Ekonomik Kriz: Faşizmin Çözümü Ya Da Çıkmazı

TÜİK 3. çeyrek büyüme verilerini yayınlarken, hesaplamada bir takım revizyonlara gittiğini açıklayıp, geçmiş büyüme verilerini de değiştirdi. Buna göre, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış milli gelir, 2016’nın ilk çeyreğinde bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,4 küçülmüş, ikinci çeyrekteki yüzde 1,1 büyümenin ardından üçüncü çeyrekte de yüzde 2,7 oranında küçülmüş. Söz konusu yeni milli gelir hesabı, içerdiği çelişkiler sebebiyle burjuvazinin analistleri tarafından bile güvenilmez olarak etiketlenmiş ve çarpıtılmış haliyle dahi ekonominin daraldığı gerçeğini gösteren önemli veriler sunuyor.

Küçülme trendi ilk çeyrekte başladığı ve son çeyrekte de devam edeceğine yönelik güçlü veriler bulunduğu için, Türkiye ekonomisinin bir durgunluk içerisine girdiğini söyleyebiliriz. İşsizlik ve dış borç oranları, “henüz” sert biçimde artmasa da, iki haneli rakamlara yerleşti ve 2008 krizi seviyesine geldi. 2016 enflasyonu da iki haneli rakamlara yerleşecek gibi gözüküyor. Ayrıca toplumda bir krizin içerisinde olduğumuz kanısı yaygın ve bu kanı yatırım ve tüketimden çekinmelere yol açıyor. Tüm bunlar bir krize işaret ediyor.

Bunun dışavurumu, doların Kasım'dan bu yana hızlı bir artış içerisinde olması ve bu artışın ekonominin uzun süredir birikim halindeki yapısal sorunlarını kısa sürede yakıcı bir hale getirmesidir. Yani, ekonominin bozulmuş yapısı ağzına kadar dolu bir bardak su ise, kurdaki rekor yükseliş de taşmayı sağlayan son damla niteliğindedir. Krizin nedenlerini değerlendirirken biri diğerinden ayrı düşünülemez.

Biz de kriz çözümlememizi bu son damladan geriye doğru yapacak, akabinde de yakın geleceğe odaklanacağız. Ancak öncelikle krizin mali ve ekonomik ögelerinin neler olduğuna, yani mevcut duruma bir bakalım:

1- Özel sektör döviz borcu katlanarak artıyor: Özel sektörün zaten gitgide büyüyen net döviz borcu sorunu kur artışıyla birlikte iyice katlanılamaz bir hale geldi. Bankalar dışındaki özel şirketlerin döviz borçları ve alacakları arasındaki fark, 2016 başında 190 milyar dolar karşılığı 570 milyar lirayken, 2017 başı itibarıyla 213 milyar dolar karşılığı 770 milyar liradır. Yani bu firmaların zararı durduk yere 200 milyar TL arttı. Hatırlatalım: Özel sektör önümüzdeki bir yıl içinde 56 milyar dolar ödeme yapmak zorunda, ancak bu tutarı nereden bulabileceklerine dair bir fikirleri yok.

2- İflaslar ve kapanan şirket sayıları artıyor: Krizi besleyen ve aynı zamanda üretimde sınırlanmanın güncel sebebi olan dış borcun gündelik hayata yansımasını, kapanan şirket sayılarında görebiliriz. Kasım 2016'da açılan şirket sayısı bir önceki yılın aynı ayına göre sadece yüzde 2 artarken, kapanan şirket sayısı neredeyse yarı yarıya artmış durumda. Bunun yanında birçok büyük firma borçlarını ödeyemez duruma geldi. Türk Telekom ve THY gibi devlerin temerrüde düşme riski açığa çıktı. Özel araştırma kuruluşları, 2016'da, 2015'e kıyasla yüzde 8 artışla, 16 bin firmanın iflas edeceğini öngörüyor.

3- Beklentiler ve kredi notları düşüyor: Sermayenin bir ülkeye yatırım yapılabilirliğin ölçülmesi amacıyla kurdurduğu uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının en önemlilerinden ikisi olan S&P ve Moody's Türkiye'nin kredi notunu uzun bir aradan sonra düşürdü. Diğer bir önemli derecelendirme kuruluşu olan Fitch'in de not düşüreceği öngörülüyor. İçeride de, TÜİK'in düzenli olarak ölçtüğü Ekonomik Güven Endeksi son 16 çeyreğin en düşük seviyesini bulmuş durumda.

4- Hem borçlanma hem de batık krediler artıyor: Kapitalist ekonomilerde üretim de tüketim de krediler üzerinden yürür. Dolayısıyla kredi kullanımındaki artış, bu artışın büyüme hızı ve batık kredi rakamları bize sistemin kalp sağlığı hakkında bilgi verir. Kasım 2016'da kullandırılan kredi bir sene öncesine göre yüzde 17 artmış durumdayken, aynı dönemde batık krediler yüzde 33, bireysel kredi ve kredi kartı borcunu ödememiş gerçek kişilerden halen borcu devam edenlerin sayısı da 500 bin kişi artmış vaziyette. Ayrıca kredi kullanımındaki artış hızı da düşüyor. Bankalar Birliği verilerine göre, 2016 üçüncü çeyreğinde bankaların kullandırdığı kredi büyüme hızı yüzde 9’a kadar geriledi. Yani insanlar değer üretimini genişletmek için değil, hayatta kalmak veya mevcut üretimlerini sürdürmek için borç alıyor ve borç alabilme eğilimi de gittikçe düşüyor.

5- İç ve dış talep geriliyor: Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış milli gelir rakamlarına göre, 2002'den beri büyümenin motoru yapılmış olan ve milli gelirin belirleniminde üçte ikiye yakın ağırlığı olan iç tüketim harcamaları 3. çeyrekte yüzde 2,6, ihracat ise yüzde 6,3 küçülmüş. Yani tüketim ve dışarıya mal/hizmet satımı daralıyor. İnsanlar eskisi gibi tüketim yapmıyor.

6- Sanayi daralıyor: Yeni milli gelir hesabına göre, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi 2016 başından beri her çeyrekte sırasıyla yüzde 0,7, yüzde 0,3 ve yüzde 4,8 küçülmüştür. Bu küçülmeyi diğer veriler de desteklemektedir. İstanbul Sanayi Odası'nın hazırladığı Satınalma Yöneticileri Endeksi, üst üste dört ay olacak şekilde, Haziran ayında 47,7 ile kritik eşik değer 50,0’ın altında kalarak, daralmanın, Nisan 2009’dan beri gözlenen en yüksek hızda gerçekleştiğine işaret etmektedir. TÜİK'in düzenlediği son Sanayi Üretim Anketi de önümüzdeki dönem yaşanacak daralmanın boyutuna ışık tutmaktadır. Ankete katılan ve yüzlerce büyük ölçekli firmanın oluşturduğu 27 sektörün 20'si, 2015'e kıyasla üretimde küçülme planladıklarını belirtmiş. Toplam daralma yüzde 5,7. Bu ölçümün bir beklenti değil, planlama hedeflerinin derlemesi olduğunun altını çizelim.

7- İşsizlik Artıyor: Elimizdeki en güncel veriye göre, Ekim 2016'da, yani fırtınanın henüz kopmaya başlamadığı dönemde bile resmi işsizlik yeni bir rekorla yüzde 11,8'e, geniş tanımlı işsizlik ise yüzde 21'e çıkmış vaziyette. Verimliliğin artmadığı koşullarda işsizliğin artıyor olması üretimin daralıyor olduğunu gösterir.

8- Stagflasyon yaşanıyor: Normal şartlarda enflasyon ile büyüme doğru orantılıdır. Yani ekonomi büyüyorsa, talep artışından dolayı enflasyonun da artması normal kabul edilir. Ancak Türkiye ekonomisi küçülürken ve talep gitgide daralırken, enflasyon artmaya devam etmektedir. Buna stagflasyon denir. Sebebi, enflasyonun talepten değil maliyet artışlarından kaynaklanmasıdır. Merkez Bankası'nın hesaplarına göre, her yüzde 10’luk kur artışı enflasyonda 1,5 puan artış getiriyor. 2016'nın yüzde 8,5 enflasyon oranıyla kapandığını ve kurun yaklaşık yüzde 25 arttığını düşünürsek, sadece kur artışının 2017'de enflasyona 3-4 puanlık artış getireceğini görebiliriz. Savaş ve kriz için devlet maliyesini güçlendirmek adına yapılan zamlar da enflasyonist baskıyı artırıyor. Örneğin, elektrik fiyatları 23 Aralık'ta kWh başına 4,6 kat zamlandı. Petrole, elektroniğe, doğalgaza, alkole ve sigaraya yapılan zamları ve gıda fiyatlarındaki artışları da dahil edersek, 2017 enflasyonunun kalıcı şekilde yeniden çift hanelere çıkmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Son Damla: Sermaye Dışarı, Kur Yukarı

Kurun düzeyini belirleyen, döviz arz ve talebinde yaşanan değişimlerdir. Dış finansman ihtiyacı yüksek olan Türkiye gibi ülkelerde döviz arzını belirleyen şeylerin başında, sıcak para girişi diye tabir edilen, yabancıların tahvil, hisse senedi ve bono alımları gelir. Eğer sıcak para girişleri azalıyorsa, hatta daha kötüsü çıkıyorsa, bu hem döviz arzını hem de dövize olan talebi etkiler. ABD başkanlık seçimleri sonrası Trump'ın ekonomik programının sermayede yarattığı etki ve FED'in faiz artırımı beklentisi, dünya çapında sermaye tekellerinin dolar talebini de artırıyor. Ancak Türkiye'deki kur artışını esasen bununla açıklayamayız, zira Brezilya, Meksika, Hindistan gibi diğer mali-ekonomik sömürge ülkelerin para birimleri dolar karşısında değer kazanıyor ya da TL'den çok daha az değer kaybediyor.

Verilere baktığımızda, 4 Kasım ile 9 Aralık arasında yaşanan net çıkışın 2,8 milyar dolar ile Temmuz 2013'ten beri yaşanan en sert çıkış olduğunu görüyoruz. Kasım'da başlayan kur yükselişinin sebebi işte bu sert sıcak para çıkışıdır. Bu da Kasım ayı için Uluslararası Yatırım Pozisyonu açığı (yerli sermayenin yurtdışına yaptığı her türlü yatırım stoku ile yabancı sermayenin ülke içine yaptığı tüm yatırım stokunu arasındaki fark) bakımından stoklarda 32 milyar dolarlık bir azalmaya tekabül ediyor.

Ancak 16 Aralık'tan 13 Ocak'a kadar gerçekleşen sıcak para hareketlerine baktığımızda, yabancıların sadece 8 milyon dolarlık net çıkış yaptıklarını görüyoruz. Bu, ilgili dönemdeki kur yükselişinde, dolara geçen işbirlikçi-tekelci burjuvazinin TL'den çıkışının da payı olduğunu gösteriyor. Başbakan Yıldırım'ın, yükselişi tetikleyen asıl unsurun döviz borcu rekor seviyeye ulaşan özel sektör alımları olduğunu söylemesi de buna işaret ediyor. Aslında burada ikili bir etki görülüyor. Çıkan yabancı sermaye geri dönmüyor ve artan döviz kuru yerli sermayeyi paniğe sevk ederek dolara hücuma yol açıyor.

Saray iktidarı bir ekonomik kriz içerisine girildiğini artık açıktan kabul ediyor. Buna karşın yatırımları ve harcamaları artırmak için bir dizi önlem almaya çalışıyor. Faizler indiriliyor, iflas erteleme hakkı kaldırılıyor, şirket borçları yapılandırmaya tabi tutuluyor, tüketici kredisi ve kredi kartı taksit sayısı artırılıyor, yatırımlara vergisizlik getiriliyor, vergilendirilmemek için yurtdışına kaçırılan karlar af vaadiyle geri çağrılıyor, devasa miktarda geri ödeme garantili hazine kredisi açılıyor, sıfır faizle KOBİ kredileri veriliyor, asgari ücret ve madenci maaşlarındaki kanuni artışlar sermayenin değil devletin sırtına yükleniyor, kaynağı belirsiz para girişleri artırılıyor. Hasılı, sermaye için bir “yatırım cenneti” yaratılmaya çalışılıyor. Tüm bunların yanında, sarayın dolar bozdurma kampanyasını ve “üretin, istihdam edin, alın, satın” talimatını da unutmayalım.

Kriz Önlemleri 1: Doları Sal, Faizi Tut

Saray iktidarının en sevdiği ekonomi politikası enstrümanı faizlerdir. Faiz, paranın, yani borçlanmanın fiyatıdır. Dolayısıyla, eğer faizler düşükse borçlanma kolay, yüksekse zor olur. Olağan şartlarda faizlerin düştüğü bir ortamda yatırımlar (spekülatif sermaye yatırımları değil, üretken sermaye yatırımları) ve tüketici harcamaları artar, yükseldiği durumda ise tasarruf eğilimi güçlenir. Faizlerin bir etkisi de kurlar üzerindedir. TL faizlerinin yükselmesi, sermayenin dövizden çıkıp TL'ye geçmesini, indirilmesi ise tersi yönde hareketi koşullar. Bu da toplam TL ve döviz arzını etkileyerek kuru değiştirir. Dolayısıyla faiz indirimi, yatırımları ve harcamaları artırırken, döviz kurlarını da artırıcı etki yapar.

Burada bir çelişki açığa çıkar. Türkiye'de hem kur artmakta hem de yatırım ve tüketim daralmaktadır. Ancak faiz indirimi, yatırımları ve talebi uyarırken, zaten tırmanan kurlar üzerindeyse artırıcı baskıda bulunacaktır. Tersi de, kur artışını frenlerken, yatırım ve tüketimi daha da baskılayacaktır. Saray iktidarı bu çelişkinin farkındadır ve bir tercih yapmaktadır. Faizlerin düşmesi (ya da en azından artmaması) için Merkez Bankası'na baskı yapmakta, yani önceliği yatırım ve tüketim artışına vermektedir. Buna göre, artan yatırım ve tüketim oranlarının ekonomiyi düze çıkaracağı ve düzelme sonuçlarının da yabancı sermayenin kaygısını teskin edeceği beklenmektedir.

Fakat normal dışı koşullarda faiz mekaniği bu şekilde işlemek zorunda değildir. Evet, faizin, yani borçlanma maliyetinin yatırımlar üzerindeki etkisi açıktır, ancak yatırımlar üzerindeki tek belirleyici etmen maliyet değildir, aynı zamanda kar beklentisidir. Eğer sermayedarlar yatırım için yeterli bir karlılık imkanı veya güvenli bir ortam görmüyorlarsa, faiz indirimi gibi önemli bir etmen birden kadük hale gelebilir ve gelmektedir de.

Kiralık işçi, sınai mülkiyet ve yeni vergi yasalarının çıkmasını sağlayan saray iktidarının AKP hükümeti, hem uluslararası sermayenin hem de Türk sermaye oligarşisinin etkin bir aygıtı olmuştur. Ancak şu an hem yerli hem de yabancı sermaye tekellerinin, gerek bağlı bulundukları emperyalist merkezlerle siyasi ilişkilerin seyriyle ilgili kaygıları, gerekse darbeci ya da terörist olarak etiketlenip mallarına el konulması, şirketlerine kayyum atanması, satışların sağlıklı şekilde sürdürülememesi ve karların güvenli şekilde dışarı çıkarılamaması ihtimallerinden kaynaklanan çekinceleri ekonomik gidişata belli bir etkide bulunmaktadır. TÜSİAD'ın özellikle AB ile ilişkilerin gerilmesi noktasında “tedirginiz” niteliğinde açıklamalar yapması bunun göstergesidir. Türkiye, ihracatının yarısını AB ülkelerine yapmaktadır ve bunun sekteye uğrayabileceği düşüncesi TÜSİAD'ı korkutmaktadır.

Bu kaygılar diğer önlemleri de etkisiz kılıcı bir rol oynamaktadır. Bu koşullarda ne kredi kartı düzenlemeleri tüketimi artırabilir ne de devasa teşvikler sermayeyi atılıma yönlendirebilir. Zaten asgari yaşam düzeyini sürdürecek kadar geliri dahi olmayan mülksüz yığınlar bir yana, her köşesinde bombaların patladığı, linçlerin yaşandığı ve iç savaş seslerinin yükseldiği şehirlerde ev-araba satışları artmayacaktır. Öte yandan, işbirlikçi-tekelci burjuvazi de bu dönemde likit kalmayı, yani parasını fiziksel yatırıma bağlamayıp kur, dış faiz, borsa üçgeninde değerlendirmeyi daha uygun bulacaktır.

Faşist saray cuntası, eğer kur artışını engellemeyi istiyorsa, faizleri yükseltmek zorunda kalacaktır. Nitekim AKP hükümeti Ocak'ın ikinci haftasında faizleri sabit tutma direncini sürdürememiş ve TL repo ihalesi açmayıp bankaların normalden yüksek olan geç borçlanma faizine yönelmesini sağlayarak faizleri dolaylı olarak yükseltmek zorunda kalmıştır. Artan bu faiz oranının tüketici ve yatırımcı faizlerine yansıyıp tüketimi ve yatırımı daraltacağını öngörmek işten bile değildir.

Kriz Önlemleri 2: Doları Bozdur, Krizi Durdur

Saray iktidarı, kitlelerde milliyetçi histeriye dayanan bir seferberlik de başlatarak ve emperyalist devletlerin ekonomik darbe planını devreye koyduklarını söyleyerek, doların artışını engellemek için halka dolar bozdurmayı salık verdi. Bunu, doları düşürmek için gerekli bir hamle olmanın ötesinde, yığınları krize hazırlayan ve dış düşman algısı yaratan bir hamle olarak okumak gerekir. Zira siyasi iktidar, yerli ve yabancı burjuvazinin dolar hacmi ile küçük esnafın ve işçi-emekçi yığınların dolar hacminin kıyaslanabilecek büyüklükler olmadığının elbette farkındadır. Nitekim Merkez Bankası döviz mevduat verilerine göre, Erdoğan'ın 2 Aralık'ta yaptığı “TL'ye dönüş” çağrısının ardından ilk bir haftada yurtiçinde toplam 342 milyon dolar bozdurulmuş. Bunun içinde bireylerin payı 49 milyon olurken, kalanını şirketler bozdurmuş. Ancak sonraki haftalarda dövize hücum başlamış, sene sonu itibarıyla döviz mevduatı -kampanya beklentisinin aksine- 689 milyon dolar artmış. Yani milliyetçi histerinin etkisi yalnızca bir hafta sürmüş.

Erdoğan'ın talimatı sadece dolarla sınırlı değil. Sermaye yatırımcılarına ve bankalara da piyasa mantığının tersine davranmaları gerektiğini söylemekten çekinmiyor. Faizleri yükseltmek zorunda kalıyor, ancak bankaların bundan kaynaklı maliyet artışlarının piyasa faizlerine yansımasını istemiyor. Sermayedarlar yeterince karlı ve güvenli yatırım imkanları göremiyor, ancak Erdoğan yatırıma devam edin talimatı veriyor, hatta gereğini yapmayanla hesaplaşacağını beyan ediyor. Erdoğan'ın çelişkisi şu cümlelerinden de anlaşılabilir: “Bizim iş adamlarına, girişimcilere ihtiyacımız var. Bu işi geciktirmeyin. Yatırımlarınızı yapın. Bu ülkede güven ve istikrar var. Risk alın. Risk almadıktan sonra bu iş yürümez.” Eğer istikrar varsa, neden risk olsun? Eğer risk varsa, nasıl istikrardan bahsedilebilir?

Kriz Önlemleri 3: Rusya'yı Sev, Şeyhi Say

Rusya'yla yakınlaşmaya yönelen saray cuntasının, bu yakınlaşmayı ekonomik bir niteliğe büründürmeye çalıştığını da görüyoruz. Öte yandan, Şangay İşbirliği Örgütü ve Körfez ülkeleri ile yakın temaslar da gündemde. Peki, bu yakınlaşma krizden çıkışta ne kadar etkili olabilir?

Rusya ile gerçekleştirilen dış ticaretin toplam ihracattaki payı sadece yüzde 8'dir. Evet, Rusya ile yaşanan siyasi krizden önceki rakamlara bakınca, iki ülke arasındaki ticaret hacminin 30 milyar dolar olduğunu, ancak son bir yılda bu hacmin yarıya düştüğünü görüyoruz. Dolayısıyla 15 milyarlık kaybın geri kazanılmasının ekonomiye sağaltıcı bir etki yapacağına şüphe yok. Ama bu hacmin yüzde 80'inin ithalat, yani döviz çıkışı sağlayan işlem olduğu düşünülürse, ilişkilerin eskiye dönüşünün kur krizine olumlu bir etki yapacağını söyleyemeyiz. Son olarak, Rusya ekonomisinin de çok parlak durumda olmadığını, dünya çapındaki daralmadan payını yüzde 3'lük küçülme ile aldığını belirtelim. Yani Rusya'nın büyüyen bir pazarı yok. Ortadoğu'da aktif konumlanışının sebeplerinden biri de bu. Bu noktada Rusya, Türkiye için faydalı bir ortaktan ziyade, temkinli bir rakip pozisyonunda.

Şangay İşbirliği Örgütü, büyük ortak olarak, Rusya'nın yanında Çin'i içermektedir. Ancak Çin, Türkiye için mal ve hizmet sattığı değil, hammadde ve tüketim ürünü aldığı bir ülkedir. Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin ihracat hacmini etkileyecek bir rolü yoktur.

Geriye, şeyhleri stadyumlarda ağırlanan Körfez ülkeleri kalıyor. Katar, S. Arabistan ve BAE gibi ülkelere baktığımızda, Türkiye'ye doğrudan sermaye yatırımlarında bu ülkelerin payının yıllık 2,5 milyar dolar ile yüzde 4-5 arasında olduğunu görüyoruz. Bu ülkelerle yaşanan yakınlaşma doğrudan sermaye girişlerini ne kadar artırabilir? Kısa vadede 2-3 kat artış olsa dahi, bu, AB kaynaklı ve yerli sermaye çıkışlarını dengeleyecek bir oranda olamaz. AB, ihracatın yüzde 50'sinin, ithalatın yüzde 40'ının, yabancı sıcak sermaye akımlarının da yüzde 85'inin sahibidir. Dolayısıyla ne Rusya ne de Körfez akımlarının, AB sermayesi çıkışıyla alevlenen bir krizi teskin edecek ağırlığı bulunmamaktadır.

Kriz Önlemleri 4: Seviyorum Merkez!

Merkez bankaları ekonomide bir emniyet sübabı oluşturabilmek için döviz rezervi biriktirirler ve gerektiğinde piyasaya sürerek yerel para veya dolar fazlası yaratıp kuru ve fiyatları kontrol ederler. Peki, Kasım ayından beri aktif olarak kullanılan Merkez Bankası rezervleri krizi önleyebilme kapasitesine sahip midir?

Şu an Merkez'in brüt rezervi 117 milyar dolar, net rezervi ise (altın dahil) 35 milyar dolar civarındadır. Kaba bir hesapla, Türkiye önümüzdeki bir sene içerisinde 165 milyar dolar dış borç, 30 milyar civarında da cari açık finansmanı gerçekleştirmek zorundadır. Çıkışın aynı şiddette devam edeceğini varsaydığımızda, ki bu aylık yaklaşık 4 milyar dolar demektir, önümüzdeki sene yaşanması muhtemel yaklaşık 40 milyar dolarlık net sermaye çıkışıyla birlikte 235 milyar dolar finansman ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Ancak sermaye yatırım riskinin arttığı, borçlanma maliyetlerinin yükseldiği bu kriz döneminde, Merkez rezervleri dış borcun yenilenen kısmı haricinde oluşacak ödeme ihtiyacını ve sıcak para çıkış hacmini karşılayabilecek midir? Henüz bilmiyoruz, ancak soruyu olumlu yanıtlamak için de neden yok. Örneğin, borçların yarısı yenilenebilse dahi, toplamda 150 milyar dolarlık bir finansman ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Bu da son kertede Merkez rezervlerinin yeterliliğinin sorgulanmasına yol açmaktadır.

İki Yol, Tek Uçurum

Krizin gidişatı orta vadede saray iktidarına “görünürde” iki seçeneği dayatmaktadır: Ya AB sermayesinin Türkiye'ye yatırım yapma riskini karşılayacak veya en azından Trump'ın etkisiyle yükselecek olan FED faiz oranının getireceği kazanç nispetinde faizleri yükseltecek, ya da ABD-AB emperyalistleri ve Türk sermaye oligarşisiyle siyaseten sürtüşmeli bir yoldan yürüme ısrarını sonlandırıp sermaye yatırımlarıyla daha uyumlu bir siyasi rotaya girecek.

Saray cuntası, ilk seçeneği uzun bir süredir “faiz lobisi” dayatması olarak görüp reddediyor. Buna göre, faiz artırımı kur artışını durdurabilse dahi, tüketim ve yatırımların daha da gerilemesine yol açacaktır. Bu da dış sermaye girişlerine bağımlılığı daha fazla yükseltecek, dahası Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarına bir çözüm getirmiş olmayacaktır. Üstelik saray diktatörlüğünün Batılı emperyalistlerle çatışkılarının büyüdüğü bir ortamda dış sermaye girişinin garantisi de yoktur. Erdoğan'ın başkanlık hayalinin tarihe gömülmesi anlamına gelecek olan ikinci yol da ekonomik bakımdan farklı bir sonuç üretmeyecektir. Doların ateşi kırılsa bile ekonomiye içkin olan sorunlar dokunulmadan kalacaktır. Özetle, kapitalist Türkiye ekonomisinin hastalıklı yapısı, iki yolu da saray için benzer uçurumlara çıkarmaktadır.

Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde maliyeti düşürmeyle beraber üretim hacmi artırımı ve fiyat indirimi yoluyla pazara hakim olma hedefi sonucunda gelişen aşırı üretim krizi, fiyatı ve üretim miktarını belirleme avantajının kazanıldığı tekelci dönemde kendini aşırı birikim krizi olarak gösterir. Aynı işkolundaki meta arzının serbest rekabetçi döneme kıyasla görece sabit olduğu bu dönemde, karlılığı artırmanın başlıca yolu, üretim hacmini artırmaksızın maliyetleri kısmaktır. Ancak bu, üretken yatırıma dönemeyen sermaye birikiminin daha da artmasına yol açar.

1970’li yıllara kadar krizlerden çıkışın genel formülü sabit sermaye kıyımı, emperyalist paylaşım savaşları ve sermayenin yeni açılan işkollarına akımı olsa da, 1970’lerden sonra bu döngü, 1) aşırı birikimi “spekülatif sermaye”ye, yani faize, borsaya ve türev piyasalara yönelterek, 2) üretim sürecini parçalayıp, hammadde ve ucuz işgücüne erişim açısından elverişliliğiyle yüksek kar oranı vadeden çeper ülkelere taşıyarak ve 3) karın gerçekleşme süresini düşüren ve üretim içi aşamalarda stoklanmaları engelleyen uluslararası işbölümüyle kriz devresini esnekleştirerek aşılmaya çalışılmıştır. Emperyalist küreselleşme sürecinin ifadesi olan bu eğilimler birbirini tamamlamaktadır. Bir yandan doğrudan sabit sermaye yatırımlarıyla mali-ekonomik sömürgeleşen ülkelere giren dünya tekelleri, aynı zamanda özelleştirmelerle ve kendi ürünleri için yarattığı pazarla birikimini tekrar kara dönüştürebilmekte, öte yandan da bu ülkelerde finansal pazarların gelişmesini sağlayarak işbirlikçi devletten ve yerli sermayeden borç geliri elde etmektedir.

İşte AKP, emperyalist küreselleşme sürecinde kapitalizmin içine girdiği yeni bir aşırı birikim krizinin akabinde iktidara geldi. ABD mali oligarşisinin merkez bankası FED, krizin aşılması için faiz oranlarını hızla düşürüp dünya piyasalarına bol miktarda ucuz dövizin akmasını sağladı. Bu süreç ABD’nin ihracatını canlandırırken, AKP ekonomi idaresi uluslararası piyasalara sunduğu olağanüstü yüksek faiz getirisi sayesinde bu ucuz dolarların Türkiye'ye de aktarılmasına olanak yarattı. Yabancı doğrudan yatırımlar ve yabancı portföy yatırımları ile bankacılık sistemi geliştirildi, özelleştirmeler hızlandırıldı ve finans sermayesinin yapısı güçlendirildi. Değer kazanan TL ithalatı patlattı ve imalat sektörü ucuza hammadde ve ara malı tedarik ederken, iç piyasa da ithal tüketim ürünlerine yöneldi. Ancak hammadde ve ara malı maliyetinin ucuzlaması, reel sektöre, yani değerin gerçekten üretildiği alana yeterli atılımı yaptıramadı. Zira AKP’nin önünde kısa sürede büyümenin gerçekleştirilmesi ve piyasaların finansallaştırılması hedefi vardı, Türkiye ekonomisinde bağımsız bir sanayi hamlesi mali-ekonomik sömürgeye dönüşümün nesnelliğiyle çelişiyordu.

2008 krizi sonrasına yapısal dönüşümünü tamamlamış piyasalar ve elinde bol miktarda dövizle giren Türkiye için eskisi kadar çok sıcak para çekmek en azından bir süreliğine mümkün değildi. Krizin etkileri devletin artan harcamalarıyla hafifletildi. Yeni ekonomik rota, artık düşük faizli tüketici kredileri, yani borçlanma yoluyla harcamaları artırmak ve bu şekilde büyümekti. Üretimde rekabet için işgücü ucuzlatılıp reel ücretler yerinde sayarken, tüketim esasen kredi kartı ve bireysel kredi borcu ile geliştirildi.

Yatırım alanında da buna uygun bir model benimsendi. İmalat sanayisini güçlendirmek yerine, artık içeriden ve dışarıdan düşük faizle sağlanan yatırım kredileri yoluyla inşaat ve emlak piyasası lokomotif sektör haline geldi. İnşaatın yeni yatırım alanı olarak pazarlanmasının sebebi, yoğun teknoloji ve sermaye birikimi gerektirmeyişi, dolaysızca temel ihtiyaca seslenişi ve her sektörü (beyaz eşya, kimya, hizmet vb.) canlandırabilecek bir niteliğe sahip olmasıydı. Bu model, aynı zamanda AKP sermayesine hızlıca kaynak aktarımı sağlayabilecek, elde edilen ranttan alınan paylarla da şantajvari dağıtılan yoksulluk yardımlarına kaynak teşkil edebilecek bir modeldi. Sonuçta, sanayi üretiminin milli gelir içerisindeki payı yüzde 20’lerden yüzde 15 seviyesine düşerken, inşaat yatırımları ve tüketici kredileri kullanımı milli gelirde büyümenin motoru haline geldi.

Türkiye'de 1994, 2001 ve hatta 2008 krizlerinin ateşleyicisi devlet borcu ve bankacılığın yaşadığı likidite yetmezliğiydi. Yani bunlar, emperyalist mali oligarşinin Türkiye ekonomisinde henüz böylesine içkinleşmemiş olduğu bir dönemin krizleriydi. Oysa mevcut mali kriz sadece finans sektörünün değil, reel sektörün krizidir. Daha net belirtelim: Şu an yaşanan kriz, fabrikaların ve işletmelerin 14 senede yaptıkları ve şimdi 213 milyar dolara yükselmiş olan özel sektörün net borç (net döviz borcu=döviz varlıkları–döviz yükümlülükleri) krizidir. Bu borcun artmasının nedenlerinin başında uluslararası mali sermaye hareketleri gelmektedir. 2008 yılında ABD'de konut kredilerinin ödenememesiyle patlak veren son aşırı birikim krizi, 2010 başlarında AB'nin zayıf ekonomilerine tahvil edilmiş, Yunanistan'ı batırırken devlet borçları üzerinden Portekiz, İtalya ve İspanya gibi ülkeleri de sarsmıştı. 2015'e geldiğimizdeyse, Çin'deki durgunluğun koşulladığı küresel ekonomik büyüme yavaşlaması, emperyalist mali sermayenin kırılgan sömürge ekonomilerden çekilmesine yol açtı. Bu da, dış finansmanı gitgide daha maliyetli hale getirdi. İşbirlikçi Türk sermayesi için kar oranlarını korumanın tek yolu, daha fazla borçlanarak riski ertelemek oldu.

“Dış borç” dendiği zaman kitlelerin aklına gelen şey, devletin borçları oluyor. Bunda IMF kabusunun yarattığı hafızanın bir payı var şüphesiz. Ancak Türkiye'de dış borçların dörtte üçü özel sektöre aittir. Evet, bu borçların bir kısmı kamu garantisi altındadır, ama çok büyük bir bölümü özel sektörün kendi borcudur. Buna “kendi borcu” demek de gerçeği tam ifade etmez. Zira 2000'lerin başında devlete ait olan borç, AKP dönemindeki özelleştirmeler neticesinde özel sektöre devredilmişti. Yani bir bütün olarak ekonomi borçtan hiç kurtulamadığı gibi, yine bir bütün olarak daha borçlu hale geldi. Hal böyleyken, “IMF'ye borcumuzu sıfırladık” söyleminin hiçbir kıymeti yoktur. Önceki yıllarda büyümenin motoru olmuş iç tüketim de artık aktif olarak kullanılamaz bir seçenektir, zira bankalar tüketici kredisi musluklarını sonuna kadar açmış olsalar da, yeterli reel ücret artışı yaşayamayan işçi sınıfının daha da borçlanabilecek durumu kalmamıştır.

Özetle, üretken bir sanayi yatırım hamlesi gerçekleştirememekten kaynaklı olarak, alınan borçtan daha yüksek düzeyde genişletilmiş değer üretimi yapamayan, bu yüzden dünya pazarında rekabet imkanı bulamayan Türk burjuvazisi, mevcut kar seviyesini korumak için bile gitgide daha maliyetli hale gelen dış kaynağa bağımlılıkta derinleşmeye mecbur kaldı. Nihayetinde dış borcun milli gelire oranı yüzde 56'ya dayandı. Ekonominin kurdaki değişimler, uluslararası sermaye hareketlerinden kaynaklı istikrarsızlıklara açıklığı, Erdoğan'ı, başında Demokles'in kılıcıyla gezmeye mecbur bıraktı.

Peki AKP, sol liberallerin, TÜSİAD'ın ve CHP'nin belirttiği üzere, teknolojiye dayalı, rekabetçi, ama sosyal adalet temelli bir ekonomi inşa edebilir miydi? Yani Erdoğan ve AKP yanlış bir yol mu seçti?

Hayır, sermaye sınıfının bir temsilcisi olarak Erdoğan'ın ve AKP'nin mevcut modelden başka bir yol seçmesi mümkün değildi. Zira emperyalist küreselleşme döneminde Türkiye'nin sermaye birikim düzeyi, teknolojik seviyesi, işgücü yapısı ve burjuva devlet gücü, yani bir bütün olarak sermayenin dünya-tarihsel seyrindeki yeri, Türkiye'ye Batılı emperyalist sermayenin bir mali-ekonomik sömürgesi olmaktan başka bir yol tanımıyordu. AKP de bu rolü isteyerek yerine getirdi.

Türkiye kapitalist ekonomisinin kendi başına bir üretken sanayi yatırım hamlesi yapmasının nesnel olarak olanaklı olmadığı mevcut dünya şartlarında, birikmiş kriz unsurlarının yönetilebilir durumda tutulmasının, uluslararası finans piyasalarındaki değişimlerin ve dünya ekonomisinin seyrinin etkilerinin savuşturulmasının sınırları vardı. Nitekim iç tüketimin durgunluğa girdiği, genişletilmiş yeniden üretim yapacak sermaye birikim düzeyinin ve dolayısıyla üretim hacmi potansiyeliyle bağlı rekabet şansı düşüklüğünün ihracat imkanlarını sınırladığı, hem kar oranlarının hem de karlılık ve istikrar vaadinin düşük olduğu koşullarda, reel üretimde daralma ve bu temelde TL’nin değer kaybına uğraması kaçınılmaz hale geldi. Döviz krizi, böylece bütün unsurları birikmiş olan bir ekonomik krizin başlangıcının habercisi oldu.

Tabii bu dönüşüm ve nihayetinde kriz, şimdi sarayın iddia ettiği gibi “emperyalist devletlerin başını çektiği bir operasyon” ya da “ekonomik darbe planı” şeklinde değil, sermayenin hareket kanunlarının sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm içerisinde bu çaresizliğin “çaresi”, “sosyal demokrasiye dayalı ve rekabetçi bir ekonomi” kurmanın imkansızlığı koşullarında, ya her geçen gün daha fazla sömürgeleşmek ya da yeni bir emperyalist güç olmaya soyunmaktır. Siyasi iktidar için emperyalist küreselleşme ile uyumlu tek “gelişim” yolu, emperyalist sermayenin artıdeğer emilimini gerçekleştirebiliyor olmasından geçer. Saray iktidarı ise, emperyalist mali oligarşi ile uyumlu olmayan hareketlere kalkışmakla, bir yandan da kendi ekonomik-toplumsal varoluş temelinin altını oyar.

“Kendi göbek bağımızı kendimiz kesmek durumundayız” tarzı beyanatların ve “İkinci Kurtuluş Savaşı” edebiyatının arkasında işte bu çıkışsızlık yatmaktadır. Faşist saray diktatörlüğü hem emperyalist mali sermayeyle sürtüşmeli bir çizgide ama hem de Türkiye'nin dünya tekellerinin içkinleştiği mali-ekonomik sömürge yapısı zemininde durmaktadır. Batılı emperyalizme kafa tutan söylemlerin, sermaye ilişkilerinin nesnel yasallığından kaçınılmazlıkla doğan ekonomik krize çare olma şansı yoktur.

Devrimci-Demokratik Çıkış Hattı

Ekonomik kriz, kendini, öncelikle yükselen enflasyon oranlarıyla huzursuzluğun artması biçiminde gösterebilir. İflas ertelemenin yasaklanmasıyla döviz borcunu ödeyemeyen orta ve büyük ölçekli şirketlerin iflasları neticesinde gelişecek kitlesel işsizlikler ise daha büyük ölçekli şoklar şeklinde ortaya çıkacaktır. Beklenen ücret artışlarının gerçekleşmemesi de işçilerin kendiliğinden eylem dalgalarını büyüten bir faktör olacaktır. Stagflasyona, yani hem enflasyon artışı hem de yüksek işsizliğe dayalı ekonomik daralmanın yaratacağı bu kendiliğinden kabarmalar, faşist saray iktidarı tarafından hem baskıyla hem de ideolojik araçlarla ezilmeye çalışılacaktır. Yakın zamanda olağan iktisadi grev taleplerinin bile “terör suçu” ile yaftalanacağı ve milliyetçi bir histeri ile boğulmaya çalışılacağı örnekleri yaşayabiliriz.

Ekonomik krizin olası sonuçları, işçileri ve ezilenleri faşist politik islamcı şefin diktatörlüğüne karşı cepheleştirmenin potansiyel devrimci imkanıdır aynı zamanda. Güncel olarak başkanlık referandumuna odaklanan bu cepheleştirme politikası, AKP tabanını da sınıfsal-siyasal yarılmaya uğratmayı mutlaka hedeflemelidir. Özellikle de krizin emekçilerin gündelik yaşamı üzerindeki yoksullaşma, işsizlik ve işten atılmalar, temel tüketim mallarına yönelik zamlar gibi doğrudan emek-sermaye karşıtlığı üzerinde gelişen sonuçları etrafında geliştirilecek çalışmalar bu kesime hitap etmede önemli olacaktır.

AKP tabanı açısından kabaca üç kesim tanımlamamız mümkündür. Bunlardan ilki, en alttaki yoksul yığınlardır. Bir işi bile olmayan ya da en iyi ihtimalle kayıtdışı çalışan bu kesim, halihazırda ya faşist politik islamcı iktidarın sosyal yardım şantajının kapsamı altındadır ya da düzenli bir gelirden yoksundur. İkinci kesim, AKP hükümetleri döneminde üst-orta sınıflaşan, işçilikten esnaflığa, esnaflıktan da KOBİ patronluğuna ya da devlet bürokratlığına terfi ettirilen ve MHP ile geçişkenliği olan kesimdir. Krizin gelişimi sırasında bunların siyaseten yedeklenmesi zor olacaktır, zira bu kesim saray iktidarı ile doğrudan güç alışverişi halindedir. Ayrıca “hayırseverlik” kisvesi altında en yoksul tabanın fonlanmasından da sorumludur. Üçüncü kesim ise, AKP döneminde düzenli bir maaşa ve işe kavuşmuş, belli oranda kredi kartı borcu ile yaşamını sürdürebilen kentli işçilerin orta ve üst tabakasıdır. İşçi sınıfının fabrikalarda ve hizmet sektöründe çalışan bu kesimi, siyasi iktidarın doğrudan koruması altında olmadığından, yaşanacak yoksullaşma düzeyine göre tepkileri en sert verecek kesim olabilir. Bu kesimi grevlerde ve direnişlerde örgütlemek, fakat bunu yaparken onlara sosyalist bir kurtuluş tahayyülü de sunmak önemli olacaktır.

Devrimci-demokratik bir çıkış hattını örmenin esası, tüm talep ve isyanları antifaşist mücadele temeline oturtmaktan geçecektir. Kapitalizmin etkin teşhiriyle birlikte, krizden dolayı yaşanan her sorunun aslında saray faşizminden kaynaklandığı ve Erdoğan diktasına son verilmeden bu sorunların üstesinden gelinemeyeceğinin propagandasını yapmak, krizde devrimci taktiğin bir unsuru olacaktır.

Eğer yeterince örgütlü bir devrimci hareket yoksa, tek başına hiçbir ekonomik kriz burjuva siyasi iktidarları devirmeye yetmez. Hatta bilakis, işçi sınıfı ve ezilenlerin güçlü örgütlülüklerinin yokluğunda, böyle krizler burjuva iktidarlara meşruiyetlerini pekiştirmek için uygun faşist zeminler bile sunabilir. Dolayısıyla devrimciler, ekonomik kriz zamanında örgütlenme çalışmalarına her zamankinden daha fazla yoğunlaşma sorumluluğu taşırlar.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi