Grev Hakkı Ve 8 Mart İçin Mülkiyet Mücadelesi

Teori Ve Eylem dergisinin Şubat 2019 sayısında, Fulya Ali Koç ve Sevda Karaca imzalı ve “8 Mart Kadın Grevine Esastan İtirazlar” başlıklı, “8 Mart için patent hakkı mücadelesini” esefle okuduk. Patent hakkı mücadelesi, sosyalizm adına verildiği için, sosyalistler olarak bu durumu daha da bir zul addettik.

 Yazı, dünya çapındaki 8 Mart kadın grevini, Türkiye ve Kürdistan’daki grev girişimi ayağı başta olmak üzere, eleştiri konusu yapıyor ve durumu, “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün ‘uluslararası kadın grevi/feminist grev günü’ olarak yeniden ilanı ve ilhakı” olarak tanımlıyor.

Esef duyduk, çünkü ilhak mücadelesinin muhatabının, greve 2017, 2018 ve 2019 yıllarında katılım sağlayan, İspanya’daki 5, ABD’de 3, Arjantin’de 1 milyon ve dünyanın dört bir yanında yüzbinlerce emekçi kadın olduğunu düşünüyoruz.

8 Mart, kuşkusuz ki, komünist kadınların kadın özgürlük mücadelesine kazandırdığı bir mücadele günü. Türkiye ve Kürdistan özgülünde 8 Mart’ı salonlardan çıkarıp sokaklara taşırma öncülüğü de feministlere ait değil. İlerleyen dönemde ise, feministlerin harekette en etkili siyasal özne durumuna geldikleri ve kendileri dışındakilerin geçmiş ve güncel pratiklerini hiç de “dayanışmacı” olmayan bir hoyratlıkla yok saydıkları da bir gerçek. Olabilir, başka bir tartışma. Bundan çok daha sorunlu pek çok şey var. Örneğin 1 Mayıs’ların reformist sendikalar öncülüğünde örgütlenmesi. Teori ve Eylem bu durumla pek de kavgalı değil mesela. Sonuçta, politik özneleri kimler olursa olsun, “kadın grevi” şiarının yükseltildiği sonuncusu da dahil, 8 Mart’lara damga vuran, emekçi kadınların, öğrenci kadınların, ezilen kadınların özgürlük talepleri. Ve komünistler bu günü emekçi kadınlar adına kazanmadılarsa ne adına kazanmışlar anlamak mümkün değil.

8 Mart, herhangi bir komünist örgütün kuruluş yıldönümünden değil de, kadın işçilerin bir grevinden köken alır. Keza 8 Mart’ı “Uluslararası Kadın Günü” adıyla emekçi kadınların mücadele günü ilan eden Sosyalist Kadın Enternasyonali de kendisini emekçi kadınların temsilcisi olarak görür. Velhasıl 8 Mart, bizzat kadın enternasyonali tarafından dahi, ne komünistlerin, ne de herhangi başka bir siyasal öznenin günü ilan edilmiştir. 8 Mart, emekçi kadınların mücadelesini büyütmek için ortaya çıkmıştır. Bize göre bu onu, emekçi kadınlara ait, onlar tarafından tarihin herhangi bir zamanında sahiplenilebilir ve canları hangi eylem biçimiyle kadın özgürlüğü şiarlarını yükseltmek istiyorsa o eylem biçimiyle doldurulabilir kılar.

8 Mart, emekçi kadınların mücadele günü olduğu için, biz de İspanya’da 5 milyon burjuva kadın olduğunu pek zannetmediğimiz için, ayrıca aynı gün çok sayıda fabrikada iş bırakıldığı verisinden hareket ettiğimiz ve fabrikada çalışanların “genellikle” patron değil işçi olduğunu varsaydığımız için, üstelik daha önce, emekçi ve işçi kadınlar işinde gücündeyken 5 milyon burjuvanın kadın hakları için sokağa çıktığına da tanık olmadığımız için, ister fabrika işçisi, ister ev emekçisi, ister öğretmen, doktor veya seks işçisi olsun, söz konusu 5 milyon kadının, ezici çoğunluğunun emekçi kadınlar olduğunu farz ediyoruz. Bildiğimiz kadarıyla, 8 Mart, Dünya Bir İşte Çalışan İşçi Kadınlar Günü olmadığı gibi, Dünya İşçi Kadınlar Günü dahi değil. Dünya Sanayi İşçisi Kadınlar Günü ise hiç değil. Öyleyse, tornacı, garson, tekstil işçisi, hemşire, baytar, öğrenci ve tiyatro oyuncusu kadınlar gibi, işsiz kadınların da; yarı zamanlı işçi, ev eksenli çalışan işçi kadınlar gibi, ev emekçisi kadınların da günü olduğunu varsaymamız tümüyle olanaklı. Biz örneğin, Hillary Clinton’un saçlarını süpürge edesiye ev emekçiliği yaptığını, Paris Hilton’unsa karun kadar zengin Hilton ailesindeki yaşlılara ve hastalara baktığını pek sanmadığımız için, ev emekçisi kadından anladığımız şey de, burjuva kadınlar değil.

Böylece, İspanya’daki 5 milyon kadının, emekçi kadınlar olduklarına göre, emekçi kadınlar gününü kutlamalarında, eylem yapmalarında, grev yapmalarında, gösteri yapmalarında ya da o gün başka her ne mücadele aracı kullandılarsa onu kullanmalarında herhangi bir sorun görmüyoruz. Hatta küçük burjuva kesimlerden emekçi kadınların, örneğin küçük burjuva köylülerin veya aydınların da bu greve katılmalarını hem pek münasip, hem de çok güzel bulmamızın yanı sıra, burjuva saflardan greve destek vermiş birileri varsa, bunun da grevi bulandırdığını düşünmemiz mümkün değil. Biz zaten grev silahının, “yanlış” emek biçimleri ve “yanlış” iş alanlarından sinyal bozucu parazitlerin işe karışıp da hatlarını bozacağı, bulandıracağı, cılız, kuvvetsiz bir eylem biçimi olduğunu da pek sanmıyoruz. Üstelik bir üretim grevine konu olacak üretken bir emek biçimi yoksa nasıl grev yapılacağını, bırakılacak bir iş yoksa nasıl iş bırakılacağını anlamak da mümkün değil. Bundan yola çıkarak, 1 saatliğine ya da 1 günlüğüne, bir yerlerde bir üretim durmuşsa, söz konusu emek biçiminin grev aracına uygun olduğunu, yapılanın da grev olduğunu öne sürebiliriz. Zaten grev aracının, üzerinde “katıksız kullanınız” yazan bir kullanım kılavuzu da yok. Hiç kimseden fabrika çalışan kimliği talep etmeksizin grev çağrısı yükseltmişliği vardır komünistlerin. Genel grev çağrılarını yanıtlayanların, sokak eylemlerine katılımdan hesaplandığı çoktur. Hatta grevin kuvvetini, greve niceliksel katılımdan çok daha fazla, sokak gösterileri başta olmak üzere değişik tipte eylemlerin belirlediği durumlar hiç az değildir. Bu durumun grev olayını bulandırdığı ise görülmemiştir. İşçiler de “Bu işyerinde grev var. Lütfen grev şiarıyla başka eylem yapmayınız” yazılı bir pankart asmaz grev alanlarına. Bir grev, sokak eylemleriyle, boykotlarla ve başkaca araçlarla birleştiğinde, bu işin toplamını grev olarak adlandırmamak gerektiği biçiminde bir kural da yoktur. Bazı işçiler için geçerli olanın, kadın işçiler için de geçerli olmasının önündeyse bir engel görmüyoruz. Sonuç olarak, eğer bu 5 milyon kadın “yanlış grev” yapmışsa, yine de İspanyalı işçilerin, grevin ne olduğu konusunda kafalarının karıştığını sanmayız. İşçiler şalterin ne ve nerede olduğunu bilir. Biz işçilere güveniriz.

Yani İspanyalı 5 milyon emekçi kadının, ABD’de, burjuva kadınlara, “bu iş size yazmaz, biz % 99’uz” çeken 3 milyonu aşkın kadının ve başka başka ülkelerden milyonlarca emekçi kadının, zaten kendilerine ait olan bu günü, ilhak etmeleri için bir neden olmadığını düşünmekle birlikte, eğer mutlaka isterlerse ilhak da edebileceklerini düşünüyoruz. Çünkü emekçi kadınlar o gün eylem yapmayacaksa, 8 Mart’ın ne işe yarayacağını pek kavrayamıyoruz. Vazoya koyacak değiliz. Turşu kuracak değiliz. Çeyiz sandığımızda saklayacak hiç değiliz. Feminizmin bu kadın hareketi üzerindeki ideolojik etkisinin, komünizmin, sosyalizmin ideolojik etkisinden misliyle yüksek olmasının nedenleri ayrı bir tartışma konusu ve bu yazıda girmeyeceğiz. Ama ABD’deki “%99 İçin Feminizm” ayrışmasıyla, sokağı tutan milyonlarca kadının Hillary Clinton’da sembolleşen liberal burjuva feminizme reddiye çekmesini de, onunla birlikte hareket etmesinden daha hayırlı bir gelişme olarak gördüğümüz kesin. Hatta işi daha da ileri götürüp, emperyalist küreselleşme döneminde yeni bir dönemeçte olan kadın hareketi içerisindeki kaçınılmaz sınıfsal programatik bir ayrışmanın ilk ve çok önemli bir verisi olarak da görüyoruz bunu.

Ayrıca, düpedüz burjuva liberal, üstelik de erkek egemen sendika patronlarının başına çöreklenmiş bulunduğu bir dizi sendikanın düzenlediği pek çok işçi grevine övgüler yağdırıp da, böylesi görkemli bir 8 Mart grevini, feministlerin güç sınamak amaçlı bir “hazıra konma” eylemi, işçi sınıfına yönelik bir ilhak hareketi olarak görmeyi bir yere koyabildiğimiz de yok.

O yüzden, şu sözleri (ve yazıda yer alan bir dizi benzer tartışmayı) tam bir mülkiyet kavgası olarak görüyoruz:

“Dolayısıyla ‘tabana ait feminizmi, işçi kadınlar, aileleri ve tüm dünyadaki destekçileriyle dayanışma içindeki antikapitalist bir feminizmi kurmak için’ ya da esas mücadelesini patriyarkaya karşı mücadele, rolünü de kadın kitlelerini feminist bilince ulaştırmak olarak ortaya koyanların güç sınamak için grev çağrılarını bugüne ‘denk getirmesi’ni açık bir ‘hazıra konma’ olarak görüyoruz.”

Bu kadar büyük bir eylem ve mücadele dalgası, bir takım feministlerin “güç sınamak” için düzenlediği, üstelik de hazıra konucu bir tezgahtan mı ibaret yani! Emperyalist küreselleşmeye, ırkçı baskılara, ücret eşitsizliğine, kürtaj hakkının gaspına, eğitim ve sağlığa ulaşımda eşitsizliğe, zenginlerle yoksullar arasındaki uçuruma ve sizin de yazıda olumlayarak sıraladığınız değişik konulara dair kadın talepleri etrafında sokağa çıkan kadınların sözünün, eyleminin, talebinin hiç mi değeri yok? Feministler 30-40 yıldır hiç mi eylem çağrısı yapmadılar? Bunların hiçbiri böyle bir kitleselliğe ve etki gücüne ulaşmamışken, bu “tezgahın”, işçi sınıfından grevi, sosyalist kadınlardan 8 Mart’ı aşırdıkları için mi tuttuğunu düşünüyorsunuz? Gerçekten pes.

Komünistlerin önderlik etmediği işçi grevleri iyi, komünistlerin önderlik etmedikleri ulusal demokratik mücadeleler hiç değilse kabul edilebilir. Ama komünistlerin önderlik etmediği bir kadın mücadelesi, kötünün kötüsüdür, öyle mi?

Harekete öncülük eden, hatta grevin çağrısını yapan bir kısım feministin, teorik görüşlerini eleştirmek, yaptıkları somut bir politik çağrıyı mahkum etmekle aynı şey mi? Hatta onların politik çağrısını da, politik niteliklerinden bazıları ya da hepsi nedeniyle eleştirmek ya da mahkum etmek, bu çağrıya yanıt verip eyleme katılan kadınların, somut bir dizi talep etrafındaki somut mücadelesine yüz çevirmekle aynı şey mi?

Teori Ve Eylem’in kadın grevi eleştirisi, teorik bakımdan, aşağıda bir kısmını tartışacağımız, şurasını paylaştığımız burasını paylaşmadığımız, toplamını erkek egemen görüş açısıyla malul bulduğumuz bir yaklaşım. Ama bunlardan önce, politik bakımdan sorunlu. Teori Ve Eylem’in bir eylem biçimini, “grevi” ele alış tarzındaki fetişizm, kaba ilkesellik, 8 Mart’la ilişkilenişteki mülkiyetçilik ve “teorik-politik ayrımlar” vesilesiyle kitlelerden de, politikadan da kopma hali karşısında dehşete düştük.

Kısacası, biz bu patent hakkı davasının tarafıyız ama karşı tarafıyız.

Grevin Öncülüğü

Teori Ve Eylem, feminist “yeniden üretim teorisi” ve “iki sistemli teoriler” çerçevesinde, kadın ezilmesinin niteliğini ele alıyor ve sonuçta, bir “kadın grevi”nin mümkün olup olmadığını, olursa kapsam ve içeriğinin ne olması gerektiğini tartışıyor.

Yeniden üretim teorisi kapsamındaki çalışmaların, özelde de, %99 İçin Feminizm Manifestosu’nun, “ataerki ve kapitalizmi birbiriyle çatışabilen veya çakışabilen iki ayrı üretim sistemi, üretimi ve yeniden üretimi de bu iki sistemin alanları olarak tanımlayan ikili sistem feminizmiyle ‘hesaplaştığı’ oranda Marksizme yakınsadığı yerler” içerdiğini belirterek, “Bunlar, detaylı bir analize girildiğinde farklılaşacak olsak da ortak bir mücadele hattında birleşmeye yetecek kadar benzer düşündüğümüz noktalar” diyor. Belirtmeliyiz ki, Teori Ve Eylem’in, feminist manifestocuların marksizme “yakınsadıklarını” düşündükleri noktalar, oldukça özsel konulara dair ve bunların sayısı da çok. Ancak üretim ve yeniden üretimin tarihsel analizinde maddi koşullardan uzaklaştığını, bu nedenle ikili sistem teorilerinden kopamadığını söylüyor. Buna, 5. tezi örnek gösteriyor: “Kadınların ezilmesini kapitalizm icat etmedi, o önceki tüm sınıflı toplumlarda vardı. Ama kapitalizm, yeni kurumsal yapılarla payandalanmış, yeni ve kendine özgü cinsiyetçilik türleri meydana getirdi. Asıl yeniliği ‘insan üretimi’ni kar üretiminden ayırmak ve insan üretimi işine kadınları tayin etmek ve insan üretimini kar üretimine tabi kılmaktadır… toplumsal yeniden üretim cinsiyetlidir; kadınlara atfedilmiş ya da onlarla ilişkilendirilmiştir. Örgütlenmesi toplumsal cinsiyet rollerine dayanır. Bu yüzden de feminist bir meseledir.” (vurgu Teori Ve Eylem’e ait)

Teori Ve Eylem’in buna yönelttiği iki eleştiriden biri, sorunu “feminist bir mesele” olarak görmesi. Doğrusu bu abes bir eleştiri. Birileri adını Feminist Manifesto koydukları bir şey yazarlarsa, haliyle meseleyi de feminist görürler. Eleştirecekseniz adından başlamanızda fayda var.

İkinci eleştiri ise daha çetrefilli. “Yeniden üretim”in insan üretimi temelinde tariflendiğini, bunun ev içi emeğe indirgendiğini, ama diğer yandan da kapitalizmdeki hizmet üretimi alanlarını kapsayarak aşırı genişletildiğini söylüyor. Teori Ve Eylem’in değerlendirmesi, “yeniden üretim”in, insan üretimine indirgenemeyeceği bağlamında doğru, ama gerek üretimin, gerekse haliyle yeniden üretimin, insan üretimi açısından da, maddi malların üretimi açısından da, yukarıda sıralanan alanlara genişlemiş olduğunu reddetmesi, emperyalist küreselleşme döneminin güncel gerçeklerinden kopuk.

Yeniden üretimin “insan üretimine” indirgenmesi, feministlerin ekonomik sistem analizlerinde başköşeye oturan yanlış kavrayışlardan biri olageldi. Marksist yazında yeniden üretim adına söylenen her şeyi de buradan kavradılar. Feminist manifesto yazarları, Teori Ve Eylem’in eleştirisinde iyi temellendirilmemiş olsa da, bu yanılgıyı değişik biçimlerde sürdürüyor. Teori Ve Eylem, buradan yola çıkarak, feminist manifestocuların, işçi sınıfının kapsamını aşırı genişleterek muğlaklaştırdıklarını, bunun sonucunda da, sınıfı bir tabakalaşma, değişik tipte eşitsizliklerden biri gibi kavrayarak, neoliberalizmin “kimlikler” politikasından kopamadıklarını söylüyor. Kaynağı “işçi sınıfının aşırı genişletiliyor olması” olmasa da, manifestocuların kimlikler politikasından kopamadıkları ve sınıflar mücadelesinin temel diyalektiğini kavrayamadıkları, esas itibariyle doğru. Bu, burjuva düzen ile yıkıcı bir kutuplaşma içerisine girmelerini engelliyor ve onları reformist bir kuvvet yapıyor.

Öte yandan biz, olayları kendi gerçek zemininde değerlendirmeyi daha doğru buluyoruz. Feminist manifestocuların, kadın özgürlük mücadelesinin diğer toplumsal mücadelelerle güçlü bağlar kurması zorunluluğuna işaret eden çıkışını, dünya kadın hareketinin seyri içinde, oldukça ileri bir politik çıkış olarak görüyoruz.

Ancak Teori Ve Eylem, politikayla teoriyi birbirinin yerine ikame ettiği için, bu eleştirilerden yola çıkarak, oldukça yanlış bir noktaya savruluyor: “Kadın grevi feminizmini teorik, politik ve pratik bir çerçeveye oturtmaya çalışan ‘feminist manifesto’ yazarları ‘emek denilen şeyi’ (örneğin, karşılıksız emek türlerini de içine alacak şekilde) yeniden tanımlayarak ‘grevi demokratikleştirdiklerini’ iddia ediyorlar. Burada ‘emek denilen şey’in hangi soyutlama düzleminde tartışıldığı tayin edicidir; üretici ve yaratıcı bir faaliyet olarak emek mi, sermaye ile ilişkisi dahilinde (ücretli ve ücretsiz) emek mi… Hepsinin soyutlama düzlemi farklılaşır. Ancak tartışmamız ‘grev’ ise zeminimizin ücretli emek ile sermaye arasındaki, kapitalist ile proleter arasındaki uzlaşmaz çelişkinin (sınıf mücadelesi) belirli bir toplumda, belirli bir zamanda ortaya çıkan görünümü olduğu apaçıktır. Bu görünümün ya da momentin nasıl örgütlendiğine ilişkin daha somut ve pratik sorunlar, ‘burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişkinin kendini dışa vurduğu bir moment olarak grev’ kavramını değiştirmeye yetmez, çünkü o daha yüksek bir soyutlamanın parçasıdır. Aksi yıpratıcı politik sonuçları olan bir yanılsamaya düşmek olur.” (a.b.ç.)

Arkadaşlar, olay kavramlar dünyasında değil, eylemler dünyasında geçiyor!

Grev “kavramıyla” ilgili bir tartışma değil, grevin kendisi var. Kadın işçiler iş bırakıyor. Ev emekçileri ev işlerini durduruyor. Çağrıcıların, kadın grevini sadece evsel kölelik merkezli tutmak ya da sadece tüketim boykotuyla sınırlamak gibi bir dertleri yok. Olmadığına göre, hiç de paylaşmadığımız bu görüş açınıza rağmen, grevi toptan mahkum etmekten ve katılmamaktan ne murat ettiğinizi anlamak mümkün değil. Ev içi eksenli bir grevin olamayacağını söylüyorsunuz. Güzel, o zaman etkili olmaz biter gider. O zaman fabrika, atölye, okul, hastane merkezli işçi kadın grevleri öne çıkar. Feministlerin diğer girişimlerini mahkum etmeye devam edersiniz, siz kadın grevini işçi kadınların grevlerini büyütme yönünde itersiniz. Ama yok eğer, ev işlerini bırakma eylemleri de yaygınca gerçekleşmişse, o zaman görüşlerinizi gözden geçirirsiniz. Her durumda, “soyutlama düzlemi” diye takılıp kaldığınız yerden, biraz da “somutlama düzlemine” inseniz, kadın grev dalgasının sunduğu olanakları kavrama gücü gösterebilirsiniz.

“Ancak, bunlar grevin ‘üretimden gelen bir güç’ olduğu gerçeğini değiştirir mi? Kesinlikle hayır! Örneğin, boykot pratiğinde olduğu gibi ‘tüketim üzerindeki güç denemesi’ diye tarif edebileceğimiz pratikleri grev tanımına sokmak ‘grevin repertuvarını geliştirmek’ değil, işçi sınıfının en güçlü silahlarından birini amorflaştırmak anlamına gelir. (…) Odysseus’un atını Truva kapılarında mor kurdelayla karşılamak anlamına gelecek bir ‘feminizm grevi yeniden icat ediyor’ iddiası, en iyimser yorumla, ‘grevi yeni keşfetme’nin acemilikleriyle açıklanabilir.”

Öyle açıklayalım o zaman. Önünde ne engel var? Neden durumu grevi yeniden keşfetmenin acemilikleriyle açıklamıyorsunuz da, “Odysseus’un atını Truva kapılarında mor kurdelayla karşılamak” gibi tumturaklı cümlelerle, bu kadar sınıf tabanlı, bu kadar emekçilere ve yoksullara dayalı, üstelik de bu kadar, burjuvazinin belli başlı kadın temsilcileriyle kavgaya tutuşmuş bir hareketi, işçi sınıfının bağrına saplanmış hain bir bıçak gibi reddediyorsunuz? Üstelik ya cahilliğinizden, ya ilgisizliğinizden ya da çarpıtma isteğinizden, yanlış bilgiler sunuyorsunuz. Mağaza kapatma, boykot gibi pratiklerin grevin özüne yerleştirildiği yanlış, gerçek durum hiç de böyle değil. Ama bunu bir kenara koyalım. Çağrıcıların teorik görüşleri yanlış diye bir eylemi reddetmek nasıl bir mezhepçiliktir öyle! Pek çok işçi eyleminin çağrıcılarının, teorik görüşleri yanlış, politik görüşleri de yapyanlış! Bunları reddediyor musunuz?

Flormar grevinin çağrıcıları marksist leninist mi? Novamed grevi komünistlerin önderlik ettiği bir grev miydi? Küreselleşme karşıtı hareketlerin, emperyalist zirvelere karşı gösterilerin, Irak ve Afganistan eylemlerine karşı mücadelelerin çağrıcıları marksist leninist miydi? Sarı Yelekliler’in, Öfkeliler’in, Zincirsizler’in çağrıcılarının, Arap ülkelerindeki isyanların içindeki etkili politik öznelerin tamamının görüşü de marksizmden fersah fersah uzaktı. Bu eylemleri mahkum mu etmeli? “Olmasaydı daha iyiydi” mi demeli?

Sizin, %99 İçin Feminizm Manifestosu yazarları ile bulduğunuz sayısız görüş açısı ortaklığı var; bunların, üstelik pek çok konuda, düne oranla “marksizme yakınsadığını” tespit ediyorsunuz. Fakat bizce, işçi sınıfı ve emekçi tabakalardan, ezilen halklardan, siyahilerden, göçmenlerden oluşan geniş bir kadın kitlesine dayanan, emperyalist küreselleşmenin sonuçlarına karşı, antikapitalist şiarların ağır bastığı, somut bir kadın hareketine pratik olarak önderlik ediyor olmaları, marksizme ne kadar yakınsadıklarından daha önemli. Bize göre, marksizme yakınsamış olmalarından daha önemli olan, duyguda, düşüncede ve pratikte emekçi sınıflara yakınsamış olmaları. Marksizme çok daha “yakınsamış” olup emekçi sınıfların yaşamlarına ve özlemlerine fena halde uzaksayan pek çok sendikacıdan daha üstün bir tutum bu. Ama marksizme yakınlık sizin için bir ölçüyse, diğerlerine gösterdiğiniz tahammülü bu eylemlere gösterememenizi nereye koymalı?

Nedeni belli. Çünkü grev aracı işçilere aittir ve buna el uzattılar.

Kadınların Üretimden Gelen Bir Gücü Var Mı?

Grev, “üretimden gelen gücün” kullanılmasıdır diyorsunuz.

Kadın grevinin bütün sorusu ve konusu şu: Kadınlar üretiyor mu, üretmiyor mu? Kadınlar toplumsal yaşamın sürmesine katkıda bulunuyor mu, bulunmuyor mu? Kadınlar varlar mı, yoklar mı? Kadınların üretimi, toplumsal yaşamdaki varlığı, yok sayılıyor mu, sayılmıyor mu?

Evet, grev üretimden gelen gücün kullanılmasıdır ve tıpkı, “salt işçi”lerin üretimi durdurmasının, “burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişkinin kendini dışa vurduğu bir moment olarak grev” olması gibi, kadınların üretimi durdurmasının, “kadınlar ile sermaye ve erkekler arasındaki çelişkinin kendini dışa vurduğu bir moment olması” pekala mümkün olabilir. Kadın grevi, kadın emeği ile sermaye arasındaki çelişkileri de, cinsler arası çelişkileri de açığa vurabilir.

Evet, bize göre, kadınların üretimden çekilmesi, birincisi, kadınların toplumsal üretime katılım düzeyini ortaya çıkarır, ikincisi kadınların üretimi durdurmasının öncelikli olarak etkilediği, eğitim, sağlık, temizlik, tekstil gibi alanlara bakarak, bu toplumsal üretime katılımın ne derece cinsiyetçi işbölümü temelinde gerçekleştiğini ve toplumun ihtiyaç duyduğu pek çok gereksinimin kadın emeği üzerinde yükseldiğini ortaya çıkarır, üçüncüsü, evdeki üretimini ortaya çıkarır. Bu nedenle, kadın grevi herhangi bir grev değildir ve erkeklerin katılımını talep etmez.

Toplamda, sayısız değişik tipte sokak eyleminin yanı sıra, tüketim boykotunu da içeren bir kadın grevi, “vardık, varız, varolacağız”ı ortaya çıkarır.

Kadın grevinin, tüketim boykotunun çeşitli biçimleriyle birleşmesini eleştiriyorsunuz, ama kadınlara dair yazdığınız tüm bildirilerde, kapitalizmin kadınları nasıl da belli güzellik ölçülerine zorlayarak geniş bir kozmetik sektörü için pazar haline getirdiğini, nasıl da temizlik ve ev içi işler için sayısız ürünün başlıca tüketicisi olduklarını, gıda alışverişini kadınların yaptığını, beslenme işini kadınların örgütlediğini ve bu nedenle yoksulluğun kadınları nasıl da vurduğunu, kadın bedeninin bütün ürünlerin pazarlanmasında bir reklam aracı haline gelerek nasıl da metalaştığını anlata anlata bitiremiyorsunuz. Bir tüketim boykotunun, kadınların toplumsal konumunun bu sonuçlarına dikkat çekmesinin nesini bu kadar yargılıyorsunuz?

Çünkü en başta, cins çelişkisinin doğasını marksist tarzda kavrayamıyorsunuz. Çünkü cins çelişkisinin, haliyle, cinsler arasında olacağını kabul etmiyorsunuz. Cins çelişkisi cinsler arasında değilse, yok demektir.

Sermaye Ve Cins Çelişkisi

Teori Ve Eylem, iki sistemli teorilerin, grev hareketi üzerindeki etkisinden yola çıkarak, ev içi emek sorunu temelinde, sermaye-patriyarka ilişkisine, kendi ifadesiyle, “Marksizmle feminizm arasındaki mutat tartışmaya; kadınların ezilmişliğinin toplumsal-maddi temelinin ne olduğuna” dair analizler yapıyor.

Patriyarkayı, kadınların ev içi karşılıksız emeğinin sömürülmesi maddi zemini üzerinde duran bir sistem ve kapitalizmi de ücretli emeğini sömüren başka bir sistem olarak ele alan, bu iki sistem arasındaki bağı birbirinden farklı biçimlerde tartışan ikili sistem teorilerinin “yeniden üretim” konusundaki görüşleri etrafında bir teorik tartışmaya giriş olarak, ikili sistem teorileri, “kadınların hem kapitalist hem de ataerkil sömürüye, yani aynı anda hem üretimde hem de yeniden üretimde ‘çifte sömürüye’ tabi kaldığını savunur” diyor Teori Ve Eylem.

İkili sistem teorilerine hakim olan, kadınların üretimde kapitalist, yeniden üretimde ataerkil olmak üzere çifte sömürüye uğradıkları görüşü gerçekten de yanlıştır ve yukarıda da ele aldığımız gibi, “yeniden üretim” konusunu kavrayışları baştan aşağı sorunludur. Öte yandan, kadınlar hem maddi malların üretimi ve yeniden üretimi süreçlerinde ataerkil ve kapitalist, hem de işgücünün üretimi ve yeniden üretimi süreçlerinde ataerkil ve kapitalist sömürüye uğrarlar. Teori Ve Eylem, haklı olarak, “Kadınların kapitalizm koşulları altında ezilmişliğinin toplumsal-maddi temeli hanenin sermayenin yeniden üretimi ile olan yapısal ilişkisiyle alakalıdır” sonucuna varıyor, cinsel sömürünün sermaye ile ilişkisini temellendiriyor, ancak, bu “yapısal ilişkiyi” açıklamada, cinsel sömürünün niteliği konusunda çuvallıyor. Teori Ve Eylem, ataerkil baskı ve sömürünün tarafının, tümüyle sermaye olduğunu ve evdeki erkeklerin –bütün evlerdeki erkeklerin, bununla birlikte elbette işçi evindeki erkeklerin, cins olarak erkeklerin– bu sömürünün tarafı olmadığını kanıtlamaya girişiyor. Feminist analizlerin “sınıflarüstü” niteliği karşısında “cinslerüstü” bir kılıçla dövüşmek, bir tür körler dövüşüne yol açıyor.

“Kadınların kapitalizm koşulları altında ezilmişliğinin toplumsal-maddi temeli hanenin sermayenin yeniden üretimi ile olan yapısal ilişkisiyle alakalıdır: Sermaye ve devlet kadınların gelecekteki emekçi kuşakları üretme kapasitelerini düzenleyebilmeye ihtiyaç duyar, sömürülmeye uygun emek gücü böyle elde edilir. (…) kapitalizmde ataerkil toplumsal ilişkilerin varlığı basitçe önceki üretim biçimlerinden aktarılmış örtük bir kalıntı ya da ayrı bir biçimde ilerleyen ayrı bir üretim biçimi değildir. Aksine bu ilişkiler ‘kapitalizmin sönmeyen ateşinin benzinini’ yani emek gücünü yeniden üretmek için mutlak surette gereklidir. Ataerkil ilişkileri yeniden üreten şey egemen üretim biçimidir ve bu üretim biçiminin kendisi kaçınılmaz olarak ataerkildir. Yani ataerki, üretim biçiminin dışarıdan etkilediği bir olgu değildir. Emek gücünün toplumsal yeniden üretiminin ataerkil karakteri kadınların ezilen cinsiyet olması sorununu sınıfsal bir mesele haline getirir, tam da bu nedenle kadının özgürleşmesi sınıf mücadelesinin alanına girer.”

Bütün bunlar güzel ve kuşkusuz ataerkil toplumsal ilişkilerin varlığı basitçe önceki üretim biçimlerinden aktarılmış örtük bir kalıntı değil, ama bütün temellendirmeleriniz içinde erkek cins kadın cinsi bir türlü sömürmeyince, bu denkleme ataerki hangi maddi bağlamdan giriyor?

“Kadınlar erkeklerin kadınları sömürdüğü tarih üstü bir ataerkil üretim biçimi tarafından sömürülmez ya da ezilmezler.”

Bunun doğru olması, ataerkinin tarih üstü bir olgu olmaması için, erkek cinsin kadın cinsi sömürmeye devam ediyor olması gerekmez mi? Üstelik sermaye tarihinin sınırlarını aşan bir toplum analizi, “tarih üstü” olmak zorunda değildir ki. Sınıflı toplumların tarihi, sermayenin tarihinden uzundur ve bu tarih içerisinde ortaya çıkan ataerkinin sermayeyi etkilemesi, pekala sermayenin ataerkini etkilemesi kadar olasıdır. Ve tarihin bir aşamasında erkek cins, kadınları sömürme işini sermayeye devretmişse, ataerkinin yerini tümüyle sermaye iktidarına bıraktığını söylemek gerekmez mi?

Sermaye düzeninde ataerkil ilişkilerin üretiliş biçimine dair bütün bu analizlerin doğru olması için, ya ataerkinin, sadece, hukukun, kültürün ve toplumsal üstyapının diğer öğelerinin değişmesi zaman aldığı için, tarihten devralınmış bir takım kalıntılar olması gereklidir, ya da erkek cinsin kadın cinsi sömürmeye devam ettiğini kabul etmeniz gerekir. Bir üçüncü seçenek daha var ki, Teori Ve Eylem bunu yapıyor; erkek cinsi, sömürücü cins olarak nitelemekten o denli köşe bucak kaçıyor ki, bu kadar “maddi temel” analizine ve materyalizmden sapmama kaygısına rağmen, son derece idealist biçimde, onun tarifinde sermaye, ataerkini önceki toplumdan almış ve sonra öznel niyetlerine göre tepe tepe kullanmış bir süper-iradeye dönüşüyor.

Tarihsellikten, içine doğduğu gerçek koşullardan soyutlandığında, saf ve soyut olarak sermaye, cins çelişkisi dışında işleyebilir ve açıklanabilir. Denklemden erkek cinsi çıkardığınızda yaptığınız da budur ve şu tuhaf ve tutarsız sonuçlara ulaşırsınız: ataerkini sermaye, kendi çıkarları olduğu için üretiyor ve ataerki, tümüyle, sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği için var oluyor. Cins sorunu bu nedenle sınıfsal bir sorun. Öte yandan buna göre, sermayenin, kadın veya erkek, ücretli köleyi sömürme biçimiyle, hane içinde kadını sömürme biçimi aynı değil (bu bir artıdeğer sömürüsü değil). Fakat size göre, üstelik de sermaye ile kadın arasındaki bu ilişki, bir şeylerin kalıntısı, tali bir durum değil de “mutlak surette gerekli” olmasına rağmen, kadınlar başka bir sınıf da değil. Kadınları bir cins değil, sadece ve sadece bir sınıf sömürüyor, ama bu sınıfın sömürdüğü, bir sınıf değil. Çelişki cinsel, ama sömüren, bir cins değil. Erkek egemenliği, erkek cinsin egemenliğini ifade etmiyor, sermayenin kadını sömürme biçimini ifade ediyorsa, adına erkek egemenliği demeye neden devam ediyorsunuz? Eğer cinsel sömürü, bir cinsin diğer cinsi sömürüsü değil de, sadece ve sadece, sermayenin kadını sömürüsü ise, o zaman burada, kadınla erkek işi arasındaki basit bir ayrım, basit bir toplumsal işbölümünden öte, “erkil” olan ne? Sermaye kendi çıkarları için kadını şöyle, erkeği de böyle sömürüyorsa, durum niye sadece sermaye-erkil değil de ayrıca ataerkil? Bütün çelişki sermaye ile kadın arasındaysa, pekala, “kadının ikincil konumu, bir toplumsal ilişki biçimi değildir, erkeğin sömürülmesi ile arasındaki fark biyolojik farklılıklardan ibarettir” diyebilirsiniz. Sınıfsal sömürüden ayrı bir kategori olarak, cinsel sömürü nedir?

Kısacası, ya sermayenin kadını ev içi emek ve doğurganlık konularındaki sömürüsü, artıdeğer üretimiyle sonuçlanmalıdır ve bu da ev emekçilerini işçi yapar, ya sermaye, kadınları, ücretli köleleri sömürdüğünden başka türlü sömürür ve bu da kadınları başka bir sınıf yapar, ya da cinsel çelişki, cinsler arasındadır ve bu erkeği, ezen ve sömüren bir cins yapar. Eğer bunlar değilse, o zaman siz ne diyorsunuz?

Nedenin sonuç, sonucun neden haline geldiği bu tuhaf totoloji, elbette çok tanıdık ve nedeni de belli: Çünkü erkek cinsini, kadın cinsin ezeni, sömüreni olarak nitelemekten ısrarlı biçimde kaçınıyorsunuz. Nasıl söylerseniz söyleyin, cinsel sömürünün, bir cinsin diğer cins üzerindeki sömürüsü olduğunu, burada sömürmenin de, sömürülmenin de, sınıflar arasında, eşit olmayan biçimde dağıldığını kabul etmek zorundasınız. Kadın ezilmesinden, erkeklerin, bütün erkeklerin, maddi çıkarı olduğu gerçeğine tümüyle sırtını dönerek, sermaye üretiminin ve yeniden üretiminin, sadece kendi iç yasalarından ve özelliklerinden dolayı, neden mutlaka ataerkil olması gerektiğini açıklayamazsınız. Zaten açıklayamamışsınız da.

Marksizm, Ev İçi Emek Ve Teori Ve Eylem

Peki bu yaklaşım, marksizmin cins sorunuyla ilişkisi bakımından neyi anlatır?

“Marksizmin tam da bu noktada birçok akım tarafından ekonomik determinist ya da sınıf indirgemeci olmakla temelsizce suçlanması, esasen, söz konusu akımların ekonomiyi indirgemesiyle maluldür.” Marksizme yöneltilen bu suçlama haksız, ama sizin marksizminiz baştan ayağa kaba materyalist ve ekonomik indirgemeci. Bu nedenle suçlamaları üzerimize alınmıyoruz, ama üzerinize alınmanızı öneriyoruz.

“Marksizm ise kapitalizmde salt ekonomik görünen her ilişkinin toplumsal karakterini, ekonomiden yalıtık salt sosyal, politik, kültürel görünen her ilişkinin ekonomik temelini bütünlüklü ele alır.”

Peki analizlerinizdeki bütünlük nerede? Sizin analizlerinizde üretim var, insan yok. İlişki var, ilişkinin tarafları yok. Cinsel çelişki var, cinsler yok. Ataerkillik var, erk yok. Ataerkil sömürü var, sömüren ata yok.

Örneğin, şu yaklaşımınıza, ataerkini, “eklektik olmayan” bir biçimde eklemenin bir yolu var mı? “Kapitalist üretim biçiminde, salt ekonomik gibi görünen meta üretimi ile ataerkil normların etkide bulunduğu emek gücünün (yeniden) üretimi süreci sermayenin (‘sermaye ilişkisinin’) üretimi ve yeniden üretimi sürecinin birbiri üzerinde etkide bulunan ve birbirinden ayrı düşünülemez momentleridir.” Meta, emek gücü, sermaye üretimi vb., bunlar tamam. Bunlar sermaye üretiminin kendi özelliklerine dair. Peki, emek gücüne etkide bulunan “ataerkil normlar” nereden çıktı? Ataerkilliğin işin içine, norm olmaktan önce maddi ilişki olarak girmesi gerekmez miydi? Normu normlaştıran maddi koşulların, sermayenin üretiminin özelliklerinden kaynaklanan açıklaması nerede? Sizce aslında tümüyle sermaye üretiminin kendi özelliklerinin bir ürünü olan ataerki, tam da sermaye üretiminin “bütünsel ilişkilerini” açıklarken, “emek gücüne etki eden” bir takım “normlar” olarak, sisteme dışarıdan ekleniveriyor.

Evsel köleliğin temellerine dair, cinsler arası ilişkiyi hiçbir şekilde aydınlatmayan bu cins körü açıklamalar, sonuçta, kadın grevinin mahkum edilmesine bağlanıyor:

“Çağrısı yapılan feminist kadın grevinin kadınların mücadelesi bakımından içeriğini ‘ev işlerini yapmamak, çocuk, hasta, yaşlı bakımı yapmamak, seks yapmamak, ücretli çalışılan alanlarda iş bırakmak’ olarak ifade eden feminist yaklaşım; esasında kadınların ana mücadele alanını kadınların ‘politik bir özneye dönüştürmeleri’ yoluyla patriyarkaya ve onun cisimleşmiş haline (erkeğe) karşı mücadele olarak tarif ediyor, temel mücadele alanını da özel alan yani ev/aile olarak ifade ediyor. Onlara göre bu mücadelenin temelinde kadınların nesnel gerçeklikleri yani ‘erkekler tarafından baskılanmaları ve sömürülmelerinden kaynaklanan ihtiyaçları’ yattığı için bu mücadelede, nesnel olarak ezen özne konumunda bulunan erkeklerin yer alamayacağını söylüyorlar. (…) Feminist ‘kadın grevi’ tartışması, kadınların ev içi emeğini sermaye bakımından hayati rolünden soyutlayarak yalnızca aile içindeki erkeklerin el koyduğu bir emek haline getiriyor; ‘hane’yi, ‘erkeği’, toplumsallıktan soyundurulmuş ‘kadın-erkek ilişkilerini’ yeniden kadınların ezilmişliğinin ve sömürünün maddi zemini ve başat öznesi haline getiriyor.”

İşte bu gerçekten çok saçma! Ev içi emeğin, sermaye bakımından önemine dair sayfalar yazacaksınız. Bunun kapitalist düzende nasıl “kaçınılmaz”, gayet ehemmiyetli bir olay olduğunu öne sürecek, hatta ev içi emek sömürüsünün evdeki erkeğin değil, sadece sermayenin çıkarına olduğunu tartışacaksınız. Üstelik muhataplarınızı, ev içi emek alanının sermayeyle bağını kurmamakla eleştireceksiniz. Yani size göre, kadının ev içindeki durumu, toplumsal bir durum, muhataplarınıza göre ise, “toplumsallıktan soyundurulmuş”. Ondan sonra da, onlar, kadın grevinin sadece kadın işçilerin fabrika ve başkaca kapitalist işletmelerdeki grevlerden ibaret olmaması gerektiğini savunacaklar, sizse, hayır, grev aracı sadece fabrika ve kapitalist işletmelerde kullanılabilir diyeceksiniz. O zaman ev içi emeği toplumsallıktan soyunduran siz mi oluyorsunuz, onlar mı? Ev içi emeğin sermayeyle ve ücretli işgücü sömürüsüyle bağını kuramayan siz mi oluyorsunuz, onlar mı?

Kadınları erkeklerin değil de sadece sermayenin ev içine hapsettiği görüş açısından, ev işlerini yapmayı durdurmanın, sermayeyi etkilemesi gerektiği sonucu çıkar. Buna göre, siz, kadınların evsel köleliğinden erkeklerin de çıkar sağladığını öne süren, diyelim ki bizden veya başkalarından çok daha fazla, ev içi emek grevi ile fabrika grevi arasında bağ kuruyor, sermayenin bundan etkileneceğini öngörüyor olmalısınız. Ama görüş açınız böyle sonuçlanmıyor. O zaman kadının ev içi üretimini, üretimden saymıyor, emeğini emekten saymıyor olmalısınız.

“Ev içi emek” sorunundan başlayarak, feminist manifesto yazarları, “neyin emek sayılacağını” yeniden tanımlama iddiasında. Kuşkusuz ki, bu tanımı yapmaya giriştiklerinde, pek çok farklılığımız ortaya çıkıyor. Bu başka bir tartışma konusu. Ama Teori Ve Eylem, bu “yeniden tanımlama”nın somut içeriğine dahi gelmeden önce, “neyin emek sayılacağını yeniden tanımlama girişimi” karşısında dehşete düşüyor! “Neyin emek sayılacağını yeniden tanımlamaya” kalkışmak neden caiz değil?

Komünistler, “neyin emek sayılacağını” yeniden tanımlama iddiasında değil mi? Sosyalizmde “neyin emek sayılacağı” baştan aşağı yeniden tanımlanmayacak mı? Bütün bir Kapital, kapitalizmde neyin niye emek sayıldığının ve sınıfsız toplumda neyin emek sayılacağının tarifinden başka ne yapıyor ki? Kapitalizm, üretimin amacının azami kar olduğu bir düzen olarak, neyin emek sayılacağı hakkında doğru düzgün bir çerçeve mi sunuyor? Kadının ev içi emeğinin emek, iş sayılmadığı doğru değil mi? Amacı insan olan bir toplumsal düzenin, bu emeği, ne biçimde örgütlerse örgütlesin, emek sayacağı, iş sayacağı açık değil mi? Bu durumda, ev işlerini toplumsal bir ihtiyaç olarak gören ve toplumsal ölçekte örgütlemeye yönelerek “yeniden tarifleyen” sosyalizmin (somut olarak Sovyet örneğinin) görüş açısına, sizin yaklaşımınız mı daha yakın, yoksa adı geçen feministlerinki mi?

Ayrıca belirtmek zorundayız ki, çağrıcıların, “temel mücadele alanını da özel alan yani ev/aile olarak ifade” ettiği yanlış. Çağrının kapsamına kısaca göz atmak bile bunun düpedüz çarpıtma olduğunu anlamak için yeterli. Çağrıda, birden fazla biçimde formüle edilen, bu kapsamdaki analizin özeti şu: “(Çağrıcılar – b.n.) İşyerinin ve sosyal yaşamın birliğini ifşa ederek, mücadelesini bu alanlardan sadece biriyle sınırlamayı reddediyor. Neyin ‘çalışma’ sayılacağını ve kimin ‘işçi’ sayılacağını yeniden tanımlayarak, kapitalizmin kadınların hem ücretli hem de ücretsiz emeğini yapısal olarak değersizleştirmesini reddediyor.”

Bu tespitleri eleştirebilirsiniz, ama önce söylenenleri yerli yerine oturtmak gerek. Çağrı, “temel mücadele alanı ev/ailedir” demiyor, “ev/aile bir mücadele alanıdır” diyor. Çağrı, kadın emeğinin bütünsel olduğunu, kadın ezilmesinin olduğu gibi, kadın emeğinin de, kadının ücretli işçi olarak sömürüldüğü alanlardan ibaret görülemeyeceğini, kadının ev içi emeğinin toplum için gerekli ve değerli olduğunu, dolayısıyla grevin, fabrika-atölye-işletmeyle sınırlandırılamayacağını söylüyor. Biz bu görüş açısına tamamen katılıyoruz. Esas alan olarak aile/ev içine dayalı bir mücadeleyi savunmakla, işyerinden ibaret bir mücadeleyi reddetmek arasında fark var. Bu ikisini aynılaştırmak, eğer kasıtlı çarpıtma değilse, Teori Ve Eylem’in ev içi emek sömürüsündeki çarpık kavrayışının ürünü.

Erkeğin Cins Çelişkisindeki Konumu

Çağrıcıların görüş açısını tümüyle paylaşmıyoruz. Özellikle de, kadın cins açısından toplumsal üretimde yer alıp yer almamanın sisteme karşı mücadeledeki hayati önemini görememeleri, çağrıcıların büyük zaafı ve teorik olarak parçalı ve tutarsız bir sistem analizine, politik olaraksa reformizme açılıyor. Bu başka bir şey. Teori Ve Eylem bu durumu eleştirmiyor. Teori Ve Eylem, aslında, ev içi alanı, bir mücadele alanı olarak reddediyor veya son derece önemsizleştiriyor. Bu nedenle, ev içi emeğin bir mücadele alanı olmasına yapılan her vurguyu bir sapma olarak niteliyor. Bu, saf ve katıksız bir marksist görüş olmak şöyle dursun, ev işlerinin toplumsallaştırılmasını temellendirirken, Lenin’in söyledikleriyle çeliştiği gibi, Zetkin’in bütün bir yaşam ve mücadele pratiğiyle, Sosyalist Kadın Enternasyonali’nin en temel önermeleriyle, Kollontai’ın bütün görüş açısıyla çelişiyor.

Ev içi emek alanını bir mücadele alanı olarak önemsizleştirmek başkadır, bu cephedeki dönüşümlerin, reformlar yoluyla değil, ancak özel mülkiyeti tasfiye edecek devrimci bir iktidarın toplumsallaşma hamleleriyle gerçekleştirilebileceğini söylemek başka. Teori Ve Eylem birincisini yapıyor, çünkü şu erkek egemen görüş açısından mustarip: erkek cins kadını sömürmez, sermaye kadını sömürür.

Manifesto yazarları için, “Feminist grev iddiasını ‘aile ve erkek kadının ücretsiz emeğine el koyarak kendi varlığının devamlılığını sağlamakta bir yandan da kapitalizm için işçi sınıfının yeniden üretilmesi de teminat altına alınmaktadır, böylece erkekler ve sermaye el ele kadınları sömürmektedir’ tezine dayandırırken, mücadelenin taraflarının bizzat kadınlar ve erkekler olduğunu söylüyor. Dolayısıyla temizlik, yemek, yaşlı bakımı ve en önemlisi çocuk bakımı gibi ‘kadın işleri’nin yapılmasından erkeklerin maddi çıkarı olduğunu söyleyerek, aile içinde ‘emeği sömüren’ erkeğe karşı ‘kuralları tıpkı toplusözleşme gibi düzenlenmiş’ bir ilişki talebinde bulunuyor” diyor Teori Ve Eylem ve aynı eksende devam ediyor.

Bu sözlerde ve devamında, hakikaten, ciddi ciddi, temizlik, yemek, yaşlı bakımı ve çocuk bakımı gibi kadın işlerinin yapılmasından, “erkeklerin maddi çıkarı olduğunun” iddia edilmesini eleştiriyor. Pekala, demek ki, erkeklerin, hele ki proleter erkeklerin, ev emekçisi durumundaki kadının yemek yapmasından en ufak bir maddi çıkarı yok. O zaman bu kadın cinayetleri, burjuvazinin talimatlarıyla mı gerçekleşiyor? Erkeklerin hiçbir maddi çıkarı yok da, pilavın fazla tuzlu oluşu, sermayeyi öfkelendirdiği için mi evde kavga çıkıyor? Erkeklerin hiçbir maddi çıkarı yok da, kadın cinselliğinin ev içi sömürüsü, patronların haftalık çocuk üretim çizelgesine göre mi gerçekleşiyor?

Kadınların evsel köleliğinden, evdeki erkeğin hiçbir maddi çıkarının olmadığı görüşü, gerçekten sefil bir görüş. Herhangi bir işçi, kapitalizmin ne olduğunu kavramaz, kendi sefil yaşam koşullarının toplumsal düzenin ürünü olduğunu fark etmez, devletin tarafsız bir koruyucu olduğuna inanabilir, bu düzenin böyle olduğunu ve bazılarının zengin, bazılarının yoksul olduğunu kabullenebilir ama, patronun kendisini sömürdüğünü bilir. Bunu bilmek için işçi olmak yeterlidir. Herhangi bir kadın, evsel köleliğinin, sermayenin bütünsel çıkarlarına hizmet ettiğini anlamaz, yargının, polisin, devletin kendisinin ezilmesindeki payını kavramaz, bu düzenin böyle olduğunu ve bazılarının erkek, bazılarının kadın doğduğunu kabullenebilir ama, kocasının kendisini ezdiğini bilir. Bunu bilmek için kadın olmak yeterlidir. Bu gerçeği bilmemek, kadın ezilmesine, ergen yaşlardaki bir kız çocuğunun, babasının kendisini baskı altında tutmasına, abisinin keyif çatıp onu işe koşmasına duyduğu kadar bile isyan duymamak için, gerçeklere gözlerini sımsıkı kapatmak gerekir.

Sadece sermayenin değil, erkeklerin de kadını sömürdüğünün iddia edilmesinden o kadar rahatsız ki Teori Ve Eylem, soyutlamanın soyutlamasına vararak, eğer kadını sömürenin sadece sermaye değil, aynı zamanda erkekler de olduğu söylenirse, üstelik kadınların cinsel sömürüye karşı mücadelesinde, işçi sınıfının malı olan grev fabrika dışına taşırılmaya, aşırılmaya çalışılırsa, o zaman kadınların sınıf olduğu iddia ediliyor demektir sonucunu çıkarıyor ve diyor ki: “Bu bağlamda işçilerin sermayeye karşı elindeki en önemli silahlardan olan grev, bugün adeta sınıfsal bir konum haline getirilen kadınların (‘kadın sınıfının’) elinde ‘sömürücü erkek sınıfına’, mücadele edilen ‘baş düşmana’ karşı bir silah, tehdit olarak ele alınıyor.”

Tövbe ki manifestoda, “sömürücü erkek sınıfı” diye bir kavramlaştırma yok. Ama esas sorun bu değil. Teori Ve Eylem, toplumsal cinsiyet bölünmesini, sınıfsal bölünmeden o kadar aşağı, o kadar önemsiz, o kadar sığ görüyor ki, sanki erkek cinsin kadın cins üzerinde egemen olduğu iddia edildiğinde, mutlaka bunların sınıf da olduğunu söylemek gerekir. Yani bir ezilme ve sömürü ilişkisinin, mühim bir mesele olması için, tarafların mutlaka sınıflar olması gerekir.

Bütün yazı boyunca, marksizmometre gibi, feminist manifestocuların yolun hangi aşamasında marksizme kaç santim “yakınsayıp” kaç santim “uzaksadığını” ölçüp biçtiniz. Ama siz, yukarıda eleştirip durduğumuz marksizmin kaba ve dogmatik bir türevini bir yana bırakalım, bu son yaklaşımınızla marksizmden kilometrelerce uzaklara savruluşunuzu en hakiki marksizm sayıyorsunuz! Engels’in cins çelişkisi, toplumsal cinsiyet bölünmesi hakkında söyledikleri nerede kaldı?

Engels, cinsler arasındaki bölünmeyi ve “bir cinsin öbürü tarafından uyruk altına alınması”nı, “erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı”, “tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması” olarak niteler: “Öyleyse, karı-koca evliliği tarihe asla erkekle kadının karşılıklı uzlaşması olarak girmez ve hele en yüksek evlenme biçimi olarak asla kabul edilemez. Tersine: bir cinsin öbürü tarafından uyruk altına alınması olarak bütün tarih-öncesinin o zamana kadar bilmediği, iki cins arasındaki bir çatışmanın açığa vurulması olarak ortaya çıkar. 1846'da, Marx ve benim tarafımdan meydana getirilmiş, yayımlanmamış eski bir el yazmasında şu satırları buluyorum: ‘İlk işbölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür.’ Ve şimdi ekleyebilirim: Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir. Karı-koca evliliği, büyük bir tarihsel ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanısıra, günümüze kadar uzanan ve bazılarının gönenç ve gelişmesi, bazılarının da acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre, o her ilerlemenin aynı zamanda görece bir gerileme olduğu çağı açar. Karı-koca evliliği, uygarlaşmış toplumun hücre-biçimidir; biz, bu biçim üzerinde, doludizgin gelişen uzlaşmaz karşıtlık ve çelişkilerin içyüzünü inceleyebiliriz.”[*](a.b.ç.)

Ama Engels’in bu sözlerinin ardından bir buçuk asrı aşkın süre geçmişken, erkeklerin kadınları sömürdüğünün söylenmesini marksizm adına mahkum edebiliyorsunuz. Dikkat edin, marksizmi ihlal sınırını öyle bir aşıyorsunuz ki, sizinki kadar ayarı bozuk olmayan bir marksizmometrenin, ibresi camını patlatabilir!

Kadınların Grev Hakkı

Teori Ve Eylem, feminizmle politik özne konusunda kısa bir tartışmaya girdikten sonra, kadınların ortak mücadelesinin çeşitli zeminlerinin var olduğunu belirtiyor ve devam ediyor: “Üstelik görünen kadarıyla ‘kadın grevi’ çağrıcılarının da dile getirdiği talepler ve bu taleplerin ortaya çıktığı neoliberal sürece ilişkin analizleri ortaklaşılabilecek özellikler taşıyor.”

Pekala beklersiniz ki, bir politik savaşım söz konusu olduğunda, eğer taleplerde ortaklaşılıyorsa, ortak bir mücadele yürütülebilir. Taleplerin ortaya çıkış koşullarına dair analizleriniz de ortaklaşıyorsa, o zaman bu daha da fazla eylem ortaklığı zemini yaratır. Ama anlaşılan, sorun, bu eylemlerin ve taleplerinin isim ve mülkiyet haklarıyla ilgili. Şöyle devam ediliyor:

“İş, bu ortak talepler etrafında ortak bir mücadelenin yönteminin adının kadın grevi/feminist grev olarak konulmasına gelince, değişiyor. Çünkü aslında kadın grevi çağrıcıları bu ortak hareket zeminimizin, ortak mücadelemizin üzerine fikri hegemonik bir örtü serme çabasıyla, ideolojik politik çıkarımlarını hareketin bütününe mal ederek kabul ettirmeye çalışıyorlar.”

Çünkü Teori Ve Eylem yazarlarına göre, birincisi, kadın grevi diye bir şey olmaz, grev hakkı işçilere aittir, ikincisi, feminist grev olmaz. “Kadın grevi olamayacağı” fikrini zaten hiçbir biçimde desteklemiyoruz. Feminist grev olup olmamasına gelince, isteğimizden bağımsız, birkaç yıldır feminist grev oluyor! Kadın grev dalgasının pek çok yerde “feminist grev” olarak anılması, bir hegemonya dayatması değil, kurulu bulunan bir hegemonyanın sonucudur. Biz marksistler dünya kadın hareketi içerisinde ideolojik öncülüğü ve hegemonya gücünü yitirdik ve henüz geri kazanmış değiliz. Feministler dünya kadın hareketi içinde hegemon durumda. Siz bunu daha önce fark etmediniz miydi? Ne zamandır mı böyle? Sizin gibi kötü marksistler, Engels’in çözümlemelerine sırtını dönüp, ataerkini cinsler üstü ilan edip, kadın özgürlük mücadelesi hattında parmağını oynatmayı bıraktıklarından beri. Bu durum sizin gibilerin cins özgürlüğü sorunu karşısındaki sorumsuzluğunun, toplumun geri eğilimlerine, hakim olan erkek egemen şekillenmeye ve hakim cinse yaslanmayı tercih eden oportünist günahlarının bedeli. O yüzden, kadın grevi üzerine tahlillerinizi, erkeğin ataerkillikteki masumiyetini kanıtlamaya adamaktan vazgeçip, erkeklerle kadın özgürlüğü için gerçek bir mücadeleye tutuşmaya şimdiden başlasanız iyi olur. Yoksa, bu mücadelenin epeyce kıyısında kalmaya devam edeceksiniz.

Ve kadın grevi çağrısı, “ortak hareket zemininin, ortak mücadelenin üzerine fikri hegemonik örtü serme çabası” imiş! Arkadaşlar, olay zihinlerde değil, sokaklarda, meydanlarda geçiyor! Ve hatta evlerde ve ofislerde, fabrikalarda ve okullarda geçiyor! Olay yerini sürekli karıştırıp duruyorsunuz, olayları kavrayamayışınız bununla ilgili olsa gerek.

“Olayların” kaçırdığınız kısımlarını özetlemek gerekirse: şu anda dünya çapında bir “olay” var. Adına kadın grevi deniyor. Bazı yerlerde ise feminist grev. Hasılı, grevin çağrısı değil, kendisi var ortada. Birkaç yıldır sürüyor. Milyonlar katılıyor. Ev işleri zemininde olduğu gibi, fabrika ve atölyelerde de “grev” şiarı yükseldi. Yükselmekle kalmadı, grevler de yapıldı – bildiğimiz kadarıyla bir işletmede işçiler işi bırakınca ona grev deniyor. Bize göre üretimin sürdüğü herhangi bir zeminde üretim durunca adına grev denebilir. Bu grevler, boykot, gösteri, yürüyüş ve başkaca mücadele araçlarıyla destekleniyor. Toplamına birden grev deniyor. Çünkü mesele, kadının, ister evsel köle, ister işçi ve emekçi olarak, toplumsal yaşamda bir yerinin ve üretiminin olduğunu ilan etmek ve bundan kaynaklanan bütün toplumsal haklarını talep etmek. Kadın cinayetlerine karşı, “hayatımın bir değeri yoksa bensiz üretin” diyor kadınlar. “Kadınsız bir gün” şiarıyla, nerede ne üretiyor, nerede toplumsal yaşama hangi biçimde katılıyorlarsa, oralardan çekilip sokaklara, eyleme akıyorlar. Harekete ağırlıklı olarak feministler önderlik ediyor. Genel çağrıları onlar yapıyor. Eylemlerse pek çok yerde tabandan örgütleniyor. Hareketin sınıfsal tabanını, kesin biçimde işçi sınıfı ve emekçi tabakalardan kadınlar oluşturuyor. Bildiğimiz kadarıyla, herhangi bir feminist örgütün de bu çapta bir örgütlü tabanı yok.

Bu arada, pek çok önemli “olay” daha oldu. Mesela ABD’de, bir kısım kadın, “beyaz, orta ve üst sınıf feminizme karşı” çıktı. Bu işe de feministler önderlik ediyor.

Şimdi… Eğer bir maharetiniz varsa, teoride yükselttiğiniz kadın kurtuluş söylemlerinin bir gücü varsa, marksizmin bir kuvveti olduğuna inanıyorsanız, buyrun kollarınızı sıvayın. Hareket üzerinde kendi ideolojik hegemonyanızı kurmaya girişin. Harekete geçen proleter kadınları örgütleyin, diğer kesimlerden kadınları, kaderlerini, kapitalizmi yıkacak bir devrim için, mülksüz proletarya ile birleştirmeye ikna edin. Yalıtık bir kadın mücadelesiyle, erkek egemen yapıların alt edilemeyeceği gerçeğini gösterin, birleşik bir devrim stratejisi içerisinde, birleşik bir program etrafında, bağımsız bir kadın eylem hattını ve örgütlenmesini güvencelemelerini sağlayın. Yalnız sizi uyarmalıyız, bunu yaparken, muhtemeldir ki, kadın kitleleri sizleri “meydanda görmek”, onların talep ve özlemlerini ne kadar sahiplenip kavgasını yükselttiğinizi sınamak isteyeceklerdir. O nedenle, hareketi yönlendiren teorik görüşlere yönelik eleştirilerinize dayalı olarak, hareketin dışında kalmanızın pek ikna edici olacağını sanmıyoruz. Mesela, onların talep ve özlemlerini sahiplenmeyen, cinsine yabancılaşmış, orta ve üst sınıf kadınları, Hillary Clinton şahsında, red ve mahkum ettiler. Ha bu arada, feministlerin hegemonyasını geriletmeye çalışırken, erkeklerin kadınları ezmediği konusundaki fikirlerinizi çok kuvvetli biçimde dile getirmemenizi öneririz, çünkü, harekete katılan, bırakalım “sınıf dışı” kesimleri, sanayi işçisi kadınlar bile, herhangi bir nedenle suratlarına bir tane yumruk geçiren, istemedikleri halde cinsel ilişkiye zorlayan ya da ev işlerine elini sürmeksizin yemeğin sofrada, çocuğun kucakta, gömleklerin ütülenmiş şekilde dolapta olmasını bekleyen kocalarının, onları ezdiği biçiminde tuhaf bir fikre sahipler. O nedenle, sizi de “cinsine yabancılaşmış” olarak görmeleri an meselesidir. Laf aramızda, biz sizi öyle görüyoruz.

“Çünkü ortak eylemimizin adını grev koyma ısrarı, aynı zamanda üretim ve yeniden üretim süreçleri bakımından analizlerimizdeki farklılıkları, kadınların sömürüsü bakımından teorik zeminlerimizin farklılıklarını feminizm lehine yok etme çabası anlamına geliyor. (…) Bu nokta, aynı zamanda Marksizm ve feminizmi uzlaşmaz bir şekilde karşı karşıya koyan ikiliğe de işaret ediyor. ‘Kadınlar arası sınıf dayanışması’ mı yoksa ‘sınıflar arası kadın dayanışması’ mı? Marksistler açısından ‘sınıflar arası kadın dayanışmasının’ aslında ‘sınıflar üstü feminist bir hareket’ olduğu apaçıktır.”

Hangi marksistler açısından, ne şekilde “apaçık”mış? Marksizmometre gene çalışıyor. Ama ibresi hala bozuk. Bu ikilemi kim icat etmiş ve ne zaman tescillenmiş? “İttifaklar” meselesi, böyle soyut ve ilkesel bir mesele mi? Taktik sorunlarda mı, stratejik sorunlarda mı tartışıyoruz dayanışmanın kapsamını? Üstelik bahsettiğiniz “dayanışma” eylemi için “olay yeri” neresi? Türkiye ve Kürdistan’da mı tartışıyoruz, yoksa Endonezya veya Kenya’da mı? Çünkü devrimci strateji somutluk ister ya, biz de “kiminle ne zaman hangi sorunda ittifak” konusunu, somut maddi bir zeminde tartışmak isteriz. Eğer tabii, devrim çok somut bir mesele olmasına rağmen, kadın özgürlüğü tamamen soyut zihinsel bir mesele değilse. Örneğin Kürdistan’da ulusal sorun nedeniyle orta burjuvazinin bir ittifak kuvveti olabileceğine inandığımız için, orta burjuva kadınların, kadın özgürlük sorunu ile devrimci bir ilişki kurabileceğini varsayarız. Bu somut bir meseledir. Üstelik kadın özgürlük sorunundaki ittifaklar meselesi, sınıfların bu diziliminden bağımsız da yürüyebilir. Mesela Suudi Arabistan’da, başka hiçbir toplumsal sorun etrafında olmasa bile, kadın özgürlük mücadelesi kapsamında, bir araya gelebilecek sınıfsal yelpazenin, ABD’deki kadın özgürlük mücadelesi kapsamında bir araya gelebilecek sınıfsal yelpazeden daha geniş olduğunu varsayıyoruz, çünkü birincisinde, kadın özgürlüğü bazında asgari burjuva yasal hak eşitliği bile henüz sağlanmamıştır. Kadınları ilgilendiren en asgari burjuva demokratik tedbirler, çözülmemiş sorunlar olarak hala ortadadır. Orada kadın kurtuluşu için devrimci bir stratejinin bu gerçeği mutlaka gözetmesi gerekir. Tıpkı, ABD’de kadın kurtuluşu için mücadelenin, sadece Hillary Clinton şahsında büyük burjuvaziyi ve siyasal temsilcilerini değil, orta sınıf beyaz kadınları da dışladığı ya da hiç değilse yalıttığı gibi.

Ama tartıştığımız bu değil herhalde. Tartıştığımız konu, eninde sonunda, nereden yürürsek yürüyelim vardığımız nokta, “kadın kurtuluşunun” öznesi kimdir sorunu. Biz buna, kadınlardır yanıtını veriyoruz. Elbette, ancak ve ancak, özel mülkiyetin tasfiyesinin yolunu açacak devrim yoluyla. Elbette, bütün kadınlar değil. Elbette, ancak emekçi sınıflardan, ezilen kesimlerden kadınlar. Ve elbette, özel mülkiyetle ilişiği olmadığı için, özel mülkiyeti tasfiye etme yolunda tutarlı bir mücadele verme gücüne sahip, evsel kölelik sınırlarında hapsolmadığı ve toplumsal üretime katıldığı için, örgütlenme ve mücadele koşulları daha geniş olan proleter kadınların öncülüğünün özsel bir sorun olduğu görüş açısıyla. Ama sonuçta, kadın kurtuluşunun öznesi, genel olarak proletarya değil, kadınlardır. Konusu ise bütün kadın cinsidir.

“Kadınlar arası sınıf dayanışması” mı yoksa “sınıflar arası kadın dayanışması” mı sorusuna dönelim ve “somutluk” sorununu boş verelim. Soyut seçenekler de sadece iki mi peki? Başka seçenek yok mu? Bir kere bize göre, şu veya bu düzlemde “dayanışma” değil. “Dayanışma”, sizin “cinsler üstü” bir tuhaf kadın kurtuluş anlayışınızı en iyi biçimde ifade edebilir. Bize göre, kadın kurtuluş mücadelesi içerisinde, kadınlar arasındaki ilişki biçimlerinden sadece biridir. Kadınlar arası “dayanışmayı” değil, “birliği” savunuyoruz biz. Dolasıyla dayattığınız ikili seçenek, cinsel çelişki karşısındaki ufkunuzun solukluğu dışında bir şey anlatmıyor bize.

“Dolayısıyla kadın grevi/feminist greve ‘esastan’ itirazımızın kaynağı; katılım olur mu olmaz mı tartışmasına, bu türden bir grevin hangi yöntemle örgütlenip örgütlenemeyeceğine ilişkin değil; kadınların ezilmişliği sorunu ve sorunun çözümü noktasındaki ideolojik, politik farklılıklarımıza ilişkin.”

Yani biz diyoruz bugün ne yesek, siz diyorsunuz tavuk bir hayvan çeşididir. “Esastan” itirazınızın “kaynağı” katılım olur mu olmaz mı tartışmasına değil, ama itirazın kendisi katılıma. İtirazın “kaynağı” grevin hangi yöntemle örgütleneceğine ilişkin değil, ama itirazın kendisi örgütlenmesine. Hasılı, greve katılım olsa bile siz katılmazsınız, grev hangi yöntemle örgütlenirse örgütlensin, yine siz katılmazsınız. Bunun nedeni de ideolojik ve politik farklılıklar. “Greve evet ama, bulanıklaşmasına hayır”, “taleplere evet ama, teorik temellendirilmesine hayır”, “ortak noktalara evet ama, ortaklığa hayır”, “kadın grevine evet ama, kadınların yapmasına hayır”, “greve evet ama, ismine hayır”, “eyleme evet ama, gününe hayır” diye devam eden teorik duruşunun pratik karşılığı, özet olarak, “hayır”, “hayır” ve bir de “hayır” oluyor. Yani sonuç olarak, bir şey yemeyelim. Tavuğun besinsel niteliklerini de bir seminerde anlatırsınız.

“Kendini feminist olarak ifade etmeyen, hatta sosyalist, Marksist olarak ifade eden kimi örgütlerin ise kadın grevi/feminist grev tartışmalarına bu ideolojik/politik arka planı görmekten uzak bir biçimde, sırf işçi sınıfı kavramları kullanılıyor diye heyecan duyan, bu yüzden de ‘kadın grevinde’ ısrarcı olan tutumlarını ise kendi çelişkileriyle açıklamaktan başka çaremiz yok.”

Teori Ve Eylem, okur kitlesi eğer varlığımızın farkında değilse, hiç haberdar edip de dikkatlerini üzerimize yöneltmemek için adımızı kullanmıyor olabilir, ama burada bahsi geçen, çelişki sahibi “kimi örgütler”den kastedilenin, biz komünist kadınlar olduğunu elbette anlayabildik. Aslında, tutumumuzun nedenlerini kendi dilimizden açıkladık ama, bu sözlere bir yanıt daha vermek istiyoruz. Bir kez daha hatırlatalım, “olay yeri” kavramlar dünyası değil, eylemler dünyası. Biz, “işçi sınıfı kavramları kullanılıyor diye heyecan” duymuyoruz. Biz, işçi kadınlar eylemde olduğu için heyecan duyuyoruz. Eylemin önce kendisiyle, sonra çağrısıyla ilgiliyiz, çünkü biz de politik iddiaları olan bir politik özneyiz.

Grevin Cinsiyeti Olur Mu?

Bu kadar eleştirdik, Teori Ve Eylem’in gerçekten haklı olduğu bir konu var ki onu da teslim edelim: “Hem uluslararası kadın grevi çağrıcılarının, hem Türkiye’de bir kadın grevi örgütlenmesi gerektiğine ilişkin kadın hareketinde tartışmalar yürütenlerin ‘grev’in içeriği ve kapsamı bakımından ‘eylem ve boykotu’ aşan bir içerik ve kapsam ortaya koymadıkları görülüyor. Bu açıdan 8 Mart günü yapılacak her eylem ve her etkinlik ‘grev’ şemsiyesi altında toplanırken, esasen grevin ne olduğu, ‘kadın grevi’nin ne olduğu konusunda bir netliğin olmadığı görülüyor” diyor ve çeşitli eylem ve boykotların grev olarak sunulmasının yanlışlığı üzerine tartışıyor. Amaç, fabrika ve atölyelerde grev örgütlemeye fiilen girişmek, ev emekçisi kadınları, kapılarını tek tek çalarak, o gün ev işlerini durdurmaya çağırmak, sendikalar üzerinde eylemli biçimde baskı oluşturarak grev örgütlemelerini zorlamak yerine, uluslararası grevin gücüne yaslanarak daha kolay eylem biçimlerine yönelmeyi eleştirmekse, bu eleştiriye yüzde yüz katılırız. Hatta 8 Mart grevini örgütlemedeki somut pratiğimizi bu ölçülerle değerlendirmemiz kaçınılmaz. Grevin örgütlenmesinde kolaya kaçma pratiklerinden kopuşulması ve kadın grevini, ev, fabrika, okul, işletme temelinde, kadın emeğinin bütünselliğini ortaya koyacak gerçek bir üretim grevi olarak örgütlemeye yönelinmesi gerektiği açık.

Ve fakat, grevin içeriği, biçimi, etkisi, gerçekliği değil, mülkiyetiyle sorunlu olan Teori Ve Eylem, kadın işçilerin, fabrika grevleriyle başlayıp, önemli politik sonuçlar doğuran, 8 Mart’a esin kaynağı olan grevi dahil bir dizi grev örneğinden yola çıkarak, “Bizim iddiamız ‘Kadın grevi gibi bir şey olmaz’ değil” dedikten sonra, özetle, “kadın grevi diye bir şey olmaz” sonucuna varıyor. Nedenini şöyle açıklıyor: “Grevin niteliğine dair mesele, yine hangi soyutlama düzleminden tartıştığımızla ilgili; üretici güçlerin gelişkinliğine bağlı olarak, üretici sınıfın, yani işçi sınıfının belirli bir talebi elde etmek için ‘değer üretme’ kapasitesinin verdiği gücü kapitalist üzerinde uygulaması olarak grev cinsiyetsizdir, öyle de olmalıdır. Burada soyutlama düzeyi, kapitalist üretim biçiminde sınıf mücadelesidir.”

Off, yine bir soyutlama düzeyi. Soyutlama düzeyinizi anladık arkadaşlar, biz somutlama düzeyinizi anlamaya çalışıyoruz ve “hayır”dan başka bir şey anlamadık. Doğru mudur? Grevin niteliğine dair mesele, “hangi soyutlama düzleminden tartıştığımızla ilgili” olmaz, grevin niteliğiyle ilgili mesele, somut ve pratik bir meseledir. Üretim durur veya durmaz, greve katılım olur veya olmaz, grev kendi amaçlarına ulaşır veya ulaşmaz. Üretim durmazsa, bu bir grev değildi diyebilirsiniz. Grev cinsiyetsizmiş. Kuşkusuz. “Miting” de cinsiyetsizdir, “yol kesme” de öyle. “Barikat” da cinsiyetsizdir, “fabrika işgali” de. Tıpkı “toz bezi”nin cinsiyetsiz olup, ev temizliğinin cinsiyetli oluşu gibi, araçlar cinsiyetsizdir, kullanımıysa cinsiyetli olabilir. Ama anlaşılan, grev cinsiyetsiz olmakla kalmayıp, cins mücadelesinin aracı da olamaz. Bu nasıl bir grev fetişizmidir? Grev bir mücadele aracı. En özlüsü, en önemlisi, en sınıfsalı olarak görebilirsiniz, ama yine de eni sonu, bağımsız bir kuvvet değil, onu kullanabileceklerin ve kullananların elinde bir kuvvete dönüşen bir araç (ki biz, işçilerin örneğin silahlanıp karakolları basmasını, en az grev kadar etkili ve en az grev kadar sınıfsal bulmamızla, sizin marksizminizle de, grev anlayışınızla da, “esastan” ayrışıyoruz). Yani kadın işçiler “eşit işe eşit ücret” için grev yaptığında da grev cinsiyetsiz, öyle mi?

Teori Ve Eylem’e göre, grev cinsiyetsiz olmasına ve böyle de kalması gerekmesine rağmen, “kadın grevi” denilebilir: “Kadın işçilerin ister toplumdaki cinsiyetçi şiddete karşı, ister barış talebiyle mevcut bir savaşa karşı, ister eşit ücret gibi ekonomik bir taleple yapmış olsun, kendi özgün talepleriyle yaptıkları greve ‘kadın grevi’ denmesinde hiçbir sakınca yoktur.” Şükür ki izin kopardık. Hatta sözün devamında, diğer kadınlara sokağa çıkma çağrısı bile yapabileceğimiz söyleniyor. Ama bitmiyor: “Ancak bu türden bir kadın grevinin çağrısı bu noktada bile eksik kalır. İşçi kadınların grev çağrısı yine zorunlu olarak parçası oldukları sınıfın, işçi sınıfının tüm mensuplarını da kapsamalıdır.”

Eh, eğer bu bir demagoji değilse totolojidir. Sizin grev dediğiniz şey devrim, hiç değilse ayaklanmadır! Siz grevleri gerçekten bu ölçülere göre mi değerlendiriyorsunuz? Biz, hiç de bu ölçülere göre değerlendirmeden göklere çıkardığınız sayısız işçi grevini tek tek sıralayabiliriz. Sizin kadın grevi adına “kabul edilebilir” sınırlarda gördüğünüz şey, belirli bir işletmede kadın işçilerden başka çalışan olmadığı için, kadınların yaptığı bir işçi grevidir. Sonuçta kadın grevi olmaz, yani grev konusu, cinsler arasındaki çatışma olamaz diyorsunuz. Lafı bu kadar döndürüp dolandırmanın, kadın özgürlük mücadelesinin bu büyük dalgası karşısındaki eylemsiz ve sorumsuz tutumunuzu gerekçelendirmekten başka bir nedeni var mı?

Grev Hareketinin Niteliği

Şimdi biz burada sizinle neyi tartışıyoruz?

Kadın grevi karşısındaki pratik tutumunuzu tartışıyoruz.

Bu yazıyı, kadın grevine neden katılmadığınızı tartışmak için değil, katılıp katılmadığınızdan bağımsız olarak, Feminist Manifesto yazarları başta olmak üzere, grev çağrıcılarının teorik görüşlerini eleştirmek için yazsaydınız, bu başka bir tartışma olurdu. Diyeceksiniz ki, biz zaten bu görüşleri eleştirdiğimiz için katılmıyoruz. Ama sıkıntı da bu ya. Sanki kadın grevi, sokakta değil de kağıtta gerçekleşiyormuş, grev grevin çağrısından ibaretmiş gibi, sanki muhataplarınız, yaşamın dört bir yanında üreten, ezilen ve sömürülen kadın kitlelerinin, kendi durumuyla en kavgalı, en bilinçli bölükleri değilmiş de, sözlermiş gibi tartışıyorsunuz.

Hareketin kendisi hakkındaki bütün değerlendirmeleriniz muğlak. Biz, teorik eleştirilerinizin erkek egemen niteliğini büyük bir sorun görmekle birlikte, her şeyden önce, bu pratik durum karşısındaki değerlendirmenizin muğlaklığı ile ilgiliyiz.

Bu hareket, çeşitli kadın özgürlükçü, antikapitalist, demokratik talepler toplamı etrafında, işçi kadınların değişik grevlerini kapsıyor. Hareketin işçi sınıfı dışında da katılımcıları var, üstelik oldukça da geniş ve bunlar size göre, kendilerini işçi yerine koyup, eylemlerine de grev adını veriyorlar. Ne olmuş? İşçi sınıfı diğer ezilen, emekçi sınıf ve tabakaları nasıl yedekleyecek? Onların kendi talep ve özlemleri temelinde değil de, “küçük burjuvazinin kitlesel sınıf intiharı” temelinde mi? Tek tek bireyler, sınıf intiharı yapabilir. Toplumsal kuvvetler yapmaz. Bunu asgari marksizm bilgileriyle bile anlamanız gerekir. Öyleyse, bu sınıflar, kendi talepleri ve özlemleriyle, kendi politik ve ideolojik söylemleriyle birlikte, işçi sınıfıyla ittifak yapacak veya işçi sınıfına yedeklenecektir. Aksi mümkün olsaydı, işçi sınıfının mutlaka öncü olması da zaten gerekmezdi. Peki bu sınıfların, işçi sınıfının hegemonyası altına girişini ne belirleyecek? Sıra halinde sınıf karşısında divan durmaları mı gerekiyor? Hayır, bu tabii ki çok saçma. Komünist partiye üye olmaları mı gerekiyor? Hayır, onlar kendi politik temsilcilerinin arkasından da yürüyebilirler. İşçi sınıfının mücadele biçimlerini örnek almaları mı? Hayır, buna da “sınıf bir bütün ve betondur, bölünemez” gerekçesiyle siz karşı çıkıyorsunuz. O zaman, eğer kitle hareketi düzleminde tartışıyorsak, bu ittifaklar nerede somutlaşacak?

Dünya kadın hareketinin tabanı, temel olarak işçi kadınlar, işçi sınıfı saflarından ev emekçisi kadınlar ya da işçi sınıfının en yakın müttefikleri olan topraksız köylüler, kent yoksulları, yarı proletarya gibi tabakalardan. İkinci geniş halka, emekçi küçük burjuvazi. Hareketin talepleri ve şiarları burjuva demokratik ve antikapitalist, antiemperyalist nitelikte. Evet, bu hareket bir devrim programı etrafında birleşmiş değil. Evet, harekete önderlik eden kuvvetlerin görüş açısı reformist. Ama hareket aynı zamanda, kadın hareketi içerisinde dün olmayan bir şeyi yapıyor ve diğer toplumsal kesimlerin mücadeleleriyle kuvvetli bağlar kurma eğilimi gösteriyor. Büyük ve orta burjuva kadınlara karşı saflaşıyor. Kadın özgürlüğünün, emperyalist küreselleşmeci, ırkçı, işçi düşmanı politikalara yedeklenmesi girişimlerine rest çekiyor.

Bir kitle hareketi daha ne yapsın sizce? Bundan ötesini bu hareket kendi başına yapacaksa, siz ne iş görmeye varsınız? Biz ne iş görmeye varız?

Siz burada, “işçi sınıfının bulanıklaştırılmasını”, “sınıf mücadelesinin bulanıklaştırılmasını” görüyorsunuz. Biz burada, sınıf mücadelesinin kuvvetini görüyoruz, “bütün kadınların birliği” konusunda bugüne dek bunca ısrarcı olmuş bir politik kesimi, nasıl da burjuva liberal feminizmin kuvvetli bir reddiyesine ve sınıfla beraber, omuz omuza saflaşmaya ittiğini görüyoruz. Siz burada, işçi sınıfının grev aracının elinden alınmaya çalışıldığını görüyorsunuz. Biz burada, işçi sınıfının grev aracının sürükleyici etkisini ve işçi sınıfından kadınlarla, ezilen, emekçi, yoksul kesimlerden kadınları birleştiriciliğini görüyoruz.

Siz, hareketin gelişimini, sınıf mücadelesinin zayıflaması olarak görüyorsunuz. Biz bunu, sınıf mücadelesinin cinsler arası çatışmada kendini kuvvetli bir dışavurumunu ve egemen sınıfa, sermaye düzenine karşı büyük bir mücadeleyi geliştirmenin olanakları olarak görüyoruz.

Teori Ve Eylem’in eğer tüm işçi ve emekçi mücadelelerine yaklaşımı bu şekilde olsaydı, burada marksizmin bir karikatürünü, yaşamdan kopuk, apolitik bir teorik çevreyi görürdük. Ama böyle de değil. Hiçbir işçi eylemine bu teorik keskinlikle yaklaşmıyorsunuz. O zaman, cins sorununa, cins mücadelesine bakış açınızın, erkek egemenliğiyle kötürümleşmiş olduğunu kabul etmelisiniz. O zaman, bütün teorik tartışmalardan önce, ağırlığını işçi ve emekçi kadınların, ezilen sınıf ve tabakalardan kadınların oluşturduğu bir kitle dinamiği ile grev hakkı konusunda mülkiyet kavgasına girişmenizi buradan okumak ve reddetmek zorundayız.

Dipnot

*Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyelin ve Devletin Kökeni, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1987, s. 70

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi