D. Trump, beklenenin tersine, 28 Kasım 2016 seçimlerinin galibi oldu. ABD sermaye oligarşisinin doğrudan bir üyesi olmasına rağmen, oligarşinin ağırlıklı kesimi Trump’ı değil, H. Clinton’ı destekliyordu. H. Clinton, politik eğilimi bakımından ABD emperyalizmini daha iyi temsil edebilir ve yönetebilirdi. Trump, yalnızca politik eğilimi bakımından değil, kişisel yaşantısı ve iktisadi faaliyetindeki özellikleri bakımından da başkanlık için tercih edilir değildi. Seçilirse, ABD başkanı olarak yeterince saygınlık yaratamazdı. Ama Wall Street’in öncelikli tercihi yerine, Trump seçimi kazandı.
Trump Neden Kazandı?
Trump, kitle desteği almak için, neoliberal saldırılardan ve emperyalist küreselleşmeden zarar görmekte olan eski “iyi ücretligüvenceli” işçi ve küçük burjuva ögelere seslendi. Bunların büyük bölümünü beyaz işçi sınıfı oluşturuyordu. Bu kesim, eski güzel günlere geri dönme özlemiyle seçime katılmada ve Trump’a oy vermede aktifleşti.
Muhafazakar, göçmen karşıtı, ırkçılığa eğilimli ve erkek egemen kültüre sahip bu kesim, Trump’ı tercihte öncü kitle rolü oynadı. “Önce Amerika”, “Amerika’yı Yeniden Yücelt” sloganları ve kürtaj karşıtlığı, bu kesimin reaksiyonerliğini, muhafazakarlığını, faşizanlığını, göçmen ve kadın düşmanlığını, emperyalizm taraftarlığını ajite ettiyse, “Amerikan malı satın al, Amerikan işçisi çalıştır” sloganı da milliyetçilikle karışmış biçimde “iyi ücretli-güvenceli iş” haklı talebine sahip bu kesimin aktif taraftarlığını kazandı.
Emperyalist küreselleşme döneminde neoliberal saldırılar ve üretimi ucuz işgücü sahibi ülkelere taşıma, işçileri güvencesiz, yarızamanlı, düşük ücretli işlere ve işsizliğe mahkûm etmişti. Buna tepki duyan eski iyi ücretligüvenceli işçiler ve işini yitirme korkusu yaşayanlar, emperyalist milliyetçilikle çarpılmış bu haklı taleplerini karşılayabileceği yanılgısıyla Trump’ın arkasında aktifleştiler.
Bu kesim, güvensizlik duygusu yaratanın, ABD tekellerinden daha çok, emperyalist küreselleşme ve liberallerin göçmenlere görece ılımlı davranan, ulusal ve cinsel kimliklere ılımlı yaklaşan politikaları olduğu yanılgısı içindeydi. Geçen 8 yıllık dönemde, vadettiklerinin aksine, krizde bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca doları akıtarak zararı toplumsallaştıran Demokratlar’a karşı hayal kırıklığı yaşıyordu. Tepkisini, Trump’ın faşizan söylemleri etrafında toplanarak gösterdi.
Öyle ki, Obama’nın onca para akıtarak kurtardığı General Motors ve Chrysler otomotiv tekellerinin sonraki süreçte işletmelerini taşıyarak veya kapatarak 35 bin iş kaybına yol açtığı yerlerde, Ortabatı eyaletlerdeki eski sanayi işçilerinin yaşadığı kentlerde, Demokratlar büyük oy kaybına uğradı. Trump buralarda bir miktar da olsa oy artırabildi. Siyah işçilerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde seçime katılım oranı düştü. Beyaz ve siyah işçilerin bu tavrının nedeni, 200714 arası Obama döneminde gelirlerinde % 14’lük reel düşüş gerçekleştiği dikkate alınırsa, daha iyi anlaşılır.[1]
Madalyonun diğer yüzü daha netti. “Clinton, ulusal ölçekte, Obama’nın 2012’de aldığı oydan 6 milyon daha az oy aldı.”2 2012 seçimlerinde Obama’nın oyları, 2008’deki oylarına göre düşmüştü. DP’nin ABD tekellerini krizden kurtarmaya para akıtmasına ama işçilerin yaşam seviyesinin ve iyi ücretli işlerin sayısının düşmesine herhangi bir çözüm aramayışına tepkiyle, işçiler DP’den uzaklaştı. DP’yi destekleyen sendika bürokratlarından da uzaklaştı. Bu durum Trump’ın kazanmasını kolaylaştırdı.
Hayal Kırıklığı Ve Reaksiyoner Gericiliğin Başını Kaldırması
2009 yılında başlayan Çay Partisi hareketi de Trump’la benzer argümanlarla büyümüş ve Cumhuriyetçiler içinde geniş bir yer elde etmişti. Irkçı, göçmen düşmanı ve iyi ücretlere yük getirdiği iddiasıyla sosyal haklar karşıtı Çay Partisi hareketi, seçimde Trump’ın aktif destekçileri arasında yer aldı.
Muhafazakar ve geçmiş güzel günlerin özlemiyle yaşayan, tekeller ve ABD yönetimiyle işbirlikçilikleri nedeniyle sendikacılardan da kopan beyaz işçi sınıfı, bazı bölükleriyle Çay Partisi hareketine katılmıştı. Küçük burjuva ögelerin reaksiyoner faşizan bir hareketi olarak gelişen Çay Partisi, daha sonra Cumhuriyetçi Parti’ye iltihak etti.
Hareketin yıldızları içinde öne çıkan Sarah Palin, Cumhuriyetçi Parti’nin 2008’deki başkan adayı Mc Cain’in yardımcısı olmaya adaydı. CIA başkanlığına atanan M. Pompeo Çay Partisi hareketinden geliyor. Breitbart News aşırı sağcı haber sitesi yönetim kurulu başkanı ve Çay Partisi hareketinde yer almış Stephen Bannon, Sarah Palin’in danışmanı ve Trump’ın seçimlerdeki stratejistiydi. Şimdiyse Trump’ın danışmanı. 4 Mart’ta gerçekleştirilen Trump yanlısı gösterilere öncülük edenlerden “Main Street Patriot” grubunun lideri Debbie Dooley de, 2009’da Çay Partisi’nin kurucularından biriydi.
Sonrasında, 2011’de Occupy Wall Street (OWS) hareketi gelişti. Gelişmesi kesintisiz devam etmediyse de, beyaz işçi sınıfı ve küçük burjuva kesimlerin reaksiyoner faşizan hareketlere kaymasını engelledi. Hatta eylemlerine polis saldırısını ve yasaklamaları dikkate aldığımızda, ABD yönetimi ve sermaye oligarşisi nezdinde endişe de yarattı. Çünkü kapitalizmin varoluşsal krizi koşullarında bu hareketin büyüme ihtimali ciddiydi. OWS gibi hareketler, yığınların faşist hareketlere kaymalarını engellemede önemli rol oynarlar. Mücadele ve bilinç birikimi yaratırlar. Ancak komünist öncülerin ve volan kayışı işlevi gören kitle örgütlerinin disiplinli örgütlülüğünün yerini tutamazlar.
Çay Partisi hareketine rağmen, Obama ve Demokratlar’a 2012’de de geniş işçi kitleleri oy vermeye devam etti. Oy verenlerin oranı göçmen ve siyah işçi kesimlerinde daha da yüksekti. Fakat sonuçta ABD sermaye oligarşisinin iki partili sistemi çarpıcı biçimde kendisini gösterdi. Kapitalizmin varoluşsal krizi koşullarında ve neoliberal saldırılarda her iki parti de aynı maliiktisadi programa sahip. Aralarındaki fark, birinin daha muhafazakar, göçmen ve kadın düşmanı olması, diğerininse siyasi liberalizmin bazı taleplerine sahip çıkmasıydı. DP, ırkçılığı, kadın, lgbti ve göçmen düşmanlığını sözle de olsa reddediyordu. Göçmen işçilere zaman zaman oturma ve çalışma izni verip yasallaştırıyordu.
Demokratlar ile Cumhuriyetçiler’in maliekonomik politikalarının işçi sınıfı açısından farksızlığı, işçilerin, Demokratlar şahsında siyasi liberalizmin ikiyüzlülüğünden hayal kırıklığına uğramalarına ve alanı ya muhafazakar reaksiyoner hareketlere bırakmalarına ya da çaresizlikle bizzat reaksiyoner hareketlere kaymalarına yol açıyor.
1930’lu yıllarda Avrupa’nın çoğu ülkesinde faşizmin yükselişi, kriz karşısında çözümsüz kalan ve kapitalizmi yıkamayan işçi sınıfının milliyetçi duygularla kendi burjuvazisinin peşine takılmasıyla iç içe oldu. Bunda, komünist öncülerin yetersizliği yanında ve ondan daha çok, işçilerin sosyal demokrat ikiyüzlülüğe duydukları tepkinin özel bir rolü vardı. Bunu çağrıştıran bir gelişme şimdi Trump’a yönelimde yaşanıyor. Kitleler rutin eğilimlerinden uçlara doğru kayıyorlar.
DP’de aday adayları yarışırken tabanın Barnie Sanders’a heyecanlı bir ilgiyle oy vermesinin ve ona desteğini neredeyse Clinton’la yarışacak denli yükseltmesinin nedeni de gelişen bu yeni eğilim. Çünkü Sanders da, neoliberalist saldırganlığa ve krizde yüz milyarlarca doların tekellerin kasalarına akıtılmasına karşı ajitasyon yapıyor, işçilerin taleplerini sahipleniyordu. Sosyalizan söylemli Sanders’in DP tabanında yarattığı enerjik heyecan, Clinton’un kazanmasıyla sona erdi.
Fakat reaksiyoner faşizan gericiliği geliştirmekte olduğunu fark eden kitleler, seçilmesinden itibaren Trump’a karşı sayısız gösteri örgütlediler. Gösterilerin başını kadın hareketi çekti. En büyük gösteri Ocak ayında Washington’da yapılan 200 bin kişilik eylemdi.
Burada, Trump’ın seçim ajitasyonunda dillendirdiği faşizan önlemleri geliştirmeye çalıştığını vurgulamak gerekir. Trump önce göçmen düşmanlığından başladı. Yasal oturma hakkı kazanamamış ama fiilen değişik işlerde çalışan yüzbinlerce göçmen işçiyi sınırdışı edeceğine ilişkin söylemini sürdürdü. Meksika sınırına duvar örülmesi kararnamesi çıkardı.3 Sekiz Müslüman ülkenin vatandaşlarının vizeyle bile ABD’ye giremeyecekleri hükmünü içeren bir kararname çıkardı. Yargı Trump’ın bu kararnamesini iptal etti. Trump, yetkisinin el verdiği kadarıyla çok sayıda savcıyı görevden alarak, misillemeye geçti. Bu arada polisin saldırı yetkilerini artırdı. Trump’ın göçmenlere baskıyı hangi seviyeye tırmandıracağı, ajitasyonunu yaptığı kürtaj yasağını getirip getirmeyeceği, Trump ABD’sinin emperyalist savaşçı politikasını tırmandırmasına paralel biçimde faşizan kitle desteği geliştirme ihtiyacına bağlı olacak ve buna karşı mücadelenin düzeyi tarafından belirlenecektir.
Avrupalı neofaşist partilerin, Trump’ın reaksiyoner faşizan kitleyi aktifl ştirip başarı kazandığını sezmiş olmaları ve Avrupa çapında gerçekleştirdikleri faşist enternasyonalkonferansla Trump’ın zaferini kutlamaları ise kayda değerdi.
Trump’ın Korumacılığı
Trump, seçim kampanyası boyunca sürekli işlediği emperyalist küreselleşmenin sonuçlarına karşı ajitasyonu ve korumacılık övgüsünü seçildikten sonra da sürdürdü: “Önce Amerika! Artık, ticaret, vergiler ve göç konusunda her karar, Amerikan işçilerini ve Amerikan ailelerini gözeterek alınacaktır. Ürünlerimizi yaparak, şirketlerimizi çalarak, işlerimizi yok ederek yıkım yaratan başka ülkelere karşı sınırlarımızı korumalıyız. Korumacılık büyük refah ve güç yaratacaktır.”[4]
Trump, sanayii ABD’de tutma ve yatırımı ABD’de yoğunlaştırma sözü verse de, bunu yapamaz ve yapmaz. Zira o, ABD’nin dünya tekelleri grubunun hem mensubu hem de temsilcisi. Bizzat Trump, emperyalist küreselleşme sayesinde şirketini dünya emlak tekellerinden birine dönüştürebildi.
“Trump’ın iş ilişkileri Dominik Cumhuriyeti’nden Hindistan ve Endonezya’ya kadar uzanıyor. Trump Kuruluşu, Çin’de 30 otel inşa etmeyi planladığını bildiriyor. Kuruluşun Manhattan’daki en büyük holdingini ise Çin hükümetinin sahip olduğu Bank of China finanse ediyor.” [5]
Trump’ın emlak tekelinin çıkarı bile yatırımların dünya çapında olmasında yatıyor. Amerikan mali sermayesinin üretim ve yatırımının uluslararasılaşması diğer ülkelerinkinden daha önce, daha çok ve daha yaygın gerçekleşti.
Ortalama karın dünya çapında gerçekleştiği bugünün küresel emperyalist evresinde, ABD’nin dünya tekelleri grubu, yatırımı geriye, ABD’ye doğru yoğunlaştırmayı kendi çıkarlarına aykırı görür. Üstelik bugün üretimin bu yüksek uluslararasılaşma düzeyinde, maliekonomik rekabette gerileyen tekel, rekabet şansını yitirmekle kalmaz, iflasla karşı karşıya kalır. General Motors’un 2008 krizinde ve Chrysler’in daha öncesinde içine düştüğü durum buydu. Bugün rekabette temel rol oynayan unsurlardan biri ucuz işgücü olan ülkelerde üretim yaparak maliyeti düşürmek, diğer unsur da rakibinin iç pazarında pay elde ederek onun avantajını geriletmektir.
Trump’ın öngördüğü “korumacılık”, ancak ABD tekelleri lehine ithalatta gümrük yükseltmek, dünya pazarındaysa ABD tekelleri için serbestliği dayatmak olabilir. Bu, genel bir korumacılık değil, dünya tekelleri gruplarının kızışan rekabetinde uygulanan sert bir rekabet silahıdır. Ama ABD kendi tekelleri lehine bu silahı kullanırsa, rakipleri de ABD tekellerine karşı kullanmaya başlayabilir.
Fakat, ABD’nin en hızlı gelişen rakiplerinden Çin’in cumhurbaşkanı ve ÇKP Genel Sekreteri Şi Jiping, emperyalist küreselleşmeyi savunma kararlılığı göstererek Trump’a cevap verdi: “Dünyanın sorunlarını ekonomik küreselleşmeye bağlamak gerçeklerle bağdaşmaz... Tarihsel eğilime ters düşer.”[6]
Diğer bir rakibin, Almanya’nın emperyalist yöneticileri de, Trump’ın “AB, Almanya’nın bir aracıdır” sözlerine ve BMV tekelinin Meksika’dan ABD’ye yaptığı pek çok ABD tekelinin de benzer biçimde yaptığı ihracata % 35 oranında gümrük vergisi uygulamak gerektiği, 1 milyon mülteci kabulünün “feci bir hata” ve Brexit’in “harika bir şey” olduğu yönlü açıklamalarına tepki gösterdiler. Merkel, “Biz Avrupalılar olarak, kendi kaderimizi elimizde tutuyoruz” yanıtını verdi. Avrupalıların 21. yüzyılın getirdiği sorunlara uygun politikalar geliştirerek, Avrupa’nın kendi kimliği için yürüttüğü mücadeleyi sürdürmesi gerektiğini ifade etti.7 Bu, Almanya’nın ABD’den ayrı bir emperyalist güç odağı olarak hareket etme kararlılığını gösteriyor.
Trump, gerçekte ABD orijinli dünya tekellerinin yatırımlarını büyük ölçüde ucuz işgücü alanlarına ve ABD dışına kaydırmalarının ve Latin Amerika ülkelerinden ABD’ye akan sürekli göçün, bu iki olgunun sonucu olarak, “iyi ücretligüvenceli iş yitirme”ye karşı yaptığı demagojiyle oy alma çabası gösterdi, aldı da. Ve bu yoldan aldığı desteği, ABD’nin dünya tekelleri grubunun sertleşen rekabetini saldırganca yönetmede dayanak yapmaya çalışabilir. ABD’nin avantajlı askeri gücüne güvenerek, rekabeti sertleştirebilir. Dünya ticareti parasının dolar olarak kalması için, ihtiyaç duyduğunda askeri yöntemlere başvurabilir. Süreç, buna ne düzeyde niyetleneceğini ve başvurabileceğini gösterecektir.
ABD’nin dünya tekelleri grubu, rakiplerine karşı şiddetlendireceği rekabette, öncelikli tercihini Clinton’dan yana yaptıysa da, “Önce Amerika” ve “ABD’yi Yeniden Yücelt” sloganlarını yükselten, kadın ve göçmen düşmanlığını kışkırtarak gerici ve faşizan bir kitle tabanı yaratan Trump’ta bu dönemin maskesiz temsilcisini buldu. Ve siyasi yöneticisi olarak Trump’ı desteklemekten geri durmayacaktır.
Trump, Amerikan ve yabancı ülke tekellerine baskı kurarak, bazı yatırımlarını ABD kentlerinde yapmalarını sağladı. Ancak bu, esasen seçim vaadini karşılayan bir adım olarak, ajitasyon aracı rolü oynuyor. Zira ABD tekellerinin dünya çapındaki yatırımlarına kıyasla çok küçük bir yer tutuyor.
Trump’ın korumacılık yönünde attığı adımlardan biri de, TTP (Trans Pasific Partnership) anlaşmasını onaylanma aşamasındayken iptal etmesiydi. NAFTA’yı da görüşmek üzere Kanada ve Meksika’yı toplantıya çağırdı.[8] Ayrıca AB’yle müzakere edilen TTIP sürecine son vereceğini ilan etti.
Trump’ın uluslararası iktisaditicari anlaşmalara ilişkin bu hareketleri, ABD’nin dünya tekellerinin pek de benimsemeyecekleri adımlar. Çünkü anlaşmalardan Pasifik’le ilgili olanı, baş rakip Çin’i mali-ekonomik olarak kuşatmayı, bölgede bu bakımdan hakimiyet kurmasını engellemeyi amaçlıyordu. NAFTA ise, kendi bölgesindeki maliekonomik bütünleşmeydi. ABD, dünya kapitalizminin hakimi olarak kalmada, NAFTA’dan yararlanıyordu. TTIP de AB pazarından serbestçe yararlanma imkanı sağlayacaktı.
Trump, tırmanan tekelci rekabette, ABD pazarını korumacı bazı önlemler alabilir, ama söz konusu uluslararası anlaşmalara ilişkin olarak, tekrar ABD tekellerinin ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmek ve yeniden politika değiştirmek zorunda kalabilir.
Barışçılık Mı, Azami Kar İçin Savaşçılık Mı?
Trump, Obama’nın Ortadoğu’da iki savaş birden yürüterek, ABD bütçesini Amerikan halkı lehine değil başka ülkeler için harcadığını, oysa kendisinin bu masraflı savaşlar yerine yatırıma öncelik vereceğini propaganda etti. Bu, kitleleri kazanmak için emperyalist bir başkan adayının demagojik vaadiydi.
Trump’ın ABD’sinin mantıklı hareket ederek savaşçı davranmayabileceğini ileri sürenler var. Bunlar yalnızca Trump kampanyası yürütücüleri ve destekçilerinden ibaret değil. Örneğin J. Petras da, kabinesindekilerin Obama ekibinin savaşçı çizgisine karşıtlık içinde olduğu Trump’ın savaş isteksizliği iddiasına kendi cephesinden katılıyor:
“Trump, ABD’nin dış ülkelerdeki ekonomik emperyalist politikalarına karşı değil. Ama Trump, askeri işgalin mevcut dünya koşullarında masraflı olduğunun ve ABD için kazançlı olmayan bir ekonomik teklif olduğunun farkında olan biri. ABD’nin hakim finansal ve ithalatçı ekonomiden üretken ve ihracatçı bir ekonomiye dönme zorunluluğunun da bilincinde.”[9]
Bu, kapitalistempemperyalizmin temel niteliklerinden birini reddetmektir. Kapitalist emperyalizm ve onun egemen gücü olan tekeller, azami kar peşinde koşarlar. Maliekonomik devasa güçleri ve tekelci hakimiyetleri nedeniyle, işgal etmedikleri zaman ve yerde de kapitalist sömürüden egemen payı alabilirler. Fakat Lenin’in vurguladığı gibi, sömürge, sömürgeci ülke tekellerine ve mali sermayesine, hükümet ihalelerinin tekelini, devlet ve özel işletmelerin egemen kapitalisti olarak sömürge pazarının yüksek karını garantiler. Dahası, “yalnızca sömürgelere sahip bulunmak durumu, tekellere, rakipleriyle giriştikleri savaşımda çıkabilecek her türlü rastlantıya karşı tam bir başarı güvencesi ver”ir.[10] Dünya pazarına egemen olmada rekabet üstünlüğü sağlar. Bu iki nedenle emperyalist devletler, kendi mali sermaye gruplarının yararına, işgaller ve savaşlara başvurmaksızın edemezler.
“Bugünkü kapitalizmin temel ekonomik yasasının belli başlı çizgileri ve gerekleri aşağı yukarı şu şekilde ifade edilebilir: belirli bir ülkenin halkının çoğunluğunu sömürerek, iflasa sürükleyerek ve yoksullaştırarak, diğer ülkelerin ve hele geri kalmış ülkelerin halkını boyunduruğu altına alarak ve sistemli bir biçimde talan ederek, ve en sonu, savaşlarla ve en yüksek karlar sağlamak için ulusal ekonomiyi askerileştirerek azamî kapitalist karı sağlamak.”[11] Birleşik dünya pazarında, ortalama karın dünya çapında belirlendiği, mali sermaye tekellerinin üretimleri ve faaliyetlerini dünya çapında örgütlenerek gerçekleştirdikleri günümüz koşullarında, bu yasa çok daha fazla geçerli hale gelmiş ve şiddetlenmiştir.
Geçmişte tekellerin emperyalist devletlerinin giriştikleri işgal ve savaşlara, bugün bir gerekçe daha eklenmiştir: dünya çapına yayılmış tekelci mülkiyetleri altındaki üretimi, üretim araçları ve sermaye yatırımlarını korumak.
Emperyalizmin bu temel ve dönemsel gerçekliği, ABD’nin daha maskesiz yöneticisi olarak Trump’ın uygulamaları için, ABD’nin gerilemeye başlamış dünyasal hakimiyetini koruma ihtiyacı açısından çok daha fazlasıyla geçerlidir. Nitekim Trump, işbaşına gelir gelmez askerlere yaptığı konuşmada, donanmanın silahlarının 1. Dünya Savaşı dönemindeki seviyede kaldığını ileri sürdü, yeni silah sistemleriyle orduyu donatmak için esaslı bir askeri bütçe yapacağı sözü verdi. Ve ardından, 2018 mali yılı bütçe teklifi içinde askeri bütçeyi % 9,2 (54 milyar dolar) artırarak, yeni bir askeri inşa planı hedefledi. Askeri inşa planı, kendi deyimiyle, “ABD’nin en çok ihtiyaç duyduğu anda tükenen ordusunun yeniden inşa edilmesi için savunma harcamalarında tarihi artış içer”iyor.[12] Trump’ın ABD askeri bütçesinde gerçekleştirdiği artış, Rusya’nın 2015 askeri bütçesinin toplam miktarı olan dünyada o yıl dördüncü büyük askeri bütçe 66 milyar dolara yakın.[13] Bu devasa artışı dikkate alırsak, 4 yıldır azalan askeri bütçenin önceki yıldan başlayarak Obama, şimdi de Trump tarafından yeniden tırmanışa geçirilmesindeki amacın emperyalist savaşçılık olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz.
Mattis’in yemin töreni sonrası Trump’ın, “ABD Silahlı Kuvvetleri’nin muhteşem yeniden inşasını başlatacak bir başkanlık kararına imza atıyorum” ifadesiyle atıf yaptığı “kararnamenin içeriği resmi olarak açıklanmazken, ABD basınında yer alan haberlerde, ABD ordusunun büyütülmesi, Amerikan Özel Kuvvetler personelinin sayısının artırılması ve nükleer silahların modernize edilmesi gibi adımları içerdiği belirtildi.”[14]
Askeri bütçeyi 54 milyar dolarlık artışla 658,5 milyar dolara yükselten, Irak işgali sonrasında yıllık yaklaşık 700 milyar doları bulan askeri bütçeye yakın hale getiren Trump’ın askeri masraftan kaçınma mantıklılığıyla hareket etmediği ve etmeyeceği açık. Tersine, askeri bütçeyi bu denli hızla yükseltebiliyorsa, ABD gayrisafi yurtiçi üretiminin % 3,3’ünü, yani diğer kapitalist ülkelere kıyasla en yüksek oranını askeri bütçeye ayırıyorsa, dünya askeri harcamalarının yaklaşık % 40’ını ABD askeri harcamaları tutuyorsa, Trump, bu askeri harcamaları işgaller ve savaşlar için yükseltmeye devam ediyor demektir.
Trump, işbaşına gelir gelmez takındığı tavır ve demeçleriyle de, ABD savaş aygıtına selefine göre daha savaşçı bir politika uygulatacağını gösterdi. Ön plandaki düşmanlar olarak, şimdilik Çin ve İran’a işaret etti. CIA merkezinde yaptığı konuşmada, “ABD’nin Irak savaşı sırasında bu ülkenin petrollerine el koyması gerektiğini, ancak böyle yapmadığı için bu petrolün IŞİD’in işine yaradığını da öne sürdü ve ‘belki bundan sonra bir şansımız daha olur’ diyerek, ABD’nin petrol amacıyla Irak’a yeniden girebileceğini ima etti.”[15]
Bu tavır ve demeçlere bakarak da, Trump’ın Obama döneminden daha savaşçı bir konum alacağını anlamak zor değil. Tam da bu nedenle, Trump’ın kabinesinin ve yönetici ekibinin bir bölümü emekli askerden oluşuyor. J. Mattis, J.F. Kelly, başka bir nedenle hemen istifa etmek zorunda kalan Flynn. CIA başkanlığına getirilen M. Pompeo da şirket yöneticisi olmadan önce orduda görevliydi.
Trump ve yönetiminin İran ve Çin’i ön plandaki düşmanlar olarak hedeflemesi, rakiplerine ve politikasını engelleyici devletlere karşı savaşçı rekabet dili kullanması emperyalist savaşçı politik yönelimin daha önemli bir belirtisi.
Trump’ın seçim kampanyasındaki baş stratejisti ve şimdiki danışmanı S. Bannon, yönettiği radyoda Şubat 2016’daki konuşmasında, Çin’le 510 yıl içinde savaş çıkacağını ve bunun Güney Çin Denizi adaları üzerine anlaşmazlıktan kaynaklanacağını dile getirmekten çekinmedi. Buna karşılık Çin Halk Kurtuluş Ordusu yetkililerinden biri, ordunun resmi sitesinde, Trump döneminde savaş çıkma ihtimalinin gerçek olduğunu yazdı.
Trump’ın, kendisini kutlayan Tayvan başbakanına, Çin’e nazire yaparcasına ve 1975’ten itibaren tanımaktan vazgeçtiği Tayvan’ı adeta resmen tanıyormuşçasına teşekkür ederek cevap vermesi, devlet yönetmedeki acemiliğinden ileri gelmiyordu. Daha sonra düzeltme yapsa da, Çin’i hedef alan bir uyarısı ve serleşecek emperyalist rekabetin bir işaretiydi bu.
Trump, seçim dönemi ve sonrasında, Rusya’ya dönük çatışmacı bir dil kullanmadı. Tersine, Suriye’de IŞİD’e ve diğer bazı politik islamcı çetelere karşı bu dönemde birlikte mücadeleden bahsetti. Bu, yakın zamanda İran’a karşı olası yıpratıcı bir savaşı hazırlarken Rusya’yı hareketsiz bırakma taktiği ya da Çin’e karşı kuşatma stratejisi uygularken Rusya’yı Çin’le ittifaktan uzak tutma yönelimi veyahut kısa vadede Rusya’yla uzlaşma eğilimi gösterecek ama sonrasında çatışmacı bir politikanın bunun yerini alacağı bir yaklaşım da olabilir.
Fakat her halükarda, Trump’ın ABD’sinin Çin’e karşı savaşçı ve kuşatmacı bir stratejiyi tırmandıracağı ihtimali güçlüdür. Yeni savaş bakanı emekli general Mattis’in, Çin’in tepkisini göze alarak, Güney Kore’ye füze sistemleri yerleştirmesi de Çin’i kuşatma politikasının bir parçasıdır.
Trump, 6 Şubat’ta Fox News’teki röportajında, İran’la nükleer araştırmayı durdurması karşılığında imzalanan ambargonun kaldırılması anlaşmasını, “hayatımda gördüğüm en kötü anlaşma” sözleriyle hedef aldı ve “onlar en tehlikeli terörist devlet” diyerek İran’ı suçladı.
İran’ın Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas gibi örgütleri desteklemesinin terör örgütlerine yandaşlık yapması anlamına geldiği suçlamasını Trump ekibi yaptı. Yemen’de Ensarullah (Husiler) örgütü de İran’a ideolojik olarak yakın olduğuna göre, Trump’ın ABD’sinin, Suudi monarkıyla birlikte Yemen savaşını yeniden yoğunlaştıracağı anlaşılıyor. Savaş bakanı Mattis’in İran’a ait sivil bir gemiyi Husilere silah taşıyor iddiasıyla uluslararası sularda savaş gemisiyle durdurup arama yapması ve Trump’ın Yemen’de “güvenli bölge ilan etmek” gerektiğini söylemesi, ABD’nin Yemen savaşını tekrar şiddetlendireceğini gösteren diğer veriler. Obama’nın giderayak Yemen’de füzelerle doğrudan hedef
vurması da bunun bir işaretiydi. Keza Trump’ın seçimlerde, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma anlamına gelecek şekilde, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma sözü vermesi de, Ortadoğu’da savaşları yeniden tırmandıracağını ima ediyordu.
Trump, Obama döneminde CIA’nın askeri operasyonlarına getirilen sınırlandırmaları, Ocak ayında gizli bir kararnameyle kaldırdı. Heronlar ve füzelerle suikast yapma yetkisinin önünü açtı. CIA’nın bu yetkiyi, Suriye’de Şubat ayında IŞİD’in yöneticilerinden El Mısri’yi heron kullanarak öldürdüğü operasyonda ilk defa kullandığı söyleniyor.[16]
Sonuçta, Çin’den Kuzey Kore’ye, Afganistan’dan İran’a ve Yemen’e, Suriye’den Lübnan ve Gazze’ye doğru uzanacak, sonrası süreçte dünyanın daha geniş alanlarını da kapsayacak biçimde, ABD’nin kuşatma, işgal ve savaşları tırmandıracağı, silahlanma rekabetini üst düzeye çıkaracağı, egemenliğini korumak için yeniden çılgınca savaşları göze alabileceği görülüyor. Trump, göçmen, kadın ve lgbti düşmanı faşizan ajitasyonla ve emperyalist küreselleşmeye karşı eski iyi ücretli işleri geri getireceği demagojisiyle, kapitalizmin varoluşsal krizi koşullarında hayal kırıklığı yaşayan Amerikalı yığınları etkiledi. Reaksiyoner, gerici, faşizan hareketi kendi arkasında topladı. Bunu, ABD emperyalizminin egemenliğini korumak için, saldırgan ve savaşçı politikalarına da dayanak yapacak ve dünya ezilenlerine daha fazla savaş acıları yaşatacaktır. Fakat savaşçı emperyalist liderlerin unutmayı tercih ettikleri bir gerçeği Trump’a da hatırlatalım: İşçi sınıfı ve ezilenler, kapitalizmin bu onulmaz krizi koşullarında, faşist yöndeki gerici değişimi değil, kurtuluş yolunda devrimci değişimi arayacak, bu yolda ABD’nin emperyalist savaşçılığına karşı da ayağa kalkacaktır. Komünistlerin görevi bu devrimci uyanış imkanını değerlendirmektir.
Dipnotlar
[1] wsws.org, Irk, Sınıf ve Trump’ın Seçilmesi, B. Grey, 11.11.16
[2] wsws.org, Irk, Sınıf ve Trump’ın Seçilmesi, B. Grey, 11.11.16
[3] www.bbc.com/türkçe, 25.01.17
[4] Trump’ın 20 Aralık tarihli başkanlık törenindeki konuşmasından akt. K. Boratav, D. Trump, Şi Jiping ve Küreselleşme, ilerihaber.org, 27.01.17
[5] Trump’ın Yurtdışı Yatırımları Tartışma Konusu, Amerikanın Sesi, 10.12.16
[6] 16 Şubat Davos konuşması, akt. Boratav, D. Trump, Şi Jiping ve Küreselleşme, ilerihaber. org, 27.01.17
[7] www.bbc.com.tr, 16.01.17
[8] J. Petras, Trump: Nasyonalist Kapitalizm Küreselleşmeye Alternatif Mi, sendika.org, 17.02.17
[9] Trump: Nasyonalist Kapitalizm Küreselleşmeye Alternatif Mi, sendika.org, 17.02.17
[10] Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, s. 85
[11] Stalin, Son yazılar, Sol Yayınları, s. 9697
[12] Anadolu ajansı, 27.02.17
[13] Deutsche Welle, 05.04.16
[14] Sputnik Haber, 28.01.17
[15] www.bbc.com/türkçe, 20.01.17
[16] Cumhuriyet Gazetesi, 14.03.17