurgulamak istediğimiz şey şu; “peşinden sürükleme” oldukça görelidir, değişkendir. Hatta parti, işçi sınıfı ve emekçilerin en büyük kitlelerini belli bir uygun anda peşinden sürükleyebilir, ama bir başka durum ve dönemde sürükleyemeyebilir de.
TİKB, “kendisini ‘parti’ olarak tanımlayacak bir örgüt, yaşamın her alanında alternatif politika ve taktiğin uygulanması için gerekli olan maddi siyasal gücü oluşturmayı başarmalıdır” derken, idealize edilmiş mükemmelliyetçi parti anlayışı iyiden iyiye su yüzüne çıkar. “Oluşturmayı başarmalıdır” derken, “oluşturmuş olmalıdır” demek istediği çok açıktır. Buradan politik niteliğin bir düzeyi olarak parti değil, partinin politik kuvvetinin gelişkinlik ve büyüklüğünün ileri bir düzeyi olarak parti tanımı geliştirilmektedir. Mükemmelliyetçilikle idealize edilen ve ulaşılmayacak bir yere konan parti, parti düşüncesinin bir başka biçimde reddedilmesidir. TİKB, varlığının ilk 12-13 yılında düpe düz partisizliğin teorisini yapmış, 1991’de bunu bir ölçüde değiştirmeye yönelmiş ve ‘91-‘97 arasında 6-7 yıllık dönemde değiştirerek, diğer uca, partiyi idealize eden mükemmelliyetçi kendiliğindenciliğe ulaşmıştır. “Küçük”lüğü, savaşçılıkla doldurarak idealize eden TİKB, şimdi büyüklüğü idealize etmektedir, fakat hala parti sorununa nitelik düzeyinde yaklaşmayı başarabilecek bir kavrayışa ulaşamamıştır. Zihniyet aynı yerde durmaktadır, teori TİKB’ye uydurulmaktadır. Bunun adı, teoriye keyfi, seçmeci oportünist yaklaşımdır.
TİKB’nin ileri sürdüğü idealize edilmiş, muğlak ve mükemmelliyetçi parti görüşü, marksist teoriden ya da onun geliştirilmesi yolundaki çabalardan doğmuş değildir, “Küçük ama çelikten bolşevik bir müfreze”, ne kadar grup zihniyetinin eseriyse, aynı şey bugün öne sürülen yukarıda üzerinde durduğumuz parti teorisi için de geçerlidir. TİKB kendi durumunun teorisini yapmaktadır. TİKB imajcıdır, parti sorununda da TİKB yaparsa, farklı yapar demeye getirmektedir. İkinci olarak, TİKB son yıllarda müthiş bir dış baskılanma altındadır. Birlik mücadelesinin ve birlik devriminin zaferi onun en büyük handikapıdır. Son yıllarda Ekim çevresinin, partiyi kurduk, kuracağız çabaları da TİKB’yi etkilemektedir. Örneğin, 1990’larda parti sorununu bu kadar acil ve yakıcı görmezken bugün yoğunlaşan parti vurgusu, bir bilinç sıçramasından çok bu tür dış sebeblerin ve iç gereksinmelerin bir sonucudur. İç gereksinimle özel olarak örgüt motivasyonunu kastediyoruz. Üçüncü olarak, çok açıktır ki, TİKB bugün partiye 1991’den veya ‘93-‘94’den daha yakın değildir. Yani TİKB’nin parti hedefinden pratik olarak, fiziken ve fiilen uzaklaşmış olması; mükemmelliyetçi, kendiliğindenci bu parti teorisini geliştirmesine kaynaklık etmektedir.
“Proletaryanın sosyal devrim örgütü olarak öncü parti düşüncesinin, yaşamın her alanında burjuvazinin iktidarına ve kapitalizme alternatif olma iddiasını taşıyan bir örgüt olarak örgütlenmesi düşüncesine taşınması, parti anlayışımızın sıçratıldığı yeni düzlemin ayırt edici özelliğini taşıyor.”(38)
Bu propagandadan şu sonucu çıkartıyoruz. Demek ki, bugüne değin bu anlayışa sahip değildiniz, demek ki, teorik ve pratik çalışmalarınızı bu anlayış yönetmiyordu. Evet, sizin için yeni bir düzey olduğunu kabul ediyoruz. Ama kafanızı kaldırıp dışınızdaki gerçekliği görme yeteneğini de göstermelisiniz.
Bu arada birkaç paragraf önce yazılan şu satırları da hatırlatmak isteriz:
“Bu konudaki bir diğer ayırım noktamız, parti öncesi çekirdek örgütlenme ile hedeflenen partinin özsel nitelikleri arasında tam bir uyumun olması zorunluluğunun savunulmasıdır.”(39)
Çocuklar daima büyükleri taklit eder, büyüklere benzemeye çalışırlar. Çünkü, büyüklerde kendi geleceklerini görürler. Parti öncesi grup, çevre, örgüt vb. için de geçerlidir bu. Her bakımdan partiye benzemeye çalışırlar, bu yalnızca taklit değil, ama gelişme ve olma isteğidir, hatta gelişmelerin yasasıdır bu. TİKB’nin hiç değilse 12-13 yıl böyle bir savunu içerisinde bulunmaması şöyle dursun, böyle olmama, “küçük ama çelikten Bolşevik bir müfreze” tanım ve formülüyle teorize edilmiştir.
TİKB Programının İktidar Hedefine Not
Program ve iktidar sorunu, antiemperyalist demokratik devrim ile sosyalist devrim arasındaki ilişki vb. temel sorunlar, TİKB’nin içerisinden geçtiği sürecin tartışma konuları arasında yer almıyor. Fakat TİKB Tüzüğü’nün 1. Bölümü “Örgütün Amaç ve İlkeleri” başlığı altında özet program sunuyor. Burada, TİKB ile genel olarak program tartışmasına girmek gerekmiyor. Eski TİKB programıyla kıyasla, değişenleri ve değişim yönünü de inceleme ve tartışma konusu yapmayacağız. Her şeyin yerli yerinde durmadığı kesin olsa da, burada amacımızın sınırlılığını vurgulamak istiyoruz.
‘89-‘90’larda komünist hareket içinde iktidar sorunu, antiemperyalist demokratik devrim ile sosyalist devrim ilişkisi ve “özgül biçim” sorunlarının ideolojik mücadele ve komünistlerin birliği, güncel görevleriyle ilişkilendirilerek tartışıldığını hatırlatmak gerekiyor. Bu tartışmalarda TİKB’nin “özgül biçim” sorununu, Engels, Lenin ve Stalin gibi algılamadığı sergilenmiştir. Bununla da bağlı diğer bir temel eleştiri ise, TİKB’nin kesintisiz devrimi Lenin gibi kavramadığı, her ne kadar antiemperyalist demokratik devrimden söz etse de aslında demokratik devrimin görevlerini de üstlenen proletarya diktatörlüğünü öngörmesidir. Dolayısıyla, onun konumunun daha çok, antiemperyalist demokratik devrimin görevlerini de yerine getirecek bir sosyalist devrim savunan Ekim çevresinin konumuna benzediği ve bu görüşüyle de TİKB’nin özünde klasik asgari ve azami program ayrımını reddettiğini söylememiz gerekir. Bu sorunlarda TİKB TP sürecinin sunduğu sınırlı verilere değinmeyi gerekli ve yararlı buluyoruz.
Birinci veri üzerinde daha önce durduk. TİKB, “içeriksel bakımdan ise, belirli biçimler içine sıkışmış antifaşist direnişçilikle karakterize olan bir devrimcilik anlayışının sınırlarına dayan”dığını vurguluyor. Bu, TİKB’nin ya da bir başkasının istek, niyet ve iradesine bağlı değildir. Türkiye’de hala ufkunu antiemperyalist, antifaşist, antisömürgeci görevlerin belirlediği, bir ölçüde kapitalizme de karşı çıkan, ama genel olarak antikapitalist, proleter sosyalist perspektif ve yönelimden yoksun devrimciliğin toplumsal koşulları ortadan kalkmış değildir. Yani hala kentin ve kırın küçük burjuva yığınlarının devrimci bir rol oynama imkanı vardır. Bu olanağın “sınırına” gelindiğine tekabül eden analizlerin ayağı, ne Kürdistan ve ne de Türkiye toprağına basmaktadır. Bu yaklaşım doğası gereği, kaçınılmaz olarak antiemperyalist, antisömürgeci, antifaşist güncel ve yakıcı demokratik görevleri küçümseyecek sekter bir politikaya açılan bir yoldur.
“TİKB… Asıl amacını oluşturan sınıfsız komünist topluma, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin ekonomik ve siyasi egemenliğini proletaryanın önderliğinde şiddete dayanan devrimle yıkarak, proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmin inşası yoluyla ulaşılacağının bilinciyle hareket eder. Antiemperyalist demokratik devrim görevlerini leninist kesintisiz devrim ışığında sosyalist amaçları doğrultusunda çözer. İşçi sınıfı ve ezilen emekçi yığınların, sınıfsal ve ulusal, dinsel-mezhepsel veya cins ayrımcılığına dayalı her türlü baskı ve sömürüye, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelelerine bu temel perspektif ışığında öncülük ve önderlik yapar.” (40)
TİKB Programı, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin siyasi egemenliğinin karşısına, proletarya diktatörlüğünü koyduktan sonra, “leninist kesintisiz devrim”den söz etmesi; antiemperyalist demokratik devrim-sosyalist devrim ilişkisi bağlamında anlamsızdır. Böyle bir “leninist kesintisiz devrim” şeması, hipotezi sözkonusu değildir. Lenin’e maledilen bir TİKB görüşüdür ve tabii nasıl bir devrim planı kuracağı TİKB’nin kendi bileceği iştir. Sorunun bir yanı leninist kesintisiz devrim anlayışı ise, diğer yanı da Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gerçekleridir.
Leninist kesintisiz devrim anlayışı, demokratik devrim döneminde şu veya bu biçimde bir proletarya diktatörlüğü öngörmemesiyle, troçkist “sürekli devrim” teorisinden ayrılır. O, menşeviklerin mademki demokratik devrim aşamasındayız o halde burjuvaziyi iktidara itmeli, proletaryaya ona yedeklik ve yamaklık yaptırmalıyız görüşünü de reddeder. Lenin gerçekçiliği menşeviklerden de, troçkistlerden de ayrıdır. “Proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü”nü öngören Lenin, proletaryanın demokratik devrimde devrimci bir rol oynayarak köylülükle, devrimin hazırlığı sürecinde, devrimde ve devrimin zaferi demek olan devrimci iktidarda, “devrimci yoldaşlığını”, ittifakını öngörür. Devrimde hegemonya, öncülük proletaryada olmalıdır. Kuşkusuz bugün Rus köylüsüne benzer bir köylülük yok. Fakat şehirlerde proleter olmayan emekçi küçük burjuva yığınlar, büyük bir toplumsal güç oluşturuyor. Kırda hala devrimci bir rol oynayabilecek toplumsal kuvvetler var. Demokratik devrimci bir potansiyel taşıyan kırın ve kentin proleter olmayan toplumsal kuvvetleriyle (ve onların politik temsilcileriyle) stratejik ittifak yapmadan ve bu stratejik ittifaka denk düşen bir devrimci iktidarı öngörmeden antiemperyalist demokratik devrim başarılamaz. TİKB, kesintisiz devrimin ilk adımında proletaryanın, emperyalizme, faşizme, işbirlikçi tekelci kapitalizme karşı mücadelede kır ve kentin küçük burjuva toplumsal kesimleriyle iktidar ortaklığını da kapsayan devrimci bir işbirliğinin önem ve olanaklarını alabildiğine küçümsemektedir.
Antiemperyalist demokratik devrimden, “leninist kesintisiz devrim”den söz eden TİKB, kendi durumunun çelişkisinin ve yarattığı tehlikenin bilincindedir;
“Yalnız, sosyalizmi hedefleyen tutarlı bir toplumsal devrimcilik, mekanik ve slogancı bir ‘sosyalist devrimcilik’ tezahürü olarak çıkan bu eğilim, devrimin bu kez antiemperyalist demokratik görevlerine uzak ve kayıtsızdır. Genel bir sosyalizm propagandası ve temel sloganların yinelenmesi ile yetinen bir faaliyet anlayışına sahip olduğu için ne gelişkin bir siyasal taktik önderlik yeteneği sergilenebilir ne de bizzat işçi sınıfı içinde bile geniş kitleleri örgütleyebilir.”(41)
Doğru fakat, “mekanik ve slogancı” tanımları reddeden TİKB’nin yumuşatılmış ve utangaç sosyalist devrimciliği ile, Ekim, SİP vb. akımların sosyalist devrimciliği arasındaki ayırımın hiç de derin ve kesin olmadığını, dahası ilkesel bir temele dayanmadığı görülüyor. “Antiemperyalist demokratik görevlere uzak(lık) ve kayıtsız(lık)”, yalnızca “sosyalist devrim”e mekanik ve slogancı yaklaşmaktan değil, daha temel bir nedenden, birinci adımı antiemperyalist demokratik devrim olan, kesintisiz devrim anlayışının doğru kavranmamasından kaynaklanıyor. Kürt ulusal kurtuluşçu devriminin patlak vermesiyle başlayan antiemperyalist demokratik devrimin aciliyeti ortadayken, ne olursa olsun proletarya diktatörlüğünü öngören utangaç sosyalist devrim stratejisi, leninist kesintisiz devrimin dolaylı reddi olmanın ötesinde en yakıcı, can alıcı güncel devrimci görevlerden bir biçimde yan çizmektir.
TİKB’nin antiemperyalist, antifaşist vb. demokratik görevlere, diğerlerine göre çok daha duyarlı olması bu gerçeği değiştirmiyor. Ve şöyle diyor “Sonuç Bildirgesi”:
“Sosyalist bir toplumsal model geliştirip bunun gerçekleştirilmesine öncülük edebilecek tek sınıf, kapitalist sömürünün en özsel biçimiyle karşı karşıya bulunan ve kendi kurtuluşuyla diğer sınıfların kurtuluşuna da önderlik edebilecek yegane sınıf olan proletaryadır. Onun için örgütümüz, genel bir “halkçılık” veya “toplumculuk”ta ifadesini bulan şekilsiz küçük burjuva formülasyonlara karşı proletaryanın hegemonyasını ve proletarya diktatörlüğünü, devrimin kesintisiz gelişimi ve sosyalizme ulaşmanın yegane biçimi ve güvencesi olarak görmektedir.” (42)
Eğer, proletaryanın hegemonyasının ötesinde “proletarya diktatörlüğünü” öngörüyorsanız, neden “kesintisiz devrim” kavramıyla oynuyorsunuz ki? Niçin kavram kargaşası yaratıyor ve bundan medet umuyorsunuz?
Kürdistan’da patlak veren ulusal kurtuluşçu devrimin de sarih biçimde ortaya çıkarttığı gibi, gündemde olan bir halk devrimidir. Devrimin halkçı karakteri, ona ne proletaryanın damgasını vurmasının önünde engeldir, ne de proletaryanın hegemonyası ve sosyalizm için mücadele eden komünistlerin halkçılık yapmasını gerektirir. Toplumsal sınıflar arasındaki temel ilişkilerde köklü bir altüst oluş yaşanmadığı sürece, halkçı devrimcilik için devrimin ilk adımının görevlerinin karakteri nedeniyle az çok güçlü bir toplumsal temel bulunacaktır. Bu durum, komünistlerin proletaryanın halkçılık içinde erimemesi, proletaryanın bağımsız örgütlenmesi, sosyalist siyasal gelişimi ve devrimde proletaryanın hegemonyası için var güçleriyle çalışmalarını, antiemperyalist demokratik devrimin hızla sosyalist devrime dönüşmesinin maddi koşullarının gelişkinliği gerçeğinden hareket etmelerini gerektirmektedir.
Hizip sorunu ya da “TİKB(B)”
TİKB içerisinde “hizip”leşmelerin yaşanıp yaşanmadığını açıklığa kavuşturup karar vermek, kuşkusuz ki muhataplarının bir sorunudur. Bununla birlikte biz yine de tarafsız değiliz. Öncelikle neyin tarafında olduğumuzu belirtelim.
İlkin biz, herhangi bir devrimci örgütte, normal koşullarda olduğu gibi bunalım dönemlerinde de, bütün kurum ve kadroların iç hukuka kesinkes bağlı kalmasının yanındayız. Bu, sorunların yegane sağlıklı çözüm yoludur.
İkincisi, eğer bir hukuk yetmezliği varsa, böyle bir durumda, yürürlükteki hukuka dayanarak, onun gösterdiği yöntemlerle, hukuk boşluğunun meşru yollardan doldurularak, yine tüm kurum ve kadroların inşa edilen hukuka bağlı kalmasından yanayız. Eğer bu da olanaklı değilse meşru yol ve yöntemlerle, örgüt iradesine dayanılarak inşa edilecek hukuka bağlı kalınmalıdır. Çifte standart, keyfilik, hukuk dışı açık ya da gizli ilişkiler, devrimci etikle bağdaşmayan, sorunların kendisinden, düşünce ayrılıkları ve farklı ideolojik-siyasi yönelimlerden daha tehlikeli ve yıkıcıdır. Güven duygusunu, devrimci morali, disiplin ve işleyişi bombardıman eder, ortamı zehirlemekle kalmaz, kişilerde de muazzam devrimcilik erozyonunu hızla getirir. Sorunların, ayrılıkların kendi zemininde ele alınmasını ve çözümlenmesini önler, devrimci değerlerin yıpranmasını, deformasyonunu getirir.
Karşılıklı “hizip” iddia ve suçlamaları bakımından TİKB’nin bazı gerçeklerinin gözönünde tutulması gerekir. İlki, TİKB’nin daha önce var olduğu söylenen Tüzüğü’nün, örgüt içi mücadele konusunda bir iç hukuku kapsayıp kapsamadığıdır. Bunu bilmiyoruz, fakat büyük olasılıkla iç mücadele için anlamlı bir hukuk inşa etmemiştir TİKB’nin ilk tüzüğü. İkinci olarak, TİKB kayda değer bir örgüt içi mücadele (ve iç demokrasi) kültür ve deneyimine sahip değildir. Yani hukuku olmadığı gibi, kendi yaşamından kaynaklı olumlu gelenekleri de yoktur, iç mücadele bakımından. Son olarak, çevreci “kast” sistemi, etki ilişkileri ve kişisel güvene, merkezin keyfiyetine dayandığı için doğası gereği özünde hizipçiliğe açık ve çevreci bir karakter taşır.
Bütün bunlar nedeniyle şu çıkarsamada bulunabiliriz:
TP öncesi ve ilk döneminde oluşan kaotik ortam nedeniyle önderlik bunalımının en şiddetli noktasında her düzeyde hizipçiliğin uç vermiş olması tamamen olanaklıdır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi “hizip” iddia ve suçlaması karşılıklıdır. Her iki tarafın açıklamalarına başvurmakta yarar var. Daha önce yer yer TİKB’nin bu yöndeki iddialarının bazı unsurlarını yansıtmıştık. Buraya “Hizipçilere Son Çağrı” başlıklı MK açıklamasından bazı pasajlar aktarabiliriz:
“Başlangıçtaki geri kaotik ortam ve bunun içerisinde ortaya çıkan sağlıksız ilişkiler, parti yöntemlerinin geliştirilmesi ve hakim kılınmasıyla, sürecin siyasallaşmasıyla aşıldı. Siz ise, çevreci tarzda başlattığınız ilişkilerinizi, TP zemininde önce bir grup tutumuna, giderek de hizipçiliğe çevirdiniz… Kendi aranızdaki iç ilişkileri güçlendirirken öte yandan henüz görüşleri kesinlik kazanmamış yoldaşları tam bir çevreci hizipçi düşünüş tarzıyla etkilemenin, kanal yaratmanın yollarını aramaya giriştiniz… Her sorunu -en büyük eksikliklerimizin olduğu konular dahil- örgüt sorunu olarak kavrayarak, örgütün temel çizgisine bağlı kalarak politik ve örgütsel irade birliğini ve ruhsal birliği koruma ve güçlendirme temelinde çözmek düşünce ve pratiğiyle hareket etmek yerine, gittikçe derinleşen bir örgüt dışı düşünüşle ve kendinize alan açma tutumuyla ele aldınız. Hizipçi mantığınız niyetlerinizin de önünde yürümeye başladı… Hizipçi düşünce ve pratiğiniz, fiilen ve ruhen örgüt yıkıcılığına, dağıtıcılığına dönüştü.”
“Örgütümüzün politik ve örgütsel iradesi, Sonuç Bildirgesi’yle karar düzeyinde ortaya çıkmıştır. Silik oportünist görüşleriniz, keskin lafazanlığınız ve inkarcılığınız, sağ tasfiyeciliğe sıçrayan otzovizminiz, demokratizminiz, küçük burjuva bir sapma olarak 3. Konferans tarafından mahkum edilmiştir.”
“Hizip”çilik ile suçlanarak TİKB’den atılanların itiraz ve düşüncelerine yöneltilen tanım ve sıfatlar yerinde ve doğru mu? Henüz bunun verilerine sahip değiliz. Çok ihtiyatlı yaklaştığımızı ise belirtmek bile gerekmez. Bu bakımdan TİKB’nin iddialarını yansıtmakla kendimizi sınırlandırıyoruz.
Fakat şu “örgüt dışı düşünüş” kavramına parmak basmak zorundayız. Burada, örgüt fetişizmi her çeşit eleştiriyi imkansız kılacak bir ideolojik silaha dönüşüyor. Marksist-leninist parti ve örgütlerde düşünce ayrılıkları kaçınılmazdır. Bu bazı kadroların örgütten şu veya bu sorunda farklı düşünmesinden başka bir anlama gelmez. Farklı düşünceler olmadan eleştiri ve tartışma olmaz. Bunlar olmayınca da örgüt ortamı çoraklaşır, kurur. “Örgüt dışı düşünüş” kavramı bu nedenledir ki, örgüt fetişizmi olmanın yanısıra gericidir.
TİKB’nin “hizipçilik” suçlamasının muhataplarının görüş ve açıklamalarının üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.
“Özünde ‘Tartışma Süreci’ olan ama ‘Kongre niteliğindeki Konferans’ denilerek ilan edilen 3. Konferansı tanımadık ve Şubat ayı içerisinde 3. Konferansımızı örgütleyerek, adımızı TİKB(B) -Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (Bolşevik)- olarak değiştirdik.”
İlkin, buradan “TİKB 3. Konferansı”nı tanımayarak ayrıldıkları anlamı çıkıyor. İkinci olarak “tanımama”nın sözkonusu üyelerin ortak kararı olduğu anlaşılıyor. Ki bu da, TİKB içinde bir gruplaşmanın olduğunun itirafı niteliğindedir. “Ayrılmadan” ziyade bir dışlamanın, “tasfiyenin” olduğu açık. “Tasfiyeciliğe karşı olan Konferans delegeleri, 28 Şubat 1998” tarihli “açıklama”larında bunu kabul ediyorlar.
“Örgütümüz TİKB içinde Eylül 1995 tarihinde iyice su yüzüne çıkan sorunlar üzerine bir ‘Tartışma Süreci’ başladı. ‘Tartışma Platformu’ (TP) oluşturularak başlayan süreç, kuralsız bir savaş yürütülerek eleştirilerinde ısrarlı olan komünistlerin tasfiye edilmesiyle bitirildi. 3. Konferans gibi gösterilen bu tasfiye hareketi, gerçekte TİKB’nin tasfiyesinden başka bir şey değildir.”
Bir başka belgede ise, “Bir kez daha böyle bir kopuşun tercihimiz olmadığı, bir dayatma ve zorunluluk sonucu gerçekleştiğinin altı çizi”liyor.
TP’nin altı delegesinin TİKB’den ihracı bir tasfiye olarak kabul edilse bile, bunun TİKB’nin tasfiyesi anlamına gelmeyeceği çok açıktır. Bu arkadaşların TİKB’nin tasfiye edildiği, gerçek TİKB’yi kendilerinin temsil ettiği vb. yolundaki iddiaları, kendilerinin duruşu ve yönelimlerini değerlendirmek bakımından dikkate değer bir veri olmakla birlikte, tamamen zorlama ve anlamsızdır. “Adımızı … değiştirdik” iddiası, bütünüyle sanal bir durumdur. Kendinize “TİKB(B)” isminizi koyabilirsiniz, fakat bunu “TİKB ismini değiştirmek” diye sunarak alemi aptal yerine koymanın da alemi yoktur.
TP üyelerinin çoğunun değil de %20’sinin TİKB’yi temsil ettiğini düşünmek ve kabul etmek olanaksızdır. TİKB kastının bu kanadının TİKB gerçekliğine ve kendilerinin içine yuvarlandığı açmazı anlamak yerine “gerçek TİKB biziz”, “TİKB tasfiye edildi” vb. subjektif tanımlara sığınmalara tamamen boş bir çabadır. Ancak biz TİKB kastının bu kesiminin iddialarını aktarmayı sürdürelim.
“TP’nin başında tartışmanın sağlıklı yürütülmesi için alınan ilke kararları bir bir ihlal edilmeye başlandı. TP’ye katılan yoldaşların süreç bitene kadar görev ve sorumluluklarından alınmayacağı kararı ilk çiğnenen oldu. Blok eleştiri getiren temel komiteler dağıtıldı. Keza TP’ye katılan yoldaşlar arasında görüş alış-verişi serbestisi, “hizip” suçlamalarına dayanak yapılarak kesildi. “Hizip” suçlaması ile yönetici yoldaşlar daha alt düzeyde görevlerle sınırlandırıldı. Tasfiyenin yolları daha o günlerden adım adım döşendi. Öte yandan “hizip” yaygarası altında MK, ‘merkez hizibi’ gibi çalışıyor, MK tarafı görülenlere ayrıcalık tanıyor ve üst kademelerde konumlandırıyor.”
“TP’nin ilk üç ayındaki canlı tartışma isteği ve örgütü sahiplenme duygusu, karşı saldırı ve yıpratmalarla tuzla buz edildi. Tartışma, ikna süreci yaşanmadan “taraf”, “hizip” suçlamaları ile süreç bıçak gibi kesildi. Hiçbir kanıt, belge ve yüzleştirmeye dayanmayan, buna gerek de duymayan bir kural tanımazlık ve hukuksuzluk örneği sergilendi. İki yıl boyunca salt dedikodu ve çarpıtma ile sözde “çoğunluk” yaratılma çalışıldı. TP, tartışma organı olmaktan çıktı, “hizip mi, değil mi?” referandumuna dönüştü.”
“Oysa her şeyden önce hizip yapmayı gerektirecek hiçbir durum sözkonusu değildi. Birinci olarak, ideolojik-siyasi bir ayrılık yoktu. İkincisi, ortaya koyduğumuz görüşler örgütün çoğunluğunun görüşleri haline gelmişti. Üçüncüsü, oluşturduğumuz platformda düşüncelerimizi tüm açıklığı ile ortaya koymuştuk.”
“Asıl sorun, görüşlerimizin doğruluğu ve örgütün ezici çoğunluğunca ifade edilmesi üzerine MK’nın yaşadığı panikti. Eleştirileri çok yanlış bir şekilde saygınlıklarının sarsılması olarak değerlendirdiler ve kişiselleştirdiler.” (Adı geçen açıklamadan)
“İkinci olarak, 2. Konferans’tan bu yana örgütsel gelişimimiz ele alındı. Örgütsel gelişimimizin ‘93-’94 yıllarına kadar ivmelendiği ve o yıllarda 2. Konferans’ın hedeflerine ulaşıldığı saptandı. Ancak zamanında Konferansın yapılamaması, ardından ‘94 operasyonu ve dışarıda merkezi bir örgütlülükten yoksunluk yerel düzeyde alınan darbelerle örgütsel boşluk ve kargaşa dönemi başladığı belirlendi. ‘94 sonrası dönemsel politika ve taktiklerin yaşama geçmeyişi, sözle eylem uyumsuzluğunun başlaması ve bunlarda görülen ekonomizm-legalizm kayması ile atbaşı giden birçok değer ve geleneğin erozyonu gibi komünist bir örgütte kabul edilemez gelişmeler yaşandı; bunun üzerine başlayan ‘Tartışma Platformu’ sürecinde ise haklı eleştiri ve uyarılarda bulunan yoldaşlara karşı yürütülen kuralsız savaş ile tasfiyecilik sürecinin fiziki tasfiye ile tamamlandığı görüşünde birleşildi. Bir kez daha böyle bir kopuşun tercihimiz olmadığı, bir dayatma ve zorunluluk gerçekleştiğinin altı çizildi.” (21 Şubat ‘98, TİKB (Bolşevik) MK)
TİKB “kast”ının diğer kesiminin TP sürecine ilişkin iddiaları da bunlar. Eğer “açıklama”ya inanacak olursak, TİKB içinde “ideolojik-siyasi bir ayrılık yoktur”. Eğer bu doğruysa, o halde TİKB’nin yaşadığı iç mücadelenin anlamı nedir? Ya da şöyle sorulabilir, TİKB “kast”ının bu kesiminin TİKB içindeki mücadeleye ideolojik-siyasi bir anlam verememesi, ideolojik-siyasal bir içerik görememesi nasıl anlaşılmalıdır? TİKB’de güven bunalımı ve önderlik krizi biçiminde doruğuna ulaşan süreçte, tarafların duruşları, mücadelenin ideolojik içeriği ne olursa olsun, çatlayan TİKB “kast”ının değişik kesimleri arasında öncelikle bir iktidar mücadelesinin patlak verdiği açığa çıkmaktadır. Çevrecilik zihniyet ve mentalitesine uygun düşen de budur. Ama öncelikle bir tarafın uzlaşmaz davrandığı da açıktır. “Kast”ın ve örgütün bütününü kontrol altında tutan merkez, “hiziple” uzlaşan boykotçularla uzlaşmış, fakat bu kesimle uzlaşmaya, şu veya bu şekilde iktidarı paylaşmaya yanaşmamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, TİKB’den ihraç edilenler de, iktidardan pay almadan merkezle bir uzlaşmaya, çoğunluk iradesine boyun eğmeye yanaşmamışlardır. TİKB içindeki iç mücadelenin devrimci-olmayan bir mahiyet kazanması ve olağanüstü uzamasının çok önemli böyle bir temel nedeni vardır.
Ortaya çıkan verilerden TİKB gerçeğine dışarıdan bakıldığında şu görülmektedir. 1994-’95 döneminde TİKB içinde gelişen ve TİKB “kast”ını çatlatan muhalefet tarihsel bakımdan ilerici, devrimci bir rol oynamış, fakat iç mücadelenin bir sonraki aşamasında çatlayan “kast”ın değişik kesimleri arasında iktidar mücadelesinin aracı haline getirilerek tüketilmiştir. Buradan itibaren TİKB’nin yaşadığı iç mücadele, başlangıçtaki ideolojik içeriğini kaybederek git gide devrimci-olmayan bir karaktere bürünmüş, “kast” içi hesaplaşmaya dönüşmüştür.
TİKB’den ihraç edilenlerin, bir yandan TİKB’nin “tasfiye edildiği” gibi aşırı zorlama değerlendirmeler yaparken, diğer yandan “ideolojik-siyasi” ayrılık olmadığını iddia etmeleri, anlamsız ve tutarsız analiz ve yaklaşımlardır. TİKB’nin iç bunalımından hiçbir şey anlamamak demektir bu.
TİKB iç bunalımı, bir gerçeği çok kesin biçimde ortaya koymuştur; TİKB, TİKB olarak tıkanmıştır. Şu veya bu biçimde yola devam edebilmesi için, TİKB, TİKB’den birçok bakımdan kopuşmak ve ileri sıçrayarak, yeni bir TİKB olmak zorundadır.
Elbette geçmişte yaratılan olumlu değerler özü itibarıyla korunmalı, ama onlar bile olduğu gibi sürdürülmeye çalışılmamalıdır. TİKB’nin, TİKB’yi devrimci biçimde aşabilmesi, ideolojik, siyasi ve örgütsel anlayış ve zihniyet düzeyinde, ama en başta da kendine ve devrimci harekete bakışından koparak sıçramalar yapmasına bağlıdır. İçerisine yuvarlandığı iç bunalım önemli ölçüde bunun olanaklarını yarattığı halde, TİKB “kast”ının hiçbir kesimi özünde kendinde TİKB’yi devrimci sıçrayışla aşabilecek ideolojik birikim ve devrimci enerji gösterememiştir. “Kast”ın her iki kesimi bakımından da yeni bir evrim süreci başlamıştır. Ama bu, tarihin TİKB hakkındaki hükmünün de işleyişinden başka bir şey değildir.
Kuşkusuz “kast”ın her iki kesimi de teorik bakımdan marksizm zemininde durmaktadır. Burada daha çok kendini “TİKB(B)” olarak adlandıran kesimle ilgiliyiz. Bu kesimin “TİKB benim”, “TİKB tasfiye edildi”, “ben gerçek, hakiki TİKB’yim” mealindeki açıklamaları, kendi varlığına buradan meşruiyet araması, onun daha sonraki gelişme süreci hangi yönde olursa olsun gerici bir çabadır.
TİKB’den dışlandınız, ihraç edildiniz ya da tasfiye edildiniz. TİKB kadrolarına ve devrimci kamuoyuna muhakkak ki, sizin de söyleyecek sözünüz vardır. Bunun anlaşılmaz bir tarafı yoktur. Devrimci etik içerisinde bunun yapılması doğru, gerekli ve sorumlu bir tutumdur. Fakat, hatta polise deşifre olmuş olsa bile, organların rakamsal bile olsa bileşimini açıklamanın devrimci etikle bağdaşır bir yanı olabilir mi? Küçük çıkarlar uğruna, devrimci değerlerin hiçe sayılıp çiğnenmesinin kabul edilebilir bir yanı olabilir mi?
Tamam, TİKB’den tasfiye edildiniz. TİKB üzerine gül koklamayı da asla kendinize yediremediğiniz için, kimseyi olmasa da sizi tatmin eden ölçülerde kendinizi örgütlediniz, hatta “TİKB’nin 3. Konferansı”nı topladınız. Lütfen biraz daha solduyulu davranın, bütün bunlar Türkiye devrimi ve devrimci hareket bakımından ne ifade ediyor? Devrimci hareketin, işçi sınıfı hareketinin hangi derdine derman olacaksınız? İlkeden, teoriden, marksizm-leninizmden, bolşevik örgütlenmeden, hele proletaryanın öncü politik kurmayını yaratmadan vb. hiç bahsetmeyin. Kendi beyan ve açıklamalarınızı baz alırsak, ayrı bir bolşevik bir “TİKB” kurmak durumunda/zorunda kaldınız. Ayrılmayı istemiyordunuz, dahası bizce ayrılmaya, TİKB’den kopmaya cüret ve enerjiniz de yoktu. Yani sizin, iki kere su verilmiş bolşevik “TİKB”niz, bir tesadüfün, bir mecburiyetin(!) eserinden başka bir şey değildir.
Sizin “TİKB(B)” iddianız adına şunu açıklıkla ifade edeceğiz ve hatırlatacağız: Bilinir ve kabul edilir; aslı daima taklidinden daha iyidir. 2000’lerin eşiğine gelmiş dünya ve Türkiye koşullarında, TİKB’nin iki kez su verilmişini, “TİKB(B)”yi yaratmaya yönelmek, komünist hareketin ulaştığı düzeyi görmeyen, reddeden, oldukça karamsar, yüzü geçmişe dönük gerici bir çabadır.
“Konferansımız, son yıllarda tasfiye edilen değer ve gelenekleri, temel doğrularımızı düzeltme ve yeniden yükseltme görevini önümüze koydu. Bununla birlikte ‘79 platformumuzu bir program halinde somutlama-geliştirme görevini saptadık”. (Aynı belge) Burada bir gelecek görüş açısının izi yoktur. Uluslararası düzeyde olsun, “ülke” düzeyinde olsun, komünist hareketin durumunu kavramayı bırakın, kavramaya az çok yönelim bile yoktur. Dün, dünya TİKB’den, bugün ise “TİKB(B)”den ibaret. “TİKB(B)”de yansıyan ruh hali, hangi ideolojik ve siyasal duruştur? “TİKB’nin tasfiyeciler tarafından bölünmüş olmasının ne kadar kabul edilemez ve kahredici bir durum olsa da, nesnel bir gerçek olarak karşımıza çıktığı durumda TİKB’nin gerçek sahipleri ve bu ismi kullanmayı asıl hakeden olmamıza rağmen, kongreye kadar küçük bir değişiklikle kendimizi ifade etmek durumunda kaldığımızı ilan etti.” Bu sözler, kapitalizmin istilası sonucu viraneye dönen Anadolu’da köylerine bakıp, kapitalizmin yıkıp dağıtan, çökerten, göçerten, süregelen toplumsal yaşamı altüst eden acımasız gerçekleri karşısında geçmişin mutlu günlerinin özlemiyle yanıp tutuşan, durumu bir türlü sindiremeyen, durumun çaresizliği içinde kahrolan, iflas içindeki köylülüğün gerici geçmişe dönme arzusunu ve halet-i ruhiyesini yansıtmaktadır. Ama geçmişe dönmeniz, eski TİKB’yi, ya da onun en esaslı bolşeviğini yaratmanız olanaksızdır. Bütün koşullar ve o arada sizler de değişmiş bulunuyorsunuz. Açık söylüyoruz, TİKB’yi devrimci biçimde aşabilecek ideolojik siyasi güç ve görüş açınız, birikim ve devrimci enerjiniz yoksa, en fazlasından bir TİKB karikatürü yaratabilirsiniz. Hepsi bu.
TİKB ”kast”ının hiçbir kesimi, komünistlerin birliği mücadelesine direnerek, TİKB’nin ne büyük bir devrimci olanağı ve fırsatı kaçırdığının kabulüne yanaşmıyor. Yaşadıkları krize ve onun yol açtığı çarpıcı sonuçlara karşın hala kendilerine sevdalı olma hastalığını inatla ve kıskanç biçimde sürdürüyorlar. Kendilerine ve komünist harekete bakış açılarını değiştirmeye ne niyetleri ve ne de güç ve birikimleri var. Gökyüzünü kuyunun ağzı kadar gören kurbağanın görüş açısı çapını aşamıyorlar. Hal böyle olmaya devam ediyorken şu satırlardaki anlam nasıl çözümlenebilir?
“Konferansımız, ML’den daha yoğun etkilenen ve proletaryanın devrimimizdeki önderliğini sınıfsal güç olarak da kabul eden, yeraltına öncelik veren örgütler başta olmak üzere tüm devrimci örgütlerle eylem birliklerinin geliştirilmesini bir zayıflık değil, güçlülüğünün belirtisi olarak kabul etti.” (Aynı belgeden)
Gerçeklerle bağını kopartarak kendini dünyanın merkezinde görmek diye buna denir. Sanırız sormaya hakkımız var, sizin bu “ülke”nin yegane marksistleri olduğunuzun verisi ne? Hala böyle mesnetsiz bir saplantı ve iddiayla kendinizi kandırmayı nasıl başarabiliyorsunuz? Bu kör saplantıdan, TİKB’nin kendini beğenmişlik zihniyetinden kopmaya hiç mi niyetiniz yoktur? Kendinize böyle yüksek sıfatlar yüklerken, TİKB içindeki son iki-üç yıllık dönemde yaşadığınız ideolojik çaresizliği, çıkışsızlığı hiç mi düşünmüyorsunuz? Marksizm-leninizm ve bolşevizm adına ortaya çıkardığınız ürün ne? Hangi ideolojik mücadeleyi yürütebildiniz? Ya da niçin yürütemediniz? Bütün bu soruları TİKB önderliğinin örgütsel oportünizmiyle izahın olanaksız olduğu açıktır. Mütevazılık da, güçlülük belirtisidir, özeleştiri yapma yeteneği de. Ama onlardan önce gerçeklere saygı gösterilmelidir.
Yukarıda aktardığımız paragrafta TİKB’nin güç birliği, cephe gibi sorunlardaki politikasının aşıldığı söylenmek isteniyor ama, açık bir özeleştiri yok. Belki “Konferans Belgeleri”nde vardır diyoruz, yazık ki belgeler de hala yayınlanmış değil veya biz elde edemedik. Burada asıl anımsatmak istediğimiz şu: TİKB’yle yolları ayrılanlar içinde, hiç değilse deneyimli, birikimli ve yetkili kadrolar tartışılan sürecin günahlarına ortak değiller mi? Değillerse bunun kanıtı olan uygulama, eleştiri ve açık mücadeleler nelerdir?
Belgeleri inceleyinceye değin birçok konuda ihtiyatımızı koruyarak şunlara dikkat çekmek gerekir:
Örgüt işleyişini bürokratik merkeziyetçilikle niteliyor, örgütün illegal yapısının alabildiğine zayıflatıldığından sözediyor, “işçi gazetesi”nin çizgisini ekonomist olarak mahkum ediyor, TİKB’yi TİKB yapan geleneklerden kopulduğunu ileri sürüyorsunuz, ama yine de ortada bir ideolojik-siyasi ayrılık bulunmadığını, kopmak zorunda kaldığınızı söylüyorsunuz. Bu tablodan iki sonuç çıkar; ya iddialarınıza inanmıyorsunuz ya da biçimsel olmayı aşacak, sorunları kişilerle izah etmek gibi bir hataya esir olmayacak gerçek bir ideolojik cesaretten yoksunsunuz.
Aynı cesaretsizlik TİKB(B) adında da verilidir.
İlk olarak bazı harf veya sembol farklılıklarıyla iki grubun aynı ismi kullanmasının yarattığı sayısız sorunlara gözünüzü kapama zayıflığı gösterdiniz.
İkincisi, kendi hukuku (veya hukuksuzluğu) içinde bir örgütü temsil hakkının çoğunluğa ait olduğu gerçeğine sadık davranma zorunluğuna katlanamadınız. Ne derseniz deyin, TP süreci içinde yer aldınız ve sonuçlarını dikkate almak zorundasınız.
Üçüncüsü, Kürdistan gerçeğinin bu denli kendini dayattığı, bu olguyu her düzeyde ifadelendirmek gereken bir dönemde, ‘70’li yılların eseri olan “Türkiye” adıyla sınırlı örgüt ismini değiştirme fırsatını tutuculuğa kurban ettiniz. Kendini aşma ve kopuşma konusundaki zayıflığın bir başka göstergesidir bu.
TİKB’deki krizi doğru kavrayamamak, doğru çözümler bulmanın en başta gelen engelidir. Bunu kavramadan hiçbir anlamlı ve köklü adım atılamaz.
KAYNAKLAR
1) Orak Çekiç, s. 103, 21.12.1997, TİKB/MK açıklaması
2) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
3) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden TİKB Tüzüğü” adlı broşür.
4) Adı geçen TİKB/MK açıklaması.
5) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
6) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
7) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
8) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
9) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
10) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
11) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
12) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
13) Orak Çekiç, s. 103, 21.12.1997, TİKB/MK açıklaması
14) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden TİKB Tüzüğü” adlı broşür.
15) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden TİKB Tüzüğü” adlı broşür.
16’dan 22’ye “TİKB 3. Konferans Belgelerinden TİKB Tüzüğü” adlı broşür.
23) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden Parti-2”, s. 29
24) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
25) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
26) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden Parti-2”, s. 26
27) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
28) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
29) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
30) TİKB 2. Konferans Belgeleri, s. 9-10
31) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden Parti-1”, s. 9
32) TİKB 2. Konferans Belgeleri, s. 100
33) TİKB 2. Konferans Belgeleri, s. 106
34) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden Parti-2”, s. 32
35, 36) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden Parti-1”, s. 4
37, 38, 39) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”
40) “TİKB 3. Konferans Belgelerinden TİKB Tüzüğü” adlı broşür.
41, 42, 43) Orak Çekiç, s. 103, “TİKB 3. Konferans Sonuç Bildirgesi”