ABD Başkanı Biden’in Ermeni Soykırımı ile ilgili yaptığı açıklamanın ardından konuşan faşist şef Erdoğan, soykırım yanlıların yıllardır kullandığı tezleri ileri sürdü. “Ermenilerin köyleri bastığı”, “Aslında sadece 150 Ermeni’nin öldüğü”, “konunun tarihçiler tarafından araştırılması gerektiği” şeklindeki iddialar karşısındaki gerçek durumu tarihçi-yazar Erdoğan Aydın, Marksist Teori’ye anlattı.
Erdoğan, ABD Başkanı Biden’in Ermeni Soykırımı ile ilgili açıklamasına 26 Nisan’da yanıt verdi. Erdoğan bütün soykırım yanlıları gibi, “Ermeniler köyleri ve şehirleri basıp önüne gelen kadın çocuk demeden öldürmüşlerdir. Bu çeteler topraklarımıza saldıran Ruslarla iş birliği yapmıştır” dedi. Aslında gerçekte olan neydi?
Gerçeğin Erdoğan’ın anlattığı gibi olmadığı çok açık. Her şeyden önce Türklerin Orta Asya’dan gelmesinden çok önce burada yaşayan, üstelik Selçuklu ve Osmanlı’dan sonra da bu topraklara ciddi medeniyet katkısı yapmış, buranın yerlisi olan bir halktan söz ediyoruz. Ve bu halk bugün yok. Yani kendi tarihsel topraklarından yok edilmiş bir ulusun hikayesini konuşuyoruz ve salt bu kadarı bile, dönem içinde egemen olan güçlerin bir halkı yok etme fiili işlediğinin ispatı için yeterli belgedir. İkinci olarak daha somuta, o dönemki gelişmelere doğru gittiğimizde, gerek 1894-96, yani pan-İslamcı Abdülhamid’in iktidarda olduğu dönem, gerek 1915 İttihatçıların tek başına iktidarda ve Osmanlı’nın da savaşta olduğu dönemdeki gerçeklik; bu halkın birinci dönemde ağır pogromlara uğradığı, ikinci dönemde ise toptan tasfiye edildiği gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Burada saldırıyı uğrayanın Ermeniler, saldırıyı organize edenlerin ise devlet ve onun organize ettiği milisler olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Ermeni örgütleri adına Müslüman köylere saldırılar ve katliamlar gerçekleşmiştir, ama bunlar, Ermeni halkının şehir ve köylerden tasfiye edilmesi, yani soykırım sonrasında ve Çarlık ordusuyla birlikte gelen Ermeni milislerin intikam saldırılarıdır. Soykırım öncesinde ise hem böylesi örnekler yoktur hem de Ermeni halkının tüm gençleri “Amele Taburlarına” alındıkları için böyle bir şeyin olması da mümkün değildir. Yani gerçek durum, bir devletin bir halkı tarihsel topraklarından yok etmeye yönelik organize eylemidir ve yapılan iş, her ne kadar o dönemde Birleşmiş Milletler ve onun soykırıma dair hukuki düzenlemesi söz konusu değilse de soykırımı tanımlayan tüm özellikleri birebir gösteren bir nitelik taşımaktadır.
Bu arada Ermenilerin geçmişte Müslüman halkla birlikte yaşadığı dönemdeki statüsünü anımsayalım. Osmanlı döneminde Ermeniler “millet-i mahkûme”, “millet-i sadıka” kavramlarıyla anılıyordu, Müslümanların sahip olduğu haklardan bile yoksun, ikinci sınıf bir tebaa olarak yaşıyorlardı. Çifte vergilendirme zulmü altındaydılar ve sosyal hayatta da bir dizi kısıtlamalar mevcuttu. 1939 Tanzimat Fermanı’ndan başlayarak görece bazı haklar elde etmeye başlasalar da hem eşit olamadılar hem de belli bölgelerde çifte vergilendirmeden kurtulamadılar. Böylesi mağdur bir atmosferde yaşayan bir halkın kendi ulusal bilincine varmasını müteakip itiraz etmesi, hak talep etmesi, hatta ayaklanması bile meşrudur. Nitekim Balkanlar’daki Sırpların, Yunanların, Romenlerin, Bulgarların Osmanlı’ya karşı itirazı ve eşit vatandaşlık istemeleri, verilmeyince de giderek bağımsızlığa yönelmeleri bu bağlamda gelişecekti. Ancak Ermenilerin “millet-i sadıka” kavramsallaştırmasında da gördüğümüz gibi, Bulgarların, Yunanların, Sırpların sergilediği tipte bir bağımsızlık arayışları da olmamıştır. Tam tersine Abdülhamid rejimine karşı çok kimlikli, çok kültürlü bir Osmanlı inşa etme, yaratmaya yönelik Osmanlıcı, demokratikleştirici bir mücadele hatları olmuştur. Ve bu mücadelede hatırlayalım ki, en yakın politik dostları da bir müddet sonra iktidara gelecek olan İttihat ve Terakkicilerdi. Dolayısıyla aslında Osmanlı Ermenilerinin gelecek ufku, Osmanlı çatısı altında, ama ademi-merkeziyetçi, çoğulcu bir Osmanlı’da birlikte yaşamak üzerinden şekillenmişti. 1908 devrimi gerçekleştiğinde Ermenilerin büyük örgütlü parçasını oluşturan Taşnaklar, İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle birlikte seçime girip parlamento da birlikte davranış sergileyecek bir durumdaydılar.
Dolasıyla, Müslümanlara oranla çok daha ileri bir medeniyet düzeyine ve uluslaşma bilincine ulaşmalarına rağmen, 1908 sonrasında da İttihatçılardan ayrılıp, ayrı devlet kurma değil, var olan durum içinde ama haklarıyla eşit yaşayabilecekleri bir ortam için mücadelesi veriyorlardı. Kuşkusuz çok dağınık olmalarının da ayrı bir vatan kurma yönelimini engelleyen bir işlevi olmuştur; ama durum budur.
Taşnaklar’ın tutumunu anlattınız…. Ermeni halkının ikinci büyük örgütlenmesi olan Hınçaklar’ın tutumu neydi?
Onlar da aslında aynı perspektife sahipti. Hürriyet ve İhtilaf Fırkası ile birlikte, yine demokratik çoğulcu bir Osmanlı tahayyülü için mücadele ediyorlardı. Onların Taşnaklardan farkı, sosyalist kimliklerinin daha net, dolayısıyla sloganları, davranışları, refleksleri, eylemlerinin de daha radikal olmalarıydı. Askeri eylemlilikte de Taşnaklara göre daha önde bir tutum içindeydiler ama bu eylemler de ayrılmak perspektifiyle değil, Ermenilere zulmedenlere karşı bir eylemlilik olarak şekilleniyordu. Demek ki şu ana kadar ki veriler, aslında bir bağımsızlık arayışındaki bir Ermeni halk hareketinden söz etmemizi bile engelliyor.
Ermeni halkı ne istiyordu?
Ermeniler çifte vergilendirmenin kaldırılmasını, köylerine yönelik saldırıların, tacizlerin son bulmasını istiyorlardı. Osmanlı’da huzur içinde yaşamak istiyorlardı. Ve zaten 1908 dönüşümü, devrimi, programı da aslında normal koşullarda onlara bunu taahhüt ediyordu. Dolayısıyla bir müddet sonra İttihat Terakki ile ilişkilerinin kopması da bu taahhütlerin yerine getirilmemesine karşı bir tepkiydi. Ama bu tepkiler, asla dönüp örneğin, Müslüman köylerine saldırı ve benzeri örnekler içermemektedir. Zeytun’da, Sason’da Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra ilk kalkışmalar da aslında vergi artırımları, keyfi yönetim ve amele taburlarına alınmaya karşı gelişti. Özellikle kendi iradelerinden bağımsız olarak girilmiş savaşta Ermeni gençlerinin, amele taburlarına götürülmesi ve bir kısmının infaz edilmesinden kaynaklı bir tepki ve korku vardı. “Zeytun ayaklanması” diye tabir edilen direniş de böyle ortaya çıkmıştı. Keza Van’da yaşanan bu olayların kronolojisine baktığımızda, Abdülhamid döneminin çok ağır hatıraları bulunmaktadır. Kürt beylerinin ve bölgeye yerleştirilen Çerkes ve İttihat Terakki milislerinin saldırılarına karşı kendilerini koruma çabasıyla girişilen direnişler söz konusu.
Fakat yineleyelim ki; bu süreç içinde, gerek 1908 sonrası gerekse 1915 öncesinde Ermeni örgütlerinin Müslüman köylerine yönelik bir saldırısı söz konusu değildir. Sıklıkla dillendirilen, istismar edilen köy baskınları, saldırılar ise dediğim gibi savaşın çıkması, tehcirlerin başlaması, köy boşaltmaları gibi afetlerle karşılaşmaları sonrasında Ruslardan yana umut üretmeye başlayan kesimler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ama burada altını çizmek lazım: 2-14 Ağustos 1914’te Erzurum’da toplanan Ermenilerin en büyük örgütü olan Taşnakların VIII. Kongresinde, “Osmanlı’nın savaşa fiilen girme olasılığının çok yüksek olduğu ve olaylar bu yönde geliştiği takdirde partinin tüm şubelerinin vatani görevini yerine getirecekleri” kararı alınmıştır. Daha sonra soykırımın doğrudan uygulayıcısı olacak olan Bahattin Şakir’in de bu kongreye katılmış olduğu gerçeği de anımsansın.
Yani Ermenilerin en büyük örgütü -ki Rusya Ermenistan’ında da en örgütlü güçtür- haklarını tanımayan, kendilerine rağmen savaşa girmiş olan bir iktidarın savaşına gençlerini asker olarak göndermek konusunda boyun eğmiş bir yerde durmaktaydı. Bu açıdan baktığımızda aslında, “Ermenilerin ihanetine” ilişkin anlatılan hikâye ile gerçeklik bambaşkadır. Dahası söz konusu kongreye katılan Bahattin Şakir Taşnak yöneticilerinden şu talepte bulunacaktır: “Siz Kafkasya’da Rusya Ermenistan’ından başlayarak ayaklanma çıkartın, bizlerle birlikte Kafkasların fethine, dolayısıyla Turancı politikaya katılın. Biz de savaştan sonra sizin özerkliğinizi tanıyalım!” Taşnaklar buna da itiraz ediyorlar.
Üstelik Ermenileri tasfiyeye karar veren ve bunu bir müddet sonra uygulayacak olan irade o sırada Kafkasya’da savaş ilan etmediği halde önce Rus limanlarına saldırı, ardından da Kafkasya’da Turan hedefli olarak Rus topraklarına saldırı organize etmişlerdir. Peki burada ölüme gönderdikleri kimlerdir? Müslüman çocukları, Arap, Çerkez, Kürt, Türk, Arnavut çocukları. Bunların bir kısmının da Arap cephesinden getirilip yazlık kıyafetle Sarıkamış’ta savaşa sokulmuş insanlar olduğunu da bu vesileyle hatırlatalım.
Bu örnek niçin önemlidir? Bu örnek, kendi Müslüman evlatlarına bile acımayacak bir şekilde gözünü karartmış bir Turancılığın ve Alman işbirlikçilerinin Ermenilere neler yapabileceğinin bir örneği olması itibariyle önemlidir. Ama daha ötesi, egemen olunan toprakların Gayrimüslimlerden arındırılmasına yönelik başlatılan Türkleştirme ve Müslümanlaştırma programıdır. Nitekim İttihat ve Terakki’nin 1911 tarihli Selanik kongresinden başlayarak Türkleştirme ve Müslümanlaştırma programı başlatılmıştır. Kuşkusuz devleti yönetse de illegal olan ve sonradan da pek çok belgeyi imha ettiğinden henüz bu kongrenin tutanaklarına ulaşamıyoruz ama elimizde tutanaklar kadar muteber başka kanıtlar var. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanı ve 1914’te Ege’de Rumların tasfiye edilmesinde İzmir İttihat ve Terakki Genel Sekreteri olarak doğrudan görev alan Celal Bayar, anılarında, “İTC’nin esas tüzüğünde bir değişiklik olmamıştı. Bu yeni cereyan da resmen kabul ve ilan edilmemişti. Fakat Cemiyet’in ön safındaki elemanları, Ziya Gökalp’in telkinlerini yeni bir ideal olarak kabul etmeye başlamışlardı. Bunlar sözleri, yazıları, şiirleri, romanları ile Turancılığı yayıyorlardı” (1) diye yazdı. Yine, “İmparatorluğun tamamiyet ve birliğini gizli açık vasıtalarla tehdit eden ayrılıkçı, Türk olmayan unsurlar” (2) diye nitelediği azınlıkların hak taleplerini, “hükümranlık haklarımızın” ihlali, “hain ve hayâsız ihtiraslar” (3) olarak nitelendiriyor ve bu saptamanın gereği olarak da “Harbiye Nezareti’ndeki gizli toplantıların başlıca konusu stratejik noktalarda kümelenmiş ve dış menfi tesirlere bağlı gayri Türk yığınakların tasfiyesi idi...” (4) diye açıklıyordu.
Dolayısıyla, bu sürecin “Vatan savunması için savaştaydık, Ermeniler ayaklandı veya ordumuzu arkadan vurdu, onun üzerine biz de mecburen onları göç ettirmek zorunda kaldık!” anlatısı, yapılan işe kılıf uydurmaktan başka anlam taşımaz. Tam tersine pek çok veri bize çok net olarak gösteriyor ki, 1915’in 24 Nisan’ın da önce Ermeni halkının uluslararası moral kaynakları, iletişim kaynakları olan aydınlarının -ki net rakam olarak 250 kişidir- iki kafile olarak ve bir daha geri gelmemek üzere götürülüp yok edilmeleriyle başlayan bir süreç karşısındayız. Dahası anlatı doğru olsaydı, sadece Sarıkamış, Erzurum, Van gibi çevrelerle sınırlı bir sürgün gerçekleştirilecekti. Oysa göz önünde olan İstanbul ve İzmir bir yana, Eskişehir, Adapazarı, Edirne, Bursa, Kayseri, yani nerede Ermeni yaşıyorsa tümünü, hayat koşullarını ortadan kaldırmak üzere bir tasfiye, bir etnik arındırma amacıyla Suriye’deki Deyr el Zor çölüne doğru yola çıkartılması operasyonu karşısındayız. Yani bir devlet iradesi var. Planlanmış bir yer değiştirme hali var. Ve bu yer değiştirmenin de önceden belirlenmiş Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve Müslümanlaştırılmasıyla bağlantılı bir ideolojik, siyasal gerekçesi var.
Öyle bir götürüştür ki bu, Almanların Yahudileri ve Romanları tasfiye kamplarına taşımalarını anımsatır: nitekim 1915’te Eskişehir Sevk Komisyonu görevlisi, 1924-1927’de de Türk Tarih Encümeni Başkanı olacak olan Ahmet Refik, şunları yazar:
“Trenler peş peşe geliyor, her trenden binlerce aile, binlerce köy halkı çıkıyordu. (...) Trenle sevk edilemeyen çoluk çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç jandarma karadan geliyorlardı. Manzara pek feciydi.” (5)
“Ermenilerin en ziyade korktukları Pozantı idi. Orada, çetelerin hücumu kalplerini titretiyordu. Bunlar hangi çetelerdi? İttihat Hükümetinin Turan siyaseti, İslam ittihadı namına Kafkasya’ya gönderdiği çetelerdi.” (6)
“Nihayet bir gün meş’ûm (uğursuz) bir emir geldi, Eskişehir de tahliye edilecekti (...) Ertesi gün, Eskişehir’in biçare aileleri ellerinde birer sepet, kollarında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla dolu, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini, çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar; Konya ovasını kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, El-Cezire’nin ateşin çöllerine, açlığa, sefalete, perişanlığa, ölüme doğru gittiler...” (7)
“Zaten bu zulmü takdir etmemek için çeteci zihniyeti ile malûl olmak lazımdı, Almanlardan kalpleri insaniyet hisleriyle dolu olanların da bu cinayetlerden iğrendiklerine hiç şüphe yok. Fakat resmî Almanya isteseydi, bu kıtâle mâni olurdu… Hiç şüphesiz Almanya’nın zaferine güveniyorlar, bu muazzam faciayı Almanya’nın kuvvetiyle, bu masumlar feryadını Almanların zafer teraneleriyle bastırmak ümidinde bulunuyorlardı. Almanya Anadolu’da kazanacağı menfaatlerle sermest; Orta Çağ’da bile görülmeyen bu cinayetlere sessiz ve lakayt, seyirci vaziyetini takınıyordu.” (8)
Almanlardan da ciddi itiraf örnekleri var: Goldz Paşa şöyle yazmıştı: “Homojen bir Müslüman kalesi inşa edebilmek ve Rusya karşısında sağlam bir siper elde oluşturmak için Ermenilerin yerinin değiştirilmesi ve Mezopotamya çöllerine sürülmesi gerekirdi” (9)
Alman Başbakan Bethmann-Hollweg’in, “Yegâne gayemiz, sonuç itibariyle Ermenilerin mahvolup olmadıklarına bakmadan, Türkiye’yi harbin sonuna kadar yanımızda tutmaktır” (10)
Tabii bu süreçte, “Ben valiyim, eşkıya değilim” diyerek soykırıma karşı çıkan Ankara Valisi Mazhar Bey gibi, “Bu cinayetleri işlemeyeceğime göre istifamı kabul buyurun” diyen Kütahya mutasarrıfı Faik Ali Ozansoy gibi bürokratlar da var, ki bunların açıklamaları da kendilerine gelen gizli emirlerin neyi içerdiğini bize net olarak gösteren belgelerdir.
Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda, resmi yazının gerekçelendirmeleri tarihsel gerçeklikle uyuşmamaktadır.
Ermeni çetelerin Türkleri katlettiğini öne süren Erdoğan, Ermeni halkından ise 150 insanın hayatını kaybettiğini iddia ediyor. Ölümler yarıştırılmaz ve sayıya indirgenemez elbette. Fakat gerçeğin bilinmesi için söylersek; Ermeni halkından katledilenlerin ve zorla tehcirde ölenlerin sayısına ilişkin gerçek ne?
Bu operasyonun doğrudan başında olan Talat Paşa, 1914’te 1,5 milyon Ermeni’nin yaşadığını söylüyor. Bu nüfustan tehcir sorası geriye kalan rakam 240 bin civarındadır. Onlar da İstanbul ve İzmir’de yaşayan, dolayısıyla dünyanın gözü önünde olan Ermenilerden ibarettir. Ki bunlar da bir müddet sonra yok olacaklardır. Bu vesileyle anımsatalım ki, mütareke dönemi İstanbul hükümetleri, İngiliz işbirlikçisi, saltanatçı ama sonuçta Ermeni halkının başına gelen felaketin sorumluluğunu üstelenip bunu düzeltmenin kapılarını da açan veya açmak zorunda kalan bir tutum almıştır. Bu dönemin Divan-ı Harb-i Örfi yargılamalarında söz konusu canilerin yargılanması ve sağ kalan Ermenilerin geri gelmesine de kapı açan bir yaklaşım sergilenmiştir. Ancak milli mücadeleyi yürüten Ankara iktidarı ise hem Ermenilerin evlerine geri gelişini engellemiş hem de Türkleştirme ve Müslümanlaştırma programını kaldığı yerden sürdürüp tamamlamıştır. Rumların tasfiyesi, önce Çerkeslerin, sonra Kürtlerin Türkleştirilmesi ve ondan önce de memleketin sosyalist parti ve kadrolarının tasfiye edilmesi…
Ermeni halkının tasfiye edildiği operasyonun beyni Talat Paşa, özel defterine, tarihsel topraklarından tasfiye edilenlerin sayısını 972 bin 246 olarak not etmektedir. (11)
İktidarın diğer kudretli yönetici, ama soykırım organizasyonunda doğrudan yer almamış olan Cemal Paşa ise, “1915 tehciri esnasında yapıldığını duyduğum cinayetler cidden nefret uyandıracak şeylerdir” (12) dedikten sonra, “Osmanlı Hükümetinin, Doğu Anadolu vilayetlerinden 1.5 milyon kadar Ermeni naklettirmiş olduğunu ve bunlardan 600 bin kadarının yollarda kısmen öldürülmüş ve kısmen açlık ve sefaletten ölmüş olduklarını kabul edelim” (13) der.
Dolayısıyla karşımızdaki gerçeklik, 1915 yılında, kendileri dikkate değer bir tepki vermeden tasfiye edilmiş bir Ermeni toplumsallığıdır. Peki daha sonra aynı sessizlik sürdü mü? Elbette ki sürmedi. Nitekim, Sarıkamış’ta hazırlıksız bir şekilde Çarlık Rusya’sına karşı gerçekleştirilen saldırı yenildikten ve 90 bine yakın insan kâh donarak, kâh çatışmalarda, geri kalanlar da tifüsten ölüme yollandıktan sonra Doğu Anadolu bölgesi -ki dönemin belgelerde “Ermenistan” diye geçer- Çarlık ordularının işgaline açık hale gelir; nitekim 1916 itibariyle Trabzon, Erzurum, Erzincan, Bitlis, Van işgal edilir. İşte bu dönemde aynı zamanda gerek kinle gerek milliyetçilikle donatılmış olan Ermeni çeteler ve milisler de Müslüman köylerine yönelik bir dizi katliam gerçekleştirmişlerdir. Fakat burada da hukuken şu ayrımları yaparak süreci çözümlemek lazım. Hiç kuşkusuz milliyetçilikler, katliamcılar arasında ayrım yapılmaz. Ama hukuki açıdan birincisi; egemenin milliyetçiliği ile ezilenin tepkileri aynı nitelikte değildir. İkincisi; ilk saldıran ile daha sonra buna tepki olarak saldıran aynı değildir. Birleşmiş Milletler’in, 9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nin altını net bir şekilde çizdiği gibi, “ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu ortadan kaldırmak amacıyla işlenen” suçlarda, merkezi yapının, devletin yaptığı işle ona tepki gösteren örgüt, parti, çete, eşkıya hangi kavramı kullanırsanız kullanın yaptığı aynı şey değildir.
Sonuçta eğer hakikati arayacaksak, kendi tarihsel topraklarından yok edilmiş bir halk Ermeni halkı, bir de asıl kendisinin saldırıya uğradığını iddia etmesine rağmen bugün, Muşta’da da Van’da da Erzurum’da da İzmir’de de, İstanbul’da da sadece Müslümanlardan oluşan bir Türkiye gerçeği karşındayız. Dolayısıyla buradan baktığımızda, söz konusu egemen dilin aslında Müslüman’a Müslümanlık, Türk’e Türklük propagandası yapmak ötesinde reel bir anlamı olmadığını görürüz. Yoksa bu asla Ermeni çetecilerin de dediğim gibi Rus işgali döneminde bu tip katliamları yapmadığı anlamına gelmiyor. Milliyetçiliğin her durumda sorunlu bir ideoloji olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
“Tarihteki olayların araştırılması, bu işin erbabına yani tarihçilere bırakılmalıdır.” Erdoğan da bu sözü tekrarladı. Hakikaten tarihçiler “Soykırım gerçekleştirilmiştir ve 1895’te Abdülhamit despotluğu, 1915’te İttihatçılar Ermeni Soykırımı yapmışlardır” diye tespit etseler, bunu inkâr edenler bu gerçeği kabullenip yüzleşecekler mi?
Tabii ki yüzleşmeyeceklerdir. Bu yaklaşım gerçeklikten kaçma, topu taca atma yöntemi. Her şeyden önce şunu saptamak lazım. Bu katliamı tarihçiler yapmadı. Siyasetçiler yaptı. Dolayısıyla bu sorunun çözümünün ilk adımını da siyasetçilerin atması gerek. Öncelikle mevcut düşmanlaştıran, ötekileştiren, suçlayan ortamı ortadan kaldırıp gerçekten özgürce araştırılabilen, özgürce yargı üretebilen bir ortamı yaratmak gerekiyor, ki bunu da engelleyen siyasetçiler, egemenler. Aynı şekilde kendi topraklarından yok edilmiş halkın acısına samimi bir şekilde katılmak ve bunun gereği Ermenilerle empati yapmaktır. Ermenistan’da yaşayan insanlarla ticari-siyasi ambargoları kaldırıp kapıları açarak konuşabilme ortamı yaratmaktır. Bunların yapılmadığı yerde ne adil yargılama ne adil bir araştırma ne hakikate ulaşma konusunda tarihçilerin yapabileceği bir şey olamaz.
Kısacası bu sorunda gerçekten yol almanın ABC’si, ortamı değiştirmektir. En azından kendi topraklarında yok edilmiş halkın acısını paylaşıp, onlarla diyalog kurmaya başlamaktır. Türkiye’deki akademinin özgürce çaba gösterebileceği bir ortamı yaratmaktır. Bu konuda söz kuran baroları da aydınları da “hain” diye yaftalayıp yargılamamaktır. Oysa siyasetin yaptığı şey tam tersi.
Hrant Dink gibi hayatının hiçbir döneminde soykırım kelimesini kullanmamış, bütün hayatını birlikte yaşamın imkânlarını yaratmaya adamış bir insanın öldürüldüğü, bununla da yetinmeyip onu katleden organizasyonun ve “çocuklardan katil yaratan” nedenlerin karartıldığı, mahkemesinin devlet içi fraksiyonlarının kavgasına alet edildiği bir durumla karşı karşıyayız. Ortam bu haldeyken, sorunun çözümünü tarihçilerin sırtına atmaya kalkmak aslında zaman kazanmaya, çözümsüzlüğü sürdürmeye devam etme çabasından başka bir anlam taşımaz.
Üzerinden bu kadar uzun bir yıl geçmiş olan soykırım gerçekliği ile halkların ve devletin yüzleşmesi ve hesaplaşmasına nereden başlamak gerek?
Türkiye’de ve dünyada ama özellikle Türkiye’de şu anda yaşanan iç sorunun önemli nedenlerinden biri, memleketin sol ayağının, sol vicdanının alabildiğine zayıflamış olmasıdır. Bir yerde sol zayıfsa işçiler haklarını alamaz, adaletsizliklerle de mücadele edilemez, tarihsel hakikatler de ortaya çıkarılamaz. Bir yerde sol zayıfsa ezilen milletin, ezilen inancın hakları memleketin üniversitelerinde, hukuk mekânlarında dillendirilemez. Ne yazık ki, Türkiye solun en zayıf, dolayısıyla kendisiyle yüzleşebilme imkânının da en zayıf olduğu dönemi yaşıyor. Tabii bunun bedeli sadece artık dışsal ve tarihsel bir soruna çevrilmiş Ermeni sorunuyla yüzleşmenin imkânsızlaşması değil, Müslüman Türk halkının ve ülkenin de hak ihlallerine uğraması, özgürlüklerden yoksun kalması oluyor. Memlekette demokrasi kültürünün de zayıflığı anımsanırsa, toplumun Ermeni Soykırımı ve diğer meselelerle yüzleşmesini engelleyen, yüzleşmekten sanki zarar görecekmiş gibi sanılan bir atmosfer oluşuyor. Dolayısıyla Ermeni Soykırımı ile devlet dışı mekânlarda yüzleşme için negatif bir atmosferde yaşıyoruz. Ama hiçbir şey bu sorunun ilanihaye üstünün örtülebilmesini sağlayamayacaktır.
Çünkü dünyanın bütün kamuoyunda, parlamentolarında bu sorun artık bir hukuk kararından çok daha güçlü bir şekilde bir vicdani karar, bir düşünce haline gelmiş bulunmaktadır. Son kararın ABD başkanından da çıkmış olmasından hareketle Türkiye’de ne yazık ki milliyetçilikle zehirlenmiş olan Türk solunun bir kesimi de dahil olmak üzere bu meseleyi bir “emperyalizmin oyunu” diye görebilmektedir.
Hiç kuşkusuz ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerin melanetleri sayabilecek gibi değil. Ama bu onların parlamentolarında çıkacak her kararın sadece emperyalist hinlikle açıklanabileceği anlamına da gelmez. 2016’da Alman Parlamentosu’ndan da benzer karar çıkmıştı. Ve söz konusu kararda, Alman devletinden kendisinin de bu işte suç ortağı olduğu, geçmişte bu işler yapılırken aslında Türkiye’deki devletle iş birliği içinde oldukları, savaş arkadaşı oldukları, soykırıma karşı çıkmayarak, hatta görmezden gelerek destek verdikleri itirafı geldi. Bunların Türkiye’nin geleceğini etkilememesi düşünülemez.
Milliyetçi söylem; İttihat ve Terakki yöneticilerinin Malta’ya götürüldüğünü, yargılandıklarını ama İngilizlerin bir tek kanıt bulamadıkları için serbest bırakmak zorunda kaldığı hikâyesini anlatır bize. Oysa burada da realite tersidir. Kuşkusuz İngiliz esirlerin takası da söz konusudur. Ama esas mesele, İngiltere açısından Türkiye’deki milli mücadele güçlerinin Sovyetlerle Birliği ile müttefik olmasını engellemek, dolayısıyla Sovyetler Birliği’nden farklılaşıp kapitalist yoldan kalkınma yönünde güvence verilmesi halinde İttihatçıların teslim edilmesi söz konusudur. Bu açıdan baktığımızda dönemin İngiliz egemenlerinin, kendi çıkarttıkları mavi kitaptaki iddialarına da sırt döndükleri görülür ki bunun nedeni Türkiye’yi Sovyet dostluğundan çıkartıp, Sovyetlere karşı bir mendirek haline getirmektir. İşte bu amacı için emperyalizm, önceden de yine kendi çıkarı için Ermeni halkının acılarına sahip çıktığı gibi şimdi de ona sırt dönmektir. Milli mücadele döneminde İngilizlerin yaklaşımları gibi, ABD’nin kararını da somut dengeler içinde değerlendirmek gerek. Üstelik Amerikan Parlamentosu’nda çok gecikmiş bir şekilde çıkmış olan kararın ve ABD Başkanı’nın çok gecikmiş bir şekilde söylediği “soykırım” kavramsallaştırılmasında emperyalizm keşfetmek, gerçekte emperyalizmin anlamını da çarpıtmaktan başka bir anlam taşımaz.
Dipnotlar
1 Celal Bayar, Ben de Yazdım, C. 2, sf. 78.
2 Celal Bayar, Ben de Yazdım, C. 5, sf. 103.
3 Celal Bayar, Ben de Yazdım, C. 5, sf. 104-5.
4 Celal Bayar, Ben de Yazdım, C. 5, sf. 104.
5 İki Komite, İki Kıtâl, sf. 30.
6 İki Komite, İki Kıtâl, sf. 39.
7 İki Komite, İki Kıtâl, sf. 34.
8 İki Komite, İki Kıtâl, sf. 38.
9 C. Dinkel, Akt. Hüseyin Hasançebi, Sahne-i Fecai, s. 131.
10 Metternich’in 17 Aralık 1915 tarihli raporundan; Hüseyin Hasançebi, Sahne-i Fecai, s. 146.
11 Murat Bardakçı, Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi, sf. 106.
12 Cemal Paşa, Hatıralar, s. 411.
13 Cemal Paşa, Hatıralar, s. 412.