Ulus devletleşme süreçleri kanlı boğazlaşmalarla doludur. Tarihteki en yaygın ve kitlesel kitle kıyımları bu süreçlerde ve bunun sonucunda meydana gelen ulus devletler eliyle gerçekleştirildi. Ancak kitlesel şiddetin tarihi sınıflı toplumun ortaya çıkışına dek uzak tarihlere uzanır. ‘Sınıf savaşları’ kadar, bunların üstünü örten, perdeleyen, geriye iten kanlı çatışmalar yaşanageldi. Bunların yanında ve bunlara kıyasla açık sınıf savaşlarındaki şiddet ile ölümler oldukça sınırlıdır. Fetihçi, yayılmacı, saldırgan idealler bazen dini araçsallaştırarak bazen Cermenlik gibi kamusal-grupsal üstünlük iddialarıyla milyonların kanını akıttı.
Bu tarihin önemli kırılma noktası olan kapitalizmin ürünü ulus devlet motivasyonlu mücadeleler de istisnalar bir yana bırakılırsa, her yerde kanlı bıçaklıydı. Oralarda iki düşman hedefe odaklanıldı: Feodal imparatorluklarla henüz parçalı-merkezileşemeyen komşu topluluklar.
Osmanlı imparatorluğunun çöküş dönemi, (diğer feodal imparatorlukların da ulusal savaşlara muhatap olmaları benzeri) Yunanistan’ın bağımsızlık savaşıyla başlayan ulus devletlere doğru parçalanma biçiminde gelişti. Milliyetçilik, ayrılıp kendi müstakil devletlerini kurmak isteyen ulusların kitle mobilizasyon aracıydı. Osmanlı örneğinde bu mobilizasyon Osmanlı’nın temsil ettiği ne varsa tamamının kötülük objesine dönüştürülmesiyle sağlandı. Din/İslamiyet ve Türklük alerjisi iki temel kaldıraç olarak kullanıldı. Müslüman olup da Osmanlı’ya isyan edenlerde bütün hedef Türkçü fetihçilikti.
Diğer bütün örneklerde benzerine rastlayacağımız bu saflaşmalar kendiliğinden değil iradiydi. Gayet ideolojik söylemlerle güvencelenerek mücadelelere düşünsel girdi sağlandı. Ulus devlet mücadelelerinde orantısız abartı, tek yanlılık, sonraki boğazlaşmalara yataklık eden kısırlıklar vardı. Kısa süreli ‘barış’ dönemleri istisna savaşlar döneminde bu hesaplar görülürken ulus devletlere hâkim kapitalistler bundan dahi menfaat sağlamayı bildiler. Çok etnisiteli ulus devletlerin çözülme süreçlerinde de -en trajik örneklerden biri Yugoslavya olan- ulusal boğazlaşmalar tekrar canlandı.
Milliyetçilik, ironik biçimde, Osmanlı imparatorluğu yıkılırken onu kurtarma ana amacına bağlı olarak Jön Türklerin sarıldığı ip oldu. Osmanlı hem dıştan hem içten milliyetçilikle erirken, o dönemin hâkim İslamcı ideolojisi itibarsızlaştırıldı. Bu nedenle ilk milliyetçiler İslam’a uzak oldukları ölçüde pozitivizmin etki alanındalardı. Buradan ‘Sosyal Darvinizm’e sıçramaları, kitle katliamlarını bu hırsla sürdürmeleri zor olmadı. Avrupa’daki kimi faşizmler ve ırkçılar aynı zamanda katı bir din karşıtlığıyla iç içe geçebilirken Doğu’nun İslam toplumlarında buna tahammül eşiği düşük oldu.
Irkçılık bir habis ur olarak bu çizginin doğrusal devamıydı ve 20. yüzyıldan bu yana pek çok felakete yol açtı. Bu ulusu diğerlerine üstün tutmakla başlayan ve ilk zamanlar ‘yurtseverlik’ sanılan yaklaşımla ırkçılık arasındaki mesafenin kısa zamanda alındığını Prusya’nın diğer prenslikleri ‘Almanya’ ulus devlet formunda toplamasıyla Nazizm arasında 50 yıllık bir zaman olmasıyla da sınayabiliriz.
Ezenlerle ezilenler dışındaki bütün saflaşmaların, (işçi sınıfı burjuvazi dışındaki saflaşmalar da son tahlilde ulusal düşmanlıklara yol açar veya ulusal düşmanlıkları önleyemez. Çin-Vietnam, Vietnam-Kamboçya, Etiyopya-Eritre, Sudan-Güney Sudan, Hindistan-Pakistan örnekleri bunu kanıtlar) pozisyon tariflerinin bu çıkmaza girmesi kuvvetle muhtemeldir ve tam da bu nedenle, diğer olasılıklardaki etkilerinin yanı sıra, misyonunu bu tür yanlış saflaşma ve hiyerarşilerin de panzehridir. Dinler ve milliyetler birbirini öteki ilan eder ancak devrimci Marksizm’in toplumsal ötekisi yoktur, onun bütün saflaştırması ‘Kulübelere barış Saraylara Savaş’tır.
Ulus devlet ideolojisi modern burjuvazinin görüş açısıdır ve burjuvazinin sınıf çıkarını ulus bayrağı altına örterek sürdürür. Halk kitlelerini sınıfının iktidarına sıkıca bağlamak için ulusal sahte bir tarih imal eder. Yetinmez bir de mitoloji uydurur. Ulusal düşmanlığı kışkırtır ve fetihçi saldırganlığa vardırır.
Nazilerin Yahudi Soykırımı ve İttihatçıların Ermeni Soykırımı birdenbire ortaya çıkmadı. Modern dönemde en “uygar” araçlarla yapılan pek çok soykırımcı katliam onları besledi, cesaretlendirdi. Hem ulus devlet hem sömürgeci olan 19. yüzyılın belli başlı devletlerinin sicili kitle katliamları ve soykırımla doludur. İtalya, Almanya, Belçika ve Hollanda gibi devletler ağırlıklı olarak Afrika’da yerli halklara karşı bu türden kitle katliamlarına girişti. Sadece bu mu? ‘Amerika’nın Keşfi’ denilen ancak tümüyle yağma ve katliam olan sömürgeci fetihler tarihi düz bir ilerleme sayanlarca hayırlı gelişmeler diye selamlanmıştır. Afrika örneğinde olduğu gibi Amerika kıtasında bütün o süreçlere egemenlerin gözünden bakmak katliama uğrayanları görmezden gelmek, hatta zaten yok olmaları gereken primatlar diye bakmak biçimindeki suç ortaklığının ‘soldan’ ortakları da olmuştur.
Yahudiler, şayet Naziler galip gelseydi Amerika yerlileri gibi anılacaktı. Çok zorlu bir mücadelenin ardından Naziler’in yenilgisi, antifaşist devrimlerin geniş çaplı etkisi ve Yahudi burjuvaların ekonomik olanaklarıyla, aydınlarının propaganda ve sanat yeteneği sayesinde Yahudi Soykırımı halkların bilincine yerleşebildi. ABD ve SB’nin savaştan hemen sonra etkinliği sonucu BM’de resmen tanınabildi. Ermeniler bu olanaklara sahip olmadıkları için, geçen yüzyılın başında uğradıkları soykırımı o kadar etkili anlatamadılar. Yine de Lemkin’in BM’e sunduğu Yahudi Soykırımı tasarısında Ermeni Soykırımı’na atıf yer aldı.
Coğrafyamıza odaklanırsak karşımıza en Batı’da Rumlara dönük katliamlara, Kürdistan’da, Bedirhanların Nasurilere dönük katliamlarına rastlarız. Katliam bu coğrafyada çok yüksek düzeydedir, “doğunun kanlı egzersizleri” kötü ünlüdür. Söz gelimi devlete karşı gelenler, aynı kavim ve dinden oldukları halde yine kitle katliamlarıyla yanıtlanırlar. ‘Fetret Devri’nden itibaren yaygın kitle katliamları vardır. Bedreddin isyanından Celali isyanlarına dek geniş bir coğrafyada yaygın bastırma ve intikam hamleleri geliştirilmiştir.
Daha sonra Kürt isyanlarıyla kurulan problemli ilişkide olduğu gibi söz konusu bu tür isyanlara da üstünkörü yaklaşılmıştır. Kaba ve indirgemeci bir feodalizm-kapitalizm analizleriyle ve her defasında olanlara egemenlerin faydasına bir tür politik şizofreni yaşadılar ve duyguları isyancılardan ama akılları egemenlerden yana oldu.
Nazım Hikmet Şeyh Bedreddin Destanı’nı yazana kadar Bedreddin solda bilinmezdi. Bilenler önemsemezdi. Nazım önemsedi ama o da aynı şizofrenik yarılma uyarınca kalbini Bedreddin’e aklını ‘tarihin yasaları’na vakfetti ve “zaten yenilecektiniz” dedi. Nazım da nihayet TKP ile formatlanan bir akla sahipti. Bu bakış açısı tefriki özgürlükçü akımları anlayamaz. Karmatiler, Zenc Hareketi, Bogomiller, J. Huss ve diğerleri boşuna heba olmuşlardır.
Tamam ama biz bu bakışa II. Enternasyonal’den aşinayız. Onlar da bilimsel sosyalizm adına kapitalizmden önceki ‘özgürlük mücadelelerini yok saydıkları, ilkel buldukları gibi kapitalizmdeki “ilerlemeyi” kesintiye uğratan ‘yerli’ direnişlerine de karşı çıkıyorlardı. Burada duralım, toplumda ‘işçi’ ve ‘burjuva’ dışında hiçbir şey görmeyen, güya sınıfçı, proleter bu Marksist hareket nerede patladı? I. Dünya savaşı arifesinde ve yine ‘ulus’ gibi konular etrafında. Ancak oraya varmasaydı da hareket mantığı sorunluydu ve demokratik sömürgecilik analizinden itibaren ilerici hiçbir unsuru yoktu. Enternasyonal’in ihaneti, 1912-14’ten çok öncesindeki politikalardan beslenir. Ancak o, yine de bunları “Marksizm” pozisyonundan yapmaktadır. 11 Eylül sonrasında ikinci Bush da “demokratik sömürgecilik” çerçevesinde konuşacak ve demokrasi götüreceklerini vaat edecektir.
Peki tarihe 2. Enternasyonal zihniyle bakan, tanımlayan ama bütün kalbiyle 2. Enternasyonal’e düşman olduğunu ortaya koyabilecek bunca çok “Marksist” olmasını nasıl yorumlamalı? İkinci yüzyılın en çok işçicilik-ilerlemecilik ve ulusal sorunlarına ne demeli? Değişimin ve dönüşümün organik değil de kritik anlarda ve sorular karşısında aslına rücu etme, ezbere sığınma, klişelerin güvenli olduğu sanılan dünyasına kaçma kaçınılmazdır ve İkinci Enternasyonal aklı farkında bile olunmadan kaçılan, sığınılan yerlerdir. Daha trajik olan emekçi sol politik yelpazede birbirine uzak, hatta devrimci-reformcu biçiminde bir uzaklığı paylaşanların bu konularda müşterek pozisyon almalarıdır.
Coğrafyamızda pek çok rejim katliamı var. Kimileri soykırım düzeyinde. Kimileri tanıklar kalmadığı, yazılı belgelere ulaşılamadığı için küllendi. En bilinen katliam, talan ve soykırım sürecinin muhatabı Ermeniler oldu. 24 Nisan 1915 bir bakıma sonuçtur. Yine 1890’lardan itibaren lokal düzeyde çatışma ve katliamlar vardır. Ermenilerin motivasyonu da ulus devlettir ve Abdülhamit bütün imkanlarıyla onları saf dışı bırakmaya girişti.
1915 I. Dünya Savaşı’nın en ateşli yıllarındandır. Resmi Türk tezini savunanların temel iddialarından biri “Doğu’da, Müslümanların, Ermeni komitacılarca öldürüldüğü”dür. Bu tezin pek az kısmı doğrudur. a) Öldürülenler Kürtlerdir. b) Öldürenler yöredeki Ermeniler değildir. Bu tez ile Rus ordusunun bölgedeki katliamları örtülmekte ve Ermenilerin hesabına yazılarak soykırım gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır.
Ermeni tehcirinin gelişimi biliniyor. Rakamlara pek çok yerden ulaşılabilir. Talat Paşa, 800 bin Ermeni'nin ölümünden bahseder. Bir diğer iddia 1,5 milyondur. İnsan yaşamlarının sayılara indirgemesi tehlikelidir ve gerçek bu iki sayı arasındadır.
İttihatçılar’ın üç lideri Enver, Talat ve Cemal’dir. Onların tehcir bahanesi ‘5. kol faaliyeti’, “Bizi arkadan vuracaklardı” gibi gayet tanıdık paşalardan ve ‘40’larda da kulaklara çalınacak cümlelerdir. Soykırımda Cemal nispeten siliktir ancak bu iki ismin yanında Bahattin Şakir ve Salih Zeki bir o kadar etkin kişiler olarak eklenmelidir.
Sürgünler ve kitle katliamları her yerde sermaye transferi demektir. Osmanlı devletinde İttihatçılar, teknik olarak, kendi burjuvazilerini yok etmişlerdir. Evet ve tam da bu nedenle II. Enternasyonalci “Marksist” analizde İttihatçılar suçlu değil, yurtseverlerdir; sermayeyi millileştirmişlerdir. Bu gayet “sınıfsal” analizi bugün Perinçek savunuyor ama o yıllarda sosyalistlerin de pek sorun etmediğini görebiliriz. Dönem literatürüne baktığımızda, 1920’de kurulan TKP’nin ilk metinlerine göz attığımızda İttihatçıların zalimliğine vurgu şöyle dursun Ermeniler’in suçlandığına rastlarız.
Kürt meselesinde olduğu gibi Ermeni Soykırımı bahsinde de TKP’yi suçlama, faturayı ona çıkarma kolaycılığını terk edip dönemin Rusya Komünist Partisi’ne (Bolşevik) ve merkezi kadrolarına da bakmak gerekir.
İttihatçıların TKP ve Bolşeviklerle ilişkilerine odaklanmadan evvel İttihat ve Terakki’ye dair birkaç not düşmek gerek.
Teorik dünyaları pozitivizmle çerçevelidir. Söyleyip geçmeyelim; din karşıtı pozitivist şekilleniş donuk, hareket etmeyen bir materyalizmdir. Modernizmi, ilerlemeyi savunurlar. Hayatı daimi savaş olarak algılarlar ve mesela Balkanlar’da, öldürülen her Türk’e karşılık beş Bulgar öldürmeyi marifet sayıp kendilerini bu tür aksiyoner çetecilikle görevli görürler ve Bulgaristan’a bırakılan Batı Trakya’da bir Türk devleti ilan ederler.
Daha sonraki yıllara baktığımızda birçok İttihatçının veya hayatlarının bir bölümünde İttihatçılarla temas etmiş kimselerin TKP’li veya TKP sempatizanı olduğunu görünce şaşırmalı mıyız? Bu geçişkenliğin sebepleri neler? Kuramsal bakımdan pozitivizm ile sosyalizm/Marksizm’i birbirinden çok uzak görmeyen, hiç değilse düşman saymayan bir bakış açısı kendiliğinden yakınlık vesilesi oluyor. Bir İttihatçı düşünelim ki Osmanlı’ya, İslam’a, feodal ölçülere, içeride halkı sömüren ecnebi zenginlere karşıdır. Dönüp bakınca görürüz ki TKP de bu konularda benzer tutuma sahip. Üstelik 1917 devrimi olmuştur. Tahmin edilmeyecek bir hızla İttihatçılar birdenbire ‘Kemalist’ oluvermektedir.
Mustafa Suphi’ye bakınca ne görüyoruz? O da ittihatçı gelenekten. Ancak ittihatçı liderlere muhalefet eden, onlarla ihtilaf halindeki gruba dahildir. İttihatçılara öfkeli. 1917 dönemi ardından, önce Sol-SR’lere sempati duyuyor. Ardından Bolşevikler’le iletişime geçip yayın faaliyetine başlıyor ve bu arada savaş esirleri ordusunda politik faaliyet yürütüyor. Ermeni sorununda İttihatçıların da paylaştığı fikirlere sahip, soykırıma dönük ilkesel tutumu yok. Ancak TKP’nin oluşumuna doğru, Anadolu’daki devrimle birlikte federasyon odaklı bir devlet modeli öneriyor ki; bu önemli.
I. Dünya Savaşı’ndaki yenilginin de etkisiyle İttihatçı üçlü Türkiye’den kaçıyor. Almanya merkezli bir oluşum içindeler. Gözleri Türkiye’de. Hem M. Kemal’le temas halindeler hem onun tökezlemesini arzuluyorlar. Kendi adamlarını M. Kemal’in yanına yolluyorlar. Ancak burada ilginç bir şey oluyor. Bolşevikler Karl Radek aracılığıyla Enver’i buluyor. Temas kuruyor ve onu devrim topraklarına getiriyorlar. Yetmiyor izzet-i ikramda bulunuyorlar. Para ve silah sağlıyorlar. Doğu Halkları Kurultayı’na çağırıyorlar. O yıllarda pek çok İttihatçı Kafkasya’da cirit atmakta ve kendilerine komünist, birbirlerine yoldaş demektedir.
Bütün bunlardan Mustafa Suphi hoşnut değildir. Tamamı ona rağmen yapılmaktadır. Hatta Halklar Kurultayı’nda Bolşevikler Enver’e konuşma yaptıracaktır ve tam o sırada İttihatçıların katliamlarından söz açan M. Suphi’nin katı tutumuyla Enver’e konuşma yaptırılmıyor ama Kurultay’a tebliğ sunmasına müsaade ediliyor.
Bugün hepimizin soykırım dediği bir sürecin en agresif ve katı uygulayıcısı Enver’e Bolşeviklerin bunca önem vermesinin üstünden atlayıp salt Suphi TKP’si veya Suphi sonrası TKP’si eleştirisi yapmak oldukça kolay ve fakat yanlış.
Bolşevikler Enver’e bayıldıklarından değil bunun gibi devlet çıkarları için İttihatçılarla Asya’da, İngiliz karşıtlığı ortak amacıyla iş birliği-ittifak düşüncesindendirler. Onunla ve M. Suphi ile Lenin ve Stalin’in denetimindeki “Kafkasya Bürosu” aracılığıyla iletişim kurmaktadırlar. Enver, Hindistan’da büyük gücü olduğunu söyleyerek onlardan para-silah almaktadır. İlişkiyi koparmaya niyetli değildir. Bu nedenle M. Suphi onlara kızgındır, kendisine ve arkadaşlarına o tür bir ihtimam gösterilmemektedir.
Bu ilişkiyi onaylamak mümkün değildir. Onlarca makul gerekçe sıralanabilir. (Genç devlet, yıkılma endişesi, İngiliz basıncı...) Ancak İttihatçıların katliamcı, karşı devrimci vb. sayılmadıkları, ulusal burjuvazinin ittifak kurulabilecek kesimi olarak görüldükleri ortadadır ve oldukça trajiktir.
Daha kabul edilmez olanı da şu: Mustafa Suphi, Bakü’ye geldiğinde, 1920 Haziran, bütün amacı TKP’yi kurmak-kongresini yapmaktır. Ancak Bakü’de zaten bir “komünist teşkilatı vardır” ve üstelik Kafkasya Bürosu ve Bolşeviklerle ilişkilidir. Kimdir bunlar? Tümü İttihatçıdır, önemli bir bölümü Ermeni soykırımı suçlusudur. Kimi o nedenle konulduğu hapishaneden kaçmıştır. Ve onlardan biri, Der-Zor Mutasarrıfı 300 bin Ermeni’nin ölümünden sorumlu tutulan, yaptıklarını savunan Salih Zeki’dir.
Mustafa Suphi’nin itirazları işe yaramaz ve o teşkilat lağvedilmez. Tartışmalar uzayıp gerginleşince Bolşevikler sadece bir şartla İttihatçıların elindeki teşkilata kilit vurmayı kabul edeceklerini söylerler: Salih Zeki, Mustafa Suphi’nin teşkilatına alınacaktır. Alınır ve ilk fırsatta merkez komitesi azalığına getirilerek Mustafa Suphi Türkiye’ye gelmeden önce, resmi sıfatla Ankara ile ilişkileri kurması için Bakü’den gönderilir.
Bu şartlar altında TKP’den, soykırım karşısında ‘devrimci’ bir tavır beklemek pek gerçekçi olmasa gerek. Teorik, politik, zihinsel- ruhsal dönüşüm olmadan bu imkansızdır ve hiçbiri TKP’de yoktur. Onların bahanesi de hazırdır; Bolşevikler-enternasyonal (ve sonrasında) ne diyorsa ona uymuşlardır. Nitekim sonraki yıllarda SB-TC ilişkileri bozulunca Ermeniler zulmü hatırlanacak ve hatırlatılacaktır.
Bu örnekte Bolşevikler pragmatik hesaplarla hakikati görmezden gelmeyi, katliamı dillendirmemeyi seçmiştir. Sonraki yıllarda da böyle pek çok başlık, olay ve tutum vardır. O nedenle Marksist teoriyle devrimden sonraki “devlet siyaseti”ni birbirine karıştırmamak, devlet politikasındaki bu tür kabul edilmez zikzaklara başka bir yerden bakmak, referans almamak en isabetli olanıdır. Böyle bakarsak Komintern’in pek çok tutarsızlığını veya Ermeniler ve Kürtler gibi başlıklardaki pragmatik-konjonktürel hamleleri anlamlandırmak, eleştirel devrimci bir yerden tasnif etmek mümkün olacaktır. Çünkü bunların hiçbiri Marksizm ruhunda yok, devlet siyasetini bundan ayrı tutmak bu nedenle de önemli. Teori ve ilkeler konjonktüre feda edilemez.
TKP’nin ulus devletlerini elde etme amaçlı Kürt özgürlük mücadelesiyle ilişkisi de yukarıda sayılanlar kadar problemlidir. Kemalizm yanında saf tutarken TKP elbette, yine Marksizm’in 2. Enternasyonal yorumundan el almıştır. Marksizm neyi emrediyorsa onu yaptığını söylemektedir. TKP’ye kalırsa gericiliğe, feodaliteye karşı modern ulus devlet ideolojisini savunan Kemalizm elbette ilerici, hatta devrimcidir. Hedef alınan Kürtler veya onların talepleri değil kapitalizmin gelişmesine engel olan gericilerdir. Bu yavanlık gayet klasik sömürgeci Batı dilinin taklididir. Üstelik TKP, zaman zaman, SB-TC ilişkileri bozulunca/gerilince, SB’den yapılan sert açıklamalar doğrultusunda Kürtleri hatırlar, Kemalizm’i eleştirir, hatta ‘Kemalizm faşizmdir’ gibi abartılı cümleler de kurar ama sular durulunca yine bildik yaklaşımına döner hatta kendisini desantralize ederek kadrolarını 1930’lar CHP içinde çalışmaya yollar. Dönemin Cumhuriyet gazetesiyle (ki bir süre sonra Nazi sempatizanı olacaktır Cumhuriyet) TKP mecmuasının isyanlara karşı dili ortaktır. O da Kemalizm’in muhafızıdır. ‘Din’ denilince öfkelenmekte, Kürtlerin bağımsızlık hakkı mücadelesini işitince İngiliz kokusu almakta ve milisleşmektedir. Gönüllü köy korucularının prototipi, Kürt isyanlarına karşı gönüllü devlet korucusu TKP’dir.
İttihatçıların ‘pozitivizm’ dolayımıyla çabucak TKP’li olması gibi TKP’lilerin de aynı süratle Kemalizm ideolojisini oluşturacak “Kadro Dergisi” kadrolaşmasına dönmesi ilginçtir. Geçişler bu kadar kolay ve intibak sorunsuzsa bu üç merkezin dünyaya bakışında olağan dışı ortaklıklar vardır. Tutarlı olan İttihatçılar ve Kemalizm’dir; TKP ise komünizmle ilgisizliği ölçüsünde onların yancısıdır, bir politik kişiliği yoktur.
Kemalizm’in milliyetçiliği de akla ziyan tarih yorumlarına, tuhaf mitolojilere yaslanır. Onun model aldığı Fransız tipi laik ulus devlettir ve bu aynı zamanda ulusal toplulukların reddine kilitlenen bir bakış açısıdır. Zaman zaman bir başka aşırılık olarak Kemalizm’in özünde ‘Kürt düşmanlığı’ olduğu söylenir. Eksik bir değerlendirmedir. Zira o hâkim ulus devlet sınırının dahilindeki bütün ulusal toplulukları reddeder, hepsine düşmandır. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası, özel olarak Kürtlere karşı değildir örneğin. Çerkesler, Araplar, Yahudiler, Rumlar da o modernist milliyetçi buyurganlığın hedefindedir.
Diğer taraftan kapitalizmin Kürtlerle ilişkisini, isyanları bastırma biçimini eleştirirken Kürtlerin serüvenini bir tür “Kerbela Faciası” üzerinden okumak da oldukça yanlıştır. Kürtler sürdürülebilir bir direniş yürütebilen yegâne bir odaktır. İsyanlar aynı zamanda güçlü yerel direnişlerdir. Tam da bu nedenle her kuşak kendinden sonrakilere bu mirası ve öz güvenli duruşu bırakmıştır. Yakınan, kendine acıyan, sadece katliam hikayeleri görüp anlatan Kürt ulusalcılığı tarifi fazlasıyla dışardandır. Moral değerler bakımından da ‘Kerbela’ etrafındaki okumalar özgüveni tahrip edicidir. Şu veya bu mukabelede bulunulmasa, 20 milyonluk bir ülkede 500 bin Kürdün Şark Islahat Planı ve sonra Mecburi İskan’la ülke içi sürgüne çıkarıldığında Kürtlerin de dağılması gerekirdi.
Kemalizm’in-cumhuriyetin Kürt siyaseti inkâr ve asimilasyona dayanır, ancak kitle katliamları 1927’de Şeyh Sait Katliamı alanında “temizlik harekatı”nda, Dersim Tertelesi’nde ve Zilan Deresi Katliamı’nda olduğu gibi yer yer soykırım boyutuna ulaşır. Özgürlük isyanları çok katı-saldırgan metotlarla, kitlesel katliamlarla bastırılmıştır.
Dünyanın şimdiki zamanına hâkim olan gerçek, kapitalizmin bütünsel krizidir. Uzun bir dönem boyunca gereksizleşme sürecinde ilerleyen kapitalizm artık varoluş krizindedir. Ne var ki kapitalizmin ölümü/aşılması geciktikçe dünya ölçeğinde toplumsal maliyet ve yıkım arttığı gibi bütün ideolojik alternatifler de eş zamanlı bir krize savrulmuştur. Buna hiç çekinmeden Marksist hareketi dahil edebiliriz.
Kapitalizm umursamazdır. Hiçbir müdahale onun yapısal/bütünsel krizini çözemez. Ancak onu aşabilecek dinamikleri barındıran Marksizm’in/Marksistlerin krizi eleştirel devrimci ortak akılla aşarak düşünsel, teorik, örgütsel, politik yeniden yapılanmaya varmaları son derece mümkündür. Kriz bütün ideolojik konumlanışları içermektedir. Anarşizmden feminizme, milliyetçilikten dinselliğe ne varsa tamamı duvara çarpmış ve -yeni elverişli söz- eylem üretme kapasitesini kaybetmiştir. Eskisi gibi, rahatlatıcı bildik klişelere sığınarak yol alamadıkları gibi bu akımların kimi kontur çizgilerini kendisine içermeye çalışan kapitalist ideologlar bir tür suni teneffüsle sistemin ömrünü uzatmaya çalışmaktadır.
“Katı olan her/şey buhar”laşırken burjuvazi kiliseyle, ruhban sınıfa karşı ölümüne çarpışmayı göze alıyordu. Aynı burjuvazi kısa süre sonra kiliseyle barıştı, faşizmin dünyaya musallat olduğu yıllarda kiliseyi faşizmle etkileşime sokmaktan kaçınmadı, Protestan çalışma ahlakından azami sömürü için faydalandı.
Burjuvazi sömürgeciliği ilksel birikimin çok önemli aracı olarak kullanmakla kalmadı. Kendisi sınıf ve güç olarak büyüdükçe sömürgeciliği devraldı ama dahası dünyayı kapitalist sömürgeciliğinin tahakkümü altına aldı, sömürgeciliği, tekelci dönemde dünya çapında bir olgu haline getirdi, burjuvazinin emperyalist sistemi sömürgeciliği karakteristik özelliklerinden bir yaptı.
Bugün de süper emperyalist ABD, hangi yönetici klik başta olursa olsun, işgalci savaşlara başvurarak, emperyalist savaş üslerine dayanarak sömürgeciliği kullanmaya devam ediyor. Bütün bunları yaparken Amerika’nın üstün bir “ulus” olarak “tanrı tarafından dünyayı yönetmeye tayin edildiği” ırkçılığıyla ABD halkını arkasına bağlıyor, sömürgeci işgallerine destek yapıyor. Kendisine bağımlı burjuvazilerin başka uluslara karşı düşmanlığını ve başka halkları da kırmasına destek veriyor.
Bu şartlar altında tarihe ezilenlerden yana bakmak, kitle kırımlarını dile getirmek, salyalı ırkçılıklara karşı proleter enternasyonalizmin emekçi kardeşliğini inşa etmek çeşitli ciddi zorluklarla karşı karşıya. Emperyalist işgaller, güçlü bölgesel burjuva devletlerin işgal ve savaşları ezilen halklar arasında da gerginlik ve savaş muhatabı olan halklar arasında da ulusal düşmanlıkları, milliyetçilikleri besliyor.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki iktidarların suç envanterini çıkarmak, zamanla, “bizi anlamayan” çoğunluğu da suç ortaklığıyla itham refleksimizin kısırdöngü üreten sonuçlarıyla da karşılaşıyoruz. Soykırım ve katliamların sürekli teşhirinin, ezen ulus emekçilerinde kalıcı bir yüzleşme yaratabilmesi elbette bu çabanın işçi sınıfı ve ezilenlerin antikapitalist hareketini, sınıfsal ve siyasal diğer temel amaçları doğrultusunda geliştirilmekle birleştirildiği oranda kalıcı bir bilince dönüştürülebilir.
Yoksa Yahudi Soykırımı’yla yüzleştirilen Alman halkının bu kez de burjuvazisinin göz yumduğu veya teşvik ettiği Neonazi örgütlere akışı veya Fransız halkının Cezayir katliamlarıyla yüzleştirilse bile Cezayir savaşı suçlusu Le Pen’in Ulusal Cephesi’ne akışı durdurulamaz. Bu partilerin kuyruğunda göçmenlere karşı katliam yapabilmesi önlenemez.
ABD halkında Yahudi Soykırımı’na karşı olma bilinci az çok vardır. Fakat yine bu halkın emperyalist burjuvazisi kuyruğunda işgal alanlarında katliamları önemli ölçüde desteklemesi ancak proleter enternasyonalist bilinçle geliştirilecek işçi hareketi sayesinde mümkündür.
İsrail’deki Yahudi halkının Siyonist devlet eliyle Filistinlilere katliamları destekler hale getirilmesi de ancak proleter enternasyonalist bilince sahip işçi sınıfı hareketiyle birleşen soykırım karşıtlığının bütünsel, kalıcı olabileceğini acı sonuçlarıyla kanıtlıyor.
Ülkemizde ise bırakalım proleter enternasyonalist çizgide Ermeni Soykırımı’yla yüzleştirme çalışmasını, soykırımı teşhir etmede bile şovenizm ve sosyal şovenizm emekçi sola kadar yayılmış durumda.
Perinçek Ermeni Soykırımı’nı mazur gösterme saldırganlığında ilerleyerek İttihatçı paşaların mirasçılığına ve Erdoğan faşizminin bayraktarlığına battı. Kürtlere soykırım talep eden bir ırkçılığın bataklığında yüzüyor.
HKP, “Tehcir, işte Osmanlı’nın aldığı bir savunma tedbiriydi”, “300 bin kadar Ermeni hayatını kaybetmiştir. Talat Paşa’nın deyişiyle ‘Zalim yerel yöneticilerin tutumlarından, yağmacı çakalların saldırılarından, hastalıklardan, kıtlıktan, yokluktan, açlıktan dolayı” görüşüyle soykırımı mazur gösterme çizgisini, Ermeni halkımızın soykırımı protesto gösterilerine fiziki saldırganlığa vardırdı.
TKP elbette bunlar gibi soykırım savunucusu değil. “1915’i sadece Anadolu Ermenilerinin değil, bu topraklarda yaşayan bütün halkların ‘‘Büyük Felaketi kabul etme”yi önererek soykırımı hafifletiyor, yüzleşmeyi bulanıklaştırıyor.
Bulanıklaştırma işini “1915 dönemecinde ‘bir şeyler oldu’ ve trenin vagonlarından biri ulus devlet durağına, diğerini raydan uçuruma yuvarlama pahasına ulaştı” değerlendirmesinde de yapıyor. Ermeni halkını yok etme suçunu İttihatçıların, egemen ulus burjuvazisinin temsilcisi olarak elindeki devasa militarist devlet makinasını, Türk burjuvazisinin politik boyunduruğunu pekiştirme uğruna, sermaye transferi yapma uğruna kullanarak işlediğini örtmüş oluyor. “İki burjuvazi uluslaşma sürecinde rekabet etti, biri ulus devlete varırken diğeri uçuruma düştü” kolaycılığı denkleminde ele alıyor. Tabii ki Ermenileri uçuruma düşüren İttihatçıların, önceden planlayarak değil emperyalist savaş koşullarında bu suça itildiğini belirterek de “şartlar” mazereti üretiyor. Sanki İttihatçıların Alman emperyalizmi yanında emperyalist savaşa girmesi, Türk burjuvazisinin gelecekteki pazarı olarak Osmanlı topraklarını egemenliği altında ve Alman emperyalizmiyle iş birliği geliştirerek yaptığı gerçeğini de gizlemiş oluyor.
TKP bütün bunları elbette İttihatçı burjuva diktatörlüğünün soykırım suçunu teşhir etmekten, soykırımla yüzleşilmesi mücadelesinden kaçınmak için yapıyor.
Benzer tutumunu Kemalist cumhuriyetin mirasına sahip çıkmayı önerirken de sürdürüyor.
Daha önemlisi de sosyalizm adına milliyetçi antiemperyalizmi çizgi haline getiriyor, bu temelde çokuluslu bağımlı ülkelerdeki ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü reddediyor, bu ilkenin günümüzde emperyalizmin işine yarayacağı şeklindeki milliyetçi teoriyi üretiyor. Rojava devrimine karşı pozisyonda, Rojava işgallerini seyreden ve Suriye Baas rejimini yoldaşlıkla selamlama konumunda yer almayı sosyalistlerin tavrı olarak öneriyor.
Bu bakışı nedeniyle, halk hareketini yıldırmak için MHP ve kontrgerillanın saldırı gerçekleştirdiği gerçeğini sulandıran “Saldırıdan Türkiye’de bütünüyle kârlı çıkan herhangi bir kurum veya özne yoktur”, (A.Güler) değerlendirmesini yapabiliyor. Hrant Dink’i öldüren saldırıda, kontrgerillacı katilleri ve suç ortaklığı Erdoğan-Gülen çetesini birinci dereceden suçlu göstermekten kaçınıyor; “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganından rahatsızlığını dile getiriyor, ulusalcılığını sergiliyor.
Bu küçük burjuva ulusalcı görüş ve tavırlarıyla TKP, Ermeni, Süryani ve Pontos soykırımlarına ilişkin yüzleşme mücadelesine kaçınılmaz olarak mesafeli duracak. Öte yandan Kürt katliamlarını teoride dile getirse de pratikte teşhir etmeye de mesafeli davranacak. Ama güncelde daha önemlisi de Rojava ve Kürdistan devrimlerinin karşısında konumlanarak, üçüncü dünya devletleri savunusuyla bu devletlerin Kürt katliamlarını ve devrimleri imhasını seyredecektir. Sosyalizmi ise bu seyredici suç ortaklığını örten gevezelik olarak kullanmaktan geri durmayacak.
ÖDP-Sol Parti ve EMEP ise Türk halkındaki Ermeni düşmanlığı şartlanması karşısında üslup olarak katliam demekle yetinmeyi soykırım kavramını kullanmamayı tercih ediyorlar. Şoven kuşatma ve sosyal şoven etkilenmelerden kaynaklanan bu tavır, burjuvazinin tarihi soykırım suçlarına karşı güncel politika geliştirmekten kaçınmak, ödün vermek ve uzlaşmak anlamına geliyor. Gelinen noktada bırakalım devrimciliği ama tutarlı demokratik siyaset bakımından bile kabul edilemez bir tutumdur bu. Sol Parti liderleri “Kürt hareketi önce zorunlu ama sonra gönüllü olarak emperyalizmi destekledi” diyerek Erdoğan faşist sömürgeciliğinin Rojava devrimi yurdunu işgaline, katliamlar yapmasına seyirci kalabilmektedir. Seyirciliğine mazeret olan teori/söylem üretmektedir.
Pek çok emekçi sol hareketin, Hristiyan ve Êzidî inançtan halklarımıza zalimce uğratıldıkları soykırımı teşhir etmekten çekinmediklerini belirtmek gerekir. Bu, elbette soykırımlarla yüzleşme mücadelesinde değerli bir tutum. Fakat bu hareketlerden bazıları, örneğin Halk Cephesi, Kürt meselesinde Türk halkı üzerindeki sosyal şovenizmden etkilenerek, faşizmin Kürt hareketine ve devrimine karşı işgalci savaşlarına sessiz ve seyirci kalıyor.
Bu örnekler de proleter enternasyonalist tavrın kararlılıkla kuşanılması gerektiğini öğretiyor.
Türk burjuvazisinin Ermeni, Rum, Süryani Hristiyan halkları soykırımdan geçirmesi soykırımın sayısız yalanlarla gizlenmesi ve özellikle de Ermeni düşmanlığı Türk işçi ve emekçilerini, ezilenlerini burjuvazi ve burjuva devlete bağlayan şovenizmin en güçlü ve etkili ana damarların başında gelir. Böyle olduğu içindir ki, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva ideolojisinden ve burjuvaziden kopartılması, aynı zamanda tarihi soykırım gerçekliğiyle yüzleştirilmesi, demokratik görev ve sorumluluklarının bilincine ulaşması sorunudur.
Soykırımla yüzleşme mücadelesi, öncelikle işçi hareketinin, komünist ve tutarlı demokratik hareketlerin, somutta mücadele ettikleri kendi ulusundan burjuvazinin soykırım suçlarına karşı tutarlı tavır almayı şart koşar. Yüzleşme çizgisi gelinen aşamada yalnızca Türk burjuvazisinin tarihsel soykırım suçlarına karşı tavır almak ve mahkûm etmekle de sınırlı kalamaz, aynı zamanda, bir “hesap sorma” tutumunu da içermelidir. Bu halen kanayan tarihsel yaraların sarılması bakımından olduğu kadar işçi ve emekçilerin demokratik ve enternasyonalist bilinç ve mücadelesinin geliştirilebilmesi için de elzemdir. Burjuvazinin tarihsel soykırım suçlarına karşı mücadele ancak güncelde işçi ve ezilen sınıfları mücadeleye seferber etmekle birlikte sonuç alabilir, ancak her halükârda bu mücadelenin son derece açık ve tutarlılıkla yürütülmesi şarttır. Ve keza bu tavrın aynı zamanda Türk burjuvazisinin ezilen ve sömürge uluslara karşı uyguladığı güncel katliamlara, soykırımcı saldırılara karşı somut politikalarla birleştirilerek enternasyonalist geleceği kuracak bütünsel karakter kazanabilir.