Geçtiğimiz yüzyılda sosyalizm adına mücadeleye atılan politik akımlar, başlıktaki sorulara verdiği yanıtlarla başlıca iki gruba ayrılıyordu.
"Hangi hedef?" sorusuna verilen yanıt ortaktı: Sosyalizm. "Kiminle?" sorusuna verilen cevap da aynıydı: İşçi sınıfı. Ayrışma, "Hangi yoldan?" sorusuna karşı alınan pozisyondan doğuyordu. Bunlardan birisi, işçi sınıfının görevinin kapitalizmi devrimle alaşağı etmek değil, hem kapitalist gelişmenin önündeki engelleri kaldırarak onun daha hızlı gelişmesini sağlamak ve bu yolla onu yavaş yavaş kendi doğal ölümüne itmek hem de kapitalizm içinde işçi kazanımlarını artırarak, sermayeden tavizler kopararak, onu gerilete gerilete sistemi sosyalize etmek olduğunu savunuyordu. Çok farklı renklerde boy gösterseler de Marksizmin revizyonist ve reformcu yorumcularının ortaklaştıkları politik zemin buydu.
Marksistlerin tutumu ise belliydi. Bir devrim yoluyla burjuva devlet yıkılacak ve temel üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilerek sosyalizmin inşasına girişilecekti. Kuşkusuz işçi sınıfının henüz yeterince gelişmediği yerlerde işçi sınıfı köylülükle ittifak içinde, ya da sömürge boyunduruğu altındaki ülkelerde işçi sınıfı partileri ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik ederek yine aynı hedefe doğru yürüyecekti. Bu kesim içinde de görüş ayrılıkları vardı, ama devrim, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve dünya devrimi üzerinde birleşilen çizgiyi oluşturuyordu.
Aslında 20. yüzyılın daha ilk çeyreğinde, bu her iki çizgi, işçi sınıfının devrimci ve reformcu partilerince uygulamada sınanmıştı bile. Almanya işçi sınıfının reformcu partisi (SPD) imparatorluk sonrası burjuva devletinin kurucularından olmuştu. Rusya'da ise sosyalist devrime önderlik eden Bolşevikler, proletarya diktatörlüğünü ilan etmişti. 'Finans Kapital'in yazarı Hilferding, Alman Maliye Bakanı; 'Emperyalizm'in yazarı Lenin, Sovyet Halk Komiserleri Konseyi Başkanı seçilmişti.
Denebilir ki, 1920 ila 1930 arasında bu her iki çizgi, kendi varoluşlarının tarihsel eğilimlerini ortaya serme imkânı buldu. Parlamenter çoğunluğu ele geçirerek burjuva devletin yönetim düzenine oturan reformcu SPD'nin ilk icraatlarından biri, Almanya'daki devrimci parti liderlerine saldırmak, Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknect'i katletmek oldu. Hükümet ettikleri süre içinde burjuvazinin temel çıkarlarına dokunmadıkları gibi, Alman burjuva devletinin emperyalist politikalarının savunuculuğunu üstlendiler. Ve görüldü ki, reformcu partinin politikaları, sosyalizm hedefini yakınlaştırmak yerine daha da belirsizleştirmekte, işçi sınıfının devrimci enerjisini tüketmekte ve onu burjuva gericiliği ve faşizme karşı mücadelede pasifize etmektedir. Hakeza, sermayenin egemenliği altında işçi sınıfının hayat düzeyinin hızla iyileşmek yerine -kapitalizmin krizleriyledaha önce elde edilmiş kimi kazanımların da berhava olması, işçilerin sosyalizme olan inançlarını sarsmaktaydı.
Rusya'da ise emperyalist saldırganların yıkım girişimleri ve iç savaştan iktidarını koruyarak çıkan işçi sınıfı, yoksul köylülüğü yanına alarak yepyeni bir düzen inşa ediyordu. 1930'ların ikinci yarısına gelindiğinde Orta Asya steplerinden Sibirya'ya kadar iktisadi, siyasal, sosyal, kültürel muazzam bir altüst oluş yaşanmıştı bile. Sosyalizm bir hedef olmaktan çıkmış, elle tutulan bir gerçeğe dönüşmüştü. Sosyalizm başarılarının bütün dünya emekçileri arasında yarattığı sempati, "devrimci yoldan sosyalizm" fikrini giderek daha çekici hale getiriyordu. Faşizmin Kızıl Ordu'nun önderliğinde ve komünist partizanların savaşımlarıyla yerle bir edilmesi, işçi sınıfı ve ezilenlerin, başta emperyalizm boyunduruğu altında olan ülkeler olmak üzere, sosyalizm hedefine bağlanmış ulusal kurtuluş ve devrime yönelimlerine yeni bir ivme kattı. Balkanlar'da ve Asya'da sosyalizm rüzgârı kimi ülkelerde devrimci iktidarlara yol açtı. Avrupa'da komünist partilerin etkinliği arttı.
Yüzyılın ikinci yarısına böyle girildi. Kaçınılmaz olarak sınıflar, devletler pozisyonlarını yeniden belirlediler. Emperyalist blok ve onların işbirlikçi uşak devletleri ABD hegemonyası altında toplandı. Sosyalizmi kuşatmaya almak, onun diğer ülkelerdeki dayanaklarını çökertmek ilk hedefti. İşçi sınıfının yüzünü sosyalizmin kazanımlarından uzaklaştırmak için ona kârdan daha çok pay ayırmak, onu sermaye düzenine perçinlemek için daha tavizkâr davranmak ve aynı zamanda sosyalizm hakkında yalan-kara propagandayı yoğunlaştırmak, kontrgerilla provokasyonları, devrimci sosyalizmi gözden düşürmek için başvurulan başlıca yollardandı.
Yine aynı dönemde komünistlerin, savaş yıkıntılarının bir an önce onarımını ve kazanılmış yeni mevzileri güçlendirmeyi esas almaları, sosyalizm karşısında birleşerek kendini tahkim eden kapitalist emperyalizmin alaşağı edilmesinin yakın dönemde zorlaşması ve yeni bir savaştan kaçınmanın getirdiği uzlaşma arayışları ile dünya devrimi perspektifinden uzaklaşma, Kruşçev'le birlikte bir sapmaya dönüştü. Devrim yerine sosyalizme barışçıl yollardan geçme, emperyalist devletlerle barış içinde bir arada yaşamanın bir devletsel varlığı koruma politikası olmaktan çıkarılıp bir ilkeye dönüştürülmesi, içeride meta ekonomisinin alanını daraltmayı sürdürmek yerine genişletme, kârın giderek daha geniş bir alanda üretimin düzenleyicisi haline getirilmesi, köylü grup mülkiyetinin kendini üretme koşullarının bireysel mülkiyet imkânlarını artırma yönünde teşvik edilmesi, giderek genişleyen bir yeraltı ekonomisinin (kaçakçılık-mafya) paralel bir ekonomi olarak boy atması, sosyalizmden komünizme doğru olan rotanın kırılmasına neden oldu.
Marksizmin modern revizyonist yorumunun giderek hâkim olması, başta Avrupa'da olmak üzere komünist partilerin büyük çoğunluğunu etkiledi. Burjuvaziyi alaşağı etmek yerine onunla "tarihsel uzlaşma" arayışları güçlendi. Devrim perspektifi buharlaşmaya yüz tuttu. "Avrupa komünizmi"nin lafzı dışında komünizmle bir ilgisi kalmadı. Güçlü sınıf örgütleriyle kapitalizmi emekçiler lehine dönüştürmek, başlıca hedef haline geldi. Bu, tam da burjuvazinin işçi sınıfını sosyalizm amacından kopararak onu düzen içinde tutma isteğine uygundu. Böylece kapitalist Batı'nın pek çok ülkesinde iki buçuk parti düzeni kuruluyordu. Hıristiyan Demokratlar ve benzeri sağcılar, sosyal demokrat ve sosyalist partiler başlıca iki büyük burjuva partiyi temsil ederken, komünist partiler "buçuk" olarak düzenin payandası oluyorlardı. Yüzyılın ilk yarısında henüz işçi sınıfının reformcu fraksiyonu olarak tanımlanabilecek sosyal demokratlar, artık bütünüyle burjuva programa bağlanmıştı. Onların yerini artık Avrupa komünizmi dolduruyor, işçi sınıfı hareketinin revizyonist-reformist fraksiyonunun politik temsilciliğini onlar yürütüyordu.
Yüzyıl daha bitmeden, hem iktidardaki modern revizyonistler iflas ederek ya da düzeni dönüştürerek kapitalizme teslim oluyor, hem de sermaye düzeninin 'komünist' payandaları etkisizleşip darmadağın oluyorlardı.
Biçimsel olarak sosyalist ama gerçekte modern revizyonist burjuva sapmayla giderek içten içe çürüyen ve nihayetinde kendi içine çöken devletler ile adı komünist, gerçekte düzen içi reformcu olan partilerin dağılması emekçi yığınlar ve ilerici aydınlar arasında sosyalizme olan sempatinin de tarumar olmasına neden oldu. En önemlisi de, komünist bir dünya idealinin gerçekleşebileceğine olan inancın, en başta bu inancın oluşturucuları arasında kaybolmaya yüz tutmasıydı.
20. yüzyıl kapandığında "Hangi hedefe, kiminle, hangi yoldan?" sorularına yanıt arayan küçük bir azınlık dışında pek kimse kalmamıştı. Burjuvazi tam zaferini "Tarihin Sonu" olarak ilan etmiş ve kenti zapteden bir ortaçağ ordusu gibi zafer coşkusu ile kazanımları yağmalamaya ve ilerici fikirlere tecavüze girişmişti. Devrim ve iktidar tahayyülünün burjuva mabedin postmodernist "rahipleri"nce Bruno'vari biçimde ateşe verilmesi de aynı döneme denk gelmiştir.
Kader Miydi?
Bütün bir yüzyıl boyunca işçi sınıfı hareketinin iki büyük kol halinde akması ama sonuçta iktidar olan her iki kolun da kapitalizm denizinde buluşmasının maddi zemini neydi? Ya da, bu bir kader miydi?
Yeri gelmişken, devrimci sosyalizmin yenilgisi üzerine bolca mesai tüketenlerin, reformcu sosyalizme, kapitalizmi içten dönüştüreceklerini iddia edenlerin bu iddialarının yerlerde sürünmesine dair pek kalem oynatmamaları dikkate değer. Sanki bütün sorun proletarya diktatörlüğündeymiş gibi yazıp duruyorlar. Reformcu sosyalizmin en sefil şekilde iflas ettiğini, sermaye egemenliğini sınırlandırmaya çalışanların tekelci kapitalizmin politik programlarının uygulayıcılarına dönüştüklerini unutmuşa benziyorlar.
Yirminci yüzyıl, kapitalizmin tekelci aşamasına denk gelir. Sermayenin giderek daha az elde toplaşması, ulusal çapta tekelci hâkimiyeti, mali sermayeile sanayi sermayesinin iç içe geçişi ise iştahı daha da kabaran mali oligarşiyi yaratmıştı. Bu, aynı zamanda dünya ulusları arasındaki eşitsizliği derinleştirmiş, dünyanın ezen ve ezilen uluslar olarak bölünmesini, dünyanın bir avuç emperyalist tekel tarafından paylaşılma sürecini hızlandırmıştı. Hammadde kaynakları üzerinde hâkimiyet kavgası kızışmış, meta ihracının yanı sıra sermaye ihracı giderek önem kazanmıştı.
Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasında o güne kadar görülmemiş bu büyüme, bir yandan üretici güçleri daha da geliştiriyor, küçük mülk sahiplerinin proleterleşmelerini hızlandırıyor; aynı gelişme, ücretlerin artmasına ve emekçilerin hayat seviyesinin görece yükselmesine neden oluyor, eğitimli serbest meslek sahibi yeni bir orta sınıfın ve aydın tabakanın gelişmesine yol açıyordu. Diğer yandan artan üretim, onu tüketecek yeni dış pazar gereksinimini körüklüyordu. Büyük kapitalist devletler, bir yandan dünyayı kendi aralarında bölüşmek için çekişiyor, diğer yandan da kendi iç pazarlarından rakiplerini uzak tutmak için gümrük duvarlarını yükseltiyordu. Artık fethedilecek toprak kalmadığında ve ticari rekabet gümrük duvarlarını aşma gücünden yoksun düştüğünde, dünyayı yeniden paylaşmak ve gümrük duvarlarını savaş toplarıyla yıkmak için emperyalistler arası savaşın günü kaçınılmaz olarak gelip çatacaktı.
İşte tam da bu savaş öncesinde işçi sınıfı hareketi ilk büyük ayrışmasını yaşadı. Kapitalist emperyalizmin keskinleştirdiği çelişkiler nedeniyle savaş kararı kaçınılmazdı ama işçi sınıfı hareketi duruma müdahale ederek çelişkileri kendi lehine çevirme gücüne sahipti. Yapması gereken, savaş kararına direnmek, savaşın çıkmasını engelleyemediğinde ise savaşı iç savaşa çevirerek iktidarı ele geçirmekti. Nihayet Bolşeviklerin hareketi tam da bu yöndeydi. Ne var ki, o günkü ana akım işçi hareketi savaş öncesinde az çok doğru bir zeminde kalsa da, savaşın ön günlerinde emperyalist çıkar savaşını "ulusal savaş"mış gibi göstererek burjuvaziyle aynı zeminde buluştu. Bu hareketin pek çok partisi, aslında ideolojik barutunu daha önceden yitirmişti. İşçi sınıfının iktidarı devrimci yoldan alarak kapitalist üretim ilişkilerini lağv ve sosyalizmi inşa edebileceğine inançları kalmamıştı. Onlara göre, işçi sınıfının yakın dönemdeki başlıca amacı, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimini hızlandırarak onun doğal çürümesini çabuklaştırmaktı. Onları savaş destekçisi ve kendi emperyalist burjuvalarının hempaları haline getirmede üretim ilişkilerinin devrimci dönüşümü fikrinden uzaklaşmalarıydı.
Batı Avrupa işçi sınıfı partilerindeki bu ideolojik-politik sapmanın, işçi sınıfı hareketi içinde giderek etkin hale gelen oportünizmin başlıca kaynağı, üretici güçlerdeki gelişmenin hızlanması ile birlikte işçi sınıfı içinde giderek büyüyen bir işçi aristokrasisinin oluşmasıydı. Emperyalist burjuvazinin sömürgelerden elde ettiği yüksek kârların bir kısmını işçi sınıfına ayırmak zorunda kalması, işçi sınıfı hareketi içinde "ulusçuluk", "ulusal çıkar", kendi ulus-devlet burjuvazisiyle kader birliği eğilimlerini de güçlendiriyordu.
İşçi hareketindeki bu keskin bölünme, kapitalizmin en gelişkin olduğu yerlerde devrim ateşinin giderek sönmesine ve daha sonra Rus Devrimi'nin yalnız kalmasına neden oldu. SSCB, III. Enternasyonal'le kendini dünya devriminin üssü ve onun bir parçası olarak konumlandırdı. Avrupa'da devrim dalgasının geriye çekilişi Bolşeviklerin dikkatini SSCB'de sosyalizmin inşasını hızlandırmaya yöneltti. Batı'da antikapitalist temelde devrim geriye düşerken, Doğu'da antiemperyalist temelde devrim yükseliyordu.
Böylece işçi sınıfı hareketi içinde başat iki eğilim kendi mecrasında yerli yerine oturuyordu. Hangi hedefe, kiminle, hangi yoldan sorularına; birincisi, sosyalizm hedefi ile, burjuvaziyle uzlaşı içinde kapitalizmi reformlarla dönüştürmek yanıtlarını veriyordu. İkincisi, sosyalizm hedefine bağlı olarak işçi sınıfı ve ezilen halkların birliği ile emperyalizmin damarlarının devrimlerle kesilerek tekelci kapitalizmin nefessiz bırakılmasıydı.
1950'li yıllarda önce Yugoslavya'da, ardından SSCB'de modern revizyonist dönüşüm kulvarına giriş ve burjuva bürokratik yozlaşma, birçok Doğu Avrupa halk cumhuriyeti ve Batı Avrupa komünist partilerinin revizyonizm kervanına katılmaları, yüzyılın ikinci yarısında reformcu-dönüştürümcü sosyalizm eğilimini daha da güçlendirdi. Çin ve Arnavutluk'un sapmaya direnişi, Küba ve Vietnam devrimleri, sömürgelerde ulusal devrimler, işçi sınıfı ve ezilen halkları devrimci yönde etkilemeye devam etse de, bu devrimci eğilimin güç kaybını engellemeye yetmedi. Nihayet Çin de 70'lerin başında devrimci ufkunu yitirerek ABD'yle uzlaşıp SSCB'yi baş düşman ilan ederek devrimci rotayı kırmış ve daha sonra parti önderliğinde kapitalist inşaya girişmişti.
Sosyalizme karşı ABD hegemonyası altında birleşen kapitalist blok, bu sayede üretici güçlerin gelişmesine yeni bir ivme katıyordu. Batı'da emekçilerin yaşam seviyesinin giderek yükselmesi; buna karşın sosyalist ülkelerin, 1930'larda SSCB'ye gıpta ile bakılmasına yol açan ekonomik başarıları yakalayamaması, giderek tersi bir eğilimi, sosyalist ülke emekçilerinin kapitalist ülkelerin yaşam tarzına gıpta etmesini doğruyordu.
SSCB'nin içten çürüyerek yıkılması ve Çin'in kapitalistleşmesi ile birlikte sermaye artık adları dışında sosyalistlikleri kalmasa da, bu devletlerin çektiği sınırlardan ve sosyalist muhalefetten kurtulmuştu. Sermaye son yirmi yılda tam bir"özgürlük" içinde dünyayı nasıl istiyorsa öyle biçimlendirme imkânı yakaladı. Hem eski sosyalist ülke insanları hem de bütün insanlık, sermayenin çıplak egemenliğinin ne anlama geldiğini yaşarak öğrendi/öğreniyor. Bunun bir kader olmadığını her geçen gün daha çok kavrıyor.
İdeolojik Şoklar
20. yüzyılda yaşanan yenilgiye dair birçok tartışmanın yapılması doğal. Ne var ki, Marksizm ve sol adına yapılan bu tartışmaların büyük çoğunluğu ister devrimci cepheden isterse revizyonist-reformist bloktan gelsin, bilimsel gerçeklerden kopuk, tarihin materyalist yorumundan uzak. Devrimci cephe, kapitalizmde meydana gelen değişimleri ve yenilginin nedenlerini yeterince nesnel bir incelemeye tabi tutmuyor. Diğerleri ise fikirlerini haklı çıkarmak adına gerçekleri çarpıtıyor. Birikim çevresinden, Ufuk Uras ve 10 Aralık Hareketi'ne, oradan Barış ve Demokrasi Partisi'nin kimi çağrıcılarına kadar geniş bir yelpaze, bu ikinci eğilime giderek daha çok kan taşıyor.
Kapitalizmin devrimci dönüşümünün imkânsız olduğu fikrine baş koymuş bütün bu çevreler, proletarya diktatörlüklerinin yıkılışından bahsetmeye pek meraklıdırlar da, sermaye düzenini reformlarla dönüştürmeye çalışanların nasıl sermaye tarafından dönüştürüldüğünden hiç söz etmiyorlar. Sermaye egemenliği altında değişimciliğin gücüne inanmamızı istiyorlar. Üstelik bu öyle bir değişimciliktir ki, lafzi olarak bile, refomcu yoldan da olsa, sosyalizme ulaşmayı hedef olmaktan çıkarmıştır.
Birikim dergisinin Ocak 2010 sayısında Ahmet İnsel'in "Üç Tarihsel Şok ve Solun Geleceği" yazısı, bu tip eğilimlerin belli başlı ideolojik altyapısını yansıtması bakımından dikkate alınmaya değer. Ahmet İnsel; SHP, Ufuk Uras çevresi, 10 Aralık Hareketi ile birlikte bir 'Yeni Sol Parti' çalışmasının da ideoloğu konumunda. Geçtiğimiz günlerde bu parti girişiminin panelinde "Sol, artık sınıf temelli söylemleri bırakmalı" diyerek ufak çaplı bir skandal etkisi yaratmıştı. Aşağıda ele alacağımız görüşler, bu söylemin temelini oluşturuyor.
Birinci Şok
A. İnsel söz konusu yazısında solun yaşadığı "üç tarihsel şok"tan bahsediyor. Şoklardan birincisi "işçi"ye dairdir. A. İnsel'e göre,
"işçiler ve dar anlamda işçi sınıfı, geleceğin toplumunun tohumlarını içinde barındıran, umut dolu bir geleceğin kendine içkin olduğu kurtarıcı bir sınıf statüsünü yitirdi".
Çünkü diyor, 19. yüzyıl sonundan 20. yy'ın ilk yarısına kadar kapitalizm ve burjuva toplumun değişiminin bir sonucu olarak işçi olmanın, kol emekçisi olmanın statüsü düştü. Ve bugün "kimsenin işçi olmayı idealize etmediği" ve başta işçiler olmak üzere kimsenin işçiye benzemek istemediği bir dünyaya girdik. Sol da bu işçi konumunun deklase (sınıf dışı -bn) oluşundan ister istemez etkilendi. Birinin, dünyanın bugünkü haline, işçiye dair bu satırları yazabilmesi için kendini bir manastıra kapatması gerekir.
20. yüzyılın ilk yarısı ile kıyaslandığında "işçi"ye dair önemli değişiklikler meydana geldiği doğrudur. O yıllarda dünyanın büyük bölümünde işçiler henüz çalışanların çoğunluğunu oluşturmuyordu. Bugün ise tam tersi. Keza o yıllarda kafa ile kol emeği arasındaki eşitsizlik büyüktü, bugün aradaki fark giderek daha çok azalıyor. O dönem kapitalizmin üretici güçleri geliştirmeye devam etmesi nedeniyle bilimin üretime uygulanması yönünde keskin rekabet, eğitimli insana duyulan ihtiyacı artırıyordu. Bugün rekabet, daha üretken makineyi icat etmeye yönelmek yerine işçiyi daha çok makineyi kontrol etmeye zorlamak ya da düpedüz makineyi-robotu bir kenara atıp onun yaptığını işçiye yaptırmak eğilimine güç veriyor.
Başka değişimler de meydana geldi. O yıllarda ve neredeyse yüzyılın bütününde, bir dizi gelgiti bir kenara bırakırsak işçi sınıfının ücretleri, sosyal hakları ve yaşam düzeyi yükseliyor, sınıfın aristokrat tabakası genişliyor, hakeza daha iyi ve yüksek eğitim alma olanağı bulan işçi çocuklarının bir bölümü serbest meslek sahibi olma ve üst yönetici görevlere gelme imkânı yakalıyor ve böylece işçi sınıfı, orta sınıfı güçlendiren bir konum kazanıyordu. Bugün ise her şey tepetaklak olmuş durumda. En gelişkin kapitalist ülkelerde dahi, ücretlerdeki erime ve yaşam düzeyindeki düşme göz çıkarır boyutlarda. İşçi aristokrasisi, altındaki dayanaklar çekildikçe aşağılara yuvarlanıyor. Kafa emekçilerinin büyük çoğunluğu, eski parlak günlerinden çok uzaktalar. Bütün işçiler "mavi yakalılıkta" giderek daha çok eşitleniyor. Yalnızca işçi sınıfının üst tabakaları orta sınıf yaşam tarzına elveda demekle kalmadı, bizzat orta sınıf mensupları daha çok proleterleşerek "mavi yakalı" yaşam tarzına itildi. İşçilerin orta sınıf yaşam tarzına yükselme eğilimi tersine dönerek orta sınıflar işçi sınıfının yaşam tarzına geriledi ve orta sınıfların giderek daha büyük bölümü işçileşmeye başladı.
Bu kadar da değil, önemli başka değişmeler de oldu. Hemen hemen bütün 20. yüzyıl boyunca emperyalist haydutlar sömürge ve yarı-yeni sömürgelerden elde ettikleri aşırı kârların bir bölümünü işçi sınıfına rüşvet olarak dağıtıyordu. Bu rüşvetin de verdiği rehavetle bu ülkelerdeki işçi sınıfının sermaye güçleri ile olan çelişkileri yumuşamakla kalmıyor, işçi sınıfının çıkarları ile burjuva ulus devletin çıkarlarının örtüştüğü yanılsamasına yol açıyordu. Aslında benzer bir yanılsama sömürge, yarı-yeni sömürge işçi sınıfı için de geçerliydi. Emperyalizme tutum alınması halinde "ulusal kalkınma" gerçekleşecek, böylece işçi sınıfının yaşam düzeyi yükselecekti. Geçtiğimiz yüzyılda her iki eğilimin de maddi zemini vardı.
Üretici güçlerdeki gelişmenin hızlanması ve burjuvazinin sosyalizm korkusunun büyümesi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ücretlerin yükselmesini hem mümkün hem de dahası kaçınılmaz yapıyordu. Keza henüz kapitalizmin inşası temelinde iç pazarı emperyalizmden bağımsız geliştirme olanakları tükenmediğinden "ulusal kalkınma" olanak dahilindeydi. Bugün ise bambaşka bir dönemdeyiz. Gelişmiş kapitalist ülke burjuvaları işçi sınıfına emperyalist hegemonya ile elde ettikleri kârlardan pay vermek yerine fabrikaları başkaca yere taşıyarak onları ücretlerden ve yaşam koşullarından taviz vermeye zorluyor. Dün çelişkileri yumuşatan ve sınıf uzlaşmasına olanak tanıyan sebepler tekelci burjuvazi tarafından ortadan kaldırılıyor. Emperyalizme bağımlı ülkelerde de emperyalist bağımlılığın ve tekelci hâkimiyetin sınırlanması ve işçi sınıfının ücret ve yaşam düzeyinin yükseltilmesi olanakları tükenmekte. Bu yeni sömürge ülkeler, mali-ekonomik sömürgelere dönüştü ve emperyalist tekeller bu ülke ekonomilerini o kerte ele geçirdiler ki, "yerli" egemenlerden biri haline geldiler. İşbirlikçi burjuvazi uluslararası tekellerle doğrudan ortaklaşırken, tekel dışı burjuvazi ve orta burjuvazi giderek daha çok bu tekellerin bağımlı üretici ve tüccarına dönüştü. Yeni sömürge ülkelerin iç pazarları, emperyalist tekellerin serbest pazarı haline geldi ve bu tekeller "ucuz işgücüne" hücum etti.
Bu her iki durum gerek kapitalist emperyalist ülke işçi sınıfı, gerekse bağımlı ülke işçi sınıfının kendi burjuvaları ile geçici de olsa ulusal temelde çıkar birliği yanılsamasının nesnel zeminini eritti.
Yüzyıl boyunca işsizlik her zaman vardı. Ama işsizlik, kriz dönemlerinde yükselen ve çevrimin yükseliş döneminde düşen bir seyir izliyordu. Bugün ise kronik ve yığınsal hale gelen işsizlik belası, kriz dönemlerinde daha ağır olmak üzere, ekonomik çevrimin tüm evrelerinde (yükseliş de dahil) işçi sınıfını feci vuruyor. Düşük ücretler ve sosyal güvenlik harcamalarındaki kısıtlamalarla birlikte yoksulluk, açlık, evsizlik en gelişkin kapitalist ülkelerde dahi milyonlarla ifade edilen kitleleri etkileyen ve giderek etki alanı genişleyen sorunlar haline geldi.
Üretici güçleri geliştirme yeteneğini yitirmekte olan sermaye, eğitimli işçiye daha az ihtiyaç duyuyor, işçi sınıfının bakım ve onarımı için gerekli sağlık harcamalarına da eskisi kadar pay ayırmaya gerek görmüyor. Burjuva devlet hem bu sektörleri sermaye yatırım alanlarına dönüştürüyor hem de borçlardan kıstığı parayı sermayeye kredi olarak değerlendiriyor. Böylece işçi sınıfı ve çocukları daha az eğitim ve sağlığa mahkûm ediliyor.
Daha birçok "değişim" sayılabilir "işçi"ye dair. Bu kadarı, değişimin yönünü anlamak bakımından yeterince fikir veriyor. 2008 dünya ekonomik krizi, bütün bu "değişim" eğilimlerini en kalın biçimde su yüzüne çıkardı.
İsveç'teki Saab Otomotiv Fabrikası'nı kapatma kararı alan General Motors'a ateş püsküren İsveçli işçiler, yine İngiltere'deki Visteon fabrikalarını kapatan Ford'u fabrikaları işgal ederek durdurmaya çalışan İngiliz işçiler, fabrikaları kapandığı için şehri terk eden 1 milyona yakın Detroitli, işten atılmalara karşı patronlarının gırtlağına bıçak dayayarak rehin alan Fransız işçiler, fabrikaları özelleştirilerek kapatıldığı için düşük ücretli, güvencesiz, sözleşmeli işçi statüsüne geçmeye isyan eden Türkiyeli Tekel işçileri ve bir iş bulmak dışında hayattan başka bir beklentisi kalmayan dünya üzerindeki yüzmilyonlarca işsiz, A. İnsel'in "kimsenin işçi olmayı idealize etmediği, başta işçiler olmak üzere kimsenin işçiye benzemek istemediği" iddiasına nasıl bir yanıt verirlerdi acaba? A. İnsel'in, verilmesi muhtemel yanıtları duymak isteyeceğini hiç sanmıyoruz.
Anlaşılıyor ki, A. İnsel'in "işçi"ye dair solda yaşandığını düşündüğü "şok", emek-sermaye çelişkisinin zayıflaması ya da işçi sınıfının önemsizleşmesinden değil. Çünkü her ikisinde de tam tersi geçerlidir. Burjuva ideolojik hegemonyaya teslim oluşun ifadesi olabilir ancak, bilimsel sosyalizmden kopuşun kaçınılmaz sonucudur bu.
İkinci Şok
İnsel'in ikinci "şok"u devrime ilişkindir. Ona göre gelişmiş ülkelerde 1970'lerden itibaren gözlenen devrim perspektifinin giderek yitirilmesi durumu, SSCB'nin olduğu yerde çöküşü sonrasında bütün dünyaya yayılan bir yitiş halini aldı. İnsel bunu olumsuz bir gelişme olarak nitelendirmiyor, tam aksine, olumluyor. "Çünkü" diyor,
"yitirilen devrim perspektifi, yaşanacak radikal bir kopuş hedefiyle ilintili bir devrim anlayışı idi. Buna karşılık devrimi daha iyi, daha güzel, daha arzulanır olana doğru giden yolda ilerlemek olarak tanımlamak öne çıktı."
Hem zaten devrimle iktidarı ele geçiren sol "devrimden sonrasının muhakkak iyi olacağı inancını" yıkmıştı, oysa iktidar olmadıkları yerlerde sol hareketler modern yaşamın birçok kazanımını devrim gerektirmeden topluma kazandırmışlardı. Ücretli izin hakkından işsizlik sigortasına kadar bir dizi hak böyle elde edilmişti.
Peki devrim perspektifi yitirilince bu haklara ne oldu? İşçi sınıfı bunları neden koruyamadı? Ve bugün elde avuçta kalanı korumakta neden bu kadar zorlanıyor? Neden sol "daha iyiye, güzel, arzulanır olana" gidemiyor?
Reformlar devrimin yan ürünleridir. Solun devrim perspektifini yitirmesi burjuvazinin devrim korkusundan kurtulması ile aynı anlama gelir.
Bunun sonucudur ki, burjuvazi, işçi sınıfı hareketine daha kolay saldırmış, onun örgütlü yapısını dağıtmaya girişmiş, reformları bir bir kemirmeye başlamıştır.
Devrim perspektifini yitiren işçi sınıfının reformlar elde etmesi ve onları koruması zorlaşır. Çünkü burjuvazi, reformları devrimin nefesini ensesinde hissetmemek için, taviz olarak verir. 1960'larda devrim perspektifini giderek yitiren gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfının yeni kazanımlar elde etmesinin nedeni, onun tekrar devrime yönelmesini engellemek olduğu kadar, yüzünü sosyalist devletlerden çevirmesini sağlamak için burjuvazinin taviz vermek zorunda kalması idi. Devrim korkusundan kurtulduğunda burjuvazinin nasıl vahşileşeceği 90'lı yıllardan bu yana yeterince açık biçimde görülüyor.
Devrim perspektifinin yitirildiği doğrudur, ama bu "daha iyi, daha güzel, daha arzulanır" sonuçlar yaratmamıştır. Devrim perspektifinin yitirilmesinin nedeni, ne nesnel koşulların onu gereksiz hale getirmesi ne de devrimle hiçbir şeyin değişmeyeceği sonucuna ulaşılmasıydı. Her şeyden önce sınıf çelişkileri, bilhassa 1980'li yıllardan sonra, hızlanan emperyalist küreselleşme saldırganlığı nedeniyle çok daha keskinleşmişti. Devrimle iktidarın alındığı yerlerde devrim sonrası toplumsal gelişmenin hiç de tahayyül edildiği gibi olmadığı savı da bütünüyle çarpıtmaydı. SSCB'de yüzyılın ilk yarısındaki muazzam dönüşüm değme burjuva ideologlar için bile hayranlık uyandıracak düzeydeydi. Örneğin en ilkel koşullara mahkûm biçimde, cehalet içinde yaşayan Orta Asya halkları, kısa sürede modern toplumlara dönüşmüştü. Kar için değil, insan ihtiyaçları için üretim ve konseylere dayalı yönetim tarzı milyonlarca emekçiyi cehalet uykusundan uyandırmış ve sefil-köle yaşamından çekip çıkararak onları kendi varlıklarının bilincinde insanlar haline getirmişti. Fakat görüldü ki, sosyalist ülkelerde dünya devrimi perspektifinden uzaklaşma ve kapitalist ülkelerde devrimden vazgeçiş, bir amaç çürümesine neden olmuş ve varoluş amacını yitirmiş her varlık gibi bu devletler ve partiler de oldukları yerde çürüyüp gitmişlerdi.
Devrim perspektifinin yitirilmesi, dolaysız biçimde iktidar perspektifinin yitirilmesi ve bunun yitirildiği yerde de bağımsız bir siyasal varlık olma nedeninin ortadan kalkması demekti. Bunun sonucudur ki, devrim perspektifini yitiren partiler ya burjuva hükümetlerde emperyalist küreselleşme politikalarının uygulayıcısı oldular ya da siyasal niteliklerini yitirerek birer kültürel sosyal organizasyona dönüştüler.
Üçüncü Şok
A. İnsel'in üçüncü "şok"u "değişim"di. "Solun değişim tahayyülü bulandı" diyor. Ona göre sola özgü politikalar liberal sağ hareketler tarafından hayata geçirilmeye başlandı. Sol, değişim arzusunun tarihsel olarak doğal aktörü olma konumunu yitirdi.
İnsan ister istemez liberal sağın, sola özgü hangi politikaları hayata geçirdiğini merak ediyor. İşçi sınıfının yüzyıllık kazanımlarının "devlet reformu", "kamu reformu" adıyla emekçilerin elinden çekip alınmasından mı söz ediyor İnsel, yoksa "çalışma hayatı reformu" adı altında özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma vb. dayatılmasından mı? Nedir bu liberal sağın hayata geçirdiği sol politikalar? Dünya Ticaret Örgütü'nün etkinliğinin artırılması, birkaç yüz tekelin dünya pazarları üzerindeki hâkimiyetinin kolaylaştırılması, "özerk kurullar" aracılığıyla piyasa denetiminin doğrudan onlara bırakılması mı? Peru'daki yerlilerin binlerce yıllık yerleşim alanlarının ya da Hindistan'daki Advişi halkının topraklarından zorla sökülüp atılarak buraların uluslararası tekellere peşkeş çekilme çabası mı? Ya da "yönetişim" adıyla parlamentoların giderek önemsizleştirilmesi, burjuvazinin doğrudan yönetme imkânlarının artırılması, onlarca yıllık mücadeleyle devletin yapmakla yükümlü kılındığı sosyal görevlerin "sivil toplum kuruluşları"na devri mi? Sosyal yardımların bir "hak" olmaktan çıkarılarak, burjuvalardan bağış toplayarak halka dağıtan kuruluşlar aracılığıyla sadakaya dönüştürülmesi mi? Yoksa "terörle mücadele" adı altında art arda çıkarılan faşist yasalar mı?
Burjuvazi işçi sınıfı ve ezilenlerin büyük bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımları gasp etmekte, bu kazanımların ifadesi olan devletsel kurumları dağıtmaktadır. A. İnsel bunları sola özgü politikaların liberal sağ tarafından hayata geçirilmesi olarak tanımlayabilmektedir. Bu, onun zihnindeki "sol"a dair tahayyülün nasıl olduğunu gösterir.
Kuşkusuz bu kafa karışıklığının altında yatanlar vardır. Emperyalist burjuvazi devrim ve sosyalist ülkelere karşı içerde "sosyal devlet" tavizi verirken, bağımlı ülkelerde antikomünist temelde çoğunlukla ordu üzerinde kontrol sağlayarak kendi himayesinde rejimler inşa etmiştir. Bağımlı ülkelerde gümrüklerle korunmuş iç pazarın genişletilmesi temelinde işbirlikçi sermaye oligarşilerinin hâkim olduğu, genelde geri kapitalist düzen hüküm sürüyordu. SSCB ve Doğu Avrupa'daki düzenlerin yıkılması, Çin'in kapitalistleşmesi, hem içerde hem dışarıda eski burjuva devletsel yapıların yeni ihtiyaçlara göre yeniden yapılandırılmasını gerektirdi. Bu kaçınılmaz olarak hem gelişmiş kapitalist ülke emekçilerinin hem de bağımlı ülke emekçilerinin muhalefetine yol açtı. Muhalefetin derdi, kazanımları korumaktı. Özellikle bağımlı ülkelerde eski ayrıcalıklı konumlarını korumak isteyen geçmiş sürecin asker-sivil politik aktörlerinin pozisyonları ile emekçilerin kazanımlarını koruma çabasıyer yer örtüşür göründü. Buna karşın emperyalist tekeller, mali oligarklar ve onların işbirlikçileri, 'eski düzen'i yıkmaya kararlı liberaller olarak boy veriyordu. Yugoslavya, Ukrayna, Gürcistan vb. ülkelerdeki "renkli devrimler" bu emperyalist hokkabazlığın en ileri biçimleriydi.
Belli ki A. İnsel bu hokkabazlığın etkisinden kurtulmuş değil. Emperyalist tekellerin dünyayı kendi çıkarlarına uygun dönüştürme hamlelerini "sola özgü politikaların liberal sağ tarafından hayata geçirilmesi" olarak niteleyecek kadar tersine dönmüş bilincin etkisidir bu. Ona göre, böylece sol "değişim"i de sağa kaptırınca eli hepten boş kaldı.
Peki Ne Yapmalı?
İşçi artık geleceğin kurucu öğesi olmaktan çıkmış, sol devrim perspektifini yitirdikten sonra "değişim"i de liberal sağa kaptırmışsa, geriye yapılacak ne kalıyor? A. İnsel'e göre, "günümüz toplumlarında, çok küçük bir dogmatik azınlık hariç kimse toplumsal gidişata bütünüyle ve tamamen bilinçli biçimde hâkim olacak bir toplumsal gücün varlığına artık inanmıyor". O halde, "iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte kapitalizm ve ücretli emeğe son verilmesinin, insanlığın bugüne kadar süregelmiş tarihinin son bulmasının ve yeni insanın yaratılmasının mümkün olacağı üzerine doğal radikal kopuş ve bakir yeniden doğuş tahayyülünün de gündemden düşmesi demek."
Peki, bu sözler, en pespaye bir burjuva şarlatanın demagojisinden ne ölçüde farklı? Mesela bir Fukuyama'nın, bir Soros'un görüşleri aynı içerikte değil mi? Gerçi onlar A. İnsel gibi "sol"culara göre daha "dürüst", zira kendilerini "solcu" olarak niteleme gereği duymuyorlar, üstelik 2008-09 krizinden sonra kapitalizmin geleceğine dair A. İnsel'den daha az güvenli bahsediyorlar ve olası ihtilallerin soluğunu hissedecek burjuva sınıf sezgisine sahipler.
A. İnsel'e yönelttiğimiz soru orta yerde duruyor hâlâ. Peki ne yapmalı? "Tarihsel bir gereklilik pozisyonuna sırtını vererek, doğal biçimde hegemonik konum sahibi artık olmayacak olan solun önünde bundan sonra… İyi, güzel, arzulanır olan yönünde gerçekleşecek değişimin koşullarını hazırlamak" kalıyor.
"Hangi hedefe, kiminle, hangi yoldan?" sorularına A. İnsel bu "şok" tahlillerden sonra, nasıl bir yanıt vermiş oluyor? Hiçbir hedefe, hiçkimseyle, hiçbir yoldan! İşte onun işçi sınıfına, ilericilere, devrimcilere önerdiği budur. "İyi, güzel, arzulanır olan yönünde" gibi tamamen içeriksiz sözler de bu "hiç"liğin cilası oluyor. İnsel ve onun gibiler amaçsızlığı, iradesizliği, ideal yoksunluğunu "sol hareket" olarak öğütlüyorlar.
İnsanlığın en büyük ölümü; yeni bir dünyanın, daha insani ve özgür bir dünyanın, sömürüsüz ve sınırsız bir dünyanın kurulacağı tahayyülünü yitirmesi olacaktır. Ve İnselgillerin önerdiği de böylesi bir ideolojik böcekleşmedir.
Komünizm Her Zamankinden Daha Yakın
Kapitalizm, tarihinin en zorlu dönemini yaşıyor. Onu ne yükselen bir devrimci işçi hareketi sıkıştırıyor ne de sosyalist devletlerin kuşatması. O bütünüyle kapitalist ekonominin işleyiş kanunları tarafından nefessiz bırakılıyor. Sermaye, üretici güçleri geliştirme yeteneğini giderek daha çok yitirmekte ve artık eskisi gibi kendini genişleten koşulları üretmekten aciz. Bir yanda kronik aşırı fazla sermaye, öte yanda kronik aşırı işsiz dağları büyüyor. Üretim-ticaret-kredi dünya ölçeğinde, birkaç yüz tekel dünya pazarına hükmediyor, buna karşın dünyanın burjuva temelde ulusal siyasal bölünmüşlüğü sürüyor. Dünya fabrikası ve ticareti işçi sınıfının ulusal bölünmüşlüğünün maddi temellerini yerinden söküp attı ama işçi sınıfı burjuva ulus devlet hapishanelerinde zorla tutuluyor. Orta sınıflar hızla proletaryaya itiliyor. Küçük üretici ve tüccarların tekelci hâkimiyetle baş etmelerinin hiçbir koşulu kalmadı, kapitalizm altında varlıklarını bağımsız sürdürme imkânları tükendi. İşçi sınıfı dışındaki diğer ezilen tabakaların çıkarları, işçi sınıfının hedefleriyle daha örtüşür hale geldi. Burjuva devletin sosyal bir organizasyon olarak dayatılmış kurumsal eklentileri bir bir yerinden sökülüyor. Kapitalist barbarlık ve vahşet, insanı içinde yaşadığı doğayla birlikte yok oluşa sürüklüyor.
Böyle bir nesnel tablodan hangi sonuçlar üretilebilir?
1Üretici güçleri geliştirme yeteneğini giderek daha çok yitiren ve kendini genişletme koşullarını eski tarzda üretemeyen kapitalizmin genel bunalımı, sermayenin varoluş krizi halini almıştır.
2Ekonomi küreselleşmiş, buna karşın burjuva siyasal hegemonya ulusal ya da burjuva bölgesel birlikler olarak parçalı kalmıştır.
3Gelişmiş kapitalist ülke işçi sınıflarının kendi içindeki tabakalaşması erimiş, aynı zamanda bunların bağımlı ülke işçi sınıfı ile olan keskin ayrımı zayıflamıştır. İşçi sınıfının sosyal tabanı genişlemiştir. Dünya fabrikası gibi dünya işçisi oluşmuştur.
4Sermaye tarafından işçi sınıfı dışında ezilen diğer emekçi tabakaların kapitalizm içinde geleceklerini kurma şansı her geçen gün daha çok tükenmektedir.
5Emperyalist küreselleşme koşullarında ve dünya tekellerinin ulaştığı devasa güç dikkate alındığında herhangi bir ülkenin, tekellerin egemenliğine son vererek kapitalist temelde herhangi bir düzen inşa etmesi giderek daha da olanaksızlaşmaktadır.
Eklenebilecek başkaları ile birlikte, bu nesnel tespitleri yüz yıl öncesi ile karşılaştırırsak görürüz ki; işçi sınıfının toplum içindeki yeri, çok daha büyümüştür. Kapitalistlerin, işçi sınıfının devrimci bir isyanı karşısında tavizler verme politikasıyla esneme kabiliyeti çok daha zayıflamıştır. İşçi sınıfının politik olarak reformist ve devrimci olarak iki kanada bölünmesinin nesnel zemini önemli ölçüde tükenmiştir. Ezilen tabakaların kaderi işçi sınıfıyla birleşmiştir. Kapitalizm temelinde "ulusal kalkınma" imkânı neredeyse kalmamıştır. Antiemperyalist mücadele, antikapitalist mücadeleyi içermeden, emperyalizmden kurtuluşun imkânsızlığı giderek daha çok anlaşılmaktadır ya da anlaşılacaktır.
İşçi sınıfı, yüz yıl öncesine göre nesnel olarak çok daha güçlü ve kapitalizm bir o kadar güçsüzdür. Sermaye egemenliğine son verdikten sonra, daha kısa sürede sosyalizmi inşa etmek için koşullar bugün çok daha elverişlidir. Dünyanın büyük bölümünde "yaygın bir küçük burjuvazi"den artık eskisi gibi söz edilemez, söz edildiği yerde ve sözü edildiği kadarıyla küçük burjuvazinin kapitalizm altında kendini üretme yetenekleri tükenmekte olduğundan, nesnel olarak sosyalist kurtuluşa eskisinden çok daha yatkındır. Küreselleşmiş ekonomi zemininde ulusal aidiyet temeline dayalı siyasi birliklerin nesnel dayanakları ortadan kalkmış, küresel siyasal birliği sağlamaya yetenekli yegâne sınıfın işçi sınıfı olduğu bugün çok daha görünür olmuştur. Dünya devrimi ve komünizmin üst evresine geçiş şartları yüz yıl öncesine göre çok daha uygundur.
Bu satırları okuyacak olsa A. İnsel ya da "Günümüz dünyasının piyasası küresel piyasa; salı pazarı değil ki, kaldırıyorum diyebilesin" diyen Ufuk Uras gibi bir solcu, bizi hayal dünyasında olmakla itham edecektir. Ama onların unuttuğu bir şey var; insan denen varlığın nesnel varoluş ayrımı, nesnel gerçeğe bakıp yeni bir şeyi kafasında önce tasarlaması ve sonra o nesnel gerçek içinde (doğada) bulduğu araçlarla o tasarıyı gerçekleştirme çabasıdır. İnsanın doğayı değiştirerek, kendini üst düzeyde yeniden yapılandırması, bu şekilde olur. Devrim bir tasarımdır, ama o tasarım nesnel gerçeklerden çıkarılır. Ama adı üstünde 'tasarım', henüz olmayan bir şeydir. Onu olur kılmanın tek yolu işe girişmektir.
Emekçiler, aydınlar söz konusu olunca günümüzde burjuvazinin tahayyül ettiği ideal insan geleceğe dair tasarım yeteneğinden yoksun insandır. Burjuvazi, bütün ideolojik araçlarını tasarım yeteneği kötürümleşmiş bu "ideal insanı" yaratmak için seferber etmektedir. O halde geleceği, yeni bir toplumu, bugüne kadar olmamış olanı tasarlamak, solun, ilericiliğin, devrimciliğin hem bir direniş biçimi hem de mihenk taşıdır. Üstelik koşullar yüz yıl öncekinden çok daha mükemmel tasarımlar yapmamıza olanak veriyor. Ama bu tasarımları gerçekleştirmek için, işçi sınıfını siyasal bir sınıf olarak örgütlemek şart. Gücünün, tek tek işçi olmaktan, burjuvazinin kölesi olmaktan değil; üretim içindeki kolektif konumundan ve kolektif siyasal varlık olmaktan geçtiğini, işçi sınıfı ve ezilenlerin birliğini dünya çapında sağlamak gerektiğini işçi sınıfının bilince çıkarması gerekiyor. Bunun için de, her zamankinden daha çok işçi sınıfının kararlı, militan, öncü partisine ihtiyacı var. Tam da bütün burjuva düşkünlerin, kapitalizmin yıkılabileceğinden umudunu kesenlerin kaçındıkları, ideolojik olarak birlik içinde, geleceğe dair tasarımlarını ifade eden politik bir programa ve bu programa ulaşmak için devrimci bir stratejiye sahip partiye, her zamankinden çok ihtiyaç var.
En baştaki soruyu şimdi bir kez daha sorabiliriz:
Hangi hedefe? Kiminle? Hangi yoldan?
Dünya devrimine, işçi sınıfı ve ezilenlerin birliği ile, tek tek ülkelerdeki burjuva iktidarları alaşağı ederek.
Eksik olan, geleceği tasarlama ya da tahayyül yeteneğini kitleselleştirmektir. Bunun ilk adımı, bu amaçla yola çıkanların geleceği tahayyül edebilmeleridir.