Perinçek ‘95 sonundan başlayan dönemi tahlil ederek sol maskeli burjuva stratejisini daha özgül ve güncel biçime uyarladı. Devrimci Cumhuriyet İçin Sol Güçbirliği İktidarı adını verdiği bu strateji, egemen sınıflar ve devletinin en geniş güçlü klikleriyle ve sosyal demokratlarla cephe ve iktidar birliğini vaaz edecek denli gerici bir karakter taşıyor.
Yenileştirilmiş üç dünyacılık olan Kuzey-Güney sözde teorisine dayanan bu strateji, işçi sınıfını ve emekçi halkları MGK arkasına bağlamayı öğütlüyor, esas alıyor. Bu temel hedef doğrultusunda başlıca politikalar öngörüyor ve dayanaklarını üretiyor.
“Dahası, devrimci cumhuriyet programı için sol güçbirliği, gerçek bir iktidar formülüdür. Çünkü böyle bir iktidarın ordusu, başka bir deyişle yaptırım gücü vardır. Ordu, yeni Milli Askeri Strateji Kavramıyla Cumhuriyet’in yeni atılım ihtiyacını saptamıştır. Bu gelişme, olağanüstü önemdedir ve Türkiye için altın fırsat anlamına gelmektedir.” (Devrimci Cumhuriyet İçin Sol Güçbirliği İktidarı, D. Perinçek, Teori Sayı 93, Ekim 97)
Aydınlık revizyonizminin şefi Perinçek, burada dile getirdiği gibi, MGK ve ordunun, cumhuriyet rejimine çizdikleri “yeni” politikayla, “devrimci” niteliğe kavuştuklarını tespit ediyor ve sözde “sol güçbirliği” iktidarının, dayanacağı orduya kavuşarak, olanaklı hale geldiğini vurguluyor. Bu hükümet formülü olarak “merkez sağ”ı bütünüyle reddetmese de DSP-CHP-İP güçbirliğini tercihen öneriyor:
“İktidar olmak ve Cumhuriyet’in yeni devrimci atılımını yürütmek için kemalist sosyalist ittifakına ihtiyaç var.”
“DSP-CHP ve İşçi Partisi, Devrimci Cumhuriyet programını kabul eden diğer güçleri de yanlarına alarak, Türkiye’yi yönetebilir ve ülkemizin ufkunu açabilirler.” (Perinçek, aynı yerde, Teori Sayı 93, Ekim 1997).
Aydınlık revizyonizminin, zorunlu gördüğü sosyalist-kemalist ittifakı, MGK ve ordu (ve kitlesel dayanakları), sosyal demokrat partiler DSP ve CHP ile İP’in ittifakıdır.
Öngördüğü iktidar, MGK-ordu ile hükümet olmuş, DSP-CHP-İP’in iktidarıdır.
Aydınlık revizyonizminin öngördüğü sözde “Devrimci Cumhuriyet” rejimi ve programı ise, MGK’nın MASK’ı MGSB’yle vb. çizdiği politikaların gösterdiği yönde bugünkü faşist rejimin, ek bazı reformlarla evrim göstermesidir.
Ki, revizyonizmin yaygarasını yaptığı sözde “Devrimci Cumhuriyet Programı” ve sözde “Devrimci Cumhuriyet” atılımı ve diğer stratejik tespitleri özet olarak şöyle:
Ordu ve kemalist burjuva cumhuriyeti, 1940’lara varmadan durağanlaştı, II. emperyalist paylaşım savaşı sonrası dönemde, ABD’ciliğe yöneldi. Devrimci ordu ve cumhuriyet, belirgin dönemeç noktası 1950’de DP iktidarından başlayarak yıkılma sürecine girdi. 50 yıllık karşıdevrim süreci, ‘90’larda başka gerici strateji izledikten sonra, ‘96 baharında Barzani- Saddam ittifakını desteklemekten başlayarak, 1997 başında, yeni bir stratejiye, devrimci bir strateji izlemeye başladı.
MASK, şeriatçılığı ve bölücülüğü baş düşman olan ve ABD’ci “esas tehdit Güney’dendir” ve kriz bölgelerine müdahale, stratejilerini terk eden devrimci bir stratejidir. Genelkurmay, MASK ve aynı doğrultudaki devrimci strateji ve politikalarla atılıma geçmiş, ordu ve cumhuriyeti yeni bir devrimci cumhuriyet sürecine sokmuştur. Ordu, burjuva devlet ve cumhuriyet rejimi, böylece nitelik değiştirip devrimcileşmişlerdir.
Genelkurmay’ın 3 noktadaki şu programı devrimcidir:
“1-Gericiliğe izin vermeyen, dahası gericiliği askeri yöntemler de içeren bir uygulamayla yok etmeyi hedefleyen bir siyasal rejim.
Eğitim ve kültür alanında gerici yetiştiren kurumların tasfiyesi.
Gelir dağılımının düzeltilmesi.” (DCİSG Programı).
Bu programın eksik iki noktası, “dış bağlantılar doğru kurulma”ması ve ekonomik boyutların eksik saptanmasıdır. Tek eksiği bu iki noktadır, “Gericiliği birinci tehdit haline getiren dış bağlantı (...) İran ve Suriye gibi ülkeler” değil, “ılımlı islam dayatma”sı, “Körfez savaşından sonra”, “Kürdistan planını hayata geçirmesi nedeniyle” “bölücülük”ü “tehlikeli” hale getiren ABD olduğuna göre, ABD ve yeni dünya düzeni, emperyalist zenginler kulübü yanında değil, “mazlumlar deryası” yanında yer alınmalıdır.
“Genelkurmay stratejisi, bu büyük gerçeği görmüyor veya görme cesaretini kendinde bulamıyor.”
Dış politika “tek boyuta” inmemeli, “ABD ile kader bağı çizgisine girmemeli”, İran, Irak köprüsüyle “Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve İran’la iyi ilişkiler geliştirilmelidir. Amerika, Avrupa ve Asya arasındaki dengeler, Türkiye’ye geniş bir manevra alanı açmıştır. Türkiye, ancak bu alanı kullanabilirse, gericilikle hesaplaşmasını tamamlayabilir ve yüzyıllık demokratik devrim sürecini başarıya ulaştırabilir.” “Gelir dağılımının düzeltilmesi” istemi 50 yıllık liberal ekonomi politikasında “çizginin değişmesi anlamını taşımaktadır.”
“Ancak Genelkurmay’ın yeni stratejisinde cumhuriyet ekonomisinin yıkıma uğratılmasına karşı tek bir cümleye bile rastlanmıyor.
“Mesele, devrimci cumhuriyet programını uygulayacak bir iktidar seçeneği oluşturmaktadır. İşçi Partisi, DSP, CHP ve Devrimci Cumhuriyet Programı üzerinde anlaşan diğer partiler, iktidar amacıyla güçbirliği oluşturma göreviyle karşı karşıyadırlar. (...) Sol güçbirliği, 2000 yılına kadar iktidar olur ve Devrimci Cumhuriyet Programı’nı uygulama şansı elde eder.” (Alıntılar, Aydınlık, Cumhuriyet İçin Sol Güçbirliği ekinden, 29 Haziran 1997) Sonuç olarak dış politika ve ekonomideki bu eksiklikleri de giderilirse, program tümüyle “devrimcileşmiş” olur ve “100 yıllık demokratik devrim tamamlanır.” Karşıdevrimci Aydınlık revizyonizminin bugünkü dünya ve iç koşullarda, izleyeceği sözde devrimci strateji budur. Genelkurmay yalnızca dış politika ve ekonomideki eksiğiyle bu sözde devrimci programı benimsiyor! Bu iki eksik hariç, MGK ile Aydınlık’ın politik stratejisi çakışıyor, bu, Aydınlık revizyonizminin sözde ‘demokratik devrim” stratejisidir.
Aydınlık revizyonizmi, yalnızca “Kuzey-Güney teorisi” ile eski gerici üç dünya teorisine geri dönmekle kalmadı. Ülke içindeki politik tespit ve tahlillerini ve ‘80 öncesi ve 12 Eylül faşizmi dönemlerinde yaptıklarının benzerini yeniden kurgulayarak, gericiliği ve faşizmi destekleyen bir strateji oluşturdu: Devrimci cumhuriyet için sol güç birliği iktidarı.
Tepeden tırnağa gerici karakterdeki bu sözde stratejisini, karşıdevrimci Aydınlık revizyonizmi, demagojik bir yaygarayla savunmaktan da, politik ve mantıksal dayanaklar üretmekten, bunları ve gerici stratejiyi “devrimci” gösterme demagojisinden de geri durmuyor. Bu, güncel durumdan kopuk olarak yalnızca kendi dar kitlesini, izlediği gerici çizgiye bağlamaktan başka bir işlev görmeseydi, Aydınlık revizyonizminin bu derece kaba gerici çizgisini eleştirmeye bile değmezdi. Ancak, güncel koşullarda, karamsarlık, yaygın sosyal-şoven etki, burjuva reformculuğunu, hatta burjuva reformculuğun en sağ biçimlerini etkili kılmaktadır. Liberalizm, yeniden hortlatılan kemalist kuyrukçuluk, egemen sınıf klikleri arası çatışmalara bel bağlama eğilimlerinin, kitle hareketi ve sol hareketin kitlesinin üzerindeki etkisi, bu ipliği pazara çıkmış karşıdevrimci revizyonizmin pespaye gerici görüşlerine karşı mücadeleyi gerekli kılıyor. Özellikle, şeriatçı gericiliğe karşı tepki duyan ve sosyal şovenizmden etkilenen kitleler üzerinde, etkili olma potansiyeli ve kemalizm kuyrukçusu akımlara politik, taktik silahları hazırlaması nedeniyle, Aydınlık revizyonizmini bu paslarını yeniden silerek sahneye çıkardığı silahlara karşı ideolojik mücadele vermek gerekir. Hatta benzer fikirlerin ve boş beklentilerin MGK’nın 28 Şubat müdahalesinden bu yana geçen süreçte, Yalçın Küçük ve diğer bazılarında da, sürekli olmasa da ortaya çıktığını, Türk-İş’in gerici yöneticileri ve sosyal demokrat DİSK yöneticilerinin MGK’nın stratejisine kitleleri bağlamaya çalışırlarken Aydınlık revizyonistlerinin cephaneliğinden yararlanacakları herkesçe biliniyor.
Aydınlık revizyonizmi, amaçladığı temel işlevi, MGK’ya kitle desteği sağlamak ve bu desteğin hükümet formülü olarak CHP-DSP-İP vb. güçbirliğiyle “küçük kardeş” olarak hükümete gelmek olan bu gerici stratejisini, dayandırdığı mantık öğeleri de esasen kaba ve çürük. Daha ince revizyonist tezler yerine, I. emperyalist paylaşım savaşına suç ortaklığı yaparken, II. Enternasyonal’in revizyonist partilerinin, kruşçevci, üç dünyacı vb. revizyonistlerinki düzeyinde ve çürük.
Her şeyden önce, ordu ve sosyal demokrat partiler DSP ve CHP nitelik değiştirip gericilikten, ilerici ve devrimci niteliğe dönüşemezler. Somut koşullarda da faşist, gerici özellik ve işlevlerini aktifçe oynuyorlar.
Ordu, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahibi egemen sınıfların iktidarının temel kurumlarından en önde gelenidir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki emperyalist boyunduruğun da önde gelen temel dayanağıdır. Tarihte oynadığı gerici rolü de bu işlevi ve niteliğinden kaynaklanıyor.
Ama, Perinçek revizyonistinin üzerine çokça demagoji yaptığı günün somut koşullarındaki rolü de bundan başka nedir ki?
Faşist diktatörlüğün kurmayı MGK’nın egemen gücü olarak generaller (ordu), 12 Eylül faşizmi döneminde, iktidar tekelini elinde tutarken, iktidarda “eğlenmek” için durmuyordu. İşçi sınıfı, halkları ve devrimci hareketi ezerek, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri egemen sınıfların politik egemenliğini (devletini) ve ABD’ci emperyalist boyunduruğu pekiştirdi, tahkim etti, 12 Eylül’cü parlamenter faşist rejimin çerçevesini, anayasasını çizdi.
Özal-ANAP hükümetleri, DYP- SHP (CHP) hükümetleri dönemleri, yaklaşık 12 yıllık bu süreç de, yine MGK’da ordu-hükümet ittifakının faşist diktatörlüğü yönettiği dönemlerdi. Temel iç ve dış politikalarında ağırlıklı olarak Genelkurmay’ın rolü olduğu gibi, Kürt ulusal devrimine ve devrimci harekete karşı yürütülen sömürgeci savaş ve kontrgerilla yöntemleri ve devasa boyutlara ulaştırılan faşist savaş örgütleriyle, yarı-askeri faşist yönetimlerdi ve generaller ağırlıklı rol oynuyorlardı.
Faşist Gerici Kliklerin İktidar Dalaşında Kuyrukçuluk
Aydınlık revizyonizminin asıl umutlandığı ve üzerine strateji inşa ettiği ‘96-’97 dönemine gelince, Genelkurmay’ın önderliğinde ordu, MGK’daki ağırlığı ve gücüyle, günlük politik mücadeleye egemen sınıfların başlı başına ayrı bir partisi gibi çok daha müdahale ediyor ve sistemin bunalımını belirli politikaları izleyerek gidermeye çalışıyor.
‘91 Demirel hükümetleriyle başlayan süreçte, “topyekün savaş” saldırılarının yoğunlaştığı süreçte, ordunun faşist savaşı yönetmede önde gelen müttefik kliği Çiller-polis şefleri kliğiydi. Güreş’in de dahil olduğu bu klik, kontrgerilla yöntem ve örgütlenmesi yoğunlaştıkça çok önemli bir güç kazandı. Yalnızca yönetme yöntemlerini, kirli savaşın en barbar ve keyfi yöntemlerini egemen sınıflar ve devlet adına dizginlenmemişçesine kullanmakla kalmadı. Kullandıkça güçlendi ve iktidar dalaşında da güçlendi.
Ordu, 12 yıldır süren savaşın bu dönemecinde, sömürgeci savaşla, “ekonomik- sosyal ve kültürel” oyalama taktiğini birleştiren politikaya geçti. Gerek, iktidar dalaşında “rakibini” güçsüzleştirmek, gerekse kitleleri oyalayarak pasifize etmek taktiğinin gereği olarak, kontrgerilla katliamlarının tüm yükünü Çiller-polis şefleri kliğine ve çetelerine yüklüyordu, ama bu kliği güçsüz düşürme dışında önemli bir cezalandırma ve imhaya da işi vardırmadan, hem devleti aklama hem de iktidarını sürdürme politikası izledi.
İkincisi, ordu islami gericilikle de iktidara ortak etmemek dalaşına girme ihtiyacını bu yıllarda duydu. Önceki süreçler boyunca “komünizme karşı” dalgakıran bir gerici ideoloji ve politik akım olarak kışkırtıp palazlandırdığı, Kürdistan ulusal devrimine karşı hem hizbi-kontra hem de dalgakıran olarak kullandığı halde, ’95 seçim sonuçlarından itibaren iktidar tekeli için “tehlikeli” görmeye başladı. Yanı sıra Aydınlık revizyonizminin iddialarının tersine ordu, ABD’ci Türkiye-İsrail bölgesel ittifakında başrolü oynadı ve bu politikaya pürüz olabileceği olasılığıyla da RP’yi ve panislamist gericiliği iktidar ortaklığından uzaklaştırma tavrı takınmaya, ama elbette ki esasen iktidar tekelinin kırılması, dahası ordu gücünün elinden kayması tehlikelerine ve ayrıca kemalist ideolojik kaygılarla vb. RP ve panislamist gericiliği iktidar ortaklığından uzaklaştırıyor ve güçsüzleştiriyor. “Ordu’nun, politik islam ve ona desteğini sunan milyonlarca insanın karşısına bir hasım olarak dikilmesi, generallerin devlet yönetimindeki pozisyonlarının daha fazla sorgulanmaya, tartışılmaya başlaması gibi unsurlar krizin ürünleridir... Generaller, ulus yerine ümmet kavramını temel alarak Kürt gerçekliğini daha kolay dile getir”en “ve en önemlisi de siyasal rejimin değiştirilmesi talebini yükselterek, ulusal mücadeleye dolaylı yardım ve moral destekte bulunduğunu varsaydığı politik islamı -stratejik planlarıyla da uyuşur biçimde- düşman ilan etmiş ve ona karşı her düzeyde açık bir mücadeleye girişmiştir.” (MLKP II. Kongre Belgeleri, Sun Yayıncılık, s. 238) Ordunun MASK’da, ulusal devrimin yanı sıra birinci tehdit durumuna “irtica”yı geçirmesinin nedeni budur. Bu yolla ayrıca kitle temelini de yeniden derliyor ve genişletiyor.
Gerçek böyleyken, Genelkurmay’ın, iktidar dalaşı nedeniyle “irtica”yı da birinci tehdit kapsamına almasının ilericilikle, devrimcilikle ne ilgisi olabilir? Üstelik aynı Genelkurmay, sömürgeci kirli savaş ve kontra terörünün ön plandaki yönetici kurmayıdır ve sistemin mevcut bunalımına zorlayan Kürt ulusal devrimi karşısında burjuva reform manevrasıyla müdahale etme politikasına bile sahip olmaktan uzak duran ölçüde katı bir faşist yönetim sergilemektedir. Besbelli ki, Perinçek revizyonisti iktidar dalaşında “irtica”ya karşı bir başka gerici faşist kliğe ordu ve generallere yaslanmayı, böylesi bir gerici kuyrukçuluğu devrimcilik diye yutturmak için, MGK’nın iktidarını koruma dalaşı politikasına, tarihsel nitelik değişimi, “cumhuriyetin devrimci dönemindeki”, “gericiliği yok etme hedefine dönmek”, “bütün demokratik devrimcilerin özü olan gericilik üzerinde devrimci dikta düşüncesi” (Aydınlık, Cumhuriyet İçin Sol Güçbirliği ekinden, 29 Haziran 1997) olarak göstermektedir.
Karşıdevrimci Aydınlık revizyonizmi, bu uyduruk teze dayanarak sıkılmadan, “Bu demektir ki, artık ordu, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas’ta olduğu gibi gerici terörü bir bakıma seyreden bir tavır içinde olmayacak” (agy.) aldatıcı demagojisini yapabiliyor. İslami gericilikle iktidar dala- şındayken, kitle desteğini genişletme taktiği gereği, islami gerici katliamları engellemeye geçici olarak başvurabilir de. Ya da iktidar dalaşı sertleşirse provokatif katliamlara girişebilir de. Devrimci tutumun, bu gerçeği kitlelere kavratmak olması gerektiği bir yana, Kahramanmaraş katliamcıları MHP’li faşist çetelerin katliam yapmasını niye ve hangi gerekçeyle engelleyecek ordu? Tam tersine MHP’li katiller sürüsünün doldurduğu özel timleri ve siyasi polisi, Genelkurmay, Kürt halkının ve devrimcilerin imhasında bugün de kullanmaya devam etmiyor mu? Genelkurmay, MGSB’de, yalnızca ülkücü mafya tehlikesine işaret ederek, MHP’lilerin yalnızca ayaktakımını biraz hizaya getirmek, ama gerisini önümüzdeki süreçte de faşist ve sömürgeci terörde kullanacağını göstermiyor mu?
Ordunun Kitle Desteği Ve İktidar Çatışması İçin Gerici Eğitim Politikası Ve “Bozuk Gelir Dağılımı” Demagojisi Üzerine Aydınlık’ın Demagojisi
Karşıdevrimci Aydınlık revizyonizminin gerici stratejisinin “devrimcilik”le kutsadığı MGK programındaki, diğer bir madde olan eğitim sorununda da MGK’nın planı ve pratiğinin özü, rakip islami gericisi gruba muazzam örgütlenme ve kadro olanağı sağlayan okul ve kursların biraz budanması (İHL’lerinin orta bölümlerinin kaldırılması ve kuran kurslarının denetim altına alınması) ama zorunlu din eğitiminin bile sürdürülmesi, dini okul ve kursların büyük boyutlarıyla sürmesidir. Öte yanda 8 yıl yapılan zorunlu eğitimde içerik olarak gerici faşisttir. Özellikle Kürdistan’da asimilasyonun yoğunlaştırılması özel hedefi taşıdığı gibi, paralı eğitim politikasının hızlandırılması, emekçi halk çocuklarının daha geniş kitlelerinin objektif olarak pozitif bilimler üzerine eğitilmelerine yol açmayı bile engelliyor. O halde, Aydınlık’ın üzerine çok yaygara kopardığı MGK’nın eğitim ve kültür politikası, gerici-faşist olduğu gibi, kontrollü tutacağı düzeyde islami gericiliği de içeriyor.
Üstelik burjuva gericiliği, vasıflı işçi ve eğitimli bürokrasiye fazlaca ihtiyaç duyduğu zamanlarda, kısmi ve geçici eğitim seferberliği politikası izlemiştir. (Burjuvazi, gelişim dönemlerinde, Latin Amerika ülkelerinden, eski Habeşistan’a ve ABD’ci faşist diktatörlerin ülkesi Güney Kore’ye değin, böylesi politikaları izlemiştir.) Ama bu, emperyalist işbirlikçisi burjuvazilerin, gerici-faşist içerikte eğitim politikası uyguladıkları gerçeğini değiştirmez, onları “ilerici”, “devrimci” kılmaz.
Generallerin ekonomik alanda “gelir dağılımının düzeltilmesi” yönünde ve hemen her askeri müdahale ve darbe dönemlerinde başvurduğu, “gelir dağılımındaki bozukluk düzeltilmelidir” demagojisini, kitleleri etkilemeye yönelik bu demagojiyi, Aydınlık revizyonizmi “devletin ekonomik politikasında strateji değişikliği”, “50 yıllık çizginin değişmesi” olarak yutturmaya girişiyor. Ama bu yetmez, bakın özelleştirmeyle “Cumhuriyet ekonomisinin yıkımına karşı tek bir cümle” etmemeniz ayıp oluyor(!) sitemini de eleştiri olarak eksik etmiyor. Aydınlık revizyonizmine göre, generallerin emperyalist ekonomik politikalara da en sadık yöneticilerinden olmaları, hatta önümüzdeki yıllara ayrılan 150 milyar doları bulacak olan silah sanayi için, eski MKE modelinden farklı olarak, emperyalist silahlı tekelleri ile yerli işbirlikçi şirketlere brifing vermeleri, küçük bir kusurdur. O kadar kusur “her devrimci rejimde” olur(!)
Küçük Bir Eksik mi, ABD’ye ve Emperyalizmle İşbirlikçilik mi?
Aydınlık, faşizmin ve gericiliğin ölçüsünü şimdiye değin baş emperyalist (bugün ABD) düşmanın işbirlikçisi olmayla ölçerdi, ona göre tespitte bulunur, onun dışındakileri gerici bile görmezdi. Generaller, Kürt ulusal sorununda -şimdi giderek kapanmaya doğru giden- taktik, Kıbrıs sorununda ise kısmi politika farklılığı dışında, ABD emperyalist haydutlarının Türkiye ve bölge politikalarıyla hiçbir farklılığa sahip değiller. Onlar, ABD emperyalistlerinin en sadık işbirlikçileridir. Ama Aydınlık revizyonistleri, emperyalist neoliberal ekonomik politikalara, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı büyük darbeler indirmek için, mücadele perspektifi yerine; ağır sanayiini “dünya sermayesine teslim eden bir Türkiye iç gericilikle baş edebilir mi” (agy.) diyerek emperyalistlere karşı mücadeleyi şeriatçı gericiliğe darbe indirip indirmemeye bağlıyor. İndiriyorsa, emperyalistleri desteklemeye bile hazır bir mantık!
Aydınlık revizyonizmin, MGK’nın devrimci cumhuriyetinde, eksik gördüğü başlıca nokta olarak, “dış politika ayağının” olmaması ve “dış bağlantıda bulanıklık ve zaaf”a gelince.
Aydınlık revizyonizminin, üç dünya teorisinin yeni türevi Kuzey-Güney teorisi; dünyanın ve Türkiye’nin yarı-sömürge (yeni sömürge) ülkeler burjuvazileriyle ve devletleriyle, ABD ve “emperyalist kuzey”e karşı, ittifak kurmayı, işbirliği yapmayı, stratejisinin odağına koyuyor. Buradan hareketle, Türk işbirlikçi tekelci burjuva çevrelerin, ABD ve emperyalist “Kuzey”e karşı tavır alacağı, mücadele edeceği beklentisini yaydığı gibi, dahası, Kıbrıs, Kürt sorunu vb. konularda bazı emperyalistlerle (bu arada efendileri ABD’yle de) taktik çelişkilerden kaynaklanan sürtüşmeleri de antiemperyalist mücadele olarak gösterme mantığına zaten sahip.
Bu kötü ünlenecek DCÎSG stratejisinde ise, generalleri, yakınmacı bir tarzda, ABD ve “yeni dünya düzeni”ne tavır almaları için ikna etmeye çalışıyor. Bu hamarat çabada karşıdevrimci Aydınlık revizyonizmi ve şefi Perinçek’in başlıca argümanları bir iki noktada toplanıyor ki, bunlar, MGK’ya ilişkin politikalarının deşifre edici özelliklerini açığa da vuruyor.
Aydınlık revizyonizmi, Genelkurmay’a ABD’nin yanında yer almaya devam etmekten vazgeçip “parçalanan mazlumlar dünyasında (agy.) yer almak gerektiğini izah ederken, “bölücülük, Suriye desteği yüzünden mi tehlikeli oldu, yoksa Körfez savaşından sonra ABD’nin Kürdistan planını hayata geçirmesi nedeniyle mi” (agy.) diye sorarak, “bölücülüğü” kışkırttığı(!) için ABD’den uzaklaşmaya ikna etmeye çalışıyor, emperyalist bağımlılık ve sömürü nedeniyle değil.
Yanı sıra, yukarıda da değinildiği gibi, islami gericiliği kışkırtıp “birinci tehlike” haline getirdiği için ABD’den uzaklaşmaları gerektiğini söyleyerek ikna etmeye de çalışıyor. Başta MGK ve DYP’den, ANAP’a, DSP’ye, CHP’ye ve RP’ye değin kimisi işbirlikçi, kimisi uzlaşıcı oldukları için, iç gericiliği ve emperyalizme bağımlılığı birbirlerine bağlı olarak tasfiye etmenin antiemperyalist devrimin zorunlu görevi mantığına tamamen karşıt bir mantık ve görüş sergiliyor. Oysa tam da bu devrimci mantıkla antiemperyalist demokratik devrime yığınları seferber etmek, bağımsız devrimci çizginin gereğidir.
Karşıdevrimci Perinçek revizyonisti, Genelkurmay’ı antiemperyalist ve anti-ABD’ci göstermek için, dayanak yaptığı bir diğer görüş de Barzani-Saddam ittifakının Türkiye sömürgecilerinin desteğinde saldırısının Vietnam’dan sonra ABD’nin aldığı en büyük bozgun olduğudur. Türkiye, böylesi bir ittifaka girdiği için de ABD’den sözde kopuyor, antiemperyalist bir konuma giriyor tezidir. Ki bu, hem yanıltıcı ve hem de bölgesel gericiliği kutsamaktır.
Güney ve özellikle de Kuzey Kürdistan sorununda, ABD ile generaller ve egemen sınıfların geleneksel devlet politikası arasındaki önemli taktik farklılıklar, Aydınlık revizyonizminin Türkiye egemen sınıflarının sözde antiemperyalistliğine dayanak yaptığı başlıca konulardan biridir. Genel tablo içinde kısaca bu konuya da değinirsek, MGK’nın strateji ve programının, Aydınlık revizyonizminin iddiasının tersine, gerici faşist niteliği rahatlıkla görülebilir. MGK’nın, ‘96 Barzani-Saddam ittifakı desteklediği doğru bir tespit ve zaten açıktır da.
MGK ve Türk burjuvazisinin geleneksel devlet politikası, ABD’nin ‘90’lardaki bu emperyalist politikasıyla şu ya da bu ölçüde çelişti diye, ne antiemperyalist olur ve ne bu konuda ne de bu konudan hareketle işçi sınıfı ve halk hareketinin, sınıf işbirliği ve faşizme kuyrukçuluğa düşmesi öngörülebilir!
Çünkü bugün giderek azalan bu çelişkinin, Türk egemen sınıfları tarafı da, özgül sömürgeci gerici çıkarlarının politikasını güdüyor. Emperyalist efendisiyle işbirlikçisi arasındaki bu fark da, işbirlikçinin özgül çıkarları, Güney’de federe veya özerk bir Kürt “devleti” oluşmasının, Kuzey’de de ayrı devlet eğilimini kışkırtır gerekçesiyle, kesinlikle ezmeyi gerektiriyor. Bu noktada, daha ABD egemenlik alanı değilken de, İran-Irak savaşı sürecinde de 1983’ten başlayarak birden fazla Güney’i işgal harekâtına Türk sömürgecilerinin başvurmalarının birincil nedeni buydu. Ve politikasına karakterini veren bu gerekçe dün de geçerliydi, bugün de daha fazla geçerlidir.
Diğer yandan, MGK ve egemen sınıflar, ABD’ci Türkiye-İsrail bölgesel ittifakına girdikçe ve ABD, Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu’da Türkiye’yi taşeron olarak daha çok kullanma politikası geliştirdiği şu son yıllarda, Güney ve Kuzey Kürdistan’a ilişkin emperyalist efendi-işbirlikçisi arasındaki politika farkları da giderek kapanıyor. Nitekim Saddam-Barzani ittifakını desteklemek dışında, Güney’e yönelik Türk egemen sınıflarının işgallerini, ABD desteklediği gibi, daha da ileri gitti. Türk burjuva sömürgecilerinin işgali ve Ankara süreci görüşmeleri, ABD ve Türk egemen sınıflarının Güney politikasında da hemen tümüyle birleştiklerini gösteriyor. PKK’yi imha, Barzani etkinliğinde ABD-Türkiye- İngiltere himayesinde özerk veya federe bir Güney. Hatta ABD, Güney’de Barzani- Saddam harekâtıyla kaybettiği inisiyatifi Türk egemenlerinin işgalleri ve inisiyatifiyle yeniden kazandı. Tabii Türk egemenlerinin ve MGK’nın bu noktaya gelmelerinde üç bölge çapında ABD taşeronluğu politikasını benimsemeleri, Ortadoğu’da ABD’ci Türkiye-İsrail mihveri oluşturmaları ve dahası Musul-Kerkük petrollerini kapma isteğinin rolleri oldu.
Peki, Türk ve diğer ülkeler Kürdistan ilhakçısı burjuvazilerinin, bu bölgesel geri- ci-ilhakçı sömürgeci politikalarının, ABD veya başka bir emperyalistle çelişmesi hiçbir şekilde “ilerici”, “antiemperyalist” kılar mı? Bölgesel gerici-faşist güçler, elbette bölge çapında veya uluslararası çapta emperyalist güç odaklarıyla rekabet edemezler, bu olanaksızdır. Ancak, “kendi” “ezilen uluslarını” ilhakçı-sömürgeci boyunduruk altında tutmada, ya da küçük bazı “sınır bölgeleri”ne yayılmada kimi zaman emperyalist çatışmalardan da yararlanarak, “rekabet” edebilirler. Türk burjuvazisinin 1974 Kuzey Kıbrıs işgali, 1939 Hatay ilhakı, Endonezya burjuvazisinin ‘70’li yıllarda Doğu Timor’u işgal ve ilhakı, eski Etiyopya’nın Eritre’yi, eski Güney Afrika beyaz azınlık burjuvazisinin Namibya’yı ilhakı vb. bunun örnekleridirler. Ama nasıl ki, o ilhak ve işgaller halkların baş düşmanı emperyalistlere rağmen yapıldıkları zaman da “ilerici” değil, gerici-yayılmacı oluyorlarsa ve işçi sınıfı ve halklar, bu işgallere karşı mücadele yürütmezlerse sosyalizme ve devrim mücadelesine ihanet etmiş sayılırlarsa, bütün bunlar Türk sömürgecilerinin Güney’i işgalleri için de fazlasıyla geçerlidir.
Kuzey sorununda da ABD gittikçe taktik farklılığını bir kenara atıyor, MGK ve faşist diktatörlüğün imha ve ezmek politikasında, yalnızca esasta değil, taktiklerde de birleşiyor. Bunda, ABD’nin, Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar’da Türkiye’yi taşeron olarak kullanma, Ortadoğu’da da ABD’ci Türkiye-İsrail gerici mihverini kurmasının belirgin rolü oldu. ABD, Kuzey Kürdistan’da ezme politikasına eklemeyi önerdiği reformlar taktiğinden vazgeçti. Ama vazgeçmeyip sürdürseydi de ABD’ci emperyalist çöküşe karşı Türk burjuvazisinin sömürgeci savaşı ve sömürgeci boyunduruğunu savunmak -Aydınlık revizyonizminin işçi sınıfına, halklara ve aydınlara önerdiği budur- tam da en pespaye sosyal-şovenizm olmuyor mu? Bu kaba sosyal-şovenizmi, antiemperyalist olarak göstermek, sosyalizme, halkların antiemperyalist demokratik devrimine ihanet değil midir? “Kendi” generallerinin, Demirellerinin, Çillerlerinin, Koçlarının, kanlı suçlarına suç ortaklığı değil midir? En ABD uşağı Çiller ve Demirel, geçen süreçte Kürt sorununda ABD’nin taktiğinden farklı oldular diye, bu revizyonistlerin onları “antiemperyalist” ilan etmeleri gerekmiyor mu? Ki, Demirel’i zaten antiemperyalist ilan etmekten çekinmiyorlar.
Görüldüğü gibi, Kürt sorununda (Güney ve Kuzey) giderek azalan bazı farklılıklar, MGK’yı antiemperyalist de anti-ABD’de kılmıyor, kılmaz da. Tersine, “bölgesel çözüm” politikası da izlese, ABD’yle bu sorunda tam çakışsa da, izlediği politika zaten sömürgeci savaş ve yayılma politikasıdır. Sonuçta, ya ABD’ye veya başka bir olası rakip emperyalist gruba daha çok bağlanmaya götürür. Çünkü emperyalizm koşullarında yarı-sömürge egemen sınıfları ancak emperyalist sistem ilişkilerinin bir parçası olarak kendi “ilhak alanlarını” elde tutabilir ve küçük çaplı ilhaklara girişebilirler.
Karşıdevrimci Aydınlık revizyonizmi, Kürt sorunu ve Kıbrıs sorununda, “ABD dayatmalarını bozmaya” teşvik etmesiyle, MGK ve stratejisi, emperyalizm işbirlikçiliğinden çıkmaz, faşist-gerici niteliği de değişmez.
Aydınlık revizyonizminin, Genelkurmay ve Ecevit’in “bölgesel merkezli dış politikaya yönelmesi”ni antiemperyalistliklerinin bir kanıtı gösteriyorlar.
Karşıdevrimci Aydınlık revizyonistlerinin, üzerine çok demagoji yaptıkları, “bölgesel merkezli dış politika”dan kastettikleri, bölge ülkeleriyle işbirliğini esas almaktır. Kendi özgül çıkarlarından hareketle, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da hakimiyetini pekiştirmesi önünde, pürüz çıkaran İran, Irak, Suriye egemen sınıflarının politikaları da antiemperyalist değildir. Ama elbette, İsrail, Türkiye egemen sınıflarına ve Suudi, Ürdün krallarına göre nispeten farklı düzeylerde işbirlikçi politikalardır.
Türkiye egemen sınıfları içinde generaller özgül çıkarlar nedeniyle bazı zamanlarda kısmen farklı politikalar gütseler de, İran, Irak, Suriye gibi görece farklı düzeylerde işbirlikçiler bile değiller. Ve dolayısıyla ABD’nin egemenlik politikasıyla çelişen İran, Irak, Suriye’yle bölgesel çapta ittifak politikasına asla sahip değiller. Kürt sorunu ve Irak’a askeri müdahalenin dozajında farklılıklar, Türk egemenlerini asla İran, Irak, Suriye ile ittifak politikasına götürmüş değil. Tersine, Türkiye’yi ABD’ci İsrail-Türkiye ittifakına sokan, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da ABD taşeronluğu politikasını (Somali’ye ABD’ci işgal gücüne katılan askeri birliklerin komutanının Çevik Bir olduğu, Arnavutluk’a da müdahale gücü göndermeye Genelkurmay’ın da önem verdiği hatırlansın) güden, yalnızca Çiller, Demirel vb. değildir, Genelkurmay’dır da! Aydınlık revizyonizmi, generallerin bölgesel güçlerle ABD’ciliğinden farklı ittifak değil, ABD’ci saldırgan ve maceracı bir dış politika güttüğünü, bundan vazgeçemeyeceğini gizleyemez. Ama varsayalım İran ve Irak örneklerinde görüldüğü gibi olsaydı bile, karşıdevrimci Aydınlık revizyonistlerinin onları antiemperyalist göstermelerini de, gerici işbirliği stratejisini de haklı kılmazdı. İran gericiliği, İranlı devrimcilerce antiemperyalist ilan edilip, işbirliğine gidilmelidir, Aydınlık revizyonistlerinin bakış açısına göre.
Öte yandan karşıdevrimci Aydınlık revizyonizmi, ABD işbirliğinden koparmak için “ikna etmeye” çalıştığı MGK’ya önerdiği alternatif de, emperyalist dünyanın egemen gücü ABD’ye karşı, Asya’da oluşmakta olan Çin, Rusya emperyalist güç odaklarına ve ittifakına yaslanmaktır. Yani revizyonistler, MGK’nın antiemperyalist devrimci karakter kazandığı hayalini yaymakla kalmıyorlar, Saddam’ın ve İran mollalarının kısmen yöneldikleri “gerçekçi” bir politika da öneriyorlar; Çin-Rusya ittifakına yaslanalım, oluşmakta olan emperyalistler arası çelişki ve dengelerden yararlanalım!
“Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve İran’la iyi ilişkiler geliştirilmelidir. “Amerika, Avrupa, Asya arasındaki dengeler Türkiye’ye geniş bir manevra alanı açmıştır.” Türkiye “bu alanı” da kullanmalıdır (DCİSG). Karşıdevrimci Aydınlık revizyonizminin, antiemperyalistliği, emperyalist sistemin egemen gücüne karşı “daha az tehlikeli” emperyalist ittifak güçlerine dayanmaktan daha ileri değildir.
Sonuç olarak, generaller de, en yeni program ve politikalarıyla, ABD emperyalizminin işbirlikçileridirler. Ve bunu, Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, Orta Asya, bölge politikalarında olduğu gibi, AB’ye girmek, NATO üslerini sürdürmek, askeri ve diğer bağımlılık politikalarında da gerçekleştiriyorlar. Ne Aydınlık’ın iknasıyla ne de şeriat tehlikesi nedeniyle değiştirmeyecekleri denli “bilince” sahipler. Karşıdevrimci Aydınlık revizyonizmi, gerici-faşist iktidar gücü MGK’yı “devrimci” göstererek, antiemperyalist olacağı demagojisi yayarak, işçi ve emekçi halk hareketini, ilerici aydınları, sendika bürokrasisini MGK’ya bağlama gerici çabasını sergiliyor, o kadar.
Kürt Ulusal Devrimi Aydınlık Revizyonizmi İçin De Birincil Tehdit
Kürt ulusal sorununda, gerek 28 Şubat kararları, gerekse Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB), bu sorunu ve ulusal devrimi “bölücülük” nitelemesiyle “birincil” tehdit olarak hedef almaya devam ediyor. Bunu çok iyi bilen Aydınlık revizyonizmi, MGK programını devrimci strateji ve program olarak kutsamaya devam ediyor.
Oysa bugün faşist diktatörlüğe ve emperyalizme karşı mücadelenin, öne çıkıp devrim olarak patlak veren Kürt ulusal sorunu olduğuna göre, her kim ki, bugün bu sorunda Kürt ulusal özgürlüğünü savunmuyor ve mücadele etmiyorsa, tutarlı demokrat bile değildir. Bu ölçüt, “devrim” ve “sosyalizm” iddiasıyla ortaya çıkan parti ve örgütler için yüz kat daha geçerlidir.
Ama karşıdevrimci Aydınlık revizyonizmi, Kürt ulusal sorununda, “ulusal özgürlüğü” reddetmekle kalmamakta, sosyal şovenizmin en kaba biçimlerini savunarak, Kürt ulusuna özgürlük talebinin ve Kürt ulusal devriminin karşı cephesinde yer almaktan geri durmuyor. Burada genişçe açamasak bile kısaca Aydınlık revizyonizminin bu sosyal-şoven gerici tezleri şöyledir:
ABD ve emperyalist yeni dünya düzeni, milliyetçi çatışmaları dünya çapında kışkırtarak, kendi egemenliğinin aracı yapma stratejisi izlediği için, “ezilen Güney”in içindeki ulusal özgürlük mücadeleleri “emperyalist Kuzey”in yeni dünya düzeni saldırısının oyununa gelmektir. Diğer bazı bölgelerde bu böyle olduğu gibi, Kuzey ve Güney Kürdistan’da da böyledir. Üstelik 1991 yılından bu yana Kürt ulusal sorunu “uluslararasılaşmıştır”, yani ABD emperyalizminin sözde “Kürdistan planı”nın bir parçası haline gelmiştir. Demirel ve Perinçek’in ortak tespiti de “Batı Türkiye’yi bölme”ye, “yeni bir Sevr dayatmaya” çalışıyor biçiminde. O halde, özgürlük mücadelesi, ABD emperyalizminin ve emperyalist “Batı’nın Türkiye’yi bölme” planının, ABD’nin “Kürdistan planı”nın bir parçasıdır. Öyle ki MGK, “Batı’yı” savunmakla “ABD’nin vazgeçemediği ‘Kürdistan’ projesinin içerdiği tehdit(i) ne yazık ki görmezden gel”mektedir. (Perinçek, 9 Kasım 1997, Aydınlık) Yani, “bölücülük” o denli büyük bir tehlikedir ki, ABD bile, emperyalist olmasından daha çok bölücülük tehlikesini büyüttüğü için kendisiyle mücadele edilmeli, “Batı’lı olunmamalıdır”.
Oysa Kürdistan’ı sömürgeci boyunduruk altında tutan Türk işbirlikçi tekelci burjuvazisi ve devleti, bunu ancak emperyalist sisteme eklemlendiği için yapabilmekte ve sürdürebilmektedir. Kürdistan sorunu zaten “uluslararası” bir özellik taşıyor. Yani Kürdistan özgürlük mücadelesi ne kadar antiemperyalist kararlığa da sahip olabilirse, Türk burjuvazisinin sömürgeci boyunduruğunu o kadar yıkacak tutarlılığa ve radikalliğe sahip olabilir. Yine ne denli sınıfsal mücadele boyutuyla güçlü olursa o denli Türk burjuva sömürgeciliği ve onu ayakta tutan emperyalist hegemonyacılığa karşı köklü, radikal devrimci rol oynayabilir. Ve buradan Kürt ulusal özgürlük mücadelesi ne denli tutarlı devrimciliğe, ulusal özgürlüğü kazanma tutarlılığına sahipse o denli antiemperyalist demokratik devrimcidir ve komünist proletaryanın o denli stratejik müttefikidir sonucu çıkar. Bu bakımdan, devrimci proletarya, Kürt ulusu üzerindeki Türk burjuvazisinin sömürgeci boyunduruğu ve emperyalist hegemonyanın yerle bir edilmesi, bağımsız devlet kurma özgürlüğünün gerçekleşmesini savunur ve Kürt ulusal devrimini sistemlice bu yönde destekler. Özgür ulusların gönüllü federatif birliği, ayrı devlet kurma özgürlüğünü savunmakta kararlı olmayı en küçük bir şekilde zayıflatmamalı, zayıflatmaz. Emperyalist ve egemen sömürgeci sınırları devrimci proletarya asla savunmaz. Aydınlık revizyonizminin “Emperyalizm bölmek istiyor”, “Sevr’i dayatıyor” uyduruk tespitiyle “Misak-ı Milli”nin bozulmamasını, “sınırların bozulmamasını” savunmak Türk burjuvazisinin gerici, ilhakçı, sömürgeci boyunduruğunu savunmaktan başka hiçbir şey değildir.
Kısacası Aydınlık revizyonizmi, çözüm olarak da, Mustafa Kemal’in ve Lozan’da İnönü’nün söylediği, daha çok da Kürtlerin yaşadığı bölgeler üzerindeki boyunduruk “hakkı”nın gerekçesi yaptıkları lafızları, Kürt ulusal sorununu çözmenin temeli yapmaktan geri durmuyor.
Daha da ilginci, Aydınlık revizyonizmi, Kürt ulusunun ilhakçılarına işi havale eden “bölgesel çözüm” öneriyor. “Türkiye, İran, Irak, Suriye, Kürt örgütleri yan yana gelmeli, anlaşmazlıkları ve özellikle Kürt sorununu barışçı yollardan ulusal eşitlik ve özgürlük ilkesi ışığında çözmelidirler.” (İP 3. Kongre Raporu, Teori, s. 127)
Türk, İran, Irak, Suriye burjuvazilerinin, Kürt ulusal sorununda, işine geldiği zaman “kendi kölesi Kürdü ezmek, çatıştığı komşu ilhakçının Kürdünü biraz kışkırtmak”, ama ulusal özgürlük çok yaklaştığında üçlü-dörtlü bölgesel zirvelerle “birlikte ezmek” politikası izledikleri, deneylerle ve ağır kan ve gözyaşına yol açan sonuçlarıyla, biliniyor. Kürt ulusal örgütlerinin bu bölgesel ilhakçı, sömürgeci burjuvazilerle anlaşarak çözmesini ummak ve sunmak, Bask türü burjuva bir çözümden de çok çok geri güdük burjuva reformcu “çözüm”lerle, katliamlar arasında Kürt ulusunun yoksul halkını oyalamak, devrimci ulusal güçleri ve potansiyelini ezmek demektir. Anlaşılan Perinçek revizyonisti, Kürtlerin ilhakçılarının “birlikte ezmesi ve birlikte güdük reformlarla aldatma”sından yana. Ama onlardan tek fark olarak komşu ilhakçıların birbirlerinin “ezilen Kürdünü” kışkırtmasından asla yana değil.
Aydınlık revizyonizmi Kürt ulusal sorununda “sol” kemalistlerin son derece kaba sosyal-şovenist görüşlerine ve tavrına sahip olduğu için, MGK’nın “ezmek” ve Güney’i işgal politikasına onay veriyor. Bu nedenle 28 Ocak MGK kararlarının Kürt ulusal sorununa ilişkin, “Bölücülük”ü birincil dereceden tehdit görüp hedef almasını içtenlikle benimsiyor. Perinçek, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB), “kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler”den söz etmesini ise MGK’nın “demokratik çözümlere” geleceğinin kanıtı gösteriyor. “Bu yönelişi sekteye uğratan PKK’nin, büyük devletlerin Kürt sorununa müdahalelerini kışkırtan uygulamalarıdır” (Aydınlık, 9 Kasım ‘97) diyerek MGK’dan yana tavır alabiliyor.
Oysa MGK’nın MGSB’ndeki bu önerisi, ulusal devrimci mücadelenin kitle temelini daraltma taktiklerinin bir parçasıdır. Daha önce “ekonomik, sosyal, kültürel tedbirler” söyleminin, Türk burjuvazisine Kürdistan’dan ucuz işgücü sömürüsü olanağı ve yatırım teşviklerinden sonra, şimdi kültürel alandaki taktiği ekliyor. Devlet ve belediye gibi kamusal alanda olmaması koşuluyla özel dil kursları, kültürel kurslar vb. geliştirilerek, kitle temelini daraltarak, PKK ve ulusal özgürlük mücadelesini ezmeyi kolaylaştırma taktiğidir. Reformlarla devrimi söndürme taktiği bile değil. Perinçek, bunu başlayan “demokratik çözümün” kanıtı göstererek, aynı taktiğin aldatıcılığını güçlendirmeye çalışıyor. Özet olarak, Aydınlık revizyonizminin DCİSG stratejisi, gerici ve ehven-i şer bir faşizmle işbirliği ve bu işbirliğinin aldatıcı dayandıkları tezlerden oluşuyor. Görüldüğü gibi MGK ve ordu, bazı politika değişiklikleriyle asla “ilerici”, “devrimci” olmamışlardır.
Gerçek durum bambaşkadır. Türk burjuvazisinin faşist egemenlik sisteminin yönetim bunalımının derinleşerek sürdüğü bugünkü koşullarda, egemen sınıfların en örgütlü gücü MGK ve ordu öne çıkmaktadır. Ordu, yalnızca temel sorunlarda değil, güncel politik sorunlarda da politik mücadeleye katılmakta, “politik bir parti” görevini de üstlenerek yürütme işinin günlük yönlendirilmesi görevini yapmaktadır.
MGK, bu görevini yerine getirirken, eski politikalardan bir kısmını değiştirerek, devleti restore ederek bunalımdan gerici faşist çözümlerle, kendi kliğinin iktidar tekelini de koruyarak çıkmaya ve kitle temelini genişletmeye çalışıyor. Bu yolla devrimci hareketi ve Kürt ulusal devrimini ezmeye çalışıyor.
MGK ve generaller, dış “tehdit güneyde” tespitini, şovenist çatışmalar ve ABD’nin taşeronluğu politikasını sürdürüyorlar. İç tehdit tespitinde, ‘80 öncesi birincil olarak dış kaynaklı komünizm olarak gördükleri halde bugün Kürt ulusal devri- mini ve PKK’yi birincil tehdit görüyorlar. Ama diğer devrimci hareketi -güç zayıflığı nedeniyle- yalnızca tehdit görmekle yetiniyorlar. Besbelli ki “irtica”yı iktidar tekelini yitirme “açık ve yakın tehlike”si nedeniyle birincil tehdit görüyorlar, iktidar dalaşında güçten düşürme politikası izliyorlar, izleyecekler. Rakip Çiller, polis şefleri kliği ve islamcı gerici kliğe karşı çatışmalarını, aynı zamanda devletin kitle temelini genişletme ve restore etmenin aracı yapıyorlar. Bütün bunlar, aynı zamanda hem devlet güçlerini kendi denetimleri altında toplamak, hem de egemen sınıf ve burjuva partileri, daha kabul görür faşist yönetim biçimleri doğrultusunda yönlendirmek, kemalizmi yeniden yükseltmek ve “ülkücü mafya” ve “ırkçı milliyetçiliği” dizginlemek demektir. Ki, devleti restore etmek kapsamındadır ve yürütmeyi doğrudan yönetmektir. MASK, MGSB, BKYM, devlet kadrolarının ordu akademisince eğitim vb. hepsi bu kapsamdadır. “İlk defa iç tehdit” belirtmeye büyük önem vermeleri de bu kapsamdadır. Bu, daha kabul görür görünüm veren faşist diktatörlük ve stratejisi demektir. Hatırlatmak gerekir ki, ‘96 başında ANAYOL’u kurdurtanlar ve ikinci topyekün saldırı stratejisini başlatanlar da generallerdir. Aydınlık revizyonizminin DİSK ve Türk-İş yönetimlerinin yaptıkları gibi, ordunun bu stratejisiyle işbirliği öngörmek ve yapmak, yalnızca sınıf işbirliği de değil, ehven-i şer bir faşist diktatörlükle işbirliğidir. İşçi sınıfına ve emekçi kitlelere, faşist diktatörlükle işbirliğini öğütlemektir, onları işbirliğine çekmek gerici pratiğidir. Türk-İş ve DİSK yöneticileri, bu gerici işbirliğini açıkça savundukları gibi, gerekçelerinden biri olarak, ordunun askeri darbe yapmasını önlemeyi de ileri sürüyorlar. Karşıdevrimci Aydınlık revizyonistleri de, bu gerici işbirliğinin gerekçelerinden biri olarak, “yoksa darbe gelir” korkusunu ileri sürmekten geri durmuyorlar: “Böylece ilk seçimde Devrimci Cumhuriyet Programı, tek başına iktidara gelir ve bir askeri müdahalenin zemini kalkar” (DCİSG). Ehven-i şer faşizm üzerine birleşenler, gerekçelerde bile aynılaşıyorlar.
MGK, devleti restore de eden bu stratejisinde, sol hareketi de, reformcu devrimci ayrışmasına daha çok sokmak ve reformcu solu bu koşullarda “demokratiklik” gösterisine eklemlemek taktiğini de güdüyor, anlaşılan daha çok güdecek de.
DSP, CHP, İP Güçbirliği: Faşizmin Sacayağı, Kitle Dayanağı, Kaldıracı
Aydınlık revizyonizmi, “küçük kardeş” olarak, DSP ve CHP’yi güçbirliği kurup seçim kazanarak, MGK ve ordu stratejisinin “Devrimci Cumhuriyet”in hükümeti olmaya ikna etmeye çalışıyor.
Sosyal demokrat partiler olarak CHP ve DSP, 12 Eylül faşizmi sonrası, ama özellikle de 80’li yılların ikinci yarısından bu yan daha da gericileştiler. Burjuva demokrasisi lafızlarıyla da dile getirdikleri programlarını da katlayıp bir kenara attılar. Lafzı olarak bile dile getirmekten “milli mutabakat” için vazgeçtiler. Bu, sınıf mücadelesinde, faşist diktatörlüğe karşı mücadelede, hangi cephede ve nasıl bir yer aldıkları konusunda da böyle oldu ve rastlantısal değildir.
CHP (SHP), 1991’den ‘95’e, faşist diktatörlüğün ve sömürgeci savaşın en kanlı ve en kirli döneminin hükümet ortağı olmaktan, yani önde gelen suç ortağı olmaktan geri durmadı. Gerçek programının eli kanlı faşist diktatörlüğe ve sömürgeci özel savaşa, koltuk değnekliği olduğunu pratiğiyle sergiledi. Yanı sıra, ABD ve Avrupalı emperyalistlerle onların neoliberal ekonomi politikalarıyla, dünya halklarına saldırılarıyla işbirliği içinde olacağını gösterdi.
DSP ise, antikomünist gelişimiyle, faşist diktatörlüğü, hükümet dışındayken de destekleyen pratiğiyle, sömürgeci savaşta özel timleri ilk öneren partilerden biri olmasıyla, şimdi de ANASOL-D faşist hükümetinin ikinci partisi olmasıyla, gerici çizgisini sergiliyor.
Bu durum, sosyal demokrasinin burjuva sınıf niteliğiyle tamamen uyum halindedir.
CHP ve DSP’nin faşist diktatörlüğün hükümetleri içinde yer aldıkları, faşizmle ve emperyalizmle işbirliği içinde oldukları ve emekçi kitleleri bu çizgiye çekmeye çalıştıkları için, burjuva demokrasisi izlemekten daha da gerici bir çizgiye kaydıkları açıktır. Bu aynı zamanda, burjuva liberal politik çizgideki partilerin, güncel dünya ve Türkiye koşullarında kaçınılmaz olarak varacakları gericiliğin rengini de gösteriyor.
Aydınlık revizyonizmi, şimdi CHP- DSP-İP güçbirliğiyle hükümet stratejisi izliyor ve işçi sınıfı ile emekçilere, kitle örgütlerine bu hedef etrafında toplanmayı öğütlüyor. Bunu da “Devrimci Cumhuriyet” stratejisi olarak kutsuyor. Kuşkusuz bu gericilikle işbirliği gerici stratejisinin iki temel politikasından ikincisidir ve birincisine dayanılarak inşa ediliyor. Birinci temel öge, generaller ve ordunun, ehven-i şer bir faşizmle devleti restore etme stratejisiyle işbirliğidir. Aydınlık-İP revizyonizmi, bunu esas alıyor ve bu temel üzerinde ikincisini, yani birinciye en ideal hükümet biçimi öneriyor ve oluşturmaya çalışıyor: DSP-CHP-İP güçbirliği hükümeti!
Aydınlık revizyonizmi, bu hükümetin dayanacağı asıl gücün ordu olacağını -ordunun sözde devrimci niteliğe kavuştuğu demagojisini gerçek sayarak da -açıkça dile getiriyor:
“Türkiye’de artık devrimci cumhuriyet programını uygulayacak bir iktidarın ordusu vardır.” (aç. PD) (DCİSG, Doğu Perinçek)
Perinçek, “merkez sağ”ın çizgisi itibarıyla MGK’nın “yeni” stratejisine uygun hükümet olamayacağını vurgulayarak generalleri, CHP-DSP’yi “sol güçbirliği” hükümeti örgütlemek için iknaya çalışıyor.
Perinçek, Genelkurmay ve ordu stratejisine bağlılığını kanıtlamak için, bugünkü ANAP-DSP-DTP hükümetine de olumsuz bakmıyor. Ordu stratejisini iyi savunamadığı ve savunamayacağı için eleştiriyor.
Ama ordu stratejisine bu hükümetin daha uygun hale gelmesi için çaba harcadığını da, CHP’nin de hükümete katılması gerektiğini söyleyerek kanıtlamış oluyor: “CHP, bu hükümette yer alsaydı, DSP ile ortak pratiklere girer, aynı sorumlulukları paylaşırdı. İki partinin hükümet ortaklığı, hem hükümetin uygulamaları hem de sol güç- birliğinin kurulması için iyi olurdu. Ne var ki, bu olumsuzluk önümüzdeki dönem giderilebilir.” (D. Perinçek, Teori Sayı 93, sf. 52)
Ama elbette Aydınlık revizyonizmi ideal amaç olarak, 2000 yılının başlarında seçim kazanarak kurulmak üzere DSP-CHP-İP güçbirliği öngörüyor. Kitleleri, kitle örgütlerini bu alternatif için güçbirliğine çağırıyor.
Perinçek, DSP ve CHP’nin şimdiki konumunu, ordudan da geri görerek eleştiriyor, böylece “küçük kardeş” olarak onları, ordu stratejisi, sözde “Devrimci Cumhuriyet” stratejisi konumuna ilerletmeye çalışıyor.
“Bu program, ordunun bugün tanımladığı eksikler ve tutarsızlıklar içeren haliyle bile, CHP ve DSP’nin solundadır.” (agy)
Ama her iki partinin “kemalist devrim” geleneği doğrultusunda değişeceğinden umutlu;
“Ordu, elli yıldır merkez sağın gücüydü. Bugün Cumhuriyet Devrimi yıllarındaki konumuna yönelebildiğine göre, aynı dinamizmi DSP ve CHP’den bekleyemez miyiz? (...) Nitekim hem DSP, hem CHP, hem de Atatürkçü Düşünce Dernekleri saflarında kemalist devrim geleneğinin canlandığını görüyoruz (...) Bu gerçekleri hiç kuşkusuz DSP ve CHP’nin birikimli önderleri de göreceklerdir.” (agy)
Perinçek, bu “umudu” doğrultusunda, ordunun şu an izlediği restorasyon biçimlerinden biri olan “merkez sağ” ve “merkez sol”u kendi içlerinde birleştirmek politikasının yararsızlığına generalleri, DSP-CHP ve ADD’yi vb. ikna etmeye çalışıyor. “Bu koşullarda, bugün en geçersiz ve en anlamsız talep, merkez sağ ve merkez soldan birleşmelerini istemektir.” (agy)
Böylece, Aydınlık revizyonizmi, ordu stratejisiyle temel ittifak içinde ve esasen ona dayanarak DSP-CHP-İP (ve katılacak başka sözde “sol” partiler) sol güçbirliği ve hükümeti alternatifinde “kararlı” davranıyor.
Ama zaten “kararlı” olunan bu alternatifin kendisi gerici bir alternatif değil mi? CHP ve DSP’nin burjuva politik liberalizm çizgisinden kaçınılmaz olarak faşizmle uzlaşma ve işbirliği gerici çizgisine kaydıkları bugünkü dünya ve Türkiye koşullarında, onlarla stratejik güçbirliği ve ittifak ancak gerici bir ittifak olabilir, devletin ehven-i şer bir faşist biçimde restorasyonunun aracı olmaktan başka hiçbir işleve sahip olamaz.
Elbette ordunun devleti restore stratejisi gerici-faşist karakterde olduğu için, bununla işbirliği ancak gerici karakterde olur ve gerici sonuçlar verir. Aydınlık revizyonizminin stratejisi öncelikle bu nedenle, ama aynı zamanda DSP, CHP, İP seçim ve hükümette işbirliği öngördüğü için de gericidir. Daha gerici bir çizgiye gelmiş olan CHP ve DSP antiemperyalizm, devrimci demokrasi, Kürt ulusal sorunu ve diğer temel sorunlarda gerici program ve pratiklere sahiptirler. Ve bunu 30 yıllık dönem boyunca kanıtladıkları gibi faşist diktatörlüğün DYP-SHP(CHP) ve ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümetlerinde görev yaparak da çok daha fazlasıyla kanıtladılar.
DSP ve CHP, yalnızca Perinçek’in onları ilerici, antiemperyalist yapamayacağı gerçeği nedeniyle değil, gerici nitelikleri nedeniyle “ilerici”, antiemperyalist” olamazlar. Politik mücadele somut olgular üzerine yürütülür, gericilik üreten hayaller üzerine değil. Bu partilerin kaynaklandığı kemalistler, emperyalist işgale karşı savaşta cılız antiemperyalist özellikler taşıyan konumu, daha ‘20’li yıllar sona ermemişken, gericiliğe dönüştü. Eğer Baykal bugün ANAP kadar neoliberal emperyalist ekonomik politikalar savunuyorsa, Ecevit, Türkeş’e yakın bir ırkçı şovenizmi, pantürkizmi savunuyorsa, bunlar gericileşme dereceleri hakkında yeterince fikir veriyor.
Ordu stratejisi ve temel ittifakı ile CHP- DSP-İP ve diğer partilerin koalisyonu, yalnızca gerici bir iktidar olur. Üstelik burjuva demokrasisi düzeyinde bir gericilik bile değil. Yani Perinçek, Gonzales, Papandreau çizgisinde bir burjuva demokrasisi stratejisi iddiasıyla bile ortaya çıkamıyor. Ya da en iyimser yorumla tedricen geçiş oportünizmiyle, nihai hedef olarak, İspanya, Yunanistan tipi bir burjuva demokrasisine geçişi öngörüyor.
Perinçek, bu gerici stratejisine başka bazı “teorik” dayanakları da önceki yıllarda üretti ve devam ettiriyor.
Kuzey-Güney sözde teorisi, esasen gerici stratejisinin uyduruk revizyonist teorik temelidir. Çünkü bu gerici teori, tıpkı gerici Üç Dünya Teorisi gibi, yeni sömürge ülkeler egemen burjuvazileriyle, devletleriyle, partileriyle, sözde emperyalist Kuzey’e ve özellikle ABD’ye karşı temel ittifak ve işbirliğini öngörüyor. Aydınlık revizyonizmi de uzun süredir Kuzey-Güney gerici teorisinin şampiyonluğunu yapıyor.
Başta bu teoriyi dayanak yaparak, ama başka bazı tezler de üreterek, ‘90’lı yıllar boyunca, sosyal-demokrasiyle, burjuvaziyle, devletiyle, stratejik işbirliği yapmak gerektiği görüşlerini vazedip durdu.
Bu tezlerden biri de, “faşizm tırmanıyor” tezidir. Aralık 1994’ten (ara seçimleri) başlayarak, İşçi Partisi ve Aydınlık revizyonizmi, DSP-SHP-CHP’ye (o zaman CHP de ayrıydı) ve ayrıca HADEP’e de sol güçbirliği çağrısı yaptı ve sonra da bunu CHP ve DSP açısından kalıcı hale, stratejik bir ittifak haline getirdi.
Aydınlık revizyonizmi, bu stratejik işlerliğine, birincisi, ABD’ci yeni dünya düzeninin saldırıları karşısında, “devlet bağımsızlığı”nı korumak, “emperyalizmin en işbirlikçi” öğelerinin hareketi olan “faşizmin” gelişmesini önlemek politikasını dayanak yapıyordu, hala da yapıyor. İkincisi olarak da, “tırmanan faşizme” ve gericiliğe “barikat” oluşturmayı dayanak yapmaya çalışıyor.
1994’te şeriatçı gericiliği baş düşman görmeyen Aydınlık revizyonizmi, dini gericiliğin gelişmesine karşı da dikkat çekerek, bu tehlikeye karşı da sosyal demokrat partiler ve kemalistlerle temel ittifakı savunuyordu.
Aydınlık revizyonizmi, faşizmi yalnızca MHP’den ve MHP kökenli kadrolardan ibaret göstermekle, TKP-TİP’in revizyonist faşizm tahlili gibi, antifaşist mücadele bilincini zayıflatıyor, faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü gerçeğini gizliyor. Demirellerin, Çillerlerin, Özalların, generallerin, polis şeflerinin faşist yüzünü aklıyor.
Ama daha önemlisi de, faşist diktatörlüğün kitle tabanını genişletmesine, MHP’nin, RP’nin gelişmelerine, faşist ve şeriatçı kitle hareketinin gelişmesine karşı çözüm; bir başka gerici seçenekte, CHP ve DSP ile stratejik ittifakta değil, komünist devrimci ve antifaşist hareketlerin güç, eylem, cephe birliğindedir.
CHP ve DSP’nin faşizmle işbirliğiyle işbirliği yapılarak mı faşist diktatörlüğe karşı mücadele edilecek?
Aydınlık revizyonizmi, yalnızca gerici Kuzey-Güney teorisine dayanarak değil, faşizme ilişkin reformist tahlil ve beklentilere de dayanarak burjuvaziyle en geniş kesimleriyle işbirliğini öneriyor. “Dünyanın ezilen kutbunda faşizm, emperyalizmle en sıkı bütünleşmiş güçlerin emekçi halk yanında sermayenin geniş kesimlerini de baskı altına alan dikta rejimi” (aç. PD) (D. Perinçek, Faşizmin Tırmanışı, Teori Sayı: 58, Ekim 1994) olduğuna göre, “burjuvazinin en geniş kesimleri”yle stratejik ittifak içinde faşist MHP’yi engelleyebilir, kurtulabiliriz! Buna da en uygunu, DSP- CHP’yle stratejik güçbirliği ve bunları hükümete getirmektir.
Bu reformcu burjuva mantıkla, hem var olan faşist diktatörlük gizleniyor, hem de antifaşist kitle hareketi, CHP ve DSP hükümeti gerici seçeneğinin kuyruğuna takılarak, burjuva liberal kanaldan karşıdevrimci bir sonla noktalanmış oluyor.
‘94’ten sonraki yıllarda, MHP’nin gelişmesi tehlikesine dinci gericiliğin gelişmesi de eklenince, karşıdevrimci Aydınlık revizyonizmi, burjuvazinin en geniş kesimleri ve generallerle stratejik ittifak kurarak burjuva liberal gerici bir strateji geliştirdi, bunun uyduruk tezlerini oluşturdu.
Yanı sıra, Aydınlık revizyonizmi, devrimci hareketin zayıf ögelerinin ve sol reformcu hareketin kitleselleşme sorununun baskısı altında, sağa, burjuva kuyrukçuluğuna doğru savrulacağını, iyi koklayarak, faşist MHP’ye, Çiller-polis şefleri çetelerine ve dini gericiliğe karşı, onları, sosyal demokrasi ve generallerin arkasında toplamaya çalışıyor, buna uygun strateji ve tezler üretiyor.
Generaller ve CHP-DSP’yle stratejik ittifakın bir diğer dayanağı da (bu tırmanan faşizme karşı mücadele dayanağında da ifadesini buluyor) gelişen gericiliğe ve onu kışkırtan emperyalizmin sömürgeleştirme saldırısı olan YDD’ye karşı, var olduğu kadarıyla devletin bağımsızlığını ve cumhuriyetin kazanımlarını korumak, kemalizmin Kuvay-i Milliye değerlerine sahip çıkmak gerektiği tezidir. Ki, bu, ordunun cephesini yine 1930’lu yıllara değin olduğu gibi gericiliğe döndüğü tespitini de güçlendirerek, ordu kuyrukçuluğunu kolaylaştırıyor.
ABD’ci dünya düzeninin, ‘90’lı yıllardaki saldırısı ve neoliberal ekonomik politikalara karşı, işçi sınıfı ve halklarımızın antiemperyalist demokrat devrimi yerine, emperyalizmin işbirlikçisi devleti ve sözde “bağımsızlığını korumak, hem sınıf işbirlikçisi hem de sonuçta emperyalizmin dayanağını korumak gericiliğidir. Bir devrimci hareketin Aydınlık’ı eleştirirken yerinde benzetmeyle söylediği gibi, işbirlikçileriyle emperyalistler arası “çatlak”tan tahtakurusu gibi sızmak, ancak karşıdevrimci Aydınlık revizyonistlerinin işi olabilir.
Cumhuriyet’in kazanımlarını korumak tezi ise, bu kazanımların ezici çoğunluğu zaten sürecin ilk on yılında kemalist burjuvazinin giderek emperyalizmin işbirlikçisi olmasıyla yitirildiler. Diğer bir kısım da, zaten kemalist mirasa sahip çıkan gerici parti, generaller vb.’nin gerici egemenliklerinin, hatta emperyalistlerle işbirlikçilerinin birer parçası haline gelmiş ya da “KİT”lerde olduğu gibi işbirlikçi devlet tekelleri olmuşlardır. Burjuva laikliği, bugün sünni islami gericilikle burjuva modernizmin karışımı olduğu gerçekken, bu mu savunulacak?