Oportünist EMEP’in Reformist Politik Çizgisi

TDKP, reformculuk yoluna, başlangıç noktası olarak yasalcı pratikciliğin “teorisini yapmakla daldı. Ama, zamandaş olarak ve yasal partinin henüz pratiğine geçmeden önce, reformculaşmasının diğer bir alanı da, kitle hareketlerine müdahale ve kitle çalışmasının politik içeriğiydi. Bu alanda, ‘92-’93’lerden başlayarak ekonomist-sendikalist çizgiye geriledi. Yaklaşık 4-5 yıl, politik çalışmasının içeriği ekonomist-sendikalist nitelikte sürdükten sonra, bu kez ekseninde burjuva demokrasisinin elde edilmesi hedefinin durduğu bir reformizme evrim gösterdi. Daha doğrusu, ekonomist-sendikalist çizginin, yalnızca faşist diktatörlüğe karşı, devrimci sınıf ve emekçi kitle hareketinin gelişmesini önlemekle kalmadığını, EMEP grubunu büyütmeye de beklediği kadar fayda sağlamadığını anlayınca, görece aktif bir reformizme, “devletin demokratikleştirilmesi, ordunun demokratikleştirilmesi, demokratik anayasa” politikasında ifadesini bulan bir politik reformizme evrildi. Şimdi bu reformist çizgide yürüyor.

EMEP grubunun, sürecin bu iki noktasında* birbirine yakın iki reformist politik müdahale ve çalışma çizgisinin niteliğini ve politik işlevini sergilemek devrimci açıdan son derece gerekli ve zorunludur.

Ekonomist-Sendikalist Kendiliğindencilik

TDKP grubu, sözkonusu dönemde, mantıksal ve teorik dayanağı kitle kuyrukçuluğuyla belirlenen, ekonomist-sendikalist çizgi izledi. Bu, politik kitle çalışması ve sınıf ve emekçi halk hareketine müdahalede öncüyü, kendiliğinden hareketin geri bilinci, ekonomist-sendikalist bilinci seviyesine uydurma, geriye çekme biçiminde kendisini gösterdi.

Kitle hareketine yönelik, ajitasyon şiarları formüle edip yaymada öncünün rolünü, kendiliğinden hareketin önünde secdeye varmaya indirgedi, kendiliğinden hareketin bilinç seviyesine düşürmeyi öngördü ve uyguladı. Özellikle ‘91’den sonra işçi sınıfı hareketinde kitle grevi dalgasının geri çekildiği ve duraksamalı gelişmenin yaşandığı koşullarda, sınıf hareketi tekil, kısmi direnişler ve ağırlıklı olarak ekonomik içerikli eylemlerle sürerken, TDKP reformcu önderliği ve yazarları, komünist öncü çalışmasının ajitasyonunu da kendiliğinden hareketin ileri sürdüğü bu ekonomik talepler ve özelleştirmeye ve işçi kıyımına karşı taleplerle sınırlamayı teorileştirdiler.

Özgürlük Dünyası’nın oportünist yazarları, Haziran 1993 tarihli 56. sayıda “Pankart, Slogan ve Kitle Mücadelesi” başlıklı yazıda şunları söylüyorlar:

“...İçerik yığın mücadelesinin talepleriyle uygunsa, yani kitlelerin o anki taleplerini doğru ifade ediyorsa, kaçınılmaz olarak yaygınlaşıp yığınlara mal olacaktır.” “...yığınları ayağa kaldıran sloganlar (....) bizzat kitle mücadelesinin içinden çıkan belki sınıfın nabzını elinde tutan parti ve sendikalar tarafından mükemmelleştirilen, içeriği doldurulan sloganlar olmuşlardır.”

“Son yılların kitlesel eylemlerinde ve özellikle de ‘93 1 Mayıs’ında da açık biçimde görüldüğü gibi bugün ‘İş Ekmek Özgürlük’ sloganı ve onun değişik biçimleri yığınları birleştiren ve bugünkü sınıf hareketinin talepleriyle uygunluk gösteren bir slogandır.” (sf.62)

Ayrıca, Özgürlük Dünyası ve haftalık ve günlük yayınlarında bu çevrenin yazarları, antiemperyalist demokratik devrimin programa ilişkin ve stratejik sloganların, devrimci durum dışında, her zaman propaganda sloganı olarak ve tali düzeyde tutulmaları gerektiği görüşünü vaazedip duruyorlar. Özgürlük Dünyası’nın oportünist yazarları; ajitasyon çalışmasına yönelik özet olarak şu fikirleri öne çıkarıyorlar.

Kitlenin o anki talepleriyle denk düşen sloganlar kitleler tarafından benimsenir, bu nedenle komünist öncünün yoğunlaştıracağı ajitasyon sloganları bunlarla sınırlı olmalı.

Yığınları ayağa kaldıran sloganlar, bizzat kitle mücadelesinin içinden çıkan sloganlardır. Yani komünist öncü ajitasyon sloganlarını kitle mücadelesinin içinden çıkarmalıdır, komünist öncü bilinçli çalışmasıyla üretmemeli ve kitlelere “dayatmamalıdır.”

Devrimci durum dışında stratejik sloganlar ancak propaganda sloganları olarak kalırlar ve tali düzeyde tutulmalıdırlar.

Oportünist yazarların dile getirdikleri düşünceler bunlar.

Komünist öncünün çalışmasında, ajitasyon çalışması ve özel etkili biçimi olarak ajitasyon şiarları, kitle eylemiyle bütünlüklü bağı içinde sınıf ve emekçi yığınların devrime hazırlanması ve devrim mevzilerine çekilmelerinde temel bir rol oynayacakları gibi, kitleleri bilinçlendirmenin temel bir çalışma biçimidirler.

Komünist öncünün ve önderliğin görevi; Lenin’in de vurguladığı gibi kendiliğinden “hareketi programının seviyesine yükseltmektir”. (Ne Yapmalı?, sf. 59, İnter Yayınları) Buradan hareketle, komünist öncü, sistemli ve sürekli propaganda, ajitasyon, teşhir çalışmasıyla, her toplumsal olay ve görüngüden yararlanarak, işçi sınıfı hareketine sosyalist ve devrimci bilinci taşır. Emekçi halk hareketinin demokratik devrimin kesin zafere ulaştırılması bilinciyle mücadele etmesine önderlik eder, hegemonya kurmaya çalışır.

Bu nedenle komünist öncü; TDKP grubunun oportünist yazarlarının vaazettiği gibi, özellikle devrimin ilk adımı antiemperyalist demokratik devrimin stratejik sloganlarının propagandasını yaparken, kitle eylemlerinde mutlaka “tali düzeyde tutmak” sınırlamasına düşmemelidir, düşmez.

Temel sloganlar ve hedeflerin sınırlandırılması, oportünist reformculuğun başlıca tasfiyeci özelliklerinden biridir. Lenin gericilik yıllarında tasfiyecilerin bu konumdan saldırılarına şu sözlerle devrimci hücuma geçiyordu;

“Yasadışı partinin ‘önemine ve rolünün küçümsenmesine’ karşı mücadele vermemizi özellikle gerektiren şey, yasadışı ve yasal faaliyetlerin birliğidir. Daha küçük meselelerde daha mütevazi ölçülerde, belirli anlarda, yasal sloganların kısıtlanmamasını daha az uzlaşılmaz yapmamasını, proletaryanın tarihsel hedefini çarpıtmamasını sağlamamızı bizden istemektedir.” (Lenin’den aktaran T. Clif, Lenin-Parti İnşası, sf. 237)

Demek ki, komünist öncünün başta gelen görevi ve partinin yasadışı temelinin korunmasının da bağlı olduğu amaç, tarihsel hedefi ve temel sloganlarının korunması, sınırlama veya tümden terketme yoluyla tasfiye edilmemesidir.

Devrimci durum yoksa, temel sloganlar yalnızca propaganda sloganı ve özellikle tali düzeyde atılmalı, biçimindeki sınırlayıcı bir perspektif, tasfiyeci bir perspektiftir. Lenin, gericilik döneminde bile, tasfiyeci menşeviklerin, demokratik devrimin stratejik sloganlarını ajitasyon çalışmasından tasfiye etmeyi vaaz etmelerini, şöyle aktarıyor:

“Şimdi de tasfiyecilerin, marksist sloganları yumuşatmalarını gözden geçirelim. (...) Bay L.S. (Tasfiyeci gazete Luç’un yazarı-PD) şöyle yazıyor: ‘.Biz inanıyoruz ki, ancak, bir yandan işçi sınıfının gelişimini daha da ileriye götürmek bakımından temel nitelikte olan, öte yandan yığınlar için ivedilik kazanabilecek, kısmi istemler olarak ortaya atılmalı, sosyal demokratlar (komünist öncü iddiasındakiler kastediliyor-PD) dikkatlerini o istekler üzerine toplamalıdır. Pravda’nın (Bolşevik gazete-PD) ortaya attığı üç istekten sadece biri -sekiz saatlik işgünüişçilerin gündelik savaşımında bir rol oynayabilir ve oynamaktadır. Öteki iki istek (demokratik cumhuriyet ve toprak devrimi gibi iki stratejik talep veya slogan-PD), şimdiki durumda, uyarma (ajitasyon-PD) konusu

olarak değil, propaganda konusu olarak iş görebilir.” (abç)

Lenin bu aktarmadan sonra, şu devrimci eleştiri hücumuna geçiyor:

“Luç neden sekiz saatlik işgünü isteğini kabul ediyor da ötekileri reddediyor? Neden sekiz saatlik işgününün, işçilerin gündelik savaşımında ‘bir rol oynadığına’ işçiler adına karar veriyor da genel siyasi isteklerle köylü isteklerinin böyle bir rol oynamadığını öne sürüyor.

Dert Luç’un alışageldiği üzere kendi liberal darkafalılığını ‘yığınlara’ ‘tarihin akışına’ yükleyen reformculuğunda.

Luç, marksist sloganları yumuşatmakta, bu sloganları dar, reformcu, liberal ölçüte uydurmaya çalışmakta ve böylece işçiler arasında burjuva fikirlerini yaymaktadır.” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 268-269)

Özgürlük Dünyası’nın oportünist yazarları da, bugün işçi sınıfı kitle hareketindeki yükselişin inişli-çıkışlı gelişmesi, istenen ve beklenen hızda, güçlülükte ve devrimcilikte sıçrama yaşamamasından o denli etkileniyorlar ki, ikiz kardeşleri tasfiyeci Luç yazarları gibi demokratik devrimin tüm stratejik sloganlarını ajitasyon çalışmasından tasfiye etmek gerektiğini belirtiyorlar. Tali düzeyde yalnızca propaganda sloganı olarak kullanma lafzını da daha kaba reformcu ÖDP’den lafızda farklı görünmek için söylüyorlar.

Evet, işçi sınıfı hareketinin geniş kitleleri tarafından henüz yükseltilmiyor diye ve devrimci durum dışında, devrimin stratejik sloganlarını ajitasyon çalışmasından tasfiye etmek, düpedüz reformcu işçi politikasıdır. Ve Özgürlük Dünyası’nın oportünist yazarları bilgiçlik taslayarak bu tasfiyeyi savunuyorlar. Ama yalnızca bununla da kalmıyor, reformcu işçi politikasının ekonomist-sendikalist türevini vaaz etme cesareti de buluyorlar.

Komünist öncünün ajitasyon çalışmasını ve şiarlarını o anki işçi hareketinin benimsediği talep ve şiarlarla sınırlama, öncü çalışmayı o anki kendiliğinden hareketin seviyesine indirgemek anlamına geldiği gibi, o anki kendiliğinden hareketin şiarları dışındaki, yalnızca genel veya stratejik değil, kısmi sloganları da sınırlandırarak tasfiye etmek sonucunu da doğurur. ‘92-93’ler işçi sınıfının kendiliğinden hareketi, tekil direnişler ve ağırlıklı olarak ekonomik sendikal şiarların yükseltildiği bir mecrada aktı. En ileri şiarlar olarak “İşçi kıyımına hayır”, “Özelleştirmeye hayır” gibi sloganlar öne çıktı. Özgürlük Dünyası yazarları doğrudan işçi kitlelerine yönelik iki saldırı politikasına karşı mücadeleden başka ajitasyon çalışması ve sloganları yoğunlaştırmanın yanlış olduğunu, bu dönemde vaaz edecek denli ekonomist-sendikalist bir tasfiyeciliğe battılar.

Oysa; sosyalist ve devrimci sınıf bilinci, işçi sınıfına, ekonomik-sendikal mücadele alanının dışından, işbirlikçi tekelci kapitalist toplumun bütün sınıflarının ilişkileri alanından, toplumsal yaşamın bütün alanlarının en çarpıcı gerçeklerinin bilgisinden götürülmesi gerekir. Bunun en etkili yolu ve aracı örgütlenmiş, süreklileştirilebilmiş politik kitle ajitasyonudur. Ve bu kampanyalar biçiminde de diğer zamanlarda ve özellikle kitle eylemlerinde de, yazılı-sözlü görsel araçlarla da, konuşma-metinlerle de kısa çarpıcı ve vurgulayıcı sloganlarla da, sürekli sistemli ve yoğun olarak yapılması zorunlu başlıca öncü devrimci görevdir. Oportünist reformistlerimiz Özgürlük Dünyası yazarlarının ileri sürdükleri gibi, kendiliğinden hareketin az sayıdaki öncü ögelerine yapılan propaganda ile pedagojik işle asla başarılamaz. İşçi sınıfının dikkatinin kapitalist toplumun bütün sınıfları arasındaki ilişkilere, sömürünün ve zulmün en canlı, en çarpıcı örneklerine çekilmesi, bütün sorunlar karşısında sosyalist ve devrimci sınıf görüş açısıyla tavır alması, eylemlerini geliştirmesi yoluyla eğitilir. Büyük yığınlar sınıf eğitimlerini mücadele okulunda alırlar.

Bu mücadeleler içinde, kitlelerin mücadelenin içinde kendi deneyleriyle doğruluğunu inandırılmalarıyla içiçe, komünist önderliğin, vermesi gereken bilinçlendirme çabası ve sloganları, asla kitlelerin o anki geri bilinç seviyesiyle sınırlandırılamaz. Özgürlük Dünyası’nın oportünist yazarının belirttiği gibi sınırlandırılırsa bu, o an sınıf hareketi ekonomik talepler ve sloganları yükseltiyorsa, yazarlarının vaazedip TDKP grubunun uyguladığı gibi, öncü adına, ekonomist-sendikalist bir ajitasyon çalışması yapılır, ekonomist-sendikalist bilinçli sınıf hareketi geriliğe mahkum edilir. Ve bu yolla hiçbir zaman işçi sınıfı hareketi, devrimci politik bir ordu olarak hazırlanamaz ve devrimci politikleşmesi gerçekleştirilemez. İşçi sınıfı, sendika bürokratlarının reformcu partilerin, burjuva politikalarının egemenliğine terkedilmiş olur. Özgürlük Dünyası yazarı, vaaz ettiği bu ekonomist-sendikalist işçi politikasını, doğru göstermek için bazı uyduruk revizyonist teorik dayanaklar da ileri sürüyor:

“Ajitasyon sloganları yığınların o anki taleplerini doğru ifade ediyorsa, kaçınılmaz olarak yaygınlaşıp yığınlara malolacaktır”, o halde ajitasyon sloganları olarak bunları yükseltmekle yetinmek gerekir.

Oysa, o anki kendiliğinden hareketin geri bilinci, elvermese de işçi sınıf hareketinin toplumsal yaşamın yakıcı kısmi, genel sorunlarını ajitasyon konusu ve sloganları yapması gerekir ki, öncü konumunda kalınabilsin. Kendiliğinden hareketin önünde secdeye varan, kendiliğinden hareketin düzeyinden daha ileri gitme(!) diyen artçı, kuyrukçu konuma düşülmesin. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketi, sendika bürokratlarının burjuvazinin değişik parti ve akımlarının mahkum ettiği ekonomist-sendikalist konumdan, devrimci politik bir konuma sıçrayabilmesi için, oportünist yazarın vaaz ettiğinin tersine o an kendiliğinden hareket, geniş yığınlar tarafından talep haline getirilememiş, slogan olarak henüz benimsenmemiş olsa da, tüm yakıcı toplumsal politik sorunları, ajitasyonun konusu ve sloganları haline getirmek yalnızca gerekli değil, zorunludur da.

Zaten kitlelerin, o anki bilincini tekrarlamakla, kitleler devrim bilincini almış olsalar, önder bir partiye, devrimin öznel koşullarına, devrimci iradeye de gerek kalmazdı. Özgürlük Dünyası’nın oportünist yazarı da öznel koşulların temel rolünü yadsıyan bu kendiliğindenci perspektifi propaganda ediyor.

Oportünist yazarın geçen sayfalarda özetlediğimiz diğer uyduruk revizyonist teorik dayanağı da, “Sloganlar da kitle hareketinin içinden çıkarlar, kitle hareketine dayatılamazlar”! tezidir.

Yazar, leninizmin, mücadele biçimlerine ilişkin temel anlayışlarından biri olan; “mücadele biçimleri keyfice tespit edilip kitlelere dayatılamazlar, kitle hareketinin ortaya çıkardığı biçimlerin genelleştirilip yaygınlaştırılması ve bilinç yoluyla geliştirilebilirler” anlayışını ajitasyon çalışmasına da sözde adapte ediyor, kendince katkıda (!) bulunuyor.

Oysa, mücadele biçimlerinin gelişmesi ile, kitle hareketine bilinç taşınması tamamen farklı iki konudur. Birincisi, nesnel politik koşullardan kaynaklanır. Öncü tarafından ancak aşama aşama geliştirilebilirler. İkincisi, yani bilinç ise asla aşama aşama verilemez. Burjuvazi tarafından toplumsal yaşamın çatışmalarından, öncü adına hareket edenlerden, kitleler hangi bilinci edinmişlerse, o bilinçle bilinçlenirler, bilinçleri aşama aşama geliştirilemez.

Bir önderlik çalışması olarak bilinçlendirme, aşama aşama geliştirilmemelidir. Kötü ünlü ekonomistlerin ve reformist menşeviklerin aşamalı bilinçlendirme politikasının tersine; daha demokratik devrim içindeyken işçi ve yarı proleter kitleler sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü bilinciyle eğitilmeye çalışılmalı, işçi ve küçük burjuva emekçi kitlelerin bilinci devrimin programı düzeyine çıkarılmalıdır. Bir diğer ifadeyle, komünist öncünün devrimci perspektifi ve görevi, kendiliğinden “hareketi programının seviyesine yükselt”mektir (Lenin), Özgürlük Dünyası’nın yazarının vaaz ettiği kötü ünlü “sosyal-demokrat (komünistPD) politikayı trade unionist politikaya indirmek” değil.

Buradan komünist öncünün, stratejik sloganlarını yayarken, bunlar henüz geniş yığınlar açısından ajitasyon, eylem direktif vb. sloganları haline gelmemiş sloganlar, henüz propaganda sloganları olarak kalsalar bile bu, sloganları “tali düzeyde” tutmaması, “öne geçirmesi”, “yoğunlaştırması” gerektiği devrimci sonucu çıkar.

İkincisi, ajitasyon çalışmasında, devrimci durum dönemi dışında da, devrimin stratejik sloganlarının yer almaları gerektiği devrimci sonucu çıkar. Örneğin, Kürt ulusal devrimi patlak verip sürerken, henüz devrimci durumu yaşamaktan uzak olan işçi sınıfı hareketine yönelik çalışmada “Eşitlik, kardeşlik, Kürt ulusuna özgürlük” sloganını ajitasyon sloganı olarak kullanılmamalı mı? Örneğin, henüz devrimci durum yokken, Susurluk’la su yüzüne çıkan faşist devletin cellat yüzünü geniş kitlelere sergilemek, geniş kitleleri faşist devlete karşı eylemlere çekmek için, “Kahrolsun faşist diktatörlük” sloganıyla ajitasyon yapılmamalı mı? Özgürlük Dünyası’nın, ekonomist-sendikalist aşamalı bilinçlendirme politikasının tersine, bunlar yapılmalı ki komünist öncü devrimci bilinçlendirme önderlik görevini başarıyla gerçekleştirmiş olsun.

Üçüncüsü, devrimci bilinçlendirmenin ve sloganların yine mücadele biçimlerinin tersine kitle hareketinden değil, komünist öncünün programı, stratejisi, politika ve taktiklerinden, toplumsal sınıflar arasındaki ilişkinin niteliğinin komünist yorumundan, bilimsel bilgiden üretilmesi gerektiği sonucu çıkar. Özgürlük Dünyası ve EMEP oportünizmi, kitle hareketinin beklenen devrimci sıçramayı yapmamasından o denli umutsuzluğa kapılmışlar ki, bilinçlendirmenin, ‘93-’97 döneminde ekonomist-sendikalist ajitasyon ve sloganlarla, ‘97’den itibaren burjuva anayasal demokratik ajitasyon ve sloganlarla aşama aşama yapılması, kitle hareketinin o anki bilinç seviyesi dışında ajitasyonun yoğunlaştırılmaması ekonomist ve menşevik aşamalı bilinçlendirme politikasını çıkarıyor, inşa ediyorlar. O denli karamsarlığa kapılmışlar ki, ajitasyon sloganları da kitle hareketinden çıkarılmalı, dayatılmamalı sonucu kendiliğindenci oportünist politikasına varabiliyorlar. Aşamalı bilinçlendirmeyle, sınıfın komünist partisinin öncü rolünü bilinçlendirici rolü yadsınıp, kendiliğinden hareket düzeyine indirgenmeyle, hiçbir zaman kitle hareketi devrimcileştirilemez, devrime dönüşmesine önderlik edilemez. Yine ajitasyon sloganları da o anki kitle hareketinden çıkarılırlarsa, o zaman öncülere ihtiyaç olmaz, kitle hareketinin kendiliğinden mücadelesiyle yetişen sendikacılar ve sendikal örgütlenme yeterlidir, EMEP'li devrimci öncü iddiasıyla ortaya çıkan kadrolar da, iyi birer sendikalist olurlarsa politikalarına daha uygun davranmış olurlar.

EMEP ve Özgürlük Dünyası oportünizmi, aşamalı bilinçlendirme reformist politikasıyla, ‘93-’97 döneminde, ajitasyon sloganları olarak, kendiliğinden kitle hareketinin ulaştığı “İşçi kıyımına hayır” ve “Özelleştirmeye hayır” sloganları dışında

 

kısmi politik sloganların ajitasyon sloganları olarak geliştirilmelerini bile yadsıyan, kendiliğindenciliğin en geri ve kaba biçimi olan ekonomizme batmayı vaaz etti.

Örneğin sözkonusu dönemde, işçi sınıfı hareketi, Kürt ulusal sorununda belirsiz “kardeşlik” sloganı dışında, hemen hiçbir slogan yükseltmedi diye, EMEP ve Özgürlük Dünyası yazarlarının ekonomist anlayışı, “OHAL, koruculuk, özel timler, JİTEM, kontrgerilla dağıtılsın”, “Kirli savaşa son”, “Kürdistan'a askere gitme” gibi en masumane politik reform şiarlarını bile reddetti. Oportünistlerin mantığına göre, kitle hareketi ancak ekonomik iyileştirme ve varolan hakları koruma sloganlarının yükseltebildiğine göre öncü de kendisini o düzeyle sınırlamalıdır ki, kitle hareketiyle bütünleşebilsin! Geçen dönemde komünist gençlerin güzel bir ifadelendirmeyle söyledikleri gibi kitleselleşme adına kitleleşme!

Ufku “İş Ekmek Özgürlük”le Sınırlı İktidar Perspektifsizliği

TDKP grubu yine bu reformist anlayışının sonucu olarak, ajitasyonda en ileri slogan olarak, “İş ekmek özgürlük” sloganını yoğunlaştırmakta, daha öteye geçmeyi reddetmektir. Hatta öyle ki, bu slogandan daha ileri bir politik hedefi ifade eden sloganları neredeyse propaganda sloganları olarak telaffuz etmeyi bile yadsımaktadır.

Kolayca bilineceği gibi, işsizlik kapitalizmin ayrılmaz yol arkadaşıdır. İşsizlik, kalıcı olarak ve ancak sosyalizm altında giderilebilir. Ama yine de kapitalizmin yıkıcı sonuçlarından biri olan işsizliğe karşı iş talebi, bir devrim talebi değil, yaşam koşullarının iyileştirilmesi kapsamında bir taleptir. Komünistler, elbette işçi sınıfı hareketi ve emekçi kitleler için yakıcı kısmi sorunlar üzerine talepler ve sloganlarla ajitasyon yapmayı, devrim sloganları yanısıra ek olarak bu kısmi sloganlarla ajitasyon yoğunlaştırmayı önemserler, bunlar birbirleriyle bağdaşır. Bu kısmi taleplerin, dahası doğrudan eylem sloganları haline geleceğini de bilerek, hem ajitasyon sloganları hem de talepler olarak formüle ederler, eylem sloganları olarak yükseltirler. Örneğin Özgürlük Dünyası yazarlarının geçen dönem boyunca en ileri ajitasyon sloganları olarak belirledikleri “İşçi kıyımına, özelleştirmeye hayır” sloganları bugün eylem sloganlarıdırlar. Ama -TDKP grubunun yaptığı gibi güdükleştirmeden-kısmi sloganları ajitasyon ve eylem sloganları olarak yoğunlaştırmak gerekiyor diye demokratik devrimin sloganlarını ajitasyonda reddetmek reformculuktur. TDKP grubunun yaptığı da budur. “Ekmek” sloganı da herkesin bildiği gibi yaşam koşullarını iyileştirme talebi olarak kısmi bir taleptir, işbirlikçi tekelci kapitalizmin yoksullaştırıcı sonucuna karşı mücadelenin bir talebi ve eylem sloganıdır. “Özgürlük” sloganı ise kitleler tam bir bilinçle, devrimci bir bilinçle henüz kullanmasalar da devrimci bir slogandır. Ama Özgürlük Dünyası yazarları, kendiliğinden hareketi benimsediğinden daha ileri giden bir ajitasyonu reddettikleri için, buradaki “Özgürlük” sloganını da, kendiliğinden hareketin eksik bilincinden öteye kullanmamaya önem veriyorlar. Örneğin “Faşizme ölüm, halka özgürlük” sloganı yükseltmemeyi veya “Faşizme ölüm, Kürdistan’a özgürlük” sloganını yükseltmemeyi öğütlüyorlar. Dolayısıyla, hem iş ve ekmek gibi kısmi ve geniş kitlelerin hemen her zaman zaten yükselttikleri kısmi talepleri kapsıyor olması ve hem de “özgürlük” talebinin kitle hareketinin kendiliğinden kavrayışının ötesine geçmeyen bir tarzda sınırlanması nedeniyle, TDKP grubu ajitasyonunda tek temel şiar olarak yer verdiği “İş ekmek özgürlük” sloganında bulunan “özgürlük” sloganıyla bile reformcu bilinç yayıcıdır. Ki daha önemlisi ajitasyon sloganı olarak, demokratik devrimin stratejik sloganlarını yükseltmeyi Özgürlük Dünyası yazarlarının anlayışı zaten reddediyor. Bu da, neden “İş ekmek özgürlük” sloganı içindeki “özgürlük” sloganını bir devrim sloganı bilinciyle yaymaktan TDKP grubunun kaçındığını daha iyi açıklıyor.

TDKP grubu, stratejik sloganlarla ajitasyon yapmayı, aynı zamanda İşçi Emekçi Sovyetleri Cumhuriyeti veya İktidarı gibi iktidar sloganlarını ajitasyonda kullanmayı (devrimci durum öncesi) tümüyle reddettiği için, ajitasyon çalışmasında devrimci iktidar perspektifsizliğini de teorileştiriyor. Ki, bu grubun örgütlenmede yasalcılığı, mücadele biçimlerinde ılımlılığı ve barışçılığı, saflarını olabildiğince silahlı devrimci akımlardan ayırma politikası vb. reformcu eğilimleriyle, ajitasyonunu devrimci açıdan sınırlaması ve devrimci iktidar perspektifsizliğini benimsemesi birbirleriyle aynı doğrultuda uyumlu reformcu politikalardır ve birbirlerini tamamlamaktadırlar.

Oysa, örneğin ancak devrimci durum koşullarında “Yaşasın İşçi Emekçi Halk Sovyet Cumhuriyetleri Birliği” bir eylem sloganı haline gelse de, devrimci durum öncesi koşullarda, propaganda-ajitasyon sloganı olarak işlev görür. Ve komünist öncünün görevi, işçi sınıfı hareketi, emekçi ve ezilenlerin kitle hareketinin işbirlikçi tekelci kapitalizme ve faşist rejime karşı arayış içinde olduğu koşullarda “Yaşasın İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Birliği” sloganını yalnızca propaganda sloganı olarak sınırlamamak, hem propaganda hem de ajitasyon sloganı olarak yükseltmek, kendiliğinden harekete katılan kitlelere bu devrimci iktidar hedefine yürümek bilincini vermektir. Hele bugünkü Türkiye ve Kürdistan koşullarında “İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu”nu bir ajitasyon sloganı olarak da yükseltmek ve yaymaktan kaçınmak kısmi sloganlarla yetinen kaba bir reformculuktan başka bir şey değildir. Özgürlük Dünyası yazarlarının “devrimci durum” dönemi dışında stratejik sloganları ajitasyon sloganı olarak yaymayı reddeden anlayışı, tam da bu kaba reformcu anlayıştır, devrimci iktidar perspektifsizliğinin hem göstergesi hem sonucudur.

Özgürlük Dünyası’nın kısmi sloganlarla “kitlelerin taleplerine uygun” sloganlarla, kitle hareketiyle bütünleşme beklentisiyle kendinden geçmiş yazarları devrimci iktidar perspektifsizliği anlayışlarını örnek verdikleri devrim deneylerine ilişkin tahlillerde de gösteriyorlar.

“‘Emek-Barış-Özgürlük’. Koskoca Ekim devriminin slogan olarak milyonlarca Rus işçi ve köylüsünü ayağa kaldıran sınırsız bir güce sahip bir manivela gibi, köhnemiş Rus çarlığı ve otokrasiyi alaşağı etmiş, bütün Avrupa’da savaşa karşı güçleri birleştirme işlevini yerine getirmiştir.” (Özgürlük Dünyası, s. 56, sf. 61)

Öncelikle, “Ekmek, barış, özgürlük” sloganının Ekim devriminin değil, Şubat devriminin başlıca sloganı olarak Rus çarlığı ve otokrasisini devirmede kitleleri seferber ettiğini vurgulayalım. İkincisi, Şubat’ta geçici hükümet yoluyla iktidarı ele geçiren Rus burjuvazisi menşeviklerle ve sosyalist devrimcilerle ittifak içinde emperyalist savaşı sürdürünce, “barış” sloganı başlıca bir slogan olmaya, Ekim devrimine de işçi, köylü ve asker kitlelerini seferber etmenin aracı olmaya devam etti. Ama, Ekim devriminin temel sloganı, demokratik devrimin çözümlerini de kararlılıkla gerçekleştirecek tek iktidarın ve kurtuluş için tek iktidarın proletarya ve yoksul köylülerin sosyalist iktidarı olduğunu vurgulayan “Bütün iktidar işçi ve köylü sovyetlerine” sloganıydı. Özgürlük Dünyası, devrimci iktidar perspektifsizliğine öylesine dalmış ki, Ekim devriminin temel sloganının “Proletarya ve yoksul köylülüğün sosyalist iktidarı” olduğunu göremiyor, görmek istemiyor!

Özgürlük Dünyası, işçi, emekçi kitle hareketinin devrimcileşeceğine karamsarlıkla da beslediği devrimci iktidar perspektifsizliğini, proletaryanın temel hedefi olan sosyalizm sloganının propaganda sloganı olarak yaygınlaştırılmasını küçümseyerek daha da koyu hale getiriyor, reformcu politikaya çıkmazcasına batacağını gösteriyor.

“‘İşçi kıyımına hayır’, ‘Özelleştirmeye hayır’ sloganını küçümsemek onun yerine ‘Kahrolsun kapitalizm, yaşasın sosyalizm’i geçirmeye çalışmak (...) saf idealizmdir. Elbette, ‘Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm’ her zaman kitle mücadelesinin içinde bir propaganda sloganı olarak kullanılacaktır, ama bütün acil taleplerin önüne geçerek yığınları birleştiriciliği ve ‘mücadeleye sevk edici özelliği’nin olduğu dönem ‘devrimci durumdur’.” (Özgürlük Dünyası, s. 56, sf.62)

Elbette EMEP grubunun kısmi talepleri yükseltmekle yetinip sosyalizm propagandasını (devrim sloganları ajitasyonunu da) küçümseyen reformcu işçi politikası, devrimci iktidar perspektifsizliği yanısıra, işçi sınıfı hareketini sosyalizm bilinciyle daha demokratik devrim içindeyken eğitip donatarak, devrimin kesintisizliğini sağlayacak güç olarak hazırlamayı reddeden bir sağ oportünizmi de sergilemektedir. İşçi sınıfı hareketinin kendiliğinden yükseliş içindeyken artan oranda ortaya çıkardığı öncü öğeleri ve kendiliğinden hareketin artırdığı mücadeleci işçi kesimini sosyalizm bilinciyle sürekli eğitmek, demokratik devrim içindeyken komünist öncünün sosyalist çalışmasının bir boyutunu oluşturuyor. Bu sosyalist görevi (propaganda çalışması ve propaganda sloganlarıyla) sürekli ve sistemli olarak yerine getirmek, öncünün demokratik devrim içindeyken sosyalist çalışmasını eksiksiz yerine getirmek zorunluluğunun bir parçası olmakla kalmaz. Aynı zamanda, proletarya hareketinin ne denli çok sayıda öncüsü ve ne denli artan sayıda kitlesi sosyalist bilinci alırsa (komünist öncü bu görevi ne denli tam yaparsa) artan sayıda neferi sosyalist bilinci almış proletarya hareketi demokratik devrimi çok daha tutarlı hale getirebilir. Demokratik devrimde en tutarlıca dövüşmenin yanısıra, kendisini devrimi kesintisizce proletarya diktatörlüğüne vardırmaya hazırlamış olur. Özgürlük Dünyası yazarları, o denli karamsarlığa kapılmışlar ki, aman ne kadar sınırlanmış kısmi taleplerle sınırlı kalmayı başarır ve üstelik kitlelerin o anki taleplerini aşan sivriliğe düşmezsek o kadar kitleleri ürkütmeyiz! demeye getiriyorlar. Sosyalizm için mücadele bilincini lafta bile küçümseyerek, gerçekte ise tamamen bir yana bırakarak, kesintisiz devrim perspektifsizliğine sahip olduklarını kanıtlamış oluyorlar.

Marksist leninist komünistler her somut koşulda kitle hareketini geliştirmeye yarayan işçi ve emekçi kitle hareketinin kısmi isteklerini formüle edip sloganlar biçiminde yayarak-yükselterek, kitle eylemi olanaklarını değerlendirmede kullanmayı önemserler. Çünkü ajitasyon çalışması pedagoji çalışması değildir, ancak kitle hareketinin devrimci eylemiyle birleşen bir ajitasyon ve propaganda çalışması sonuçta devrimi hazırlayabilir. Kitlelerin yalnızca devrimci propaganda ve ajitasyonu en yoğun biçimde alarak değil, yanısıra içinde yer aldıkları devrimci eylemler tarafından eğitilerek, kendi deneyleriyle devrimci sloganların doğruluğuna inanmalarına önderlik edilerek devrime hazırlanabilir.

Burada, komünist ve devrimci hareketin, kısmi isteklerin hangilerinin hangi somut durumda ve yerde işçi ve emekçilerin eylemlerini tutuşturacağını, hangi taktiklerin devrimci kitle eylemlerini geliştireceğini kavramada, bütün bu bakımlardan kısmi sloganları formüle etme, iyi düşünülmüş taktikleri geliştirme, stratejik sloganlara bağlama ve stratejinin hizmetine sunmada, yetenek zayıflıklarını bir kez daha vurgulayalım. Bu zayıflıkları gidermenin önemsenecek devrimci görev olduğu bilinciyle hareket edilmelidir. Ancak bu zayıflıkları kullanarak (üstelik kendileri de bu alanda pek yetenekli olmayan, Özgürlük Dünyası yazarları veya yetenekli reformcular sloganları olabildiğince sınırlandırılmış kısmi taleplerle sınırlama reformizmini haklı göstermeye çalışan sağ revizyonist anlayışa karşı komünistler ve tutarlı devrimciler sonuna değin mücadele etmede ve yenilgiye uğratmada kararlı davranmalıdırlar, davranacaklardır.

Ekonomizmden Politik Reformizme

Eski TDKP grubu ve EMEP oportünizmi; 1993-’97 yılları arasında ekonomist-sendikalist çizgi izledikten sonra, reformizmin ve kendiliğindenciliğin bu en kaba biçiminin, yalnızca antifaşist mücadeleye zarar vermekle kalmadığını, kendi grubunun geniş işçi kitleleriyle birleşmesini de sağlayamadığını, kendilerine de bir faydasının olmadığını kendi deneyleriyle daha iyi gördükçe, kendiliğindenciliğin bir biçiminden diğer biçimine geçtiler. Ekonomist-sendikalist çizgiden, anayasal demokratizmle belirlenen politik reformizme terfi ettiler.

Şu sorulabilir: ‘93-’97 döneminde TDKP grubu pratikte de ekonomist-sendikalist çizgi izledi mi? Evet, pratikte de izlediği çok rahatlıkla tespit edilebilir.

Sözkonusu bu dönem boyunca TDKP, rastlantısal istisnai olaylar hariç, genel bir çizgi ve merkezi olarak, ekonomist-sendikalist çizgi izledi. Sürecin başlarında, Ankara işçi eylemlerinde, Türk-İş yöneticisi sendika ağalarının gerici disiplininin kırılmasına, eylemler sürecinde eleştirilmelerine ve eylem anlarında sloganlarla devrimci yönelim ve etkiye karşı çıktı. İşçilerin geri bilincinin yol açtığı, sendika ağalarının gerici disiplinine boyun eğmeyi “işçi disiplini” olarak kutsadı. Sendika üst bürokrasisiyle işçi tabanı arasında duran ve politik mücadeledeki işlevi de en ileri biçimiyle antifaşist reformist olan sendika şube platformlarını “dönemin en devrimci kitle örgütlenmeleri” (Devrimin Sesi) olarak göklere çıkardı, kutsadı. Sendika şube platformlarının çizgisini aşmamayı vaaz etti.

Sözkonusu bu dönemde, özellikle dönemin (burada dönemleştirme TDKP politikalarındaki değişime göre kolaylık olsun diye yapıldı) sonlarına doğru gerçekleşen önemli bütün politik kitle eylemlerinde, TDKP grubu, hep işçi sınıfını ve örgütlenmelerini, ilgisiz kılmaya, eylemleri karalamaya çalıştı. Örneğin, 1995 Gazi Ayaklanması’nda, TDKP grubu ayaklanmayı provokasyon ve katılanları provokasyona gelmekle suçladı. Kutsadığı Demokrasi Platformu ve Memur Sendikaları Merkezi Koordinasyonu’nun “yurtseverlik” adına Ankara 18 Mart mitingini iptal etmesiyle bu grup ve sendikacıları da uzlaşarak onay verdikleri gibi, bu ayaklanma ekseninde ülke çapındaki yaygın gösterilere katılmadılar, işçi sınıfına, emekçi memurlara katılma ve müdahale çağrısı yapmadılar. Yine ‘96 1 Mayıs’ındaki tutumuyla da EMEP, ekonomist-sendikalist bir pratik sergiledi. EMEP’in sendika bürokrasisi, yorgun “devrimciler”, yasalcı aydınlar ve işçi aristokrasisi vb. toplumsal tabanına denk düşen ekonomist-sendikalist çizgisi yalnızca militan ve yasadışı çizgideki eylemliliğe küfrederek ve tekelci medyayla ağız birliği içinde “vandalizm” suçlamasıyla yetinmediler. Tavırlarının çarpıcı, seviyesiz ve çürümüş yanıydı bu. Politik bakımdan, EMEP grubu, “İşçilerin kendi talepleri ve sloganları” dediği ekonomik-sendikal çerçevedeki sloganları yükselttikleri söylemindeki politik çizgiyi kendisi izledi, merkezi bir politika olarak. Yani, politik tavrı, ekonomik-sendikal sloganları ve ek olarak aynı çerçeveyi aşmayan “İş, ekmek, özgürlük” sloganı atmakla yetinmek oldu.

Yine, ‘96 ölüm orucu ve süresiz açlık grevi genel direnişine politik olarak ilgisiz kalan, EMEP’in, Ünaldı işçilerinin ekonomik talepli ve sendikalaşma mücadelesini aşırı yücelten tutumu da ekonomist-sendikalist çizgisini yansıtıyordu.

Örneğin Emek yazarları, Metin Göktepe’nin katillerinin yargılanmasında, sloganların, “basın özgürlüğü”nde yoğunlaştırılması gerektiği yönünde kitleyi eleştirebilmektedirler. Bu mesleki dar görüşlü oportünizm, işçiden köylüye değişik emekçi sınıf ve kesimlerden, binlerce devrimci, yurtsever ve sıradan insanın kontrgerilla cinayetleriyle katledildiği bu dönemde, Metin’in katledilmesine karşı devrimci hesap sorma eylemleri değil, “yargılama”yla yetinen mesleki reformist mücadeleden başka bir şey üretebilir mi?

‘97 1 Mayıs İstanbul eyleminde de, faşist polis terörüne boyun eğmekten geri durmadıkları gibi, faşist polis terörüyle işbirliği yapan sendika bürokratları yanında saf tuttular.

Öğrenci gençliğe yönelik, MHP’li faşist çetelerin saldırıları karşısında kavga kaçkınlığını, üniversite yöneticilerine bürokratik başvuru ve devrimci hareketin mücadelesinden kopmayı savunmaktan geri durmadılar.

Belirgin politik eylemler ve sorunlarda EMEP’in pratik tutumu, bu ve benzeri örneklerde görüldüğü gibi ekonomist-sendikalist çizgide olmuş ve devrimci politik yönde asla “sapma”mıştır!

EMEP oportünizmi, ekonomist-sendikalist pratik çizgisini, aynı zamanda lafızda marksist-leninist teorik ilke ve anlayışları bolca tekrarlayarak örtmeyi, bu iki şeyi kabaca birbirine yamayarak, liberal savrulmalara karşı bolca marksist laflar ederek tabanını, kadro kitlesini daha kolayca kendiliğindencilik bataklığına sürüklemeyi başardı.

Ama, ekonomizm ve sendikalizmin, kendi partisine bile kitle kazandıramadığını, ÖDP gibi aynı kulvarda yarıştığı küçük burjuva liberal reformcu partinin, yasalcılığa elverişli ilerici kesim üzerinde daha etkili olduğu görüldükçe, EMEP, tam da tüccar mantığıyla muhasebe yapıp birbirleriyle özdeş iki politika geliştirdi: burjuva demokrasisi elde edilmesini eksen alan anayasal demokratizm politikası ile orta-burjuvazi ve yerli sanayi ile ittifak ve burjuva gerici muhalefet partileriyle ittifak politikası!

Ara Aşama Stratejisi: Anayasal Burjuva Demokrasisi

EMEP oportünizmi, ‘97 başından itibaren daha “aktif’ bir reformcu politika tespit etti: “Ordunun, devletin demokratikleştirilmesi”, “demokratik anayasa”.

EMEP oportünizmi, dönemin temel taktiği olarak ifade etse de, maocu ara aşama stratejisi bakış açısıyla ele alıyor sorunu ve dahası gerçekte bu EMEP’in reformcu politik stratejisidir.

EMEP lideri ve Emek yazarı bunu şöyle ifade ediyorlar: “Halkın gerçekleri öğrenebilmesi için demokratik anayasa zorunludur.” (Levent Tüzel, Demokratik Türkiye İçin Açıklaması, Emek, 28 Mart 1997) “Demokratik devlet (...) ordunun demokratikleşmesi, sermayeye karşı proleter ve emekçi mücadelesinin önemli mevziler kazanması anlamına gelecektir.” (A. Cihan Soylu, Demokratik Devlet ve Ordunun Demokratikleşmesi başlıklı makale, Mercek Köşesi, Emek, 30 Mart 1997) Faşist kurumların, terör ve yasakların kaldırılarak, burjuvazinin faşist olmayan diktatörlüğü altında demokratik hakların demokratik bir anayasayla “güvence” altına alındığı burjuva demokrasi, EMEP’in politik stratejisini oluşturuyor. Kendisi, benzetmede utangaç davransa da biz söyleyelim, Yunanistan, Portekiz, İspanya tipi bir burjuva demokrasisine geçişi, EMEP oportünizmi, ara aşamanın politik stratejisi olarak ele alıyor. Yani, faşizmden burjuva demokrasisine geçişi, mücadele stratejisi olarak alıyor, işçi sınıfı ve kitle hareketine, bu stratejik hedef perspektifiyle müdahale ediyor, önderlik etmeye çalışıyor. İşçi sınıfı hareketi ve emekçi kitle hareketinin, Kürt ulusal devrimiyle birleşik bir devrime dönüşebileceğinden, devrimci sıçrama yapabileceğinden umudu kesmiş EMEP’in oportünist liderleri, işçi ve emekçi kitle hareketini anayasal demokratik bir burjuva iktidarının kuyruğuna takma, EMEP’i de burjuva demokrasisinin “sol” muhalefeti yapma stratejisi çiziyor, devrim hedefi ve stratejisini tasfiye etmeyi vaaz ediyorlar.

EMEP’in “Türkiye’nin burjuva demokratikleşmesi stratejisi” kapsamında yer alan, faşist kurumların, 12 Eylül Anayasası’nın tasfiye edilmeleri ve faşist katillerin yargılanması talepleri, EMEP’in bütünlüklü olarak yönlendirdiği, perspektiften ayrı olarak ve tek başına ele alındıklarında, reform talepleri olarak kitle eylemlerini başlatıp geliştirmenin aracıdırlar. Devrimci iktidar perspektifine bağlanmış tarzda yürütülen mücadelenin bir parçası olarak, bu antifaşist taleplerle yürütülecek kitle eylemleri, devrimci bir rol oynar, devrimin hazırlığını hızlandırmanın önemli araçlarından biri olurlar.

Ama, “devletin ve ordunun demokratikleştirilmesi” bütünselliği ve hedefine, demokratik burjuva anayasası hedefine bağlı olarak ele alınıp, kitle eyleminin önüne bu talepler ve bu talepleri mücadelenin bağlandığı “devletin demokratikleştirilmesi”, “demokratik anayasa” hedeflerine konduğunda, burjuva demokrasisi kuyruğuna bağlanmış kitle eylemi gelişir. Devrimci iktidar perspektifi, devrimci amaç ve hedefler tasfiye edilmiş olur. EMEP’in revizyonist liderlerinin yaptığı eksiksiz olarak budur. Sözde liberalizme ve emperyalist yeni dünya düzeninin burjuva demokrasisi politikasının sol aktörü olmakla eleştirdiği, ÖDP’nin reformcu liberal politik konumuna EMEP liderleri gelmiş bulunuyorlar.

Kitleselleşme sorununun basıncı altında sıradan bir militanın ufku günlük mücadeleyle sınırlı mantığına hitap eden EMEP liderleri, antifaşist taleplerle kitle mücadelesini geliştirmek nasıl ki devrimci olmaktan çıkarmıyorsa, demokratik anayasa ve mevcut devletin demokratikleşmesi talepleri ve hedefiyle kitle mücadelesini geliştirmek de devrimci olmaktan çıkarmaz yanıltıcı basit mantığını taşıyabiliyorlar.

Oysa, ikisi özdeş şeyler değildirler. Birincisinde, antifaşist talepleri tekil veya demet halinde kitle eylemlerini geliştirmenin aracı yapmak, tek başına hedefi belirlemez. Bu taleplerle mücadelenin hedefinin ne olacağını, önderlik eden örgütün propaganda-ajitasyon ve pratik mücadelesiyle hangi hedef doğrultusunda yönlendirmekte olduğu belirler. Eğer çalışmasının perspektifi işçi sınıfı ve emekçi halkların devrimci demokratik diktatörlüğü ise ve içeriği de buna uygun olan örgüt(ler) tarafından, antifaşist taleplerle kitle eylemleri yükseltiliyorsa, o taktirde, mücadele kitleleri devrime hazırlayacaktır, devrimcidir. Yok eğer, önderlik eden örgütler, perspektif olarak, hedef olarak, devrimci demokratik iktidarı değil de, “devletin demokratikleşmesi” ve “demokratik anayasa”yı koyuyorlarsa, ÖDP ve EMEP’in yaptıkları gibi o taktirde geliştirilen mücadele, yine faşizme karşı mücadelede de sınırlı bir rol oynar, ama devrimci bir rol değil, reformcu bir rol oynar, burjuva demokratik anayasal bir karakter taşır.

Çünkü, demokratikleştirilecek devlet, işbirlikçi tekelci burjuvazinin bugün faşist olan devletidir. Yarın demokratikleşse de yine aynı sınıfın bu kez “demokratik” diktatörlüğü olacaktır. Bu hedefte yürütülecek antifaşist talepli eylemler, mücadele, devrime dönüşmek, devrimi tutuşturmak yerine burjuva demokrasisiyle “taçlanacak”, sönecektir.

Yine, demokratik anayasa hedefi de, bu antifaşist mücadelenin devrim perspektifiyle yürütülmesi gerektiğini reddetme görüşüdür, perspektifidir. Çünkü, anayasa tekil yasalar gibi şu ya da bu siyasi yasak veya hakkı kapsamakla kalmaz, ekonomik-toplumsal-siyasal bir düzen öngörür, kapsar. Doğrusu, sınıflar mücadelesinde, zafer kazanan sınıfın kazanımları ve egemenliğinin kayda geçmesini ifade eder anayasa. Demokratik anayasa, bugünkü koşullarda işbirlikçi tekelci burjuvazinin devletinin, faşist özelliklerinden arındırılıp, emekçi halklara ve işçi sınıfına bazı demokratik hakları kapsayan parlamenter burjuva demokrasisi biçimindeki bir diktatörlük olarak sürmesi demektir. Peki antifaşist taleplerle kitle eylemlerinin geliştirilmesinin önüne hedef olarak demokratik anayasa konursa, bu demokratik anayasal burjuva diktatörlüğü ve sistemine bağlanmış karakterde bir mücadele değil de nedir? Dosdoğru, antifaşist taleplerle kitle eylemlerini, demokratik anayasal burjuva iktidara-sistemine bağlamak, “demokratik haklar”ı elde etmek uğruna, devrimi hazırlamayı tasfiye etmek demektir.

EMEP’in revizyonist liderleri, devrimci politik stratejiyi tasfiye ederlerken bunu yalnızca “devletin demokratikleştirilmesi”, “demokratik anayasa” stratejisi politikasıyla yapmakla kalmıyorlar. Bu politikayı “devrimci iktidar” talepleriyle örtmekten artık yavaş yavaş vazgeçiyorlar. Parlamenter yoldan, demokratik anayasal yoldan halk egemenliği kurmayı, iktidar hedefi olarak koyuyorlar.

“...işçi sınıfı partisinin asgari programı (...) halkın demokratik egemenliğini hedefler (abç) (Özgürlük Dünyası, sayı 86, Teori Taktik ve Günlük Mücadele, sf. 26) “.bağımsızlık ve demokrasi talebiyse, halkın egemenliği talebiyle.” (agy. sf. 38) Yani, işçi sınıfı ve emekçi halkın sovyet tipi, komün tipi devrimci diktatörlüğünü ya da halkın devrimci diktatörlüğünü telaffuz etmeyi bir kenara bırakıp, parlamenter ve anayasal bir literatür olan “halkın egemenliği”ni benimseyen EMEP liderlerinin, ÖDP’nin parlamenter liberalizminden, anayasal burjuva demokratizmden ne farkı var? Bu literatürü, EMEP’in yazılı materyallerinde diyelim ki hukuki kaygılarla da yapıyor değiller, tam tersine yasal da olsa hukuki kaygının pek duyulmadığı, duyulmaya da gerek olmayan, sözde çok teorik-politik dergi Özgürlük Dünyası’ndaki yazılarda kullanıyorlar. Yani bilinçli tarzda ve işçi emekçi halkın devrimci diktatörlüğü hedefini tasfiye etmek için “halk egemenliği” kavramını kullanıyorlar. Demokratik anayasal stratejiye nitelik olarak uygun bir iktidar formülasyonu inşa ediyorlar. O zaman ÖDP’yi parlamenter liberalizmle suçlamaları tam bir ikiyüzlülük olmuyor mu? ÖDP’nin dinine küfreden kendisi müslüman olsa bari!

Önderlik mi, Kendiliğindenliğe Secdeye Varmak mı?

EMEP oportünistlerinin, ‘93-’97 dönemindeki ekonomist-sendikalist, ‘97’den itibaren karar aldıkları burjuva anayasal demokratist çizgisi, bir yanıyla faşist diktatörlüğün sert saldırıları karşısında işçi ve emekçi kitle hareketinin inişli-çıkışlı gelişmesi ve diğer etkenler nedeniyle de devrimci sıçrama yapmanın zorluklarını yaşamasından, bu durumun baskısı altında kalmaları ve karamsarlıklarından geliyorsa, diğer yanıyla öncellerinden itibaren her zaman varolagelen devrimci önderliğin iradenin rolünü küçümseyen-yadsıyan kendiliğindenci mantıklarından geliyor.

EMEP’li oportünist liderler ve yazarlar, öteden beri vurguyu hep nesnel koşullar üzerine yapıyorlardı ve kendiliğinden hareketi yüceltiyorlardı. ‘93-’97 dönemi ve bugün izledikleri çizgi, pratik tutum vb. yansıdığı gibi, bu ekonomist-sendikalist ve politik reformist çizgilerin kendileri kendiliğindenciliğin oportünist çizgileri oldukları gibi, oportünist yazarların doğrudan devrimin nesnel-öznel koşullar ilişkisini ele alan görüşlerine de yansıyor.

Bu, geçmişte böyle olduğu gibi bugün de böyle. EMEP oportünizminin önde gelen temsilcilerinden A. Cihan Soylu, Kurtarıcılar yazısında konuya ilişkin şu görüşleri koyuyor:

“İşçi sınıfının (...) kendi günlük hareketi içinde patronlara karşı ekonomik mücadele yürüterek ve sendikalarda örgütlenerek, sosyalizm bilincine ulaşmasının zor olması gerçeği.” (abç.) (Emek, 17 Temmuz 1997)

Burada da açıkça yansıdığı gibi, işin lafzında bile, bu iflah olmaz oportünistler zor olsa da kendiliğinden mücadeleyle işçi sınıfının sosyalist bilinci alabileceği görüşüne, bu pespaye kendiliğindenci görüşe sahipler. Bu kendiliğindenci vaazla yetişecek kadrolar elbette öncü devrimci çabayı temel almayı yadsıyan bir tarzı ve yolu tutarlar.

Yine aynı yazıda oportünist yazar, öncülere olan ihtiyacı, temel bir ihtiyaç öncünün rolünü temel bir rol alarak değil, “yardımcı, tali” bir rol gören şu görüşleri dile getiriyor.

“.sosyalist aydın ve devrimci işçilerin yardımına ihtiyaç vardır.”

Oysa, devrim kitlelerin eseri olsa da, öncü partinin rolü, “yardımcı” değil, önderlik edicidir ve başlıca iki temel rolden birini oynar. Bu gerçek muzaffer ve yenilgi almış sayısız devrimin pratiği tarafından kanıtlandı ve devrim deneylerinden dersler çıkararak, strateji ve taktiklerini, örgütlenmesini geliştiren burjuvazinin, bugünkü olanakları ve konumu karşısında, işçi sınıfı hareketinin, iktidar mücadelesinde başarıya ve zafere ulaşmasında, komünist önderlik çalışmasının rolü azalmamış, artmıştır. Oportünizmin Burjuvaziyle Uzlaşma, Üç Dünyacı Politikaları ve Devrimci Hareketin Kopuşu

EMEP oportünizmi, ekonomist kendiliğindenciliğe battıkça, kitleselleşme sorununun basıncı ve toplumsal tabanının etkisiyle burjuvaziyle uzlaşma ve hatta üç dünyacı gerici politikalara ve tavırlara yöneldi. Bu, aynı zamanda devrimci hareketten hızla kopuş ve düşmanlıkla el ele gitti. Şimdi burjuva anayasal demokratizm batağında yüzerken aynı politikaları teorize ederek sürdürüyor. Tıpkı geçmişte TKP ve Aydınlık, bugün ÖDP ve Aydınlık revizyonistlerinin yaptıkları gibi.

EMEP oportünizminin teorik dergilerde yazarlarının, sözde “uzlaşmaz” görünümlü “marksist” lafızları, ekonomist ve anayasal demokratist politik çizginin üzerine kılıfı diye yamadıklarından haberdar olanlar belki ilk bakışta bu iddiayı aşırı ve haksız bir eleştiri sanabilirler. Ama, EMEP oportünizminin, burjuvazinin partileri, sanayi ve ticaret örgütlenmeleri ve orta burjuvaziyle uzlaşma, “ulusal ve ülke sanayini koruma” politikalarını sergilemek, iki şeyi devrimci hareketin daha iyi kavramasına yarayacaktır. Birincisi EMEP oportünizminin savrulduğu burjuva liberalizmini, ikincisi ekonomist ve reformist kendiliğindenciliğin kaçınılmaz ve önlenemez olarak burjuva liberal savrulmalara yol açacağını!

EP, 1996 yılında üç mitinge, bilinçli bir tavırla katılım çağrısında bulundu ve katıldı. Aydın’da ekmek zammını protesto mitingi örgütleyenler arasında ANAP ve DSP Aydın İl yöneticileri de vardı. EP Aydın İl Örgütü de ANAP ve DSP’yle birlikte ekmek zammını protesto mitingini örgütleyenler arasında yer aldı.

Mitinge katılma çağrısında da bulundu. Ve bu politikayı Evrensel gazetesinde savundu.

Antep 14 Eylül 1996 mitingi ise Gaziantep Ticaret Odası öncülüğünde örgütlendi. İnşaat Mühendisleri Derneği, Organize Sanayii Bölgesi Sanayicileri Derneği, Gaziantep Halıcılar Odası da destek verdiler. Irak’a emperyalizmin ekonomik ambargosunu protesto için yapıldı. Mitingi, burjuva demokrat aydın örgütleri (Eczacılar, mühendis odaları vb.) yanısıra belediye başkanları ANAP, RP, CHP, DSP gibi gerici faşist burjuva partileri ile EP ve HADEP desteklediler. Katılma çağrısı yaptılar, katıldılar ve mitingi savundular.

14 Eylül 1996 Bursa mitingini ise Koç’ların, OYAK’ların desteğinde faşist bir sendikacı olan Türk Metal Başkanı Mustafa Özbek düzenledi. Amacı “Bedelsiz oto ithalini protesto edip getirilen yasayı kaldırmak”. Mustafa Özbek, Koç ve OYAK Holding’in bu amaç doğrultusunda faşist miting düzenlerken sınıfın ve özel olarak da otomotiv işçilerinin kıyıma uğratılması tehlikesine karşı tepkisini arkasına almayı ve faşist diktatörlükle, işbirlikçi tekelci burjuvaziyle, işbirliğini güçlendirmekti. Evrensel yazarları faşist Özbek’in burjuvaziyi ve faşizmi kitle desteği artırarak güçlendiren oyunun desteklemek gerektiğini savundular.

“Büyük patronların” burada söylediklerinde doğruluk payı var. Gerek bedelsiz ithalat gerekse Körfez Savaşı sonrası Güneydoğu’da sınır ticaretinin engellenmesi esnafı, işçileri, küçük üreticileri vuran uluslararası sermayenin dayatılmasıdır. Bu yüzden de bu mitinglerin desteklenmesi geniş işçi ve emekçi yığınlarının bu vesileyle de tepkilerini dile getirmesi doğrudur.

“Elbette işçiler, esnaflar, diğer emekçi kesimler bu mitinglere katılacak.” (Sabri Durmaz, Patronlara “Kader Cilvesi”, 14 Eylül 1996, Evrensel) Tabi ki bu paragrafta Evrensel yazarı aynı zamanda, Antep orta ölçekli (kısmen büyük) sanayi burjuvazisi ve gerici partilerle, emperyalist tekellerde ekonomik çıkar çelişkisi, nedeni ile giriştiği dalaşta eylem birliği ittifak içinde olmak gerektiğini de vurgulamış oluyor.

EP ve Evrensel yazarları böylece mitinglerde sosyal demokrat, gerici, islamcı gerici ve faşist burjuva partileri ile faşist sendikacılarla ittifak yapmayı, Koç’larla, OYAK’larla uzlaşmayı savunmuş oluyorlar. İşçi ve emekçi kitleleri burjuva partileriyle ve sendikacılarıyla eylem birliği yapmaya, mitinglerine katılmaya çağırıyorlardı.

Sosyal demokrat, islami gerici, faşist burjuva partileri (CHP, DSP, RP, ANAP) bilindiği gibi burjuvazinin değişik akımlarının temsilcileri ve öncülerdir. Yanısıra işbirlikçi tekelci burjuvazi ve devletin kitle dayanaklarının da başlıca araçlarının önünde yer alıyorlar.

Komünist ve devrimci hareket, işçi sınıfı ve emekçi ve ezilen kesimlerin kitle hareketini ancak burjuvazinin devletinden olduğu kadar her renkten partilerinden bağımsız bir politik çizgide yürütülebilirse, geliştirilebilirse devrimi zafere ulaştırabilir.

Ülkemizde Şefik Hüsnü TKP’sinin kemalizm kuyrukçuluğu sonraki modern revizyonist TKP’nin burjuvaziye ve özel olarak sosyal demokrasi kuyrukçuluğu, hatta devrimci hareket içindeki küçümsenemeyecek ölçüdeki sosyal demokrasi kuyrukçuluğu bağımsız yani devrimci kitle hareketinin yükselişini daima zayıflatmış ve darbelemiştir. 12 Eylül yenilgisi döneminde bu kuyrukçuluk, devrimci kadroları düzen için öğüten başlıca araç olduğu gibi, bizzat TDKP’de Ecevit’le eylem birliği** biçimindeki tasfiyeci kuyrukçuluk olarak nüksetmiştir. Bugün sosyal demokratlarla işbirliği stratejisini inşa eden, sunan tescilli devlet yandaşı revizyonist Perinçek’tir.

EP ve Evrensel yazarları Aydın, Antep mitinglerinde burjuva partilerle eylem birliği yaparak herşeyden önce Perinçek’lerin, TKP’nin revizyonist burjuva kuyrukçuluğu politikasını izliyorlar. Burjuvazi partilerine kuyrukçuluk revizyonist politikasıyla, bağımsız kitle hareketi, devrimci kitle hareketi geliştirilmesi bir yana, devrimci potansiyeli küçülterek ancak geriletir. Reformizm ve kendiliğindenciliğin en geri biçimi olan ekonomist-sendikalist çembere mahkum ederek devrimci potansiyeli söndürür.

Öte yandan geçmişten bu yana, sosyalizm iddiasıyla ortaya çıkan karşıdevrimci, modern revizyonist TKP ve Aydınlık-İP işçi sınıfı hareketini sendika bürokrasisinin ve ağalığının kuyruğuna takılma çizgisi izlediler. Bugün Aydınlık-İP revizyonistleri bu revizyonist politikanın şampiyonluğunu yapıyor. Komünist hareket, sendika alt bürokrasisinden reformcu da olsalar bazı sendikalarla, faşizme ve tekelci burjuvazinin saldırısına karşı, eğer işçi sınıfı hareketinin ilerletilmesine yarıyorsa ve işçi kitlesinin devrimci mevzilere çekilmesine yardımcı oluyorsa ancak o taktirde eylem birliğine girebilir. Onun dışında sendika alt bürokrasisine ama özellikle sendika ağalığı olarak nitelendirdiğimiz sendika üst bürokrasisine, karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütmezse sınıfı hareketini bağımsız devrimci bir çizgide geliştiremez. Sınıf hareketini sendikalizmin güçsüzleştirici ve çürütücü yönetiminden kurtaramaz.

Evrensel yazarları ve EP, işçi sınıfı hareketi içinde ekonomist-sendikalist bir çizgide, mücadeleyi komünist öncü adına, savundukları gibi buna uygun olarak reformcu sendika alt bürokratlarıyla uzlaşma ve eylem birliği çizgisi de izliyorlar. Ama, ekonomist-sendikalist anlayışı onları sendika bürokratlarıyla uzlaşmada daha da geriye itiyor. Kimi zaman Türk-İş yöneticisi Meral’lerin ve hatta faşist M. Özbek’lerin kuyrukçusu durumuna düşürüyor. ‘95 sonbahar Ankara gösterilerinde EP yöneticisi N. Köroğlu, Evrensel’de, “Şimdi eylem sürecinde B. Meral’leri eleştirmek yanlıştır” diyerek uzlaşıyor ve B. Meral’in kuyruğuna takılmayı vaaz ediyordu. ‘96’da ise Evrensel yazarları işçilerle işbirlikçi holdinglerin çıkarı ve sendika ağalarının güçlendirilmesi için Bursa mitingini düzenleyen ve mitingde kirli savaş sloganlarını yükselten M. Özbeklerle eylem birliğine girmeyi, mitinge katılım çağrısıyla faşist Özbeklere kuyrukçuluğu vaaz ediyorlardı. Yıldırım Koç’un liberal işçi politikacılığına düşüyorlardı. Bununla devrimci sınıf hareketi değil olsa olsa liberal işçi hareketi geliştirilir.

EP ve sendikacıların kitlelerinin olduğu yerlere, burjuva partilerini teşhir etmeye gitmek sözde taktiğiyle, bu mitinglere katılmayı savunmaktır. Ama unutulmamalı ki, bu kuyrukçu sözde teşhir taktiği, burjuva partilerin kitle desteğini güçlendirmeye hizmet eder. Geniş kitlelerin en acımasız kapitalizmi savunan parti olarak tanıdığı ANAP’la ekmek zammını protestoda birleşirse bu ANAP’ın yeniden canlandırılmasına yol açar. Tıpkı Kutlu revizyonistinin ‘80’li yıllarda Demirel’e eylem birliği geliştirmesinin Demirel’i yeniden güçlendirdiği gibi. Her üç mitingde EP’te yansıyan bir diğer şey de “yerelcilik”ten yararlanarak kitleselleşme umuduyla yerel çapta burjuva partiler hatta burjuvalarla eylem birliğine girmekten geri durmamak oldu. Ama bu, yalnızca burjuva liberal kitle hareketi üretir, devrimci kitle hareketi değil. Karabük Demir Çelik deneyi çok iyi gösterdi ki yerel burjuvaziyle işbirliği yalnızca işçi hareketinin potansiyelini söndürerek liberalleştirir, kapitalizmle kaynaştırır.

Antep ve Bursa mitingleri, emperyalizme karşı mücadele konusunu kapsıyorlardı.

EP il örgütleri ve Evrensel yazarları, kitlelerin antiemperyalist taleplerini haykırmak için her iki mitinge de katılma çağrısı yaptılar.

Komünist ve devrimci hareket, elbetteki antiemperyalist talepleri yaymak için, emperyalist ambargoyu protesto için ve “bedelsiz ithalat” dalaşının arkasında yatan gerçekleri açıklamak için mücadele eder.

Ama komünist ve devrimci hareket, emperyalist ambargoyu protestoyu, Gaziantep sanayi ve ticaret burjuvazisiyle, emperyalist uşağı ve emperyalist politikaların savunucusu burjuva partilerle birlikte değil, bağımsız bir tarzda gerçekleştirir. Ki, ancak o taktirde emperyalizme karşı mücadeleyle kendi ülke burjuvazisinden de bağımsız bir işçi emekçi devrimci kitle hareketini geliştirebilir.

Yine, komünist hareket, “bedelsiz ithalat” yasasının, burjuva partiler ve tekellerin it dalaşı olduğunu, işçi kıyımının bizzat yerli tekellerle emperyalist burjuvazinin ortak suçu olduğu gerçeğini bıkmadan açıklar. Başka emperyalist tekellerle it dalaşında Fiat ve Renault emperyalist tekelleri ve Koç ile OYAK yerli tekellerinin kuyruğuna asla takılmaz. Ama Evrensel yazarı İ. Sabri Durmaz, “Ülke sanayii”ni çökertiyor kaygısıyla ve işçilerin taleplerini dile getirmeleri için, Koç’lar Oyak’lar için eylem yapan Özbek’in mitingine katıl çağrısıyla, Fiat-Renault ve Koç-Oyak tekellerinin-diğer emperyalist tekellerle çıkar dalaşında-arkasına işçi sınıfı kitlelerini bağlamak politikasına düşüyor. Ayrıca, yerli tekellerin işçi kıyımı suçunun üstünü örtüyor.

EP ve Evrensel yazarları, Antep ve Bursa mitinglerinde burjuvaziyle eylem birliği içinde antiemperyalist mücadele vermek tavrına düşüyorlar. Revizyonist üç dünyacı tavırları yeniden hortlatıyorlar. EP’liler daha geçen yıllarda -kendilerinin de eleştirdikleri— Brezilya Partisi’nin düştüğü yere burjuvaziyle ittifak içinde sözde antiemperyalist mücadele revizyonist çizgisine kendileri de düşmüş oluyorlar.

Bu tavırlar sonrası süreçte, yaşanan sessizlik, bir anlık EP’in geçici ve biraz da rastlantısal uzlaşıcı yalpalamasıyla, sessizlikle geçiştiriyor, yanlış izlenimi verdiyse de EP oportünizminin gerçeği böyle değildi.

EP’in oportünist yazarları, burjuvaziyle uzlaşma çizgisini ve üç dünyacı gerici politikayı teorize etmekte gecikmediler.

“Antep orta ve küçük sanayicileri de dahil olmak üzere, küçük esnaf, zaanatkar vb. halk kesimlerinin, Irak ambargosunu ve pazar üzerindeki baskıları ve sıkıntıları dile getiren miting çağrıları oldu. Bu konuda alınacak taktik bir tutumun işçi sınıfı açısından stratejik önemi nedir? Günlük çıkarları açısından bakıldığında, işçilerin, dün kendilerine karşı en acil talepleri için mücadele ettikleri küçük ve orta sanayicilerin de katıldığı (Özgürlük Dünyası’nın, oportünist yazarı gerçeği biraz çarpıtıyor, orta çaplı sanayici ve tüccarların ve sosyal demokrat belediye başkanının desteklediği değil, öncülük ettiği bir mitingti ve EP dahil diğerleri onların kuyruğuna takıldılar-PD.) bir mitingi desteklemeleri anlaşılamaz. Ama sınıfın ve emekçi sınıfların uzun vadeli çıkarları, partinin stratejik bakış açısı gözönüne alındığında, sınıf bilinçli işçilerin, orta burjuvazinin de dahil olduğu halk kesimlerinin kısmi de olsa antiemperyalist, anti-tekel taleplerini desteklemesi, program hedefleri açısından, orta burjuvazinin tarafsızlaştırılması, bağımsızlık talebini tutarlılıkla savunma, ulusal ve halkçı ekonominin propgandasını yapma konusunda işçi sınıfına olanak sağlar. En önemlisi, emekçi halk kitleleri gözönünde, işçileri, sadece kendi dar çıkarlarını savunmakla yetinen bir sınıf olmaktan çıkarıp toplumun ve ülkenin çıkarlarını gözeten toplumsal mücadelede dikkate alınması gereken bir güç olarak algılanmasını sağlar.” (boldlar -PD’nin) (Mehmet Erdal, Teori, Taktik ve Günlük Mücadele, Özgürlük Dünyası, s. 86, sf. 29).

“Bergama köylülerinin taşıdığı M. Kemal posteri ile, işbirlikçi egemen sınıfların elinde şovenizmin ve ırkçılığın bayrağına dönüştürülmüş Atatürk imajı karşı karşıya duruyor.” (A. Cihan Soylu, Emek, 31 Ağustos 1997, aç. PD).

EMEP’le aynı çizgideki bu önde gelen oportünist yazarları burjuvaziyle uzlaşma ve üç dünyacı işbirliği politikasını teorik dayanaklarıyla savunmada pervasız davranıyorlar. Program ve strateji sorunu olarak koyuyor ve savunuyorlar. Orta burjuvazi ve politik temsilcilerine tecrit ve karşıdevrimle birlikte savaşanlara da tasfiye politikası değil tarafsızlaştırma ve geçici ittifak politikası, orta burjuvaziyi halk içinde ele alan görüş, maocu, burjuvaziyle uzlaşma politikasıdır. Yalnızca işçi sınıfının kesintisiz devrim stratejisine karşıt olmakla kalmaz, Çin devriminden çok daha farklı olarak Türkiye’de politik bakımdan da tümüyle gericileşmiş olan bu sınıfla, “taktik ittifak”a girmek, “tarafsızlık” beklemek, küçük burjuva liberal işçi politikasıdır. İşçi sınıfının devrimde hegemonyasını baltalayıcı liberal ve gerici “ulusal” “orta” burjuvazinin kuyruğuna takarak devrimi reformize ederek yenilgiye uğratma politikasıdır. Ekonomik baskı nedeniyle, emperyalistlere ve tekellere karşı, antiemperyalist, anti-tekel bağımsızcılık ve ilericilik beklemek, ekonomist gerici bir mantıktır. Burjuvazinin kuyruğuna işçi sınıfı hareketini takmaktan başka bir rol oynamaz.

Ama yukarıdaki gerici teorik görüşlerin günahı bununla sınırlı değil. Gericiliği daha fazla gelişmiş olan orta burjuvaziyi desteklemek ile “toplum ve ülke çıkarlarını gözetmek”, “ulusal-ülke” ekonomisini savunmak, “toplumun çıkarını” savunmak politikası gerici üç dünya teorisinin “emperyalizme karşı yerli burjuvaziyle işbirliği” politikasından başka hiçbir şey değildir. EMEP’li oportünist yazar “önderler” üç dünyacı bu gerici politikayı vaaz edecek denli revizyonizme batmışlardır.

Bu gerici politikayla paralel olarak, EMEP’li yazar M. Kemal’in ulusal mirasçılığına da soyunuyor, kemalizm kuyrukçuluğunu da vaaz ediyor. Bergama köylülerinin antiemperyalist mücadelede, yanılarak bayrak yapmaya çalıştıkları “M. Kemal posteri”ni, EMEP’li yazar, gerçekten ve bilinçle ulusal motif ve miras olarak görebiliyor. Kemalizme karşı yürütülen onca mücadelenin ardından ‘60’ların kemalizm hayranlığına dönmek yalnızca tradeji değil, traji-komikliktir de.

EP’li revizyonist yazarların bu üç dünyacı gerici politikasıyla, gerisinden yürüdükleri tescilli işbirlikçi revizyonist Perinçek’in sözde emperyalist Kuzey’e karşı ezilen Güney dünyasını, burjuvazilerini, ülkemizin burjuvazisi ve devletini, MGK’yı savunan gerici politikası arasında ne fark var? Perinçek’in sadık izleyicisi EP’li revizyonist yazarlar bizlere “Perinçek yetiştirmeleri” olarak kara çalacak denli düzeysiz yalancılık yapacaklarına, Perinçek’in gerici üç dünyacı politikalarına düşmemeye çaba harcamaları gerekmez miydi?

Özgürlük Dünyası’nın revizyonist yazarları, burjuvaziyle uzlaşma politikasına battıkça devrimci hareketle “kopuş stratejisi” adını verdikleri politikayı dile getirip uyguladılar. Köprüleri bir daha kurmamak üzere yıkmayı uygun gördüler ve tabanlarına da benimsetmeye çalıştılar. Bu, bu çevrenin, devrimcilikten kendiliğindenciliğin değişik türevleri ve yasalcılığa geçmesiyle uyumluydu. Ama Özgürlük Dünyası’nın revizyonist yazarları, kitlesini devrimci harekete düşmanlık içine sokmak için, daha pervasız kara çalmalara giriştiler: “Terörist sosyalizm”, “gürültü grupları”, “gericiler”! Orta burjuvaziye ilericilik atfeden bayların devrimci hareketi nitelemeleri kendilerinin bu konuda da TKP-Aydınlık konumuna gerileyip çürüdüklerinden başka bir şeyi göstermiyor, getirmiyor.

EMEP revizyonizmi; kendiliğindenci oportünizmiyle, burjuva anayasal demokratizmiyle, yasalcılığıyla, üç dünyacı politikasıyla, reformizmin bataklığında batmaya özgürdür. Bu özgürlüğüyle, kopuş stratejisi izlemesi de -kara çalmaları liderlerinin kendi seviyesizliklerini gösterir yalnızca biz marksist leninist komünistlere ve tutarlı devrimcilere yalnızca onur verir.

* Burada okuyucuya kolaylık olsun diye dönemlere ayırma, TDKP politikalarındaki değişikliğe göre yapıldı.

** 1983’te TDKP Ecevit’le ittifak yapılması gerektiğini savunmuştu.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi