Tekil ülke kapitalizmlerini ve yaşadıkları krizleri sanki kendinden menkul şeylermişcesine incelemek bizi “metodolojik ulusalcılık” diyebileceğimiz bir hataya götürebilir. Bu, sadece analiz ufkumuzu yerli sermayenin ve burjuva iktidarın-muhalefetin karar ve eylemleri ile sınırlamakla kalmaz, olguya diğer ülke kapitalizmlerinin gerçekliğini hesapsızca dayatmamıza da yol açar. Örneğin “Ekonomik krizin tüm sorumlusu AKP'nin yanlış ekonomi politikalarıdır” deyip, arkasından Almanya'da, Güney Kore'de, Brezilya'da krize karşı alınan önlemleri olumlu örnek olarak önümüze koyduğumuzda işte bu metodolojik ulusalcılık hatasına düşmüş oluruz.
Oysa tek tek ulusal pazarların yan yanalığının yerini bütünleşik dünya pazarının aldığı; üretim süreçlerinin uluslararasılaştığı; mali sermaye oligarşisinin borsa-faiz talanı için sınırsızca dolaşabildiği ve mali-ekonomik sömürgeciliğin ortaya çıktığı emperyalist küreselleşme evresinde artık tekil ülke kapitalizmleri de, onların krizleri de küresel kapitalizm ve onun krizlerinin birer parçasıdır.
Öte yandan, metodolojik ulusalcılıktan kaçmaya çalışırken de bu sefer yerelin dinamiklerini görmezden gelmemiz riski açığa çıkar. Bu da analizlerimizi kaba, yüzeysel ve soyut kılabilir. “Küresel kapitalizm krizde!” deyip Türkiye kapitalizminin kendine özgün iç yapısını, güç dengelerini ve bunların özellikle son 20 yılda yaşadığı değişimleri pas geçtiğimiz zaman işte böyle bir hataya düşmüş oluruz. Yani “köksüz somutluk” bizi reformizmin, oportunizmin kucağına iterken, böylesi bir “çolak soyutluk” ise sekterliğe, kaydediciliğe savurur.
Marksist-Leninizm ise diyalektik yöntemi kullanır. Parçanın (tekil ülke kapitalizmlerinin) çelişkilerinin bire bir olarak bütünün (emperyalist kapitalizmin) çelişkilerine indirgenemeyeceğini, ancak asla ondan azade olamayacağını da bilir. Bu yüzden analitik yöntemin aksine odağını sürekli olarak parçanın hareketinden bütünün hareketine, bütünün hareketinden parçanın hareketine taşır. Biz de Türkiye kapitalizminin mevcut krizini böyle incelemeye çalışacağız.
Türkiye kapitalizminin güncel dinamikleri
Türkiye, emperyalizmin bir mali-ekonomik sömürgesi olan ve emperyalist üretim hiyerarşisinin orta teknolojili, dolayısıyla ucuz fiyatlı ara kademelerinde yer alan bir ülke. Uluslararası tekeller ve mali sermaye oligarşisi bu mali-ekonomik sömürgelerde üretilen artıdeğerin aslan payını eşitsiz mübadele ve faiz vurgunu yoluyla yutuyor. Türk burjuvazisi de elde tutacağı kâr payı (oran ve kütle olarak) yükseltmek için diğer taşeron mali-ekonomik sömürge burjuvazileri ile rekabet ediyor. Bu rekabet hem kendi işçi sınıfının emek gücünü devamlı ucuzlatarak, hem de verimliliği arttırmak için artan şekilde hammadde ve ileri teknolojili üretim aracı ithal ederek gerçekleştiriliyor. İçeride üretmeye kıyasla çok daha ucuz olduğu için artan ithal-girdi kullanımı ise yerli sanayinin yapısını bozarak üretim hiyerarşisinde bir üst basamağa atlamak için gereken teknik gelişime ket vuruyor. Böylece hem iç pazarda, hem de ihracatta ithalat bağımlılığı tetikleniyor. İthalat dövizle yapıldığı için, bu bağımlılık zorunlu olarak artan dış borç bağımlılığını da beraberinde getiriyor. Türkiye kapitalizmi bu bağımlılığa “rağmen” değil, onun sayesinde büyüyor. Bu bağımlılığın büyümenin motoru olabilmesi için dövizin ucuz tutulabilmesi büyük önem taşıyor. Dövizi ucuz tutabilmek ise uluslararası mali sermaye akımlarının artarak sürmesine ve Türk burjuvazisinin bu akımları yüksek reel (enflasyonun üzerinde bir) faiz oranıyla kendisine çekebilmesine bağlı oluyor. Bu dinamiğe, Türkiye kapitalizminin birinci dinamiği diyebiliriz.
Bu dinamik verilerle de net bir şekilde gösterilebilir. Türk burjuvazisinin ihracatının üçte ikisine yakınını orta teknoloji ürünler oluşturuyor. İleri teknolojili ürün ihracatının toplam ihracat içindeki payı ise 2000'lerin başından bu yana giderek azalarak ortalama yüzde 3-4 bandında seyrediyor. En büyük ihracat sektörleri olan motorlu taşıtlar, metal, elektrikli ekipman ve kimyada 2002'de yüzde 30 olan ithal-girdi oranı 2018'e gelindiğinde bu yana yüzde 45-50'ye fırlıyor. En hızlı büyüyen sektörler ithal-girdi kullanımı en fazla olan sektörler oluyor. Yani Türkiye kapitalizmi en fazla kâr için orta teknoloji ihraç edip enerji ve yüksek teknoloji ithal etmeyi “seçiyor”. Böylece ancak cari açık verdiği ölçüde büyüyebiliyor. Bu da dış borcun milli gelire oranını 2005'te yüzde 34'ten, 2020'de yüzde 57 ile tarihin en yüksek seviyesine çıkarıyor.
Türkiye kapitalizminin ikinci dinamiğini ise burjuvazinin iki bloklu yapısı belirliyor. Siyasi iktidarın dolaysız temsilcisi olduğu sermaye bloku köken olarak Konya-Kayseri burjuvazisi diyeceğimiz, tarihsel olarak bir dönem rejimle çelişkisi bulunan muhafazakar patronlardan ve müteahhitlerden oluşuyor. Bugün ise bu blok içinde tekelci konuma yükselen demirbaş vampirler daha çok inşaat sermayesinde yoğunlaşmış vaziyetteyken, sayıca en geniş kesimi Anadolu'daki orta burjuvazi oluşturuyor. Elbette bu blokun büyük sanayi sermayesindeki varlığı da giderek artıyor. Erdoğan'ın dolaylı temsilcisi olduğu diğer blok ise ilkine göre daha eski, dolayısıyla kıyas kabul etmeyecek büyüklükte bir sermaye birikimine sahip. İstanbul burjuvazisi de denen, tarihsel olarak emperyalizmin işbirlikçiliği rolünü ilk üstlenen, 12 Eylül faşist darbesinin tertipleyicileri arasında yer almış, (eşitsiz de olsa) yükselen Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin ve 2001 krizinin ertesinde emperyalizmin “burjuva değişim programı” çerçevesinde AKP'yi destekleyerek iktidara gelmesine yardımcı olmuş bu tekelci blok, ihracat pazarını, sanayi ve mali sermaye gücünü elinde tutuyor. Bu durum, Erdoğan'ın bir yandan her iki blokun da çıkarlarını gözetmesini, uzlaştırmasını, ancak siyasi varlık sebebini koruyabilmek için diğer yandan da dolaysızca temsil ettiği bloku eşitsiz bir şekilde büyütmek zorunda olmasını koşulluyor.
Dinamikler büyümeyi değil, krizi koşullayınca
Türkiye kapitalizminin krizini anlayabilmek için biri parça-bütün çelişkisini, diğeri de parçanın iç çelişkilerini tarifleyen bu iki dinamiğini sürekli olarak hesaba katmak gerekiyor. Diyebiliriz ki siyasi iktidarın ilk 10 yılı boyunca her iki dinamik de Türkiye kapitalizmini büyütücü bir şekilde devinebildi. 2001 krizi sonrası borsa-faiz vurgunu peşinde dünyaya yayılan emperyalist mali sermaye akımları ve onları çekmek için sağlanan yüksek reel faiz oranlarının bileşimi Türk burjuvazisinin sermaye bolluğu içerisinde büyüyüp serpilmesine yol açmıştı. Ancak 2008-9 krizi sonrasında, özellikle de 2013 yılı itibariyle bu akımların yavaşlamaya başlaması ile birlikte iki dinamiğin çelişkileri artık krizi büyütmeye başladı.
Büyüyebilmek için ithalata ve dış borca olan bağımlılık artarken mali sermaye akımlarının azalıyor olması mali-ekonomik sömürge paralarının değersizleşmesi yönünde bir baskı oluşturuyordu. Türk burjuvazisinin kabarık ithalat faturaları ve yüksek kısa vadeli borçları bu akımların Türkiye'den daha hızlı çekilmesini ve TL'nin daha hızlı değersizleşmesini koşulladı. Bu da yerli burjuvazinin mevcut döviz borçlarının durduğu yerde katlanmasını, ithalatın çok daha pahalılaşmasına yol açtı. Birinci dinamiğin en az zararla sürdürülebilmesinin yolu mali sermaye oligarşisine görece yüksek bir reel faiz sunmaktı ki azalışın hızı yavaşlatılabilsin. Ama aksine, artan kur ve döviz borcunun maliyetler üzerinde baskı yaratarak enflasyonu arttırması faiz oranı ile enflasyon oranı arasındaki fark demek olan reel faizlerin de azalmasına yol açıyordu. Dolayısıyla, Türk burjuvazisinin de faizi hızla arttırması gerekiyordu. Aksi, çarkların aniden durarak ülkenin sert bir krize yuvarlanması riskini beraberinde getirirdi.
Yüksek faiz, emperyalistlere aktarılan devasa artıdeğer parçasının daha da büyümesi demektir. Faiz oranlarının yükseltilmesi ikinci dinamikte büyük bir çatlak yaratacak, İstanbul burjuvazisini beslerken siyasi iktidarın dolaysız temsilcisi olduğu sermaye blokunun altını oyacaktı. Zira mali sermaye gücünü elinde bulunduran blok faiz vurgunculuğuna aracılık ederek kârlarını büyütebilecekken, talebin doğrudan faiz oranlarına bağlı olduğu inşaat sektörüne çöreklenmiş blok bundan çok olumsuz etkilenecekti. Neticede düşük faiz oranları konut kredilerinin motoruydu. Sadece inşaat değil elbette. İktidarın sınıfsal temsiliyetinde çok önemli bir yere sahip olan Anadolu orta burjuvazisi daha çok TL kredileri ile iş gördüğünden, düşük faiz onlar için de önemliydi. Bunların yanında gerek ihale dağıtımı yoluyla olsun, gerekse siyasi şantaj işlevi gören sosyal yardımlarla olsun, kamu harcamalarının kamu borçlanması ile finansmanında da düşük faiz önemliydi.
Erdoğan'ın yolu ve ertelenen kriz randevusu
Erdoğan'ın tercihi öncelikle kendi dolaysız sınıfsal zeminini ve siyasi varlık hakkını korumaktan yana oldu. Faiz oranları indirilerek düşük ve hatta negatif reel faiz uygulamasına geçildi. Nitekim döviz borcu daha çok büyük sanayi sermayesine, yani iktidarın dolaylı temsilcisi olduğu sermaye blokuna aitti. Ayrıca aynı blokun hakim olduğu bankacılık kârları zaten halihazırda yüksek seviyelerdeydi. Faizin tutulup kurların ve enflasyonun görece serbest bırakıldığı bu politika, krizin yükünün burjuvaziye düşen kısmını (yani bir anlamda “kârdan zararı”) bu bloka yüklüyordu. Erdoğan bu politika ile kendi burjuvazisini düşük faizli bol kredi ile besleyerek hem sanayi sermayesi bağlamında onun gücünü büyütmeyi, hem de ona “yerli ve milli” üretim hamlesi yaptırarak tüm mali-ekonomik sömürgelerin temel kriz dinamiğine dönüşen ithalat bağımlılığını azaltmayı planladı. Öte yandan, yeni enerji kaynaklarına ulaşarak ithal-girdiye önemli bir alternatif de yaratmayı da hedefine koydu.
Bu yönelim diğer burjuva bloka karşı açık bir cephe savaşına girişmek anlamına gelmiyordu elbette. Savaş her zaman işçi sınıfı ve ezilenlere karşıydı. Krizin asıl yükü elbette onlara yüklenecekti. Nitekim, küresel ticarette ve krizle azalan kâr paylarında bir toparlanma yaratmak için en büyük saldırı emek gücüne yönelik yapılacaktı ki, bu, iki burjuva blokun da ortak çıkarına olan en temel şeydi. Sadece bu da değil elbette. Vergi afları, borç öteleme, batık kredi sübvansiyonları ve daha bir çok yolla diğer burjuva blok da ihya edilmeye devam edilecekti.
Başkanlık sisteminin devreye sokulma amaçlarından biri, işte bu yeni yönelim için gereken karar ve uygulama araçları inşa edilmesiydi. Merkez Bankası'nın bu zamana kadar emperyalist mali sermaye akımlarının ihtiyaçlarına tam uyumla hareket etmesi demek olan “özerkliği” ortadan kaldırıldı, para politikası doğrudan saraya bağlandı. Emperyalist kurumlarla eşgüdüm komiserliği olarak iş gören ve onlarla iletişim halinde atanan Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın başına onların hilafına olan bir isim atandı. Kamu bankaları kredi dağıtım taburları olarak yeniden örgütlendi. Türkiye Varlık Fonu kurularak özel borçların kamulaştırılmasının kurumsal çerçevesi çizildi. Krediye dayalı büyüme için ihtiyaç duyulan kaynak, devasa işsizlik fonunun ya da deprem vergilerinin finansallaştırılmasıyla, kamu borçlanmasıyla, Merkez Bankası kârlarının kullanılmasıyla ve doğrudan para basarak karşılandı. Meclisin işlevsizleştirilmesi kamu bütçesinin belirlenmesi, harcama ve borçlanma süreçlerini iyice hesapsız ve karanlık hale getirdi. Yayılmacılık ve işgalcilik hem savaş sanayisi yoluyla yandaş burjuvazinin yüksek teknoloji üretimini arttırmanın, hem imar-iskân ve inşaat faaliyetlerini canlandırmanın, hem de yeni enerji kaynaklarına erişimin aracı kılındı.
Tüm bu süreç ırkçı, İslamcı ve şoven ülkü ve motiflerle bezeli faşist propagandanın, grev yasaklarının, siyasi kırımların yükseltilmesiyle “anlamlı” bir bütünlük haline getirildi. “Emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşı” veriyoruz diyordu Erdoğan. Elbette ki bu savaş emperyalizme karşı değil, “Krizde emperyalist kapitalizm içerisinde var olabilmenin” savaşıydı. Kurtuluş da burjuvazinin üzerindeki hak, özgürlük gibi “yüklerden” kurtuluştu. Türkiye kapitalizmi kriz koşullarında da büyüyebilmeyi, yani krizin yaratacağı çöküşün erteleyebilmeyi işte böyle sağladı.
Ekonominin bu yeni örgütlenmesi küresel ticaretin dibe vurduğu, yerli üretim ve tüketimin sekteye uğradığı salgın sürecinde çok daha aktif bir şekilde işletildi. Türkiye kapitalizminin kendi tarihinin en büyük kredi genişlemesi de, emek gücünü ucuzlatmak için ücretsiz izin gibi esnek ve güvencesiz çalışma uygulamalarının devreye sokulması da (iki burjuva blokun ortaklığında) bu dönemde gerçekleşti. Hesap oydu ki, salgının ağırlaştırdığı krizde ne kadar işçi enfekte olup ölürse ölsün, ekonomiyi açık, işler ve ucuz maliyetli tutarak dünya ticaret pastasından eskisinden daha yüksek bir dilim alınacaktı. Hatta ABD ve AB emperyalizmlerinin Çin ile yaşadıkları sermaye savaşlarını fırsat bilerek salgında üretimin en azından bir kısmının Çin'den Türkiye'ye taşınacağı bile öngörüldü. “Fırsatlar çakan şimşekler gibidir” diyordu Erdoğan. Tıpkı darbe gibi, salgın da Allah'ın bir lütfu olacaktı Türk burjuvazisi için.
Faşizme geçit var var ama çıkış yok
Uluslararası mali sermayenin çıkış yaptığı koşullarda düşük/negatif reel faiz politikasında ve emperyalizmin kurumlarıyla sürtüşmede ısrar edilmesi ve kimi sermaye kontrollerine girişilmesi, beklendiği gibi, yeterli ve güvenli vurgun imkanı bulamayan yabancı sermayenin çıkışını daha da hızlandırmasını, hatta yerli sermayenin dahi dolara kaçmasını koşulladı. TL hızla değersizleşti. Tabii döviz kuru hepten boşlanmamıştı. Bilakis, o cephede de büyük bir mücadele yürütülüyordu. Değersizleşmeyi yavaşlatmak için Merkez Bankası döviz rezervleri hızla eritildi, kamu bankalarına döviz sattırıldı, özel bankalara da satış için baskı yapıldı. Ne var ki, deniz bitti. Dolar ve Euro kurları en kötümser analistin bile tahmin edemeyeceği rekorlar kırdı. Faşist şef de, onun memurundan başka bir şey olmayan damadı da kuyruğu dik tutuyor, bu sefer de “değersiz TL'nin ihracatta Türkiye kapitalizmine rakiplerine göre avantaj sağladığı” söylemeye başlıyorlardı. Ancak ne savaş sanayisinin gelişim hızı, ne yerli otomobil gibi hayalperest projeler beklenen anti-ithalat devriminin (!) şafağını sökemedi. Aksine, bol kredi ile ittirilen üretim ve ihracatla beraber ithalat da artmaya devam ediyor, bu da hem iç pazar hem de ihracat pazarı için yapılan üretimlerin maliyetlerini arttırıyor, dolayısıyla “rekabetçi kur” denen varsayımsal avantajı kadük bırakarak fiyatların, borçların ve iflas risklerinin daha da artmasına yol açıyordu. Ayrıca hem yükselen ithalat faturaları, hem de para basıp kredi dağıtmaya dayalı büyüme politikası enflasyonu da tırmandırıyordu. Tırmanan enflasyon bir yandan reel faizi daha da düşürüp daha fazla yabancı sermaye kaçışını koşullayarak kuru arttırıyor, diğer yandan da işsiz bırakılmış ya da ücretsiz izinle sokağa fırlatılmış kitlelerin yoksulluğunu daha da katlıyordu. Her ne kadar bu durum üreticiyi krediye boğarak aşılmaya çalışılıyorsa da hem batık kredilerin büyümesi, hem de kamunun faiz yükünün giderek tırmanması sebebiyle kamu harcamalarını büyüme motoru olarak kullanmak zorlaşıyordu. Kısacası mızrak çuvala sığmıyordu. Tersine, çuval mızrağın süsüne dönüşmüş durumdaydı.
Bakan Albayrak'ın istifa süreci işte bu çıkmazın doğrudan bir sonucu olarak yaşandı. Bakan'ın zaten görevden alınıp alınmayacağının; “o gece” neler yaşandığının; iktidar içerisindeki çatlakların, çatışmaların neler olduğunun ya da yeni bakanın kim olacağının çok da bir önemi yoktur. Başlıca tespit edilmesi gereken şeyler, Türkiye kapitalizminin politikalarını o ya da bu bakanın değil, faşist şefin belirlediği, siyasi iktidarı bir iç krize sevk eden şeyin kapitalist kriz olduğu ve en katı faşist örgütlenmenin bile artık bu krizi ötelemeye yetmiyor oluşunun bir kez daha açığa çıkmış olmasıdır.
Erdoğan'ın “yeni” bir politikası var mı?
Peki, faşist şef bu saatten sonra farklı bir ekonomi politikası benimseyebilir mi? Eskiye dönebilir mi? Türkiye kapitalizminin iki dinamiğini büyümeyi koşullayacak şekilde yeniden örgütleyebilir mi?
Mevcut krizinin sebebi olmasa da güncel odak noktası TL'nin değersizleşmesi ise, o halde pratikte tüm bu soruların gelip düğümlendiği ilk yer bu değersizleşmenin etkin bir şekilde tersine çevrilip çevrilemeyeceği olacaktır. Hatırlamak gerekirse, TL'nin değersizleşmesinde 3 temel faktör rol oynamaktadır. 1) Kapitalizmin küresel krizi sebebiyle mali sermaye akımlarında azalma, 2) Türkiye kapitalizminin dışa bağımlı yapısı ve 3) Değersizleşme baskısını azaltabilecek reel faiz artışlarının yapılmaması. Dolayısıyla TL'nin değer kaybının önlenebilmesi/yavaşlatılabilmesi için bu 3 koşul en az birinin değişmesi gerektiği açıktır. Sırayla bunlara bakalım.
Mali sermaye akımları
Göründüğü kadarıyla kapitalizmin küresel krizinde yeni bir mali sermaye bolluğu yaratacak sıra dışı bir iyileşme emaresi yoktur. Aşının bulunmuş olması elbette ki kapitalist dolaşım sürecinin önündeki fiziksel engellerin ortadan kalkmaya başlaması ile birlikte küresel ticaretin, turizmin ve iç tüketimin canlanmasına yol açacaktır. Bundan Türkiye kapitalizmi de belirli oranda faydalanacaktır. Ancak ikinci dalganın tüm dünyayı kırıp geçiriyor olduğu gerçeği ve aşının aktif üretim, dağıtım ve uygulanmasının ne kadarlık bir zaman alacağının belirsiz olması sermaye adına iyimser düşüncelerin de zayıf kalmasına yol açıyor. Kaldı ki, kapitalist üretim tarzının salgından önce de bir krizin eşiğinde olduğu; salgının bunu öne çekip şiddetlendirdiği; ancak sermaye kıyımı yoluyla değişmeyen sermayede büyük bir değer kaybı yaşanmadığı; bilakis şirket kurtarmaları yoluyla yükün borç olarak geleceğe ertelendiği ve mevcut küresel borç yükünün de daha fazla şişemeyeceği düşünüldüğünde, kapitalizmin “yeni bir genişleme dönemi” diyeceğimiz evreye girmesi çok da mümkün gözükmemektedir. Kâr oranlarındaki hafif bir toparlanmanın getireceği canlanmanın hemen ardından yeni bir krizin yaşanması ise kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla mali sermaye akımlarında yeni bir dalga beklemek, bizce gerçekçi değildir.
Bağımlılık yükü
İthalat ve dış borç bağımlılığını azaltmak ise emperyalist üretim hiyerarşisinin üst basamaklarına tırmanmayı sağlamakla mümkündür. Ancak böyle bir sıçrayış imandan, bilimden, liyakatten önce gerekli fiziksel ve ar-ge yatırımları yapabilmeyi ve uzun yıllar sürecek kârsızlık tolere edebilmeyi mümkün kılacak denli yüksek ve merkezileşmiş bir sermaye birikimini şart koşar. Böyle yüksek ve merkezileşmiş bir birikim tarihsel ve yapısal olarak çok özel koşulların yan yana gelmesiyle mümkün olur. Örneğin, bugün emperyalist üretim hiyerarşisi içinde yüksek teknoloji üretim süreçlerini üstlenen ve hatta kendi tekellerini oluşturmaya başlamış olan çok az sayıdaki ülkelerden biri olan Güney Kore'de yüksek ve merkezileşmiş sermaye birikimini sağlayan şeyler, Japon emperyalizminin sömürgeci boyunduruğundan kurtulduğunda gıda ve tekstil sanayi altyapısının hazır ve toprak reformunun yapılmış olması, olası bir grevden doğan zararın bile işçilere ödetildiği, en aşağılık bir neoliberal dikta rejimi altında işçi sınıfının kanının içilmesi ve 1946-76 arasında 16 milyar dolar ABD yardımı almasıdır. Ki, askeri harcamalar hariç bu yardımlar ithalatın üçte ikisini, tüm yatırımların da yarısı karşılayabilecek büyüklükte olmuştur. Katı merkezi devlet kapitalizmi, felsefi gelenek ve bilimsel eğitim ise ancak bu altyapı üzerine kurulan üstyapı kurumları olarak işlev görmüştür.
Türk burjuvazisi ise ne böylesine uygun ve cömert koşullardan beslenebilmiş ve kârsızlığı tolere edebilecek bir sermaye birikimine sahiptir, ne de burjuvazisinin ikili yapısı ve devrimci yükselişlerin tetiklediği rejim krizi istikrarlı ve bir merkezi sermaye koordinasyonuna müsaade eder durumdadır. Hem Türk sanayi sermayesi son 20 yılda zaten tüm bu yetersizliklerinden ve çelişkilerinden kaynaklı olarak uluslararası tekellerin orta teknolojili taşeronu olmaya odaklanmamış mıdır? Üretim anarşisinin yasaları geçmişin yabancı sermaye bolluğu koşullarında kârlı olan buyken, krizde tam tersinin mümkün olabileceği nasıl düşünülebilir? “Anti-ithalat devrimi” denen zırvanın ekonomik değeri olmayan, siyasi saiklerle sürdürülen bir propagandadan başka bir şey olmadığı da yeterince görülmüştür. Bu yüzden büyümenin ithalata ve dış borca bağımlı yapısında bir değişim beklemek olası değildir.
Kaldı ki böyle bir mucize, üretim sürecinin üst halkalarındaki rekabeti arttırıp fiyatları (ve dolayısıyla elde tutulabilen artıdeğer paylarını) düşürmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü emperyalist hiyerarşide farklılaşan paylar, soyut gelişim süreçlerinin değil, hiyerarşinin varlığının sonucudur.
Yüksek reel faiz
İthalat/dış borç bağımlılığı ve küresel kriz sürüyorken mali sermaye akımlarını çekmek devamlı artan yüksek faiz politikası uygulamayı gerektiriyor, çünkü ilk duruma bağlı olarak risk primi ve enflasyonun sürekli arttığı için reel faiz getirisi ancak böyle anlamlı tutulabiliyor. Bunun faşist şefin dolaysızca temsil ettiği burjuva blokun çıkarlarının ve faşizmin kitle tabanını besleme imkanlarının altını oyduğunu belirtmiştik. Böyle bir durumda ucuz ve bol kredi dağıtmak zorlaşacağından dolayı, faşizmin dayanağı olan orta burjuvazi de, yüksek ithalat ve katlanan eski döviz borcu maliyeti ile kâr marjı iyice düşmüş olan sanayici de üretimden elini-ayağını iyice çeker. Maliyeti yükselen ev/tüketici kredileri inşaatla büyümeye ve yoksulların bir süreliğine de olsa borçla yaşatılabilme imkanlarına darbe vurur. Kamu, patronların borçlarını kolayca üstlenemez hale gelir. Kamu borçlanması da pahalılaşacağından, eskisi gibi kolay ihale dağıtılamaz, harcama yapılamaz. Tüm bunlar iktidarın siyasi varlık hakkını çok daha hızlı bir şekilde zayıflatır. Kısacası faşist şefin bahsedildiği gibi “U dönüşü” yapıp böyle bir yönelime girmesi de bizce gerçekçi gözükmemektedir. Zaten şefin böyle bir adım atmaya niyetinin olmadığı da istifa krizinin hemen ardından “Türkiye'yi faiz, kur, enflasyon prangasıyla modern kapitülasyonlara mahkum etmek isteyenlere karşı şimdi de tarihi bir mücadele” verdiklerini söylemesi ve enflasyonun temel belirleyeninin kur olduğunu inkâr ederek faizin sebep, enflasyonun netice olduğu sanrısını tekrar etmesinden bellidir.
O halde ne beklenmeli? Nesnel koşullardan yola çıkarsak, faşist şefin kendi sermaye blokunun ve faşist devlet-toplum örgütlenmesinin maddi ihtiyaçlarının gereği olan politikalardan mümkün olduğunca bağlı kalarak mali sermaye oligarşisine “işbirliğine daha yatkın olunduğunu” hissettiren kimi tavizler vereceğini söyleyebiliriz. Bu çerçevede faizlerde belli bir artışa da gidilebilir.... Nitekim istifa krizinin ardından yaptığı aynı konuşmada “Serbest piyasa ekonomisi kurallarından taviz vermeden [=Mülkiyet hakkına dokunmadan], büyümeyi özel sektör eliyle sürdürme kararlılığından vazgeçmeden [=Krediye dayalı büyümeyi yavaşlatarak], paranın milliyeti ve sınırı olmadığı gerçeğini unutmadan [=Sermaye kontrollerine girişmeden] tüm gücümüzle çalışacağız” demesi mali sermaye oligarşisine güven vermeye ve dolaysız temsilcisi olunan blokun ihtiyaçlarını gözetmeye yönelik kimi iyileştirmelerin yapılacağının işareti olarak okunabilir. Döviz girişi süreğen faiz artışından değil, mali sermayeden ziyade uluslararası tekellerin girişi ile karşılanmaya çalışılacak, bu da esas olarak emeğin emperyalist talana daha da uygun hale getirilmesi için işçi sınıfına yeni bir saldırıyı gerektirecektir. Yeni bir vergi-zam furyası anlamına gelen “acı reçete” de, emeği daha da ucuz, esnek ve güvencesiz hale getirecek uygulamalar da, savaş da, işgalcilik de, doğa talanı da, devlet terörü de artarak devam edecektir. Örneğin 2021 bütçesinde harcamalar, faiz ödemeleri ve borçlanma yetkilerinin astronomik şekilde artarken gelirlerin daha çok artmasının planlanması, Erdoğan'ın mali sermayeye vereceği tavizlerin hiç de kendi burjuvazisinden değil, bizden sökmeye çalışacağına işaret eden verilerden biridir.
Peki, bu denge politikası işe yarar mı? Gerçek şu ki, bir sürdürülemezliğin yerine bir başkası eklenmiştir. Bu da eskiye dönüşü değil, istikrarsızlaşmayı büyütür. Diğer bir deyişle, aynı anda hem TL'nin değersizleşme sürecini etkin bir şekilde tersine çevirmek, hem de faşist şefin sürdürdüğü büyüme politikalarının uygulamaya devam edebilmek mümkün gözükmemektedir. Siyasi iktidarın kendinden emin bir şekilde uyguladığı iyi hesaplanmış bir taktik ya da varmayı planladığı somut bir yer olduğunu düşünmemek gerekir. O çaresizlikleri değil, çaresizlikler onu yönetmektedir. Sonuç olarak, krizin yaratacağı çöküşü erteleme kabiliyeti hızla azalmaktadır.
Burjuva değişimin eprimiş bayrağı
Bu açmazın burjuva rasyonalitesiyle kavranışının akla doğrudan getirdiği ilk şey, dışa bağımlılığın ve dolayısıyla krizin aşılabilmesi için faşist şefin kendi siyasi varlık hakkını korumak adına giriştiği bu ekonomi politikalarının (düşük faiz, yüksek kur, altyapı-inşaat yatırımlarına dayalı büyüme, yandaş sermayeye kaynak aktarımı vb.) terk edilmesi gerektiğidir. Yeni ekonomi politikaları çerçevesinde hızla yabancı sermaye akımlarını ülkeye çekilebilecek yükseklikte bir faiz oranı uygulanarak kur (ve böylece enflasyon) düşürülmeli; ranta ve inşaata değil, sanayi üretimine ve yüksek teknolojiye dayalı yatırımlara yönelmeli; kamu kaynakları liyâkate göre dağıtılmalı ve nitelikli işgücüne dayalı bir istihdam politikası benimsenmelidir.
“Burjuva ulusal kalkınmacılık programı” diyebileceğimiz ve maalesef emekçi solun da azımsanmayacak bir bölümünü ideolojik hegemonyası altında tutan bu hayaller burjuvazinin diğer kanadının ajandasıdır. Dahası, krizden çıkış reçetesi olabilme anlamında en az faşist şefin programı kadar da çelişkili, temelsiz, gerçek-dışı ve işçi-emekçi düşmanıdır.
Çelişkilidir, çünkü yüksek faiz – ucuz kur hedefi zaten üretimin yabancı sermayeye ve ithalata bağımlılığını büyütüp besleyen, dolayısıyla krizin altyapısını hazırlayan en temel faktörlerden olmuşken, çareyi tekrar yabancı sermayeyi çekmekte aramak anlamsızdır. Temelsizdir, çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türk burjuvazisinin yetersiz birikimi ve çelişkileri onun üretim sürecinin yüksek teknolojili (ve dolayısıyla yüksek fiyatlı) kısımlarını üstlenip, elde tutabildiği kâr oranını arttırarak krizden çıkabilmesine pek imkan tanımamaktadır. Gerçek-dışıdır, çünkü “tüm yıldızlar yan yana gelse” bile, kapitalizmin küresel bir krizde olduğu unutulmaktadır. Salgın öncesinde dahi azalan kâr oranlarının sabit sermaye yatırımlarının büyüme hızını sıfıra yaklaştırdığı, üretimin ateşinin kesildiği ve küresel ticareti dibe vurdurduğu bir süreçte Türk burjuvazisinden yatırım hamlesi beklemek, kapitalizmin kâr etmeye değil, “üretme arzusuna” dayalı bir üretim tarzı olduğunu savunmak anlamına gelir.
Aslına bakılırsa bu burjuva blokun hedefi de böyle bir atılım değildir. Bu ülküler burjuva muhalefet tarafından “halkçılaştırılmış”, cazip hale getirilmiş propaganda cümleleridir. Bu blok, öncelikle sanayi ve mali sermaye gücünü elinde bulunduran blok olarak döviz borcu zararlarını azaltmak ve yüksek faiz gelirlerine tekrar kavuşmak istemektedir. Ayrıca Türkiye'nin ileri teknoloji üretimi süreçlerini üstlenmesinin (özellikle kapitalizmin daralma dönemlerinde) mümkün olmayacağını bilecek kadar da akıllıdır. Bu yüzden kendine koyduğu hedef sadece “dijital dönüşüm”, yani işletmelerde internet ve bilgi teknolojileri kullanımını arttırma yoluyla üretim hiyerarşisinde üstlendiği mevcut süreçlerin verimliliğini yükseltmek, böylece mevcut üretimin birim maliyetini düşürmektir.
Bunlar da onun işçi-emekçi düşmanı karakterini açığa çıkarmaktadır. Dijital dönüşüm ve onunla bağlantılı olan nitelikli işgücü hedefinin kapitalist üretim tarzı ve krizi altındaki tercümesi, emeğin üretimden makineler lehine daha fazla dışlanması, yani daha fazla işsizliktir. Çünkü makineleşmenin yaratacağı yeni işler hem az sayıdadır, hem de bu işler işçi sınıfının üst eğitim-gelir grubundaki insanlar içindir. Kamu kaynaklarının liyâkate dayalı dağıtımı denilen şey de bu kaynaklarının yandaşa ya da halka değil, kendi bloklarına aktarılmasıdır. Batık kredilere, ödenemeyen borçlara dair önerileri ise hızla IMF'ye gitmek ve “yapısal reformlar” adı altında tüm yükü yine halkın sırtına yıkmaktır. Faşist şef kendi programını uygulamak için nasıl faşist teröre ve savaşa hız vermişse alternatif burjuva iktidar da aynısını yapmak durumunda kalacaktır.
İşçinin-emekçinin kızıl bayrağı
Faşist şefin de, burjuva muhalefetin de tâbi olduğu yasaları belirleyen şey son tahlilde sermayenin yasalarıdır. O yasalar da bize yaşanan krizin genel olarak kapitalist üretim tarzının, özel olarak da mali-ekonomik sömürge tipi sermaye birikiminin krizi olduğunu göstermektedir. Her iki burjuva blokun da, bu burjuva blokların dolaysız temsilciliğine soyunan farklı düzen partilerinin de derdi krizin kökensel sorumlusu olan ve çürümekte olan emperyalist kapitalist düzenden kopuş değildir. Bilakis, onları var eden, büyüten şey bizzat emperyalist kapitalizmdir. Sermayenin genişleme döneminde kârı asimetrik paylaşmak çok sorun olmasa da, daralma döneminde zararı esas olarak kimin üstleneceği meselesi kavga konusu olmaktadır, çünkü artıdeğerin aslan payını alan için kriz "kârdan zarar" demek iken, işçisine ürettirdiği artıdeğerin sadece sınırlı bir kısmını elinde tutabilen ve onu da kaptırmaya başlayan mali-ekonomik sömürge burjuvazisi için kriz çöküş anlamına gelebilir. Gerek emperyalist merkezler ile Türk burjuvazisi arasındaki, gerekse Türk burjuvazisinin blokları arasındaki sürtüşmelerin ve tavizlerin sebebi budur. Sorunun kaynağı olan emperyalist kapitalizmin terki ise çözüm değil, bilakis son tahlilde tüm yükün işçi sınıfına bindirilebilmesinin garantisidir.
İşçi sınıfı ve ezilenler olarak faiz gelirlerinin, ihalelerin ve teşviklerin hangi sermaye blokuna gitmesi gerektiğine veya hangi blokun çıkarları için işsiz ve sefil kalacağımıza karar verme zorunluluğumuz yok. Bilakis, biz bu tartışmaların muhatabı olmayı kökten reddetmek zorundayız. “Bizim” ekonomik sorunlarımızın kökeni ekonomik değil, siyasidir. Çünkü kapitalist üretim tarzının işleyişi ekonomik olsa da, varlığı siyasidir. Bu yüzden ihtiyacımız da yeni bir ekonomi politikası değil, devrimci bir politikadır, işçi sınıfının siyasi iktidarıdır. Tüm gelişmeler faşist diktatörlüğün kapitalist krizi ertelemede giderek daha da zorlandığını gösteriyorsa, yükselteceğimiz şey faşizmin sözde bağımsızlık mücadelesinin tevhid bayrağı ya da faşizme karşı yeni ve yine beyhude bir “burjuva değişim” bayrağı değil, devrimin bayrağı, sosyalizmin bayrağı olmalıdır.