Sınıf Bilinçli Bir Kapitalist: Boyner
Başlangıçta Yeni Demokrasi Hareketi’nin sözcüsü olan ve daha sonra pek çok örnekte görüldüğü gibi parti leşme kararıyla birlikte YDH Genel Başkanı sıfatını alan genç kapitalistlerden Cem Boyner, politikayı “toplum çıkarlarını dengeleme sanatı” olarak tanımlı - yor. Nihal Mete’nin 23.7.1994 tarihli Pazar Postası’nda yayımlanan röportajında o, “meslekle politik kişilik arasında doğrudan doğruya bir bağ kurulmasını doğru bulmuyorum ve görülecektir ki, Türkiye’nin bütün kesimlerinin çıkarlarını dikkate alan programlar ve politikalar YDH’den çıkacak.” “Politikaya soyunan insan kendi özel çıkarlarını unutmak zorundadır” diyerek daha açık bir vurgu yapmayı da gerekli görüyor.
Politik liderleri (ve partileri) kendileri hakkındaki beyanlarına ve kendileri için kullandıkları sıfatlara göre değerlendirmek, gerçekliği kavramanın güvenilir bir yolu sayılmaz. Açıklamalar, tanımlar, ilan edilmiş program ve hedefler de bir veridir, fakat politik liderlerin ve partilerin gerçekliğinin anlaşılmasında asıl ve temel olan pratik hareket ve eylemleridir. Oysa Boyner ve YDH’nin gerçekliğini kavramamızı sağlayacak pratik henüz kesin çizgileriyle şekillenmiş değil. Bu, Boyner ve YDH gerçekliğini bu aşamada kavranıp açıklanamayacağı anlamına gelmez ise de, analiz ve tahminlerde bulunurken daha dikkatli ve ihtiyatlı olmanın gereğine işaret eder.
Yalan ve demagojinin burjuva politikanın mayasının temel bileşeni içinde yer alması, açık siyasal sınıfsal kimliği ile ortaya çıkmanın, burjuva sınıf çıkarlarıyla bağdaşmaz olması gerçekliğinin kaçınılmaz bir sonucudur. Burjuva sınıfın çıkarları genel biçimde, ulusal ve toplumsal çıkarlar kisvesi altında sunulmak zorundadır. “Toplum çıkarlarını dengeleme sanatı” tanımı önsel olarak toplumda farklı, çatışan çıkarların varlığını kabul eder, fakat esas sorunu, uzlaşmaz çıkar karşıtlıklarını ve bunun bir anlatımından başka bir şey olmayan antagonist sınıf karşıtlıklarının varlığını reddeder. Kapitalist düzeni kutsayarak ebedi kılacak ideolojinin geliştirilmesinin bir başka yolu da keşfedilmemiştir. Proletarya ile burjuvazi, sömürülen ile sömüren, ezen ile ezilen barış içerisinde bir arada yaşamalıdır!
Toplumsal barış ve uzlaşma diye sunulan şey, sömürülenin köleliğe boyun eğdirilmesidir. Bazen çok açık ve yalın biçimler alan bazen sahnenin arka planında kalan zor daima vardır ve toplumsal uzlaşmanın asıl gerçekleştirici unsuru olarak, eşdeğer veya onu aşan bir başka sınıfın zoruyla yenilinceye değin de daima olacaktır.
Toplumsal çıkarların dengelenmesi kapitalist düzen çerçevesinde yalnızca ve yalnızca burjuvazinin genel çıkarlarının gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. “Demokrasi”, “yeni demokrasi”, “özgürlük”, “adalet”, “kimlikler demokrasisi”, “globalizm”, “liberalizm”, “liberal demokrasi” vs. vb. egemen sınıfların, onların bütün ideolog ve sözcülerinin dillerinden düşürmedikleri kavramları gerçeklerden daha güçlü değildir. Bu denge daima göreli, hareketli ve oynaktır; oysa burjuvazinin çıkarlarının gerçekleştirilmesi bu dengeleme uğraşını yönlendiren mutlak gerçektir.
“Meslek” dese de Boyner, gerçekte sözkonusu olan sınıfsal konumdur ve politik kişilik ile sınıfsal konum arasında doğrudan bir bağıntı olmadığı iddiası geçersizdir. Bireyler bazına indirgendiğinde bu elbette bire bir geçerli değildir. Şu ya da bu birey öz sınıf çıkarlarına ihanet edebilir. Ama TÜSİAD başkanlarının işbirlikçi burjuvazinin genel çıkarlarını, sermayeyi görüş açılarının odağına oturtmasından daha doğal bir şey olamaz. TÜSİAD okulunda yetişen Boyner’in en dar anlamda “kişisel” çıkarları için politikaya atıldığını düşünmek safdillik olur. Bu tür burjuva politikacılara tanık olunmuştur ve olunacaktır da. Ama Cem Boyner “iyi yetişmiş” sınıf bilinçli bir kapitalisttir ve bütün politikacılar gibi yalan ve demagojiyi kullanmak zorundadır. En dar anlamda bireysel çıkarları için değil, ama genel biçimde onu da kapsayan tekelci burjuvazinin gelişen sınıf çıkarları için politikada konuşmaktadır.
“Değerli arkadaşlar, ben düzenin ta kendisinin ve düzen değişmeli diye haykırıyorum. TÜSİAD’ın da başkanlığını yaptım, bu düzen sayesinde bir şeyler yaptım diyemiyeceğim. Hayır öyle değil. Ama bu düzenin içinde kazanmış olan insanlardan biriyim. Ama bu düzen değişmeli diyorum.” (18.7.1994’te İstanbul toplantısında yaptığı konuşma).
Ateşli bir üslupla “düzen değişikliği” talep eden Boyner ve YDH’nin bundan ne anladığı yazının bütününde sergilenmiş olacak. Fakat burada hemen söylemeliyiz ki, YDH’nin “düzen değişikliği” talebinin siyasal düzeyde ve sınırlı bir çerçevenin ötesinde başka anlamı yok. Buna karşın, düzenden ve düzen partilerinden git gide umudunu kesen emekçi milyonları işbirlikçi burjuvazinin gelişen çı karlarının arkasına koşmak gibi güçlü demagojik ve yanıltıcı bir niteliği sahip. ‘50’lerde DP’nin “yeter söz milletin”, ‘70’lerde Ecevit’in “hakça bir düzen” ve günümüzde RP’nin “adil düzen” sloganı gibi, YDH’nin düzen değişikliği talebi de demagojik bir nitelik taşıyor. Peki YDH gerçekten bir değişim, bir yenilik öngörüyor mu? Yazının bütününde bunu göreceğiz.
YDH’nin Ayırıcı Bir Özelliği
Politik bir partinin klasik denilebilecek oluşum şemasına göre hareket eden YDH, politikaya yeni atılan veya yeni olma iddiasın da olan bütün burjuva politik hareketler gibi, geleneksel “politika sınıfına” karşı açık bir mücadele yürütüyor. Bu YDH’nin burjuva politika arenasında kendine yer açma, yer edinme doğal yönelimiyle ilgili olmakla birlikte, bununla sınırlı görülmeyecek “yeni” bir durumu da içermektedir. Daha önemli olan yan da burasıdır. Egemen sınıfın tek tek üyelerinin ve yine doğrudan sınıf örgütlerinin son 5 10 yıl lık dönemde geleneksel politika sınıfına karşı gelişen güvensizliği ve politik arenada dolaysız belirleyici ve yönlendirici olarak rolalma isteği dikkate değer bir gelişmedir. Yeni yetme, türedi burjuvaların ANAP’ta bunu bir ölçüde denedikleri de söylenebilir. ANAP içerisinde örgütlenen sonradan görme burjuvalar tipik çıkar çeteleri olarak devlet olanakları üzerinde at oynatmışlar, kaba ve küstah bir talan yürütmüşlerdir.
YDH, egemen sınıfın geleneksel politika sınıfından “kurtulma” yolundaki siyasi bir hamlesidir. Geleneksel politika sınıfı, egemen sınıfın gelişen çıkarlarını algılamada başarısız kaldığı ve onun gerektirdiği siyasal iradeyi göstermediği ölçüde bu çelişki YDH’nin dinamiklerinden birisidir. Bu bakımdan YDH’nin kurucularının sınıf kökeni dikkate değer bir veri olarak kabul edilebilir ve edilmelidir.
Başta Cem Boyner olmak üzere YDH kurucularının en büyük bölümünün meslek hanelerinin karşısında işadamı, sanayici, bankacı vb. yazmaktadır. Keza işbirlikçi burjuvazinin sınıf örgütlerinde değişik yönetsel görevlerde bulunmuş kişiler kurucular listesinin diğer kesimini oluşturuyor.
YDH siyasetin yeniden yapılanmasını talep etmektedir ve kendi örgütlenmesini şimdilik geleneksel siyaset sınıfının dışında şekillendirmesiyle; ama öncelikle o, işbirlikçi burjuvazinin dolayısız bir siyasal parti örgütlenmesi yolunda yürüyerek ortaya çıkmaktadır.
Uluslararası Dinamik
YDH’nin henüz gelişimini tamamlamamış, kesin hatlarıyla belirginleşmemiş bir parti olduğu (ve hatta henüz ke sin sonucu belli olmayan bir partileşme macerası yaşadığı) genel kabul gören bir gerçektir. Fakat asıl sorun, bugün için YDH’den çok, böyle bir politik parti girişimini egemen sınıflar için bir ihtiyaç haline getiren belirleyici koşulların ve bu koşulların açığa çıkardığı iç ve uluslararası iti - ci güçlerin kavranmasıdır. Çünkü YDH bu yolda ilk girişim değildir ve henüz son girişim olup olmadığı da kestirilemez.
YDH egemen sınıfların en enternasyonalist kesimlerinin yeni bir sözcüsü olarak politika sahnesine yürümektedir. Bu tamamen değişen dünya koşullarının, gelişmiş emperyalist devletlerin politikalarıyla ve uluslararası tekelci burjuvazinin yeni program ve çıkarlarıyla bağlıdır. İşbirlikçi burjuvazi artık iç pazarı kendi gelişen çıkarları için tamamen yetersiz görmekte, uluslararası piyasada yer edinebilmek için uluslararası tekellerle işbirliğini üst bir düzeyde yeniden yapılandırmayı hedeflemektedir. Bu yeni dünya koşullarına uyum sağlama arayışıdır. İşbirlikçi burjuvazi iç pazarla sınırlı bir çerçevede, ayakta kalmasının olanaksızlığını kesin bir biçimde görmekte ve uluslararası sermayeye daha çok dayanarak gelişen çıkarlarını gerçekleştirme peşinde koşmaktadır.
Sovyet modern revizyonizminin çöküşüyle dağılan iki kutuplu dünya, bu temel gerçekliliğin şekillendirdiği bütün siyasi yapılanmaları ve politikaları alabora ederek geçersiz kılmış, uluslararası tekeller için muazzam yeni olanaklar yaratmıştır. Yeni koşullar işbirlikçi burjuvazi için iç pazarla sınırlı kalmayı çok büyük bir risk haline getirirken aynı zamanda uluslararası pazarlara yönelmesini hayal olmaktan çıkaran olanaklar da yaratmıştır. Türk burjuvazisi, hemen her düzeyde uluslararası sermaye ile sıkı ilişkiler içerisinde olmuş - tur. Fakat bu ilişkilerin biçim ve kapsamı uluslararası sermayenin çıkarları ve kendi gelişim düzeyi ile belirlenmiştir. Sanayi, ticari ya da finansman alanında iç ve uluslararası pazarlara yönelik ortak yatırımlar ve bunun getirdiği yapılanmalar, işbirlikçi burjuvazinin tarihinde bugünün en önemli ya da öne çıkan gerçeğidir. Türk işbirlikçi burjuvazisi kendi imkanlarıyla uluslararası pazarlarda, emperyalist tekellerle rekabet etmeyi düşünmeyecek kadar deneyimli ve materyalisttir.
Bugün işbirlikçi Türk burjuvazisinin rehber almaya çalıştığı program esasen uluslararası tekeller tarafından geliştirilmiştir. Türki ye gibi ülkelerde yerli tekellerin elinde biriken sermayenin (ve esasen bu yerli tekeller aracılığıyla genel olarak sermayenin özellikle banka ve kredi sistemi sayesinde) uluslararası tekeller ve finans kapital tarafından daha yakından ve daha sıkı kontrolü ve kendi büyük çıkarlarının hizmetine koşması demektir. Planın geliştiricilerinin ABD’nin denetimi ve kontrolü altında IMF ve Dünya Bankası olmasında da her hangi bir terslik yoktur. Dışa açılma, dünya pazarıyla birleşme -ki bu her zaman böyleydi - emperyalist talanın yoğunlaşmasından başka bir anlama gelmiyor. Şimdilik, sınırsız dışa açılma demagojisine, yine sınırsız globalizm demagojisi ve politik düzeyde güçlü “demokrasi” ve “insan hakları” demagojisi eşlik ediyor. Bütün bunlar bir kaç yüzyıllık tarihinde liberalizmin asr-ı saadet’i olarak sunuluyor.
İşbirlikçi burjuvazi ne demokrattır ve hatta ne de liberal, fakat değişen dünya koşullarına ve yeni emperyalist politikalara uyum sağlamak istiyor, çıkarlarını burada görüyor.
ABD emperyalizminin öncülüğünü yaptığı güncel emperyalist politikalar YDH hareketinin dış dinamizmini oluşturuyor. YDH, günümüzde bütün burjuva partiler içerisinde emperyalist politikalara en sıkı bağlı partidir. Ama bu, emperyalistlerin iradesiz bir kuklası olduğu, doğrudan onlar tarafından kurulduğu vb. anlamına gelmez. Zaten böyle olmak da gerekmez. Aksi, işbirlikçi burjuvazinin gelişkin sınıf bilinci ve deneyimini hafife almak olur.
YDH sırtını güncel emperyalist dinamiğe dayayan ilk siyasi girişim de değildir. Turgut Özal’ın bu işin önderi olarak haklı bir ün kazandığını belirtmek bile fazladır. Hatta o yaşamının son döneminde yeni bir siyasi parti kurdurdu. Yusuf Özal’ın başında bulunduğu Yeni Parti aynı dış dinamik üzerinde bulunuyor ve ileride YDH ile birleşmeleri de bir sürpriz sayılmamalıdır. Yine Aydın Menderes’in DP’sinin politik girişimleri aynı çerçevede değerlendirilebilir.
İç Dinamik
YDH, güncel yönetememe ve krizden çok, cumhuriyetin içerisine yuvarlandığı yapısal krize, işbirlikçi burjuvazinin geliştirmekte olduğu siyasal çözümün bir partisidir. YDH’nin siyasal programı, artık iyiden iyiye belirginleşen askeri darbe ve geleneksel devlet zorbalığı yöntemleriyle atlatılması ya da ertelenmesi olanaksız hale gelen yapısal krize işbirlikçi burjuvazinin sınıf çıkarları çerçevesinde “demokratik” yanıt arıyor.
Yarım yüzyıllık gelişmelerin vardığı bir düzey olarak devletin (ve elbette egemen sınıfın) resmi ideolojisi parçalanmış ve bir ideolojik hegemonya krizi oluşmuştur. Sömürgeci Kemalist politikanın 70 yıldır varlığını reddettiği Kürt gerçeğinin kendisini ulusal kurtuluşçu başkaldırı ile dayatması burada asıl etkendir.
Diğer yandan yıllardır güç biriktirip hazırlanan siyasi islam ve son eylemlerle gelişen özgür demokratik Alevi hareketi laikliği kendi konumlarından sorgulamaktadır. Öyle ki, bu durum kemalizmin ve 70 yıllık Cumhuriyetin, en ateşli savunucularını ırkçı faşist MHP’nin konumuna itmektedir.
1920’lerde kemalistlerin bütün muhalif unsurları en acımasız şekilde ezerek kurdukları “ulusal birlik” çok belirgin ve hızlı bir dağılma süreci yaşamaktadır. “Ulusal birliğin” çözülüp çökmekte oluşu yalnızca Kürt ulusal hareketi ile sınırlı bir sorun değildir. Kürt ve Türk ulusunun yanısıra Laz, Gürcü, Ermeni, Abhaz, Çerkez vd. bir dizi ulusal ve dinsel (Aleviler, Şiiler, Süryaniler vd.) topluluklardan oluşan “Türkiye” toplum gerçeğini “birleştiren” kemalistlerin çaktığı çiviler yerlerinden fırlamış, devletten uzaklaşma ve çatışma az çok hemen hepsinin gündemine girmiştir. Özgürlük ve demokrasi özlemi bütün toplumu kuşatmaktadır. Yalnızca aşağıdan kendi dinamikler üzerinde gelişen uyanış değil, fakat aynı zamanda uluslararası planda kabul gören (ve hatta hemen hepsinin altında devletin imzası olan antlaşmalarla da belirlenmiş olan) bir kısım değerlerde bu gelişimi beslemektedir.
Geleneksel burjuva düzen partileri, hükümet partilerinden muhalefette olanlarına kadar, Kürt ulusal hareketinin baskısı altında akıllarını kaybederek alıklaşmışlar, çözümü gündeme giren sorunlara her hangi bir çözüm üretemez hale gelmişlerdir. Öyle ki, bunların he men hepsi ‘82 anayasasına karşı olduğunu açıklıyor ve hemen hepsi program ve propagandalarında demokrasi vaad ediyorlar, ama hiç birinin bu yönde adım atabilecek takati kalmamıştır. Var güçleriyle şovenizmi ve militarizmi destekliyor, hergün daha çok birbirlerine benziyorlar. Siyasal tıkanıklık söz götürmez bir gerçek, parlamento, hükümet ve partiler güvenirliklerini yitiriyor ve en çok oy alan partiler % 20’leri aşamıyorlar.
YDH’nin merkezin -politikanın merkezi devlettir- yeniden kurulması misyonuyla ortaya çıkması bu tablo içerisinde önem kazanıyor. YDH esasen 2. Cumhuriyeti talep ediyor ama siyasi ortamın gerginleşmemesi için bu formülasyonu kullanmaktan kaçındığı gibi, esasen siyasi programıyla 70 yıllık Cumhuriyetle çatışma içerisinde olmasına karşın Kemalizm’le de açık bir mücadeleden kaçınıyor. Bütün bunların işbirlikçi burjuvazinin gelişen çıkarlarına denk düştüğü ve Mi sak- ı Milli içeri sinde “ulusal birliği” yeniden kurmayı hedefleyen “yumuşak” bir geçişi öngördüğü açıktır.
En başta Boyner olmak üzere YDH’nin bütün önde gelen sözcülerinin buna güçlerinin yetip yetmeyeceği ayrı bir sorun ama “merkezin” yeniden kuruluşu sorununu çok açık olarak ileri sürüp gerekçelendiriyorlar. YDH güncel yönetememe krizinden çok cumhuriyetin içerisine yuvarlandığı yapısal krize işbirlikçi burjuvazinin geliştirmekte olduğu politik çözümün partisidir. YDH’nin siyasal programı, askeri darbe veya geleneksel devlet zorbalığı yöntemleriyle atlatılmasının olanaksızlığı iyiden iyiye belirginleşen yapısal krize işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarları çerçevesinde “demokratik yanıt arıyor. Bu “demokratik” yanıt arayışı, düzen çerçevesinde, toplumsal rızayla, bozulmuş bulunan “ulusal birliğin” yeniden kurulmasını hedefliyor. Bu, her türlü radikal çözüm yollarının önünün egemen sınıf tarafından kesilmesi anlamına gelen karşı - devrimci bir politik stratejidir. Durumun böyle olduğunun anlaşılması için YDH’nin politik programının bazı unsurlarına daha yakından bakmak gerekir.
Kürt Ulusal Hareketine YDH “Çözümü”
On tane düz çizginin arasındaki bir tane eğri çizginin daha çok dikkat çektiği bilinen bir gerçektir. Özellikle son on yıllık dönem geleneksel düzen partilerini o kadar çok birbirine benzetti ki, farklı konuşan bir burjuva parti onlar arasında sırıtarak göze batmakla da kalmıyor, hatta oldukça “radikal” bile görünebiliyor. Böyle bir duruma sahip olan YDH, toplumun gündemindeki en acil sorunlarda yığınların rüzgarını arkasına alabilecek bir pozisyon aldığı için devrimci stratejinin güncel çok önemli bir sorunudur. Kürt ulusal başkaldırısı, Kürt ulusal sorununun çözümünü devrimci eylemin gündemine çoktan sokmuş bulunuyor. Artık hiç bir güç, hatta ulusal kurtuluşçu devrimin yenilgisi bile, 70 yıllık sömürgeci politikayı diriltme ve ayakta tutma şansına sahip değil. Egemen sınıfların gelişkin siyasal sezgileriyle bunu anladıklarını en açık biçimde YDH’de somutlaşıyor. YDH tüzüğü “demokratlığı; farklı birey, kimlik ve kesimlerin farklılıklarını koruyarak bir arada yaşamalarına imkan veren yegane çoğulcu zihniyet olarak görür” (S.2) derken, Kürt ulusal sorununu “kimlik” sorunu olarak sunuyor. Programda aynı konuda şunlar yer alıyor:
“Kimlik sorunu;
Yeni Demokrasi Hareketi, kimlik farklılıklarını Türkiye’nin bir zaafı değil bir zenginliği olarak görür. YDH her türlü kimlik sorununu tartışma, diyalog ve uzlaşma yoluyla çözüleceğine inanır. YDH, kimlik sorununu ancak Türkiye’nin bütünlüğü çerçevesinde çözülebileceği görüşündedir. Baskı ve şiddetin sorunların çözümünde araç olarak kullanılmasını kabul etmez.”
“YDH, öteki sorunların çözümünde olduğu gibi, kimlik sorununun çözümünde de altında Türkiye’nin de imzası bulunan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Paris Şartı gibi anlaşmaları titizlikle uyacağına söz verir.” (S.53)
YDH’yi Kürt ulusal sorununu “kimlik” sorununa indirgeyerek böyle “net” bir tutum almaya zorlayan temel nedenlerin başında, yukarıda belirttiğimiz gerçek, 1. cumhuriyetin iflas eden ve artık diriltilmesi olanaksız ırkçı inkar politikası duruyor. YDH’nin söyledi - ği en fazlasından artık asimilasyondan vaz geçeceğiz anlamına geliyor. Kürt ulusal uyanışının vardığı düzey dikkate alındığında bu en geri noktayı, “verilebileceğin” en azını ifade ediyor, ama böyle bir ödünle bölünmenin önüne geçilebileceği ve Kürdistan’ın sömürge bağımlılığının sürdürüleceği hesaplanıyor. YDH programının girişinde yapılan “Türkiye’nin 21. yüzyıla dünyanın güçlü ülkelerinden biri olarak girme şansı vardır. Ancak, Türkiye’nin varlığı tehdit altındadır, ülkemiz parçalanma riski taşımaktadır” vurgusu, sorunun YDH’nin demokratlığıyla ilgisi olmadığını kesin bir netlikle sergiliyor.
Fakat Kürt ulusal sorununa askeri çözümü ordunun gerçekleştirdiği, - böylelikle generaller onore edilerek ikna edilmeye çalışılıyor siyasi çözümü de YDH kazanacak yollu propaganda ve bir an önce “demokratik” ya da “siyasi” çözümün gerekli olduğundan dem vurulması, işbirlikçi burjuvazinin 21. yüzyıla güçlü girebilmesinin bir başka koşuluyla da ilgili. Savaşın sürüp gitmesi “parçalanmayı” önlese bile, 21. yüzyıla Türkiye’nin “güçlü” girmesini sağlamayacak ve hatta bu hayali tamamen imkansız hale getirecektir. YDH’nin ulusal sorunla ilgisinin bir başka temel nedeni ve boyutu da, 8 milyar doları aşan yıllık savaş giderleridir. YDH, devletten işbirlikçi burjuvazi adına bu 8 milyar doları talep etmektedir. Ve bu ekonomiye kazandırılmadığı sürece hiç bir ekonomik ve sosyal sorunun çözülmeyeceğini her fırsatta vurgulamaktadır.
Üçüncü temel gerekçe ise, uluslararası ilişkilerdir. Yani altına imza koyulan Paris Şartı vb. uluslararası belgelerdir. Bu belgelerin yarattığı uluslararası hukuk, emperyalist ülkelere insan hakları ve Kürt sorunu üzerinde önemli bir manevra imkanı sağlamaktadır. Dışa açılma, globalizm vb. emperyalist çıkar çatışması ortamında işbirlikçi burjuvazinin gelişen çıkarlarına konu olmaktadır. Oluşan uluslararası hukuk nedeniyle, bu hukukun getirdiği yükümlülükleri içerde yerine getirmeyen devlet, dünya ile “kucaklaşmakta” ve uluslararası politikada çok ciddi biçimde zorlanmakta, işbirlikçi burjuvazinin dışa açılma hayali ve bu hayali ona bir program olarak dayatan uluslararası sermayenin çıkarlarına helal getirmektir.
Şöyle söylenebilir; işbirlikçi tekelci burjuvazi tamamen kendi çıkarları temelinde en az ödünle Kürt ulusuyla “barışarak” sömürgeci politikayı, mevcut yeni koşullar altında yeniden biçimlendirmeyi, Türkiye’nin “parçalanmasını” önlemenin ve 21. yüzyıla güçlü girmenin acilen ulaşılması gereken temel bir siyasi koşulu olarak görmekte ve tasarlamaktadır. YDH bu çözümün partisi olarak öne çıkmaktadır.
Burjuvazinin Din İle Barışma Planı
1900’lerin ilk on yıllarında siyasal bakımdan yıldızı parlayan genç ve aç gözlü Türk burjuvazisinin hilafet ve dinle girdiği mücadele tamamen kendi gelişiminin koşullarıyla ilgilidir. Bu, öykündüğü ve hedef olarak ilan edip propagandalaştırdığı “muasır medeni yet”lerdeki burjuvazinin gelişiminin bir çok örnekte görülen yoludur. Hilafet ve dinle yürütülen mücadele her şeyden önce siyasal bir mücadele, açık bir iktidar mücadelesidir. Fakat aynı zamanda ulusun liderliğini üstlenen burjuvazinin kapitalist gelişme yolunda burjuva toplumsal kuruluşun ilerletilmesinin koşullarını kavrayışıyla da ilgilidir. Dinle devlet arasındaki göreli çatışmanın eksenini, burjuvazinin devlet aracılığıyla dini kontrol etme, tamamen kendi toplumsal ve siyasal çıkarlarına uygun düşen bir din anlayışını geliştirme, Türkleştirme sürecini derinleştirme -ne de olsa islam dış kaynaklı bir ideolojidir ve üstelik Osmanlı ve Türk burjuvazisi islamın gerçek sahibi olan Arap’ların ihanetini yaşamaktadır- , çok muhtemel bir toplumsal mücadele bayrağı haline gelmesini önleme vb. nedenler oluşturur. Kutsal Allah devletinden; kul devletine, dünyevi devlete geçilmektedir. Bu, burjuvaziyle din arasında bir çatışma ve mücadele olmaksızın düşünülemez. Dini kontrol ve denetim altında tutma burjuvaziyi devlet aracılığıyla bunun kuramlarım oluşturmaya da itmiş, diyanet işleri ülke çapında örgütlendirilmiş ve devlet tarafından finanse edilmiştir.
Esasen egemen sınıfların safları arasında dinle barışma eğilimi baştan beri vardır. Bu Cumhuriyetin üzerinde yükseldiği sınıf ittifaklarıyla ilgilidir. Fakat 2. dünya savaşının yarattığı uluslararası ortam, egemen sınıfın kendi durumunun (ve uluslararası yeni ilişkilerin) baskısı altında yöneldiği “çoğulculuk” koşullarında dinle barışma eğilimi belirgin bir biçimde güçlenmeye başlamış ve geride kalan yarım yüzyıllık dönemin bütününde de gelişme göstermiştir. Bunu politik islamın süre gelen yükselişinde görebiliriz. Fakat, burjuva devletin dinle en çok çatışan ve kendini cumhuriyetin gerçek sorumlusu gören ordunun 12 Eylül faşist darbesinden sonra tarikatlarla ve Suudi sermayesi ile giriştiği ilişkiler, bu eğilimi çok belirgin biçimde güçlendirmiş ve esasen “Türk-islam sentezi” arayışı bu gelişmenin ideolojik yansısı olarak gündeme getirilmiştir.
İslamın politikleşmesinin kitle bazında geleneksel marjinalliği aşması, dinin devlet kontrolü dışına çıkması talebini açıkça güçlendirirken, egemen sınıfın saflarında dinle barışma eğilimi de kesin bir hal almıştır. Burada yabana atılmaması gereken temel bir faktör ABD’nin Türkiye için öngördüğü, muhtemel stratejiler arasında çok özel bir yer verdiği ılımlı islam projesidir. Egemen sınıflar politik islamın yükselişinin radikalleşmeye yönelerek kontrol dışına çıkmasından ve bunun yaratacağı sorunlardan korkmaktadırlar.
Egemen sınıf saflarında güçlenen dinle barışma eğilimi, her şeyden önce politikleşen islamı düzen içine çekmek veya düzen için de tutma hesabına bağlıdır. Fakat devletin resmi Türkçü ideolojisinin devlet zorbalığıyla tahkim edilmiş olsa bile, Kürt Türk “birliğini” sağlamada tamamen yetersiz hale gelmesi, bu “birliği” sağlayabilecek yeni bir harç arayışına yöneltmekte ve burada “din kardeşliği” faktörünü kullanma hesabı ön plana çıkmaktadır. Diğer ve çok önemli bir faktör de bir çeşit resmi devlet dini olan cumhuriyet laikliğinin, artık Alevi -Sünni “birliğini” sağlamaya yetmemesidir.
Aşağı yukarı yarım yüzyıllık bir şehirleşme süreci yaşayan Alevi kitlelerin uyanışı ve kimlik arayışı, yükselen Kürt ulusal hareke - tinin yarattığı çatlaktan yararlanarak açık kitlesel hareket boyutlarına ulaşmasının geri dönülmez bir hal alışının egemen sınıflar tarafından hesaba katılmaması düşünülemez. Devletin mezhepsel ayırımcılığı Alevi kitleler için diyanet işlerinde cisimleşmekte ve bir dizi talep olarak somutlaşmaktadır. Cumhuriyetin laiklik paradigması artık Alevi-Sünni “birliğini” sağlamak bakımından gününü doldurmuştur. Tam bu noktada YDH programı, bütün bu durumun egemen sınıfın beynindeki yansıması olarak önem kazanmakta, egemen sınıfın çıkarlarının mutlak korunmasına dayanan bir “çözüm arayışı” geliştirmektedir. Bunu, burjuvazinin dinle göreli çatışma politikasından dinle barışmaya kesin geçiş olarak özetlemek mümkündür. “Ulusal birlik”, demokratik Alevi hareketinin ve yine politik islamın radikalizme yönelmesini veya her iki harekette de radikalizme yönelenleri marjinalleştirmenin yolu olarak programlaştırılmaktadır.
YDH’ye göre “insanın ikinci doğal temel hakkı, inanç dünyasını kısıtlamadan yaşayabilmesi anlamına gelen din ve vicdan özgürlüğüdür. İnanç farklılıklarından toplumun gönüllü birlik ve beraberliğine giden yol vicdan özgürlüğünden geçmektedir. Din ve vicdan özgürlüğünün kamu düzenine yansıması, devletin toplumdaki insanlar arasında hiç bir ayrım yapmaması, onların arasında tarafsız kalması anlamına gelen laikliktir. Laikliğin temel gereği din ve vicdan özgürlüğü ise, din ve vicdan özgürlüğünün tek güvencesi devletin laik olmasıdır.” (S.51) Fakat YDH programının aynı zamanda “teokratik devlet düzeni (yani dini ilkelere dayalı tanrı devleti - bn.) kurma isteklerini” kendi ifadeleriyle “barış ortamında, tartışma ve hoşgörüyle etkisizleştirmeyi” hedeflediği de kaydedilmelidir.
İşbirlikçi burjuvazinin gelişen çıkarlarının sözcüsü YDH’nin din sorunuyla, salt “ulusal birlik”, dinsel bir kisveye bürünecek politik radikalizmi önleme, salt din ve vicdan özgürlüğü vb. çerçevesinde ilgilendiğini düşünmek hem büyük bir eksiklik olur ve hem de bir safdillik. Çünkü bu sorunun dolaylı ve hatta dolaysız bir “ekonomik” boyutu da bulunuyor. YDH, devletin diyanet bütçesi sorununu gündeme getirmektedir. Din işlerinin “sivil topluma”, cemaatlere bırakılmasını istemesi, Kürt sorununda savaş giderlerini talep eden iş birlikçi burjuvazi, 21. yüzyıla “güçlü” girebilmek için buradan da devletin diyanet işleri bütçesini “ekonomiye” kazandırma amaç ve he - defini gütmektedir. Bu bütçenin trilyonlar tuttuğu bilinen bir gerçektir.
Şunu önemle vurgulamak tamamen doğrudur. Kürt ulusal sorunu ve din karşısındaki tavır alışı aynı zamanda söz götürmez biçim de YDH’nin ekonomik programıyla ilgilidir. Bu yön, radikal politik eğilimleri siyasal rejimin içerisine çekmek kadar büyük bir önem taşımaktadır.
Yayılmacı Dış Politika Ve Ordu
YDH programı, günümüzde en hızlı liberaizm –neo liberalizm- söylemini yinelemekte, “düşünce özgürlüğü”, “din ve vicdan özgürlüğü”, “girişim özgürlüğü”nü üç temel hak ve özgürlük olarak ileri sürmektedir. İşbirlikçi burjuvazinin, sömürücü sınıfların en ma - teryalist kesimi olduğu şüphe götürmez. Esasen neo liberalizm ve onu idealistleştiren YDH programı için, tek temel mutlak hak ve özgürlük, “girişim özgürlüğüdür”; toplumdaki diğer sınıflara dayalı talep ve hareketlerin yarattığı kuvvet gerilimleri ve politik çatışmalar olduğu gibi, burjuvazinin kendi durumunun çelişkisi de, belli tarihsel ve güncel koşullar altında diğer özgürlüklerini bir ölçüde programına almasını ya da onlara karşı açık ve kesin bir savaşıma girmesini gerektirebilir. Fakat biz, burada, esasen YDH’nin ordu konusundaki tavrına gelmek istiyoruz.
YDH kültürel kimlik, din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü gibi program taleplerinin koşullandırdığı orduyla çatışmaktan çok büyük bir dikkat ve özenle kaçınmakta ama yine de 1. cumhuriyetin bu en sağlam kalesini aşabilmek için generallere “karşı”, generallerin günlük politik gelişmelere müdahalesini geriletecek talepleri bir başka noktadan formüle etmeyi gerekli görmektedir.
“Yeni Demokrasi Hareketi, askeri bürokrasinin sivil otoriteye tabî olma ilkesini savunur. Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmasını, yetki ve sorumluluklarının yukarıda belirlenen ilke çerçevesinde yeniden tanımlanmasını, devletin yeni den yapılanmasının ön şartı kabul eder.” (S.55)
Ordu, Türkiye’de özgürlüklerin ve demokrasinin önündeki en büyük engel ve faşist diktatörlüğün en önemli dayanağıdır. Generaller kendilerini memleketin gerçek sahipleri ve efendileri olarak görmektedir. YDH programının olabildiğince yumuşak şekilde formüle ettiği, MGK’nın anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması -ama yine de korunması - sorunu öyle kolay çözülebilir bir sorun değildir. YDH bunu hangi kuvvetle yapacaktır. Hatta parlamentoda çoğunluk sağlasa bile buna gücü yetecek midir? Burada YDH’nin arkasında - ki ABD desteği önem kazanıyor. Fakat asıl sorun şu ki, YDH herhangi bir şekilde ordunun yıpratılmasını getirebilecek bir yönde hareket etmeye niyeti olmadığı ve dahası generallere muhtaç olduğu içindir ki, onun sahte özgürlük ve demokrasi talebinin önündeki en önemli açmaz ve en önemli iç çelişkisi belirginlik kazanmaktadır. Bunun nihai bir analiz olduğu da düşünülmemelidir. Çünkü daha sonra tekrar değineceğimiz gibi, bugün egemen sınıflar arasında 1. cumhuriyetçiler ve 2. cumhuriyetçiler şeklinde “siyasal bir çatlak” meydana gelmiştir. Bu çatlağın orduya yansıma biçimi belirginleşmemiş olsa da, ordu içerisinde kanlı hesaplaşmalar getirebilir. Halen 1. Cumhuriyetçi Bitlis Paşa’nın uçağının düşmesi aydınlanabilmiş değildir. Eski JİTEM kadrosu yüzbaşı Ersever olayı da aynı türden bir belirtidir. Her halükarda devletin yürüttüğü gerici savaşın uzayıp gitmesi hem orduyu daha çok yıpratarak, onun yenilmezliği efsanesini tamamen çökertecek ve hem de şiddetli iç çatışmaları olgunlaştıracaktır.
Ordu sorunu aynı zamanda YDH’nin dış politika yönelimi nedeniyle de oldukça önemlidir.
“Ülkelerin toprak bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına karşı kuvvet kullanmaktan ya da kuvvet kullanma tehditlerinde bulunmaktan sakınmak her zaman temel bir ilkemiz olacaktır.” (S. 62) der, YDH programı. Fakat YDH’nin Irak seferini duraksamadan destekle - diği biliniyor. Sorunun neden meclis gündemine getirilmediğine yönelik eleştirileri bu durumda havada kalmaktadır. Program YDH’nin esasen yayılmacı bir nitelik taşıyan dış politika yönelimlerinin ip uçlarını veriyor, fakat bu partinin önde gelen yönetici çevreleri sorunu çok açık olarak ortaya koyuyorlar. Asaf Savaş Akad, bu eski solcu, 1993 Aralık’ında MÜSİAD’da yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“... önümüzdeki dönemde Türkiye’nin istikrarı ve güçlenmesi açısından hayati önem kazanan dış politika konuları var. Özellikle Cumhurbaşkan’ı Özal’ın vefatından sonra, dış politikada ağırlığı statükocu kesimler elde ettiler. Konuşmamın başında globalleşme ve değişen dünya konularına değindim. Soğuk savaş bitmiştir. Türkiye’nin, ister adına Yeni Dünya Düzeni diyelim, ister soğuk savaş sonrası dönem diyelim, 21. yüzyılın yeni koşulları ile tutarlı bir dış politika ekseni oluşturma zorunluluğu vardır. Bir süredir izlenen politikanın Türkiye büyüklüğünde ve gelişmişliğinde bir ülke için çok gurur verici sonuçlar almadığını izliyoruz. Halbuki, uzun dönemli çıkarları itibarıyla hiç bir zaman olmadığı kadar aktif dış politikaya ihtiyaç vardır. Yeni Demokrasi Hareketi, doğru eksenlere oturan aktif bir dış politikanın önümüzdeki dönemde en az ekonomik istikrar ve büyüme kadar önemli olduğunun bilinci içinde hazırlıklarını yap maktadır.”
Bir süre Özal’ın dış politika danışmanlığını da yapan Perinçek’in eski adamlarından Cengiz Çandar, her ne kadar YDH’den ayrılmak zorunda kaldıysa da, YDH’nin dış politika yöneliminin mimarlarından birisidir. Yeni Osmanlıcılık -ki 2. cumhuriyetçiler Osmanlı mirasının hızlı savunucularıdır- akımının önde gelen figüranlarından birisi olarak o, ABD’ci Yeni Dünya Düzeni paradigmasıyla bağıntılı olarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin yayılmacı amaçlarının iyi bir tercümanıdır. “Doğal sınırlara ulaşmayı” başaramazsanız “doğal sınırlara çekilmek zorunda” kalırsınız diyerek yayılmacılığın ve saldırganlığın kaçınılmaz olduğunu vurgulamaktadır. Bay Boyner’in YDH’nin dış politika yönelimini ortaya koyan şu değerlendirmeleri de dikkate değerdir:
“... Dış politika yaklaşımımızın temelinde ... savunmacı ve elde olanı tutma yaklaşımı var. Yeni bir şey değildir ve dışişlerinde en azından Abdülhamit’ten beri başlamış bir geleneğidir. ... Cumhuriyet de elde edebildiğini muhafaza etmeye yönelik bir dış politika gütmemiştir. Soğuk savaş döneminde dış politikayı sürdürmek daha kolaydı. Şimdi daha değişik bir dünyada yaşıyoruz. Bloklaşma yok, neyi, ne zaman, nerede, kimin nasıl el kaldıracağı belli değil. Kimin nasıl tavır alacağı belli değil. Bugün bir konuda beraber olduğumuz bir devletin, bir gün sonra, yarın size karşı olması sözkonusu. İçinde bulunduğumuz bölgedeki ülkeler henüz dengelerini bulmuş, otur muş ülkeler değil ki, bu da ayrı bir etken.” Eğer kısaca vurgulamak gerekirse, uluslararası (ve bölgesel) yeni koşullar olanaklar ve riskler yaratmıştır; artık geleneksel savunmacı dış politika geçersizdir; yeni dengelerin oluşum sürecinden en fazla yararlanmak için odağında yayılmacı amaçlar duran aktif bir dış politika izlemeliyiz.
“Aktif dış politika”, Türkiye bakımından Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlar’da yayılmacı amaçları gerçekleştirme yöneliminden başka bir şey değildir. Yine Bağımsız Devletler Topluluğunun Orta Asya’daki üyeleri bazı ülkeler işbirlikçi burjuvazinin iştahını kabartmaktadır. Fakat bir niyet olmaktan çıkıp az çok gerçeğe dönüşebilmesi için bu “aktif dış politika” saikinin dayanacağı gerçek kuvvetlerin ve imkanların varlığı gerekir. Bunun ekonomik, politik olduğu kadar askeri boyutları da vardır. “Aktif dış politika” yönelimindeki YDH’nin orduya dokunmasının niçin beklenemeyeceğini de gösterir. Diğer yandan YDH’nin dış politika yönelimi aynı zamanda, onun Kürdistan’da savaşı bir an önce bitirme istek ve yönelimini de açıklayan temel bir unsurdur. Kürdistan’da yürütülen gerici savaş aktif dış politikayı imkansız kılan sebeplerin başında gelmektedir.
Bay Boyner’in “Bizim komşularımız iyi niyetten anladıkları kadar, zordan veya daha fazla güçten anlıyorlar. Bunu hatırımızdan çıkarmayalım. Türkiye’nin çok güçlü bir silahlı kuvvetlere ihtiyacı var. Türkiye’de silahlı kuvvetlerin küçülmesi, sayıca demiyorum, kalite ve güç olarak silahsızlanma gibi düşünceler bizce fantezi. Türkiye’nin bugünkünden de güçlü bir silahlı kuvvetlere ihtiyacı var.” “1. lig ülkelerinde” politikada silahlı kuvvetlerin yeri ne ise bizde de öyle olsun diyen Boyner, “ancak silahlı kuvvetlerin bu rolü kendi başına benimsemesini beklemeyin” demeyi de ihmal etmez ve ordu sorununda vuruşu “halka” ve “siyasilere” yöneltir. Halk darbeleri alkışlamıştır ve de “Türkiye’deki silahlı kuvvetlerin siyasetteki rolünün yegane sorumlusu sivil siyasilerdir” diyen Boyner, insanı, hırsızın hiç mi bir suçu yok diye düşünmeye sevketmektedir.
YDH sivil siyasilere ve halka saldırarak generalleri aklarken, -ki yer yerde darbecilere karşı ajitasyon yürütüyor ve hatta yargılanmalarından dem vuruyor- aynı zamanda Kürdistan’da savaş kazandıkları yollu propaganda ile onore etmeye, güçlü bir ordunun gerekliliğini vurgulayarak vb. orduyu yedeklemeye çalışıyor. Ama ordunun 1. cumhuriyetin en dogmatik ve ketum kalesi olmasıyla YDH programının belli sınırlar içinde demokratikleşme ve özgürlükler vaadi çatışıyor. Bu işbirlikçi burjuvazinin en önemli açmazlarından birisidir; ılımlı bir yoldan çözülmesi oldukça güç olduğu gibi, bir yandan savaşın uzaması, diğer yandan uluslararası baskıların artması, işbirlikçi burjuvazinin gelişen çıkarlarının aciliyetinin dayatması vb. etkenler çok değişik biçimler alabilecek kanlı iç hesaplaşmaları da gündeme getirebilir.
Ekonomik Programı
Sınıfsal, siyasal yönelimi itibarıyla YDH net bir kimliğe sahiptir. Programının ve siyasal yöneliminin diğer bir çok temel unsurunda sergilediğimiz bu gerçek, ekonomik programı itibarıyla bütünüyle ve daha çok geçerlidir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişen çıkarlarının ilk ve tek sözcüsü olmadığı için YDH’nin ekonomik programının çok yeni ve orjinal bir tarafı yoktur. Fakat onun ekonomik programının işbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişen çıkarlarını yanıtlaması, sermaye birikiminin yeni süreçlerinin ihtiyaçlarına tercüman olması, emperyalist tekellerle işbirliğinin daha ileri üst bir düzey ve bağlamını tutarlılıkla yansıtması vb. gibi unsurlarıyla daha tutarlı olduğu ve de yüksek bir uygulama iradesi içinde bulunduğu söylenmelidir. Esasen bu ekonomik program ne YDH’nin ne de işbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişen çıkarlarının diğer sözcülerinin eseri filan da değildir. Emperyalist sömürgeci politikanın 20. yüzyılın son çeyreğinde belirginleşen yenilenme çabasını yansıtmakta olduğu içindir ki, mimarları da başka adreslerde aranmalıdır.
2. paylaşım savaşından sonraki dönemde, ‘60’lı ve ‘70’li yıllar boyunca izlenen ithal ikameci politikalar, bağımsız devletler biçiminde örgütlenmiş olan yeni sömürgelerde iç pazarın gelişmesini hedeflemekte, emperyalist metropollerde biriken sermaye fazlasına yeni ihraç alanları yaratmaktaydı. Ama sermaye ihracının önde gelen veya en önemli unsuru ortak sermaye yatırımları değildi. Artık emperyalist metropoller için zamanı geçmiş, dünya ekonomisi bütünü içinde özel role sahip olmayan ve yine emperyalist metropollerde değerlendirilmesi olanaksız hale gelen emek yoğun geri teknolojiler yeni sömürgelere ihraç edildi. Sermaye birikimi zayıflığının yarı sömürgelerdeki kapitalist gelişimin en önemli sorunu olması, kaçınılmaz şekilde devlet yatırımlarını zorunlu kılıyordu. Esasen bu yoldan KİT’ler vasıtasıyla işbirlikçi burjuvazinin gelişimi de teşvik edildi. Bu, az çok korumacı politikalarla da el ele gitti. Sübvansiyonlar, yüksek gümrük vergileri, devlet kredi sistemi, içeride üretilen mamül malların ithalatına konan yasaklar, devletin kur garantisi vb. araçlar kullanıldı. Dış borç, ithal ikameci gelişmenin en önemli dinamiğiydi. İşbirlikçi kapitalizmin bu tarz gelişme stratejisi 8-10 yıllık aralarla tıkanarak nefessiz kaldı. Kriz özellikle dış borç ödeme güçlülüğü, enerji ve hammadde yoksunluğu gibi sorunlarda patlak verdi. Emperyalist talan bütün hızıyla sürdü, fakat aynı zamanda işbirlikçi burjuvazi de bu yoldan gelişimini sürdürdü ve önemli bir sermaye birikiminin yanısıra, deneyim kazandı ve uluslararası ilişkiler geliştirdi.
‘80’li yıllarda yalnızca Türkiye bakımından değil, ithal ikameci gelişme stratejisi genelde bütünüyle tıkandı. Hem emperyalist sömürgeciliğe ve hem de yarı sömürgelerde egemen işbirlikçi tekelci kapitalizmin gelişimine yanıt veremez hale geldi. Bu dönemde özellikle ABD ve İngiltere’de özelleştirme, vergi oranlarının düşürülmesi, devletin sosyal politikalarının budanması vb. politikalar gündeme getirildi. Reagan ve Thatcher döneminde geliştirilen politikalar ekonomide liberalizmin yeni bir yükselişine işaret ediyordu. Yarı sömürgeler için “ekonomik uyum” veya “ekonominin yeniden yapılandırılması” politikalarının dayatılması da aynı döneme denk gelir. ABD’nin hegemonya ve yönetimi altındaki Dünya Bankası ve IMF tarafından tamamen emperyalist çıkarlara uygun olarak sömürgeci politikanın yeni bir varyantı olarak şekillendirilmiştir.
“Ekonominin yeniden yapılandırılması” arabaşlığı, YDH’nin ekonomik programının IMF ve Dünya Bankası patentini taşıdığını ilk anda ele veriyor. İşbirlikçi tekelci sermaye karakterine çok uygun biçimde uluslararası sermaye ile daha sıkı ilişkilerin geliştirilme sini kendi geleceği olarak görüyor. Halen işbirlikçi sermayenin bazı kesimleri iç pazara aşırı derecede angaje oldukları için yeni duruma ayak uydurmada (örneğin Koç grubu) zorlanıyorlarsa da, bu geneli için geçerli değil ve üstelik eğer devrim onların hakkından gelmekte gecikirse “ekonominin yeniden yapılandırılması” programı onlara önümüzdeki 10 -15 yıllık geleceğine ışık tutuyor. Ama öyle ki, bu program sınıf mücadelesinin önümüzdeki dönemde cereyan edeceği koşulları ve sorunlarını da gösteriyor.
“Ekonominin yeniden yapılandırılması” programı “ekonominin itici gücünün özel sektör olduğunu inandığını” vurguluyor. Ekonomik liberalizmin bu evrensel yaklaşımının tarihi hemen hemen kapitalizmin tarihi kadar eski. Ama bu yaklaşım ne planlamayı bütünüyle dışlıyor ve ne de devlet müdahalesini, kapitalizm tabanı üzerinde, burjuva ekonomik politiğin, devletin ekonomideki rolünü arttıran ya da azaltan güncel politikalar öngörmesi tamamen olanaklı. Ancak 2. paylaşım savaşından sonraki bir kaç on yıllık dönemde tekelci devlet kapitalizminin kapitalist dünyada gösterdiği muazzam gelişmeyi takiben, ‘80’lerden sonraki dönemlerde özelleştirme genel bir eğilim haline geldi. Revizyonist- sosyal emperyalist kampın ‘80’li yılların sonundaki çöküşü, sosyalist motiflerle makyajlanmış tekelci devlet kapitalizminden klasik kapitalist biçimlere geçiş çizgisine girmesi, özelleştirme genel eğilimine dünya çapında yeni bir güç ve hız kazandırarak, ekonomik liberalizmin altın çağı görünümünü doğurmuştur.
YDH’nin “ekonominin yeniden yapılandırılması” programının odağında, aynı şarkıyı söyleyen diğerleri gibi özelleştirme duruyor. “Özelleştirme”, işbirlikçi sermayenin yeniden birikim sorunsalına, emperyalist sömürgeciliğin verdiği yeni yanıt, bulduğu acil çözümdür. İthal ikameci politikalar çerçevesinde gelişen iç pazarın bütün kapılarının her bakımdan ardına kadar emperyalist sermayeye açılması demektir. Yalnız bu kadar da değil, aynı zamanda yarı sömürge ülkelerde son yarım yüzyıllık dönemde devletin eliyle biriken ve çok büyük boyutlara ulaşan sermayenin, devletten uluslararası tekellerle işbirliği halindeki ortak sermayeli şirketler bunun başat biçimidir yerli holding tekellere geçerek el değiştirmesidir.
“Ekonominin yeniden yapılandırılması” programının kapitalist devletin yalnızca ekonomik alandan çekilmesini öngördüğünü sanmak büyük bir safdillik olur. Devletin bütün sosyal harcamalarının da tasfiyesi ya da çok büyük ölçeklerde budanması öngörülmektedir. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, YDH işbirlikçi burjuvazi adına gözlerini diyanet işleri bütçesine de dikmiştir. Neo liberalizmin yükselişi sosyal devlet kavramının da düşüşünü ifade etmektedir.
Gümrük birliği “ülke ekonomisinin dış ekonomilere uyumlulaştırılması” gibi diğer unsurlar hep emperyalist sömürgeci politikanın yeni gerekleri kapsamındadır. YDH bunları hararetle savunmaktadır. “Türkiye’nin her yöresinde gelişmekte olan küçük ve orta ölçekli işletmelerin dünyaya açılmalarını sağlamak; teknolojilerini ve pazar koşullarını iyileştirmek”, kuşkusuz özellikle de dünyaya açılmalarını sağlamak, doğrudan olanaksız bir şeydir. Bunun belirli bir ölçüde işbirlikçi holding tekellerin aracılığıyla olanaklı olduğu düşünülse de, emperyalist sömürgeciliğin “ekonominin yeniden yapılandırılması” programı onlar için daha çok bir yıkım ve tasfiye planı olabilir. Bu program sermayenin dünya ölçeğinde ve içeride daha yüksek düzeylerde tekelleşmesini öngörmektedir ve esasen ekonomik liberalizm de tekeller arası rekabet için, farklı uluslararası sermaye tekelleri ve tekel grupları için geçerlidir.
Dış borçlar konusunda bir şey söylemekten özellikle kaçınan YDH programı, “kamu maliyesini denk bütçe hedefine göre düzenlemeyi” önermekte ama devletin iç borçlarını nasıl ödeyeceğine de açıklık getirmemektedir. Dahası “vergi oranlarının ücretlilerden başlanarak azaltılması ve teşebbüs gücünü etkilemeyecek düzeye indirilmesini esas” almaktadır. Ücretlilerin vergilerinin düşürüleceğine inanmak için aptal olmak gerekir; ama sermayenin vergi oranlarının düşürülmesi “ekonominin yeniden yapılandırılması” programına ve burjuvazinin çıkarlarına uygun düşmektedir. “Denk bütçe” bütün burjuva partilerinin bir program talebidir, ama kural olarak bunun gerçekleşmediği de çok bilinen bir gerçektir.
“YDH çalışma hayatının sosyal tarafları arasında üretimin ve ekonominin değişen koşullarını dikkate alan, serbest pazarlığa ve diyaloğa dayanan yeni bir endüstri ilişkileri sistemi ve kültürü oluşmasını destekler”. Bu satırlar “Çağdaş” sendikacılık programının tıpa tıp aynısıdır. Çağdaş sendikacılar da “üretimin ve ekonominin değişen koşullarından” ve bu koşullarda “yeni bir endüstriyel ilişkiler sistemi ve kültüründen” dem vuruyorlar. İşbirlikçi burjuvazinin gelişen çıkarları, çağdaş sendikacılık eğilimi olarak, burjuva sendikacılığın yeni çizgisini belirlemektedir. Çağdaş sendikacılık eğilimi ile emperyalizmin yeni sömürgeci politikaları arasındaki bağın söz götürmez bir gerçek olduğunun yeterli ve yeni bir kanıtını oluşturur YDH programı.
Eğer bir cümleyle vurgulamak gerekirse ekonomik programı YDH’nin sınıf kimliğini açığa vuran, işbirlikçi burjuvazinin gelişen çıkarlarını ve emperyalist yeni sömürgeci politikayı resmeden bir belgedir.
Devrimci Strateji Ve YDH
Önceden de işaret ettiğimiz gibi YDH’nin politik bir parti olarak gelişip gelişemeyeceği, kalıcı bir politik fügür olup olamayacağı henüz kesinlik kazanmış değildir. Daha önemli olan ve zaten bu yazının üzerinde durduğu asıl sorun YDH’nin şahsında somutlaşan politik yönelim ve çizgidir. Herhangi bir şekilde egemen sınıfın çıkarlarına dokunması bir yana, bizzat işbirlikçi burjuvazinin gelişen çıkarlarını yansıtan bu çizgi egemen sınıfın politikasında meydana gelen çatlağı yansıttığı gibi reformcu bir nitelik taşımaktadır. Dev rimci strateji bu çizgiyle gerek egemen sınıfın saflarında meydana gelen çatlak ve gerekse reformcu bir nitelik taşıması nedeniyle özel likle ilgilidir.
“Bir bütün olarak Türkiye çapında ele alındığında, doğrudan emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin politik ve demagojik girişimini temsil etmelerine karşın gerek küçük burjuva reformcu aydınları etkisine alan “2. cumhuriyet”, “Yeni Demokrasi Hareketi” vb. girişimlerin, gereksede yığınlar için “reformcu bir umut” olarak algılanan politik islamın bugün menzilin merkezine doğru geldikleri de görülmelidir.” (MLKP -K Birlik Kongresi Belgeleri, Strateji ve Taktik Bölümü, S. 87) uyarısı, bu bakımdan anlamlıdır. Emperyalizmden ve işbirlikçi tekelci burjuvaziden kaynaklanıyor olması, YDH’de somutlaşan siyasal çizginin sınırlı reformcu bir karakter taşıdığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bir dizi gelişmeye bağlı olarak daha çok güç ve önem kazanacak bu çizgi; mevcut bunalım or tamında yığınların devrimci radikalizme yönelmesinin önündeki önemli bir settir. Bu çizginin yığınları yanıltarak kendi peşine takma olanakları, asla küçümsenmemelidir. Yığınların parlamentoya ve geleneksel partilere güvenlerinin hızla tükendiği, çok değişik toplum sal kesimlerin özgürlük talebinin güç kazandığı, devletin itibar ve otoritesinin giderek aşındığı, geleneksel burjuva politikanın tıkandığı, henüz güçlü, yükselen bir eğilimdir.
Diğer yandan, politik gelişmelerin önümüzdeki dönemdeki gidişatını anlamak ve yine ortaya çıkaracağı olanakları değerlendirebil - mek bakımından da, egemen sınıf politikasında kesin bir çatlağın meydana geldiği ve derinleşme potansiyelinin küçümsenemez olduğu gerçeği dikkate alınmalıdır. Bir anlatım kolaylığı sağlamayı da gözeterek, bu çatlağın 1. cumhuriyetçiler ve 2. cumhuriyetçiler biçiminde somutlaştığını söylenebilir. Bu iki ana eğilimden her birinin türevleri mevcuttur.
DYP’den ANAP’a, MHP’den DSP’ye geleneksel politik partilerin ve politika sınıfının genel olarak 1. cumhuriyetçi eğilim içerisinde yer aldığı söylenebilir. Esasen mevcut hükümetteki konumuyla CHP’yi de bu eğilime dahil etmek olanaklıdır. Asker ve sivil bürokrasinin belirleyici yönetim birimleri bu eğilimin en ketum kadroları tarafından tutulmuştur. 1. cumhuriyetçiliği bu kadar dayanaklı kılan da aslında asker ve sivil devlet bürokrasisidir.
YDH, Yeni Parti, DP ve hatta belirli kayıtlarla RP ikinci cumhuriyetçi eğilime dahil edilebilir. 2. cumhuriyetçi eğilim parlamentoda oldukça cılız bir güce sahip olduğu gibi, genel olarak politik düzeyde de henüz çok zayıftır. Asker ve sivil bürokrasi içerisinde henüz dikkate değer bir ağırlığının ortaya çıktığı da söylenemez. Ama ilkin 2. cumhuriyetçiliğin gelişen siyasal eğilim olduğunu dikkate almak gerekir. Diğer yandan basında aydınlar arasında bu eğilim hem güçlüdür ve hem de yükselmektedir. Son olarak, elit dinamiklerin, em peryalist politikaların bu eğilimi arkasında durduğu unutulmamalıdır.
Kuşkusuz, değişik kuvvetleri sınıflandırırken sınırların çok kesin olduğunu söylemenin olanağı yoktur. Yukarda yapılan çok genel ve hatta kaba denilebilecek bir tasniftir. CHP’yi 1. cumhuriyetçilerden ve yine RP’yi 2. cumhuriyetçiler olarak ayrı ele almak da olanaklıdır. Ancak CHP, MGK’nın politik hegemonyasına boyun eğdiği ölçüde, -ki, ikinci hükümette kalması bundan başka bir şey ifade etmez, 1. cumhuriyetçidir.- Ve zaten MGK 1. cumhuriyetçiliğin karargahıdır ve faşist diktatörlüğün bütün ipleri onun elindedir.
Önümüzdeki dönem bu iki ana eğilim arasındaki politik çelişkilerin keskinleşeceğini kestirmek güç değildir. Egemen sınıfın politikasındaki bu çatlak, emperyalist politikalar için geniş bir manevra alanı açtığı da görülmelidir.
YDH’nin Devlet Anlayışı
YDH’nin merkezin yeniden yapılanmasını, değişen siyasal ve toplumsal dengelerle uluslararası duruma, çağdaş dünya koşullarında işbirlikçi burjuvazinin sınıf çıkarlarına yanıt veren tarzda merkezin yeniden kuruluşunu talep ettiğine daha önce değinmiştik. Merkezin yeniden kuruluşu, yani yeni bir statükonun yaratılması talebi, egemen sınıfın egemen devlet anlayışıyla YDH’nin farklılaşmasını da getirmektedir.
“Devlet baba” kavramında ifadesini bulan “kutsal devlet” yaklaşımını cumhuriyet burjuvazisi Osmanlı mirası olarak devralmıştır. Her türlü siyasal gericiliğe çok önemli temel bir dayanak olarak üstün ve kutsal devlet anlayışı biçiminde devletin idealize edilmesi toplumsal özgürlüklerin ve demokrasinin önündeki temel bir engel olarak belirleyici bir ideolojik ve siyasal önem taşımaktadır. Hem liberal felsefesi nedeniyle, ama daha çok da ekonomik ve siyasal programı nedeniyle YDH “kutsal devlet” kavramıyla çatıştığını ilan etmektedir. YDH’nin devlet kavramı sosyalist ve devrimci politika için bir kaç bakımdan önem kazanmaktadır.
“Yeni Demokrasi Hareketi, devleti kutsal ilan etmeyen, kişi hak ve özgürlüklerini başa alan, kısaca devleti değil, vatandaşı koruyan bir anlayışla hazırlanmış bir yeni anayasaya ihtiyaç olduğuna inanmaktadır”. Sosyal devlet kavramına yer vermeyen YDH programı “demokratik hukuk devletinin kuruluş belgesi olarak kısa ve ayrıntısız” bir anayasa talep ediyor.
Herşeyden önce YDH, “kutsal devlet” kavramının, “ulusu birleştirici” bütün sihirini yitirdiğinin farkındadır. “Merkezin” yeniden kuruluşu, esasen devlete yeniden saygınlığını kazandırma ve merkezkaç siyasal eğilimlerin radikalizme yönelmesini önleyerek toplum sal ve siyasal istikrarı yeniden kurma yönelimidir.
YDH’nin kutsal devlet kavramını reddetmesi, egemen sınıfın saflarında meydana gelen siyasal çatlağın derinleşme potansiyel ve eğiliminin de siyasal bir göstergesidir.
Kuşkusuz ki, YDH devletle çatışmayı ya da bu konuda bir seferberlik başlatmayı vb. düşünmüyor; bu eşyanın tabiatına aykırı olur. Fakat YDH devlet anlayışında ve devlet yapılanmasında bir değişimin gerekli ve kaçınılmaz olduğuna tercüman oluyor. Bunun burjuvazinin egemenliğinin yeni koşullara uyarlayarak tahkim etmekten öteye bir anlamı yoktur. Yüzyıllardır bir ceberut devlet anlayışı altında ezilen on milyonları yanıltarak arkalamak siyasal eyleminde, YDH’nin kuşandığı önemli bir silah olduğu da bir gerçek.
Genel olarak geleneksel siyasetçi sınıfı, askeri ve sivil bürokrasi devletin dokunmazlığını kendi şahsında simgeler ve idealize ederken, YDH’nin siyasal çıkışı aydınlar arasında önemli bir kesimi kucaklayabiliyor. Bunların doğrudan doğruya YDH’ci olup olmaması çok fazla önemde taşımıyor, çünkü asıl olan YDH programıyla düşündeş olmaları ve onun değirmenine su taşımalarıdır. Yeni dünya düzeninden beslenen, aydınları da arkasına almaya çalışan YDH politik varlığının ağırlığıyla bağlı olarak egemen sınıfın ideolojisini yeniden üretmekte ve ideolojik hegemonya sorununa da, “ulusal birliği” sağlamanın gerekleri, araç ve olanakları çerçevesinde çözüm aramaktadır.
***
Bir son söz olarak vurgulamak gerekir ki benzerleri gibi YDH’nin de sihirli bir değnek olarak sunduğu ‘yeni ekonomik liberalizm’ çizgisi, büyük Ekim Devrimi sonrası sosyalizmin yığınları maddi ve manevi etkisi altına alan zaferleri karşısında emperyalist burjuvazinin düzeni korumak için geliştirdiği “kapitalist sosyal devlet” politikasını terk edişinin de ifadesidir. Ve kuşkusuz içeriği yukarıda vurgulanan neo-liberalizmin klasik liberalizmle uzak-yakın ilişkisi yoktur. Keza tekeller çağının neo-liberalizminin siyasi liberalizmin ön koşulu olduğu vb. iddialar onuncu sınıf demagojilerdir. Devletin biriktirdiği sermayeyi egemen kapitalistlere devretmesi, bundan sonra emekçileri soyarak elde edeceği birikimi düzenli ve hızlı olarak bu kanala akıtması, eğitim, sağlık vb. alanları burjuvazinin iştah açıcı kâr kapıları haline getirmesi, düzenin selameti açısından kırda ve şehirde yığınlara sunulan doğrudan veya dolaylı devlet desteğinin (tarımsal sübvansiyon, parasız eğitim vb.) kesilerek sağlanacak mali olanağın uygun araçlarla burjuvazinin hizmetine sunulması vb. taleplerde somutlaşan neo-liberalizmin sert sınıf kavgalarının koşullarını hazırlayacağını unutmamak gerekir. Düzenin ve rejimin bunları en yumuşak biçimiyle yatıştırma, emme imkanlarının sınırlandığı veya burjuvazi için ağır bir fatura çıkardığı koşullarda burjuva terörün en iğrenç biçimleriyle boy göstermesi, hak ve özgürlüklerin budanması veya yok edilmesi tümüyle kaçınılmaz veya eşyanın tabiatına uygundur.
Emperyalistlerin özel olarak da ABD emperyalizminin içinden geçtiğimiz süreçteki politikalarına ve ihtiyaçlarına yanıt veren; iş - birlikçi Türk burjuvazisinin bu politikalarla uyum sağlama ve içinden çıkamaz hale geldiği rejim bunalımından kurtulma arzularına denk düşen YDH’nin politik arenada kalmakta ısrar edeceği, ilk seçim başarısızlığıyla alanı terk edip gitmeyeceği, ABD emperyalizmi ve iş - birlikçi burjuvazinin önemli bir kesimi tarafından yabana atılmayacak bir yedek olarak kabul edildiği, geleceğe hazırlandığı kuşkusuz dur. Geniş yığınların en yakın talebi olan özgürlük sorununu sermaye haline getirme yolunda yürüyen YDH’nin politik liberalizminin ne menem bir şey olduğunun onun emperyalist tekeller çağında ekonomik liberalizm diye sunduğu iddiaların iktisadi ve ideolojik içeriğini, bu burjuva partinin hangi yerel ve uluslararası ihtiyaçların ürünü olarak örgütlendiğini, piyasaya sürüldüğünü işçiler, emekçiler, gençler ve Kürt ulusu ile ulusal ve dinsel azınlıklar nezdinde iyice açığa çıkarmak ve teşhir etmek görevine dikkatle eğilmek komünistlerin güncel görevlerindendir.