Faşist şeflik rejimince tartışmaya açılan ve iptali istenen İstanbul Sözleşmesi ile uzun yılların mücadele birikimlerine dayanan kadınların kazanımları ve bunun karşısına dikilen erkek egemenliği yeniden görünür biçimde sokağın, eylemin konusu olmaya başladı. Erkek egemen kapitalist burjuva düzen, yapısı gereği sömürge sistemini erkek cinsi merkezli ve kadının ikincilliği üzerine kurmuştur. Bir iç çelişkiler düzeni olan erkek egemenlikli kapitalist düzende, kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesinin tarihi de kapitalizmin tarihiyle paraleldir.
Kadın özgürlük mücadelesinin önemli bir müttefiki durumuna gelen LGBTİ+ mücadelesi de kapitalist düzeninin toplumsal cinsiyet anlayışını sarsan bir role sahiptir. Giderek evrensel bir boyut kazanan eşitlik ve özgürlük mücadelesi burjuvaziyi kendi hukuk sistemi açısından tavizler vermeye, kadın ve LGBTİ+ mücadelesinin talepleriyle uyumlu kimi düzenlemeler yapmaya zorlamıştır. Burjuvazinin ezilen cins ya da insanlık lehine attığı adımlar özünde özgürlük mücadelelerinin ortaya çıkardığı zorunluluklardır. Bu zorunluluğun kazanımsal bir sonucu olan İstanbul Sözleşmesi’nin faşist şeflik rejimince tartışmaya açılması içerik ya da biçimle ilgili değildir. Esas mesele öz ve oluşan niteliksel dönüşümlerle ilgilidir. Bu öznel gerçekliğin farkındalığı her gün artan oranda kadın ve LGBTİ+'ları sokağa, eyleme sevk etmektedir. Bu nedenle mesele burjuva düzen sınırları içinde yasal güvenceler oluşturma ya da sağlamanın ötesinde mücadelenin tarihsel birikimine dayanan, demokratik ve mevzisel kazanımların korunmasıdır. Ortaya çıkarılan mücadeleci kadın aklı ve iradesinin sürekliğinin sağlanması ve özgürlük eyleminin dayanaklarını yitirmesinin önüne geçilmesidir. Bu yanıyla İstanbul Sözleşmesi'ni korumak ve uygulanmasını sağlamak kadın özgürlük mücadelesini daha fazla büyütecek bir dayanak olacaktır.
2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da gerçekleşen, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan, 12 bölüm ve 81 maddeden oluşan İstanbul Sözleşmesi de bu adımlardan biridir. Sözleşme, kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik erkek şiddetinin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge olma niteliğine sahip. 2019 yılı itibariyle 34 ülkenin onayladığı sözleşme kapsamında taraflarca nasıl uygulandığını izleyecek bir uzmanlar grubu (GREVIO) kurulmuş ve GREVIO’nun bir denetim mekanizması olarak çalışması öngörülmüştür.
Sözleşme Türkiye tarafından da 2011’de imzalanmış ve 1 Ağustos 2014 itibarıyla resmen yürürlüğe girmiştir. Sözleşme uyarınca gerekli düzenlemelerin yapılması ve uyulması söz konusu olduğunda Türkiye’nin tablosu oldukça iç karartıcıdır. Halihazırda Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı olarak kurulan Alo 183 Kadın, Çocuk ve Sosyal Hizmet Danışma Hattı bulunmaktadır. Oluşturulan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, kadına yönelik şiddet kavramını kadınlara, yalnızca kadın olmaları nedeni ile uygulanan ya da kadınları etkileyen cinsiyete dayalı bir ayrımcılıkla kadının insan hakları ihlaline yol açan, şiddet olarak tanımı yapılan her tür tutum ve davranış olarak nitelemiştir.
6284 Sayılı Kanun'un uygulanmasında ve gereken hizmetlerin sunulmasında;
“a) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, özellikle Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ve yürürlükteki diğer kanuni düzenlemeler esas alınır.
- b) Şiddet mağdurlarına verilecek destek ve hizmetlerin sunulmasında temel insan haklarına dayalı, kadın erkek eşitliğine duyarlı, sosyal devlet ilkesine uygun, adil, etkili ve süratli bir usul izlenir.
- c) Şiddet mağduru ve şiddet uygulayan için alınan tedbir kararları insan onuruna yaraşır bir şekilde yerine getirilir.
ç) Bu kanun kapsamında kadınlara yönelik cinsiyete dayalı şiddeti önleyen ve kadınları cinsiyete dayalı şiddetten koruyan özel tedbirler ayrımcılık olarak yorumlanamaz” ilkelerinin esas alınacağı taahhüt edilmektedir.
6284 sayılı Kanun’un sağladığı haklar şöyle sıralanabilir.
1- Sığınak talep etme
2- Şiddet gören ya da tehdit altında olan kadınların geçici koruma (yakın koruma) talep edebilmeleri,
3- Şiddete uğrayan ya da tehlikede olan kadının; şiddet uygulayanın evden uzaklaştırılmasını, kendisine yaklaşmasının engellenmesini, adresinin gizlenmesini, kimlik ve ilgili diğer bilgilerin değiştirilmesini isteyebilmesi,
4- Şiddet uygulayanın silahını polise teslim etmesini, geçici velayet ve tedbir nafakası, geçici maddi yardım, oturduğu eve aile konutu şerhi konulmasını talep edilebilmesi.
Aile mahkemesi erkek şiddeti konusunda koruyucu ve önleyici tedbirleri almak ile görevli ve yetkili kılınmışlardır. Bu tedbir kararları 6 aya kadar verilen ve gerektiğinde hâkim tarafından uzatılabilen kararlardır. Bu kapsamdaki başlıca tedbirler arasında evden uzaklaştırma ve belli bir mesafeye dek yaklaşmama gibi önlemler yer alırken, bu tedbirlere aykırı davranma halinde, zorlama hapsi kararı da verilebilmektedir.
İstanbul Sözleşmesi’nin taraf ülkelerde uygulanmasını izleyen GREVIO, ilk Türkiye raporunu 15 Ekim 2018’de yayınlamıştır. GREVIO’nun hazırladığı değerlendirme raporunun ana hatları Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması ile bağlı tablosunu yansıtır düzeydedir. Buna göre;
“Türkiye’de sözleşmeyle uyum sağlamak için kanuni düzenlemeler yapılsa da mağdurların korunması konusunda çabaların yetersiz olduğu, kamu politikalarının kadına yönelik şiddet üzerindeki etkilerinin bütüncül ve derinlemesine değerlendirilmediği, Türkiye’de kadına yönelik şiddet ile mücadeleyi zayıflatan unsurlardan birinin, kadınlara yüklenen annelik ve bakıcılık gibi geleneksel rollere öncelik verilmesi” olduğu ifade edilmektedir. Yine “Yasaların uygulanmasını yetersiz şekilde izlemeye neden olan, cezai suçların faillerinin soruşturulması, kovuşturulması ve cezalandırılmasına ilişkin yargı verilerinin olmayışı, kadına yönelik şiddete ilişkin mahkeme dosyalarında cinsiyetçi önyargıların ve mağduru suçlamanın takdire bağlı indirime yol açtığı, cezasızlığın sürekli hale gelmiş olduğu, mağdurların damgalanma, misilleme korkusu, faile ekonomik bağımlılık, hukuk okuryazarlığının olmayışı, dil engeli veya hukuk uygulayıcı yetkililere güvensizlik gibi nedenlerle şiddet olaylarını bildirmekten çekindikleri, tecavüz ve diğer cinsel şiddet biçimlerinin mağdurlar tarafından neredeyse hiçbir zaman bildirilmediği” kaydedilmektedir.
Raporda Türkiye’deki kadınların %25’inden fazlasının 18 yaşından önce evlendiği, hatta bu oranın kırsal bölgelerde %32’ye kadar yükseldiği belirtilerek, erken yaşta ve zorla evliliklerin ele alınması gereken bir sorun olduğu da dile getirilmektedir. Ayrıca Türkiye’deki kadınlara yönelik psikolojik şiddetin yaygınlığından bahsedilmekte, Türkiye’deki kadınların %27’sinin hayatlarında en az bir kez ısrarlı takibe maruz kaldıklarını belirtmelerine karşın, “ısrarlı takibin” Türk Ceza Kanunu’nda ayrı bir suç olarak tanımlanmadığına dikkat çekilmekte ve çeşitli kurumlara yönelik, özellikle de İstanbul Sözleşmesi’ni ve onun ilkelerini destekleyen bağımsız kadın örgütlerine yönelik giderek artan kısıtlayıcı koşullar nedeniyle endişe duyulduğu ifade edilmektedir. Türkiye’de kadına yönelik şiddete ilişkin resmi verilerin bulunmaması da raporda yer almaktadır.
Sözleşme ile kadınlar ne kazandı?
İstanbul Sözleşmesi’nin sağladığı kazanımları ve kadınların neleri kaybedeceğine daha ayrıntılı bakalım.
Sözleşmenin en önemli özelliklerinden biri, kadına yönelik şiddetin bir insan hakkı ihlali ve bir ayrımcılık türü olarak kabul edilmesi ve “toplumsal cinsiyet” kavramı tanımının uluslararası düzeyde yapılmasıdır. Sözleşmede, mevcut toplumsal cinsiyet anlayışının kadınlar ve erkekler için toplumsal roller biçtiği kabul ediliyor ve toplum tarafından üretilen bu rollerin kadınlara yönelik şiddette payı olduğu vurgulanıyor. Bu bağlamda “kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” tanımı ise ayrıca yapılıyor. Bu tanıma göre; “Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”, kadına kadın olmasından dolayı uygulanan ve kadınları orantısız biçimde etkileyen şiddet anlamına gelir” denilmektedir. Böylelikle taraf devletler geleneksel cinsiyet rollerini yeniden tanımlamaya zorlanırken, erkek egemenliğinin meşruiyet alanı daralıyor.
Sözleşmesinin giriş bölümünde; kadınlar ve erkekler arasında sağlanacak eşitliğin, kadına karşı şiddetin önlenmesinde temel bir unsur olduğu dile getiriliyor. Kadına yönelik mevcut şiddetin tarihten gelen ve eşit olmayan güç ilişkilerinin bir ürünü olduğu ve yapısal olarak toplumsal cinsiyete dayandığı belirtiliyor. Eşitlik kavramının salt cinsiyet rolleri temelinde değil, siyasi, ekonomik olarak ele alınması gerektiği pekâlâ biliniyor.
Sözleşmede, erkeklerin de toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin mağduru olabileceği kabul edilirken, kadınların ve kız çocuklarının bu şiddet riskine daha büyük bir oranda maruz kaldıkları vurgulanıyor.
Sözleşmenin iki temel dinamiği bulunuyor. Bunlar kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddettir. Sözleşme yalnızca evli çiftleri değil, evli ve evlilik dışı tüm ilişkileri sözleşmenin öznesi olarak görüyor. Eş/ebeveyn ibarelerinin yanında “partner” tanımı da yapılıyor. Kadınlara ilişkilerinde istediği biçimde seçme ve yaşama özgürlüğü tanıyor. Kadına yönelik şiddet yalnızca ev içi şiddetle sınırlanmıyor. Bir başka ifadeyle, ev dışında gerçekleşen kadına yönelik şiddet de sözleşmenin kapsamında yer alıyor. Bu doğrultuda sözleşmenin sağladığı koruma, kamusal alan için de geçerlidir. Bu da kadına yönelik şiddetin uygulandığı tüm alanlarda doğrudan devletler açısından bağlayıcılık ve muhataplık sorunsalını ortaya çıkarıyor.
Sözleşmenin diğer önemli özelliği, taraf devletin vatandaşı olmayan kadınların da sözleşme kapsamına girmesi. Hukuki statüsü ne olursa olsun göçmen kadınların da kadına yönelik şiddete maruz kaldıklarında İstanbul Sözleşmesi’ne tabii tutulması öngörülüyor. Kadına yönelik şiddet vakalarında mağdur kadının vatandaşlığına bakılmaksızın sözleşmenin geçerli olacağını gösteriyor. Buna ek olarak, sözleşmede göçmen kadınlara ilişkin özel maddeler de bulunuyor. Örneğin şiddete uğrayan kadının oturma izni ve toplumsal cinsiyete dayalı iltica taleplerini doğrudan konu alan maddeler de mevcut.
Sözleşme yalnızca fiziksel ya da cinsel şiddetin değil, psikolojik şiddet, ısrarlı takip ve cinsel tacizin de cezai suçlar olarak değerlendirilmesini ve gerekli hukuki tedbirlerin alınmasını öngörüyor. Bunun yanı sıra sözleşme gereğince; zorla evlendirme, kadın sünneti, zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma gibi kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılması için de yasal ve diğer tedbirlerin alınması gerekiyor. Tüm bu suçların işlenmesine yardım ve yataklık etmek de İstanbul Sözleşmesi gereğince suç olarak kabul ediliyor. Ayrıca söz konusu suçlar kasten işlendiğinde, suçu işleme girişiminde bulunmanın da suç olarak değerlendirilmesi gerektiği öngörülüyor.
İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan bir diğer önemli husus, sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesini müteakiben başlatılan cezai işlemlerde; kültür, gelenek, din, görenek ve sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilemez olması. Sözleşme’nin 42. maddesinde belirtildiği üzere; mağdurun kültürel, sosyal, dini ya da geleneksel olarak kabul gören davranış normlarını ihlal etmesi de şiddete gerekçe olarak gösterilemez.
Öte yandan sözleşme, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm yollarını da yasaklıyor. Sözleşme kapsamına giren her türlü şiddete ilişkin olarak ara buluculuk ve uzlaştırma gibi zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki tedbirlerin alınması öngörülüyor. Bu da şiddet şikâyeti ile kamu kurumlarına başvuruda “aile içi” diyerek kadınları katillere teslim eden, kapıyı gösterenleri suçlu konumuna getiriyor.
Sözleşme kapsamındaki herhangi bir suçun tamamının ya da bir kısmının taraf devletlerin topraklarında işlenmesi durumunda; suçun soruşturulması ve kovuşturulmasının taraf devletçe devam ettirilmesi, mağdurun şikayetine bağlı olmayacak. Bir başka deyişle, suçun mağdur tarafından bildirilmesine ya da şikâyette bulunulmasına bağlı olmadan ve hatta mağdur şikayetini ya da ifadesini geri alsa dahi soruşturma ve kovuşturma işlemlerine devam edilebilecek.
Sözleşme kadına karşı şiddetin ve ev içi şiddetin artık mahrem bir durum olarak düşünülemeyeceğini, devletin kapsayıcı ve entegre edilmiş politikalar yoluyla şiddeti önleme, mağdurları koruma ve failleri cezalandırma sorumluluğu olduğunu vurgulamaktadır. Sözleşmeyi kabul etmekle hükümetler kanunlarını değiştirmeye, uygulanabilir önlemler sunmaya ve kaynak aktarımına kadına yönelik ve ev içi şiddete sıfır hoşgörüyle yaklaşmak adına zorunludurlar. Bu tür bir şiddetin önlenmesi ve bununla savaşılması artık iyi niyet meselesi değil yasal bir yükümlülüktür.
İstanbul Sözleşmesi cinsel kimlik, cinsel yönelim ya da eşcinsel çiftlerin yasalar önünde hukuksal statülerine ilişkin herhangi bir tanımlama ya da devletlere önerilerde bulunmuyor. Cinsel kimlik ya da cinsel yönelim üzerinden ayrımcılık yapmama ilkesi, yasal yükümlülükler üzerine kuruludur ve bu ilke başka yasal belgelere dayanmaktadır. Bu belgelerin en başında gelenler ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 14: ayrımcılığın yasaklanması; Protokol No. 12) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihadı, Avrupa Konseyi Tavsiyenamesi'ndeki -CM/Rec (2010)5- cinsel yönelim ve cinsel kimlik üzerinden yapılan ayrımcılıkla savaşmak için alınacak önlemlerdir. İstanbul Sözleşmesi başta cinsel kimlik ve cinsel yönelim zemininde olmak üzere, ayrımcılığı farklı zeminde yasaklar. 4. madde’nin 3. bendinde “Taraflar bu sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir” denilmektedir.
Bu yasaklama, ne tarz bir şiddete uğramış olurlarsa olsun, tüm şiddet kurbanlarını korumak ve desteklemek içindir. Sözleşmenin hükümlerini cinsel kimlik zemininde hiçbir ayrımcılık olmadan uygulamak, LGBTİ+’ların erkek şiddeti, cinsel saldırı, tecavüz ya da zorla evlilik karşısında koruması, isteyenlerin barınma evlerine girmeleri hakkının tanınması anlamına gelmektedir.
Sözleşmede aile yaşamı veya yapısı temelinde herhangi bir önerme olmadığı gibi, bir aile tanımı da yoktur. Sözleşmeyle, hükümetlere evde risk altında olan ya da aile üyeleri, eşler veya yakınlar tarafından tehdit edilen mağdurların güvenliğini sağlamaları zorunluluğu getirilmektedir. Amacı her ne olursa olsun, kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti ele almayı amaçladığı için, yasal olarak evli çiftlerle başvuruları sınırlandırmamakta, aynı veya farklı cinsiyetten olup olmamasına bakılmaksızın tüm partnerlere, evli olsun ya da olmasın koruma sağlamaktadır. Hiçbir mağdur grubu, medeni hallerine veya sözleşmenin kapsadığı diğer ayrımcılık gerekçelerine dayanarak koruma kapsamı dışında kalmamaktadır.
Sözleşmeyle toplumsal değişim ve dönüşümün temel alanı olan eğitim sistemine ilişkin de hükümler getirilmektedir. Cinsiyetçi eğitim sisteminin değiştirilerek, eğitim sisteminin toplumsal eşitlik temelinde düzenlenmesi istenmektedir. Eğitimde cinsiyet stereotipilerinin yeniden üretiminin, kız ve erkek çocuklarının doğal yetenek ve becerilerinin gelişimini sınırladığı ve çocukların kendileri ve yaşıtları hakkında ne düşündüklerini ve karşı cinsiyetle nasıl iletişime geçtiğini önemli ölçüde etkilediği belirlemesi yapılmaktadır. Ve eğitim kurumlarında öğretilen hiçbir şeyin, genç neslin, cinsiyet-merkezli ayrımcılığın ya da kadına yönelik şiddetin kabul edilebilir bir şey olduğunu düşünmesine yol açmaması istenmektedir.
Bu kapsamda taraf devletlerin, radyo ve televizyonlarında her ay en az 90 dakika toplumsal cinsiyet eşitliğine dair yayın yapılması, ilk ve ortaöğretim müfredatına, kadının insan hakları ve kadın-erkek eşitliği konusunda eğitime yönelik dersler konulması hükme bağlanmaktadır.
Faşist şef neden sözleşmeyi istemiyor?
Kadın özgürlük mücadelesinin basıncı, Avrupa Birliği ile uyum yasaları kapsamında uluslararası sözleşmelere imza atan ve bu noktada kimi yasal düzenlemeler yapmak zorunda kalan faşist şeflik rejimi, gelinen aşamada İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini ilan etti. Kadınlar ve LGBTİ+’lar kazanımlarını korumakta ısrarcı olduklarını sokakta ilan ettiler. Faşist şeflik rejimi İstanbul Sözleşmesi’ne karşıtlığını, “Sözleşme ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ kavramıyla, geleneksel kadın ve erkek rollerinin dışında cinsiyetsiz bir toplum algısı yerleştirmeyi amaçlıyor. ‘Partnerler’ arası şiddet fiilini de kapsamına aldığı için, geleneksel evlilik ve aile anlayışını değiştirme yükümlülüğü getirecek. Bu fikri altyapının eğitim sürecine dahil edilmesiyle yeni nesiller de sözleşmenin ideolojisiyle eğitilecek. Toplumda kabul görmeyen kavramlar çocukluktan itibaren normalleştirilecek, aile bu kavramlar üzerinden inşa edilecek” tezi üzerine kuruyor. Toplumsal kültür, değer, ahlak kavramlarını kullanıp, toplumun geri bilincine hitap ederek kadın, çocuk, LGBTİ+’lara uygulanan sistematik şiddete meşrutiyet kazandırmak istenirken, faşist şeflik rejimi ile uyumlu olmayan kadın kazanımları yok edilmek isteniyor. Geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinden beslenecek faşist şeflik tipi aile kurumunun engeli olacak tüm bağlayıcı hükümlerden kurtulmak isteniyor. Faşist şef açıktan “erkekerkil aile” kavramını kullanarak aile tasavvurunu ilan ediyor. İstanbul Sözleşmesi “aileyi parçalıyor”, “eşcinselliği özendiriyor” yalanına sığınıyor.
Sözleşmenin aileleri parçaladığı yalanı, şiddetin üzerini örtmekten öte bir anlam ifade etmemektedir. Geleneksel ailenin parçalandığı doğrudur, ama buna sebep İstanbul Sözleşmesi değil, kapitalist iktisadi ilişkiler ve üretim tarzının ta kendisidir. Sömürü düzeninin giderek daha fazla derinleştirdiği ekonomik eşitsizlikler ve ortaya çıkardığı yoksulluğun yarattığı yıkım artık üstü örtülemez boyutlardadır. Kadınların özgürlük ve eşitlik mücadeleleri ve elde ettikleri kazanımların geleneksel aile yapısı üzerinde yarattığı en temel etki aile yapısının demokratik dönüşümü yönündedir. Kadınlar, erkek egemenliğini ret yolundan toplumsal eşitlik temelinde yaşamak istiyorlar ve artık “devlet baba”nın gölgesi altında ikincil olmayı ve geleneksel cinsiyet rolleri temelinde konumlanmayı kabul etmedikleri gibi her gün daha güçlü biçimde “Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz” diye haykırmaktadırlar.
Faşist şeflik rejimi, kadınları ve LGBTİ+’ları sınırsızlaştırılmış ve hukuki tüm dayanaklarından arındırılmış baskı ve şiddet ortamında “korku, suskunluk ve itaat” çizgisine çekerek terbiye etmek istiyor. Siyasal İslam’ın tüm gerici kurumları, su katılmamış cinsiyetçi, sapkın figüranları İstanbul Sözleşmesi aleyhtarlığıyla faşist şefliğin gerçek niyetini perdelemek için canhıraş çalışıyor. Gerçek niyetse kazanımlarını savunmak üzere sokaklara çıkan kadınlara, LGBTİ+’lara polis eliyle uygulanan şiddet ve saldırılarla deşifre oluyor. “Devletin bekasını tehdit eden dış mihraklar, marjinal gruplar, sapkınlar” yakıştırmalarının muhatabı olan kadınlar ve LGBT+lar, kararlı duruşlarıyla, faşist şefin yoluna taş koydukları için, her gün daha fazla saldırıların hedefi oluyor. Faşist şef kadınlardan sayıları giderek artan “kindar ve dindar” neslinin uslu yetiştiricileri olmalarını ve “kutsal ailenin her şeyine katlanan suskun hizmetkarı” olmalarını bekliyor. LGBTİ+’ların ise bırakalım kendilerini görünür kılıp, hak talep etmelerini, izlerinin dahi silinmesini istiyor. Kendisi buyursun, hikmetinden sual olmaksızın uyulsun istiyorken, hak, hukuk namına ne varsa buyruklarıyla uyumlu hale gelsin diye her gün yeni bir talimatname yayınlıyor. Faşist diktatörlük düzeni kurmanın gereğini yerine getiriyor. Adına “Ankara kriterleri” dediği faşizan kriterleriyle sokaklardan yükselen ve kendisine isyanı simgelen kadınların, LGBTİ+’ların seslerini şiddetle yok etmek istiyor.
Fiziksel ve cinsel şiddet dışındaki şiddet biçimleri faşist şeflik rejimince yok hükmünde kabul edilirken, çocuk istismarı ve zorla evlilikleri meşrulaştıran, faillerini aklayan yasal düzenlemeler rejim eliyle hazırlanıyor. Faşist şeflik için “aile içi halledilecek mesele”lerin kamu işi kılınması rant alanı kıldığı kamu bütçesinin gereksiz israfıdır.
Eğitim alanı kapsamında getirilen hükümler de faşist şefin “kindar ve dindar” nesil istem ve özlemine engeldir. Giderek gericileştiler, siyasal İslam’ın formu kazandırılan eğitim sisteminin temeli erkek egemenliği üzerine kurulmuştur ve bu yapının güçlendirilmesi temel hedef konumundadır. Devlet radyo ve televizyonlarından yapılması istenen yayınlar ise mevzu bahis dahi değildir. Kadınlara ilişkin yapılan tek yayın, kadın katliamlarının magazinleştirilen haberleri ve dönem dönem katıldıkları eylemler sonrası hedefe konularak teşhir edilen, terörist ilan edilen kadınların görüntüleridir.
Kadınlar, LGBTİ+'lar sokakta isyanda
İstanbul Sözleşmesi taraf devletlerin temel kamusal görevlerini de somutlamıştır. 5. madde 1. bendi ile "Taraflar kadınlara karşı herhangi bir şiddet eylemine girişmekten imtina edecek ve devlet yetkililerinin, görevlilerinin, organlarının, kurumlarının ve devlet adına hareket eden diğer aktörlerin bu yükümlülüğe uygun bir biçimde hareket etmelerini temin edeceklerdir.”
- madde “Taraflar kadınlara karşı şiddet uygulanmasıyla mücadelede aktif bir rol oynayan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını her düzeyde takdir ve teşvik edecek ve destekleyecek ve bu kuruluşlarla etkili bir iş birliği gerçekleştirecektir.”
- madde “Taraflar mağdurlara ve özellikle kadın ve çocuklara, kalacak güvenli yer sağlamak üzere uygun, yeterli sayıda kolayca erişilebilir barınaklar oluşturmak ve mağdurların yardımına proaktif bir biçimde koşmak üzere gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.”
- madde “1. Taraflar bir yetişkini veya çocuğu kasten evliliğe zorlamanın cezalandırılmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”
Bu dört madde açısından da sözleşme faşist şeflik rejiminin somut politikaları aksi yöndedir. Devlet ve kamu kuruluşları kadın, çocuk ve LGBTİ+’lara uygulanan saldırı politikalarının ve şiddetin uygulayıcısı olduğu kadar, sorumlularının da savunucu konumundadır. İhtiyacı karşılayacak düzeyde barınma evleri bulunmadığı gibi, yenilerinin kurulması gibi bir yönelimde söz konusu değildir. Çocuk istismarı ve evliliklerini yasaları kanalıyla meşrulaştırmak isteyen devletin ta kendisidir. İstanbul Sözleşmesi’nin tarafı ve uygulanmasının geliştiricisi konumunda bulunan kadın örgütleri ile değil iş birliği yapılması, faşist şeflik rejimi açısından kadın örgütleri marjinal, terörist yaftalamaları ile doğrudan şiddetin hedefi konumundadırlar.
Kadınların, LGBTİ+’ların eşitlik ve özgürlük mücadelesi faşist şeflik rejiminin sınırları ya da normları içine sığmayacak denli köklüdür. Faşist şeflik rejimi bağlayıcı tüm yasa ve hükümleri iptal yoluyla erkek saldırganlığının önünü açarak, kadını aşağılayan, ikincilleştiren ve şiddeti sınırsızlaştıran tüm yasa ve uygulamalara meşruiyet alanı yaratmak istemektedir. Böylelikle tekçi, gerici, cinsiyetçi toplum düzeninin en büyük engeli gördüğü kadınları zor yoluyla kontrol altına almak istemektedir. Sokakları terk etmeyen kadın ve LGBTİ+’lar kazanımlarını savunmakta kararlılar. Mücadelenin merkezinde duran İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğinin tartışılmasının ötesinde uygulanmasıdır. Mücadelenin tüm alanlara yayılarak geniş emekçi kadın kitlelerinin mücadelenin doğrudan tarafı kılınması ve cins özgürlüğü temelinde erkek egemenlikli kapitalist burjuva düzen karşısında saflaştırılmasının olanakları olmadığı kadar büyümüştür. Eylemlerin önemli bir dinamiği olan genç kadınlar Gülistan Doku, Pınar Gültekin ve katledilen sayısız genç kadının adalet talebini sokakta büyütmeye ve genç kadınları özgürlükleri için mücadeleye çağırma seferberliğini sürdürmelidir.
Faşist şeflik rejimi kadınların gücünün farkında olmanın korkusu içindedir. Kadınlar eşitlik ve özgürlüklerini sokakta mücadele yoluyla kazanacaklarının bilinciyle “Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganını büyütmektedir. İsyanda olan kadınlar, LGBT+'lar İstanbul Sözleşmesi uygulanıncaya dek durmayacaklardır. Kazanımlarını korumak üzere sokakları terk etmeyen kadınların, LGBT+'ların her gün daha fazla büyüyen mücadelelerinin birleştirici temel talepleri “Eşitlik ve Özgürlük”tür. Kadın özgürlük mücadelesinin ufku salt kazanımlarının korunması ile sınırlı değildir. Kadınlar özgürlüklerini kazanıncaya dek durmayacak ve sokakları terk etmeyeceklerdir.
Burjuva düzende, kadınların yasal kazanımları anayasa ve uluslararası sözleşmelerle hukukileştirilerek yasalaştırılsalar bile asla güvencede değildir. Erkek egemenliğine dayanan burjuvazinin iktidarı sürdüğü müddetçe bu böyledir. İstanbul Sözleşmesi deneyimi bunu bir kez daha göstermiştir. Tek güvence kadın devrimi çizgisinde kadınların örgütlü mücadelesidir.