Faşist politik islamcı rejim 20 Temmuz’la başlayan saray darbesinin ardından politikayı esasen zor araçlarıyla, askeri biçimlerle sürdürüyor. Dizginsiz devlet terörü, faşizme karşı mücadele iddiası bulunan bütün kuvvetleri sınavdan geçiriyor.
10 Ekim Ankara katliamı sokaktan çekilme ve “demokratik iklim” kapıyı çalıp, güvenli siyaset koşulları doğuncaya kadar durumu idare etme eğilimini güçlendirirken, TAK’ın faşist militarist güçlere yönelmesi ve özellikle de hedefini bulmayan ve TAK tarafından yeterli bir sorumlulukla ele alınmayan, durumun gerçeğe uygun açıklanması ve net özeleştiride zayıf kalınan 13 Mart Ankara patlaması, emekçi solun reformist kesimlerinin kıran kırana bir “kınama yarışı” başlatmasının gerekçesi oldu. ÖDP, EMEP, BHH, KP, Halkevleri bunu düzenli açıklamalara ve nihayet militarist güçlerin ağır kayıplar verdikleri, faşist rejimin yönetici güçlerinin moral çöküntüye uğradıkları bu eylemlere karşı mücadele çağrılarına vardırdılar.
Yürüyüş dergisi ise bambaşka bir kulvardan, sosyal şovenizmde giderek derinleşen siyasi çizgisi nedeniyle TAK eylemleri karşısında reformizmin bazı argümanlarıyla buluştu.
TAK eylemleri merkezli gelişen ve açıkça ezilenlerin şiddeti etrafında dönen tartışmaların ve reformist kınama siyasetinin özünde iki temel motivasyonu var.
1) Faşist politik islamcı saray cuntasının politikayı esasen zor araçlarıyla yürüttüğü bu dönemde, sürecin ihtiyacı olan ve bedeller isteyen bir mücadele çizgisini, hatta devrimci yapıların sürdürdüğü savaşıma karşıdevrimin vereceği reflekslerden doğup, kendilerini dolaylı biçimde de olsa etkileyecek sonuçları göze alamamak.
2) Türk şovenizminin işçiler ve ezilenler üzerindeki etkisinin yarattığı gerici dalgayı göğüslemek, Türk halkımızı faşist politik islamcı rejime karşı ve Kürt halkının yanında saflaştırmak için akıntıya karşı kürek çekmek dahil, Kürt ulusal demokratik mücadelesiyle enternasyonalist temelde ilişkilenememek.
Argümanları ne olursa olsun, bütün kavga bu iki mesele etrafında dönüyor.
Reformizmin “Terörü Kınama” Yarışı
Birinci Etap – Kınama: “Resmi Ya Da Sivil Ölümler”
Sanki, kendi tarifleri uyarınca “kör” olmayan şiddeti ayakta alkışlayacak ya da öznesi olacaklarmış gibi, ezilenlerin şiddetinin “kör şiddet” olarak kavramsallaştırılıp kınanması, sınıf mücadelesinin sertleştiği, politik askeri mücadelenin öne çıktığı her dönemde yükselen yavan reformist demagojilerden biridir.
“Kimden gelirse gelsin bu kör terörü kınıyoruz. Ölenlerin yakınlarına başsağlığı, yaralılara şifa diliyoruz.”[1]
“Kör şiddet” söylemi, tıpkı “terör” ve “kör terör” gibi, egemen sınıfın örgütlü şiddet aygıtından başka bir şey olmayan devlet eliyle uygulanan dizginsiz şiddeti kutsayıp meşrulaştırır. Ezilenlerin şiddeti, devrimci şiddet eylemleri, amaçsız, hedefsiz, “kör şiddet” gibi gösterilir. “Kör şiddet” ise, tıpkı emperyalist dünya burjuvazisinin “terör” tanımı gibi, her durumda keyfince doldurulabilecek muğlak bir içerikle anlamlandırılır.
Nedir gerçekte “kör şiddet”? Mesela emekçi mahallelerin yoksul gençlerinin çeteleşme temelinde sürüklendikleri şiddet ortamı, kör şiddettir. Yorgun, ezgin işçilerin sömürü düzenine öfkesini sarhoş kavgalarında birbirine kusması kör şiddet sayılabilir. Çalışmasına vesile olup olmayacağını gözetmeksizin çalışmayan umumi telefona, çalışmayan umumi tuvalete, evdeki çamaşır makinesine sille tokat girişmek kör şiddet sayılabilir. Ama yazımıza konu olan bütün şiddet örnekleri iki grupta toplanabilir. Devrimci şiddet ve karşıdevrimci şiddet. Ezilenlerin şiddeti ya da ezenlerin şiddeti.
Örneğin MİT-DAİŞ eliyle düzenlenen, siyasi amaçları herkesin malumu olan Suruç, 10 Ekim, Antep, Reina katliamlarının “kör şiddet” olduğu söylenebilir mi?
Peki ya Kayseri’de, yıllardır Kürdistan’daki en insanlıkdışı katliamların kanlı uygulayıcıları olmuş komando tugayının hedef alınması nasıl ve ne amaçla “kör şiddetten” sayılmaktadır?
Ne egemenlerin, burjuva devletin ve onun örgütlediği yasadışı faşist çetenin işçi sınıfına, emekçilere, kadınlara, ezilen uluslara uyguladığı şiddet kördür, ne de ezilenlerin safından politik öznelerin egemenlere karşı yükselttiği şiddet. Kör olan reformistlerdir, o da gözlerini sıkı sıkı kapadıkları için!
“Toplumsal muhalefet” reformizminin Güvenpark’taki patlamayı, eylemin dolaysız hedefi halktan insanlarmış gibi gösteren yalana dayalı faşist propagandayla asgari biçimde dövüşme zahmeti göstermeden “kör şiddet” sayması, bir yere kadar “iyi niyetli yanılgılar”la izah edilebilir de, Beşiktaş ve Kayseri gibi eylemleri “kör şiddet” sayarak kınaması, gerçekte ezilenlerin şiddetinin hiçbir örneğini halkı ve meşru saymayacağının itirafından başka bir anlama gelir mi? Kayseri'de devrimci şiddetin hedefi olmuş, temel özellikleri katliam, köyleri ormanları ateşe verme ve işkencecilik olan insanlık suçlularını “görev başındaki emekçiler”[2] olarak nitelemeleri, faşist politik islamcı zulüm düzeninin koruyucularına yönelen eylemlerde emekçi halktan insanların ölümüne yol açan özensizlik ya da siyasal darlıkları eleştirmekle, hatta kınamakla yetinmeyip, bu mücadelelerin sınıfsal içeriğini bulanıklaştırıcı “resmi ya da sivil ölümler”[3] genellemesiyle halkı ve halk düşmanlarını aynı denkleme yazmaları bunun itirafı değil mi?
Bütün bunlar ne uğruna? Görünüşte şiddetin son bulması için. Barışı savunmanın ateşten gömlek olduğu günlerde, başlıca siyasal amaçlarından birinin “şiddetin önlenmesi” ya da “barış” olduğunu iddia eden bir kuvvetin, bütün güçleriyle ve tüm bedelleri göğüsleyerek sokaklara çıkmasını, barış mücadelesinin öncülüğünü üstlenmesini beklersiniz. Ancak barış mücadelesinin Türk şovenizminin ideolojik temellerini ve sömürgeci faşizmin siyasi dayanaklarını can bedeli mücadelelerle dövdüğü dönemlerde olası en silik pozisyonlara çekilen ÖDP’nin “barış cengaverliği”, savaş günlerinde patlak verir. Sömürgeci faşist rejimin politikayı esasen zor araçlarıyla yürüttüğü ve Kürt ulusal demokratik güçleriyle devrimci kuvvetlerin de buna karşılık mücadelenin şiddete dayalı biçimlerini öne çıkarmaya yöneldiği bu dönemlerde ÖDP birden “barış” için aktif mücadele etmesi gerektiğini hatırlar, üst perdeden kınamalar ve akıl vermelerle dolu, o günün egemen medyasının boy boy yayınlayarak aferinler, yıldızlı pekiyiler yağdırdığı açıklamalarının ardı arkası kesilmez.
ÖDP’nin “barış” savunuculuğunun çerçevesi, siyasal mücadele koşullarının çok sertleşmemesinin güvencelenmesi, demokratik içerikli soldan siyasetin hiç değilse en geri zeminlerinde politika yapmanın yüksek bedeller gerektireceği koşullardan kaçınılmasıdır.
İkinci Etap – Kınatma: Seyredicilikten “Teröre Karşı” Aktif Politikaya
ÖDP’nin “kınama”dan “kınatma” düzlemine sıçraması, emekçi solun reformist kesimlerini buna zorlaması, TAK'a ve dolayısıyla PKK’ye karşı siyasi seferberlik çağrıları yapması uzun sürmedi. Melih Pekdemir makalelerinde, BHH ise Beşiktaş eylemine karşı açıklamasında, hızını alamayıp işi TAK’ı “halk düşmanı”, “emek düşmanı”, “demokrasi düşmanı” olarak nitelemeye götürünce, ateşli TAK karşıtı Yürüyüş’ü bile, iki sayı öncesinde yazdığı ölçüsüz karalamalar yüzünden kendini açıklamak ve reformist güçlerin TAK düşmanlığından rengini ayırmak için olsa gerek, bir yanıt vermek zorunda bıraktı. [4]
PKK’yi ve TAK güçlerini eylemsizliğe zorlayacak bir siyasal basınç yaratmak, reformist kesimlerin dönemsel politikasının en önemli eksenlerinden biri haline geldi.
“TAK tarafından yapılanlardan PKK sorumludur ve TAK için söylenenler PKK’ye söylenmelidir.” “Sol güçlere düşen görevlerden birisi de budur, bunu söylemektir.” “Demokrasi düşmanı, emek düşmanı ve özgürlük düşmanı TAK lanetlenmelidir”.[5] “Görevi başındaki emekçilerin, öğrencilerin, çocukların yani halkımızın düşlerini çalan her saldırı, halk düşmanlığıdır. (…)[6] “Bu tür eylemlere karşı kitlesel-politik karşı çıkış gerçekleştirilmezse ve açıktan tavır alınmazsa, bu sadece tavırsızlık, siyasetsizlik anlamına gelmeyecek, saldırıların meşrulaşmasına neden olacaktır.”[7] “TAK insanlık dışı saldırılarına son vermelidir. TAK’ın eylemlerinin siyasi sorumlusu PKK’dir. PKK ilk adım olarak iç savaşı derinleştiren silahlı eylemlere, bombalı saldırılara koşulsuz son vermeli, silahlı güçlerini sınır dışına çekmelidir.”[8]
Antifaşist, antiemperyalist ve demokratik mücadele adına herhangi bir iddiası olanların, olabilecek en geniş cepheyi, faşist politik islamcı saray cuntası karşısında saflaştırmaya seferber olması gerekirken, bu reformist partilerin, Türk işçi ve emekçilerini, ilerici, demokratik, sosyalist güçleri Kürdistan devrimine karşı saflaştırma hattında derinleşmesi, basit bir siyasi yanılgı olarak izah edilebilir mi? Saray faşizmi toplumsal muhalefetçi reformist kesimlerin akıllarını başlarından almış, onları faşist propaganda aygıtının işini kolaylaştıracak bir çizgiye çekmiştir. Bu çizgi saray cuntasına, politikalarını haklı göstermek için başvurduğu demagojilerin, emekçi sol saflardaki kitleler içinde de etki oluşturması fırsatı sunmuştur.
Türk Şovenizmi Barış Üretmez!
“Sıradan Liberal”in “Sıradan İnsan”la İmtihanı
Bütün bu geri oportünist tutumlarda, faşist politik islamcı saray cuntasının saldırılarını göğüsleme cesareti gösterilememesi kadar önemli bir etken de, Türk halkımızın düşünce ve duygularını derinden etkileyen şovenizmle cepheden dövüşmenin göze alınamaması, şovenist ruh hali ve görüş açısıyla uzlaşmanın başarının koşulu olduğu zihniyetine teslim olunmasıdır.
Öncünün politik rolünü kavramayan, kitle bilincinin ve kitle mücadelesinin sıçramalı, devrimci gelişimine inanmayan, kitle kuyrukçusu reformizm “sıradan insan” diye bir insan türü icat etmiştir.
Emekçi sol güçleri, TAK’ı adını vurgulayarak kınamaya, TAK ve PKK ile ayrım çizgilerini net bir dille ilan etmeye çağıran Sendika.org yazarı İnönü Alpat, “sıradan” ismini verdiği işçi, emekçi, yoksul halk kitlelerinin geri bilincine sığınıyor:
“Kopuyoruz sıradan insanlardan her bombadan sonra biraz daha. Çünkü o sıradan insanların sıradan duygusunu anlamamakta ısrar ediyoruz. (…)
Doğruları bilmek bu gerçeği değiştirmeye yetmiyor. Bombaların neden, nasıl, niçin patlatıldığına ve asli sorumluların kim olduğuna dair sayfalar dolusu izahatın da anlamı bulunmuyor.
Sıradan insanların gördüğü tek gerçek şu: Son bir yılda defalarca bomba patladı ve yüzlerce insanımız hayatını kaybetti. Bu kadar açık ve net.
IŞİD yaptı, PKK yaptı, TAK yaptı; şu bu yaptı. Ama birileri hep yaptı işte. Türkiye her zerresiyle ölümü yaşayan bir ülke haline geldi. Sıradan insanların nezdinde bu netliği gölgeleyecek hiçbir tartışmanın yerinin olmadığını görmek bu kadar zor mu?”[12]
“Sıradan insan”lar kapsamına girdiğini tahmin ettiğimiz Türkiye'de yaşayan işçilerin, emekçilerin, kent yoksullarının, köylülerin, emekçi kadınların, ezilen ulusal ve inanç topluluklarının (anlaşılan Kürdistan’da ikamet eden Kürt kitlelerini “sıradan” görmüyor İnönü Alpat, velakin bunu Kürt halkına yönelen bir övgü saydığına dair derin kuşkularımız var) ortalama bilincini doğru, gerçeğe uygun tarif ediyor da, sorun bu gerçeği görüp görmemekle ilgili değil.
“Sıradan insan”lar Kürtlerin özgürlük talebini “bölücülük”, Alevilerin ve diğer inanç topluluklarının özgürlük talebini “kafirlik”, kadınların özgürlük talebini “aşiftelik”, gençlerin özgürlük talebini “nankörlük”, işçilerin özgürlük talebini “asalaklık” olarak görebilir… Sorun “sıradan insanın” mevcut bilinç biçiminin nasıl değişeceğidir. Sorun, “sıradan insanın” bilinç biçimlerini değiştirecek politik eylem cesaretine sahip olup olmamaktır.
“Sıradan insanların” hiç azımsanamayacak bir kısmının, tam da Alpat’ın tariflediği gibi düşündüğü açıktır da, onları bunun aksine inanmaya açık hale getirmek de, eğer zahmet olmazsa sizin, bizim vazifemizdir! Başarılamaz mı diyorsunuz? O halde, “sıradan insan”ların çoğu dindar olduğuna göre, laiklik anlayışınızdan ödün vermeye ne dersiniz? Mesela “sıradan insan”ların çoğu kadının yerinin erkeğin dizinin dibi olduğuna inandığına göre erkek şiddetiyle mücadele etmemeye ne dersiniz? Veya sıradan insan lbgti'leri hastalıklı saydığına göre onların talep ve özlemlerine sırtımızı dönmeyi mi önerirsiniz? Ama hayır. Buralarda “sıradan insanın” geri bilincine teslim olmaktansa sayfalarca izahatın gücüne inanmaya gönüllü görünüyor Alpat. Bunun yerine köprü niyetine, ezilenlerin şiddetinin mahkum edilmesini, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin zorunluluklarının görmezden gelinmesini benimsiyorsa eğer, bunun iddia ettiği gibi mecburiyetten değil de ideolojik bir tercihten kaynaklandığı açık. Öyle olmasa Kürdistanlı “sıradan” bir insanın “sıradan” duygularını anlamamaktaki bu ısrarını, dahası bunu hiç umursamayan egemen ulus kibrini, Kürdistan’ın “sıradanlarından” bu kopukluğunu, bu duygusuzluğunu, bu soğukluğunu bir iki kelimeyle de olsa açıklama ihtiyacı hissederdi. Ama hissetmiyor. “Sıradan insanın” şahitliğine, Kürt ulusal demokratik talepleri karşısında, kendi bilinci ve eylem cesareti, Türk şovenizminin etkisi altındaki sıradan bir insanın bilinç biçiminin çok ilerisinde olmadığı için başvuruyor.
Reformizmin “DAİŞ-PKK Parelelliği” Teziyle İmtihanı
Emekçi solun reformist kesimlerinin tamamı, saray cuntasının yalana dayalı faşist psikolojik savaşının belli başlı argümanlarından biri olan “PKK-DAİŞ paralelliği” tezini özü itibariyle benimsemiş görünüyor.
Nasıl ki soğuk savaş döneminin ideolojik argümanı “Hitler-Stalin totalitarizmi” tezi etrafında “hür dünya” denen emperyalist merkezlerin kutsanması, dönemin reformist solu tarafından hızla benimsenmiş ve hatta reformist sol bu argümanın işlenmesinde önemli bir enstrüman haline gelmişse, haklı savaş-haksız savaş ayrımı gözetmeyen, savaş ve şiddetle ilişkisini, ne olursa olsun barışçıl araçlarla politika yapma olanağının elde tutulması ekseninde kuran her yapı gibi, Türkiye ve Kürdistanlı reformist güçler de, bugün çeşitli nüanslarla PKK-DAİŞ paralelliğine ikna olmuş ve ikna etme çabalarına hızla girişmiş bulunuyor.
Bu konuda tüketilen bütün sözler içerisinde en talihsiz ve yüz kızartıcı olanı, kuşkusuz ki İnönü Alpat’ın “Bombalı Saldırılarla İlgili 10 Tespit ve Korunmanın 10 Yolu” makalesi.
Sendika.org sitesi ve Halkevleri'nin, siyasi eğilim ve arayışları içerisinde daima en geri fikirlerin (örneğin CHP ile ittifak, HDP ile ittifak mecbursa kısık sesli homurdanmalarla CHP’ye çok yüklenmeme kaydı, Kürt ulusal demokratik hareketi ile mesafeyi koruma zorunluluğu vb.) ideologluğunu yapan Alpat, bahsi geçen makalede, kendi fikirlerinin de en geri düzeyine ulaşarak, saray medyasının argümanlarını bayraklaştırıyor.
Şöyle buyuruyor Alpat:
“Hem IŞİD hem de PKK/TAK’ın Türkiye içinde sosyal tabanı, kitle desteği vardır ve kadro bulma kanalları açıktır. Ancak bu iki örgütün, Türkiye’nin bütünüyle, yani memleket gündemiyle bir alakaları yoktur.” “Kayıtlara göre, son bir buçuk yılda 36 bombalı saldırı gerçekleştirilmiştir. Saldırıların dokuzu IŞİD, 27’si ise PKK/TAK tarafından yapılmıştır. Üç PKK/TAK eylemine karşılık IŞİD bir eylem yapmaktadır. Ancak IŞİD dokuz eylemde yaklaşık 300 insanı öldürmüştür. PKK/TAK ise 27 eylemde yine 300’e yakın insanın canına kıymıştır.” “Örgütler tarafından canlı bomba kullanılması yapılan saldırıların önlenebilmesini zorlaştırmaktadır. Hemen belirtmeliyim ki, elbette bu zorluk devlet için geçerli değildir. Devlet bombalı saldırıları engellemekle sorumludur.”[13]
Meselenin bu tarzda konuşunun, her gün TV'lerde boy gösteren düzen ve rejimin, “güvenlik uzmanları”nın koyuşundan zerrece bir farkı var mı?
“Toplumsal muhalefet” örgütlerinin kendi güvenlikleri için önlem alma zorunluluklarını gösterme adına edilen bu sözler, her şeyden önce, Halkevleri'nin Suruç ve 10 Ekim katliamlarından bu yana yöneldiği, kuşkusuz değerli ve ileri bir siyasal yönelim olan özsavunmanın örgütlendirilmesi yaklaşımını ve çabalarını değersizleştiriyor.
“Ülkemizin Sınırları” Nerede Başlar?
Zihniyeti, kafası Misak-ı Milli sınırları içerisinde hapsolmuş olanın, bu sınırları aşan bölgesel gelişmeleri ve devrimci olanakları anlaması da imkansız. Misak-ı Milli içerisinde Türkiye’den, Suriye devlet sınırları içerisinde Suriye’den başka gerçek göremeyenler, Rojava Devrimi nezdinde halkların birleşik devrimiyle karşıdevrim arasındaki bölgesel çarpışma gerçeğine gözlerini, kulaklarını sımsıkı kapatıyorlar.
İnönü Alpat, şunları yazıyor: “Hem IŞİD hem de PKK/TAK’ın (…) Türkiye’nin bütünüyle, yani memleket gündemiyle bir alakaları yoktur. İkisi de Suriye savaşının unsuru olarak Türkiye’deki eylemlerine yön vermektedir.”[14]
ÖDP bir adım ileriye gidiyor. Sömürgeci faşist ordunun El-Bab işgaline karşı çıkış nedenlerini şöyle açıklıyor: “Ülkemizin güvenliği Suriye’nin içinde ve El-Bab kapılarında aranmamalıdır. Türkiye’nin işi komşu bir ülkenin rejimini değiştirmeye çalışmak, egemenlik haklarını ve toprak bütünlüğünü tehdit eden güçlere destek vermek ve bunun için silahlı güçlerini komşu ülkenin topraklarına göndermek olmamalıdır.” “Türkiye, güvenlik hattını kendi sınırında kurmalıdır.”[15]
Ve EMEP, sanki harekatın temel hedefi Rojava Devrimi'nin kuşatılması, Rojava Kürdistanı’nın önüne geçilmesi değilmiş, savaşın nedeni iki burjuva devletin rekabetiymiş gibi, “Bu Savaşın Tarafı Değiliz, Olmayacağız!” başlıklı açıklamasıyla, “Suriye topraklarına asker göndermenin vatan savunmasıyla hiçbir ilgisi yoktur.(…) Bu savaş vatan savunması değil, başka bir ülkenin topraklarını işgal etmektir. Suriye ve Ortadoğu’da emperyalistler tarafından başlatılan paylaşım kavgasında yer almak demektir” diyor, o kadar ki, mevcut devlet sınırlarının güvenliği hakkında onlardan heveslisi yokmuş gibi, sömürgecileri uyarma gereği duyuyor: “Lozan’ı tartışmaya açmak sadece komşu ülkelerin sınırlarını tartışmaya açmak demek değildir aynı zamanda kendi sınırlarını da tartışmaya açmak demektir.”[16]
Bu parti ve örgütlerin kof şiddet karşıtlığı, TSK işgali koşullarında kof savaş karşıtlığıyla sürüyor. Cerablus’tan El-Bab’a uzanan işgali değerlendirip de Rojava’nın adını bile anmamayı başaran, “savaşın tarafı olmamayı” götürüp “ülkemiz” sınırlarının iç ve dışına bağlayan EMEP (elbette ÖDP ve diğerleri de), tam olarak hangi “ülke”den, hangi “ülkenin” “sınırlarından” ve hangi “ülkenin” “güvenliğinden” bahsediyorlar acaba? Türkiye mi, Kuzey Kürdistan mı, Misak-ı Milli mi? Ya dört sınırla bölünmüş Kürdistan ülkesinin sınırları ne olacak? Rojava Devrimi'nin sınırları ne olacak? Ve eğer Türkiye’den bahsediliyorsa bu, “sermaye”nin Türkiye’sinin mi, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin Türkiye’sinin mi güvenliğidir?
Bu sözler ve tutum sermayenin Türkiye'si ile Rojava Kürdistanı arasındaki, sermayenin Türkiye’si ile Bakur Kürdistan arasındaki, sermayenin Türkiye'si ile dört parça Kürdistan arasındaki savaşın tarafı olmama zihniyetidir. Eğer ucunda “şiddet” varsa, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin Türkiye'si ile sermayenin Türkiye'si arasındaki savaşın tarafı olmamanın akıllı politika, “sıradan insan”la duygu birliği kurma yolu olarak yüceltilmesidir!
Saygılı bir zihniyet bu! Ama, ezilenlerin kendilerini savunma haklarına değil. Dörde bölünmüş Kürdistan'ın tek tek parçalarının özgürlük mücadelesine ve Kürdistan'ın birleşme hakkına, bunun doğurduğu ulusal devrimci veya ulusal demokratik mücadeleye değil. Bu saygı, Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve kuşkusuz Türkiye’nin toprak bütünlüğüne!
İşçileri, emekçileri, gençleri ve kadınları, hedefinde Rojava Devrimi'nin durduğu bir sömürgeci işgal hareketinin tarafı olmamaya çağırıyorlar! Kuzey Kürdistan halkını, bu savaşın tarafı olmamaya çağırıyorlar! Oysa işçiler ve ezilenler, bu bölgesel savaşın tepeden tırnağa kadar tarafıdır, ancak karşı tarafı! Çıkarları, Rojava Devrimi'nden taraf olmaktadır. Kürt, Türk, Arap ve sayısız ulustan devrimcilerle omuz omuza savaşmaktadır. Cephe gerisinde Türk sömürgeci işgal kuvvetlerinin yenilgisini hazırlamaktadır. Türk sermaye ordusunun Rojava Devrimi'ni hedef alan işgal ve kuşatmasına karşı, tok bir sesle tavır alamayanın, bölgede “barış” adına söyleyebileceği bir söz de yoktur.
“Suriye savaşı”ymış! Direnen dünya halklarının sevinci yoksul ve küçük Rojava, aklınızdan ve kalbinizden ne kadar uzakta! İvana Hoffman’ın sınırlarötesi devrimciliği aklınızdan ve kalbinizden ne kadar uzakta! Arin Mirkan’lar, Şervan Müslim’ler size göre “başka ülkelerin” evladı besbelli de, Kader'ler, Eylem'ler, Sibel'ler, Serkan Tosun'lar, Suphi Nejat'lar, Aziz Güler’ler aklınızdan ve kalbinizden ne kadar uzakta! O uzak, o sınırdışı, o “öteki” coğrafyada düşenler ve dövüşenlerin, daha dün, “ülkemizin sınırlarını” akın akın, onar onar, yüzer yüzer aşıp da “başka topraklardaki” savaşa taraf olmaya gidenlerin, adlarına ve anılarına layık olmak sizlerden ne kadar uzakta!
Uğruna Ölünecek Değerler Vardır
ÖDP, PKK’ye sınırdışına çekilme çağrısı yaparak saray medyasından büyük alkış alan utanç verici açıklamasında, ağzından baklayı çıkarıyor:
“TAK insanlık dışı saldırılarına son vermelidir. TAK’ın eylemlerinin siyasi sorumlusu PKK’dir. PKK ilk adım olarak iç savaşı derinleştiren silahlı eylemlere, bombalı saldırılara koşulsuz son vermeli, silahlı güçlerini sınır dışına çekmelidir. Demokratik Özerklik gibi talepler için kimsenin kimseyi öldürmesine ve kimsenin de ölmesine gerek yoktur.”[17]
Peki o halde sömürgecilik ne diye tüm gücüyle savaşıyor? Ne diye “çocuk da olsa kadın da olsa” fetvaları yayınlıyor? Ne diye kitle katliamlarından kaçınmıyor? Ne diye Kuzey Kürdistan nehirlerini, dağlarını, ormanlarını sömürgeci savaşın ihtiyaçlarına göre tahrip ediyor? Ne diye hapishane üzerine hapishane yapıyor? Ne diye insansız silahlı hava araçları peşinde koşuyor? Ne diye Kuzey ve Güney Kürdistan dağlarına tonlarca bomba yağdırıyor? Ne diye bölgesel savaş kışkırtıcılığı ve Suriye işgalciline girişiyor? PKK şiddete başvurmasa bunlar olmaz, değil mi! Veya Esad diktatörlük yapmasa, Türk burjuva devletinin Suriye politikası böyle olmazdı değil mi! Zavallı politik esnaflar sizi!
Sanırsınız “demokratik özerklik” talebi ulusal kimliğin tanınması talebi değil de, herhangi bir ekonomik-demokratik talep! Sanırsınız sürüp giden savaş, bireysel kültürel haklar mı, kolektif (veya ulusal) demokratik haklar mı sorusunu cevaplamak için yürütülmüyor! Sanırsınız mesele devletin tekçi yapılanışının sona erdirilip erdirilmemesi meselesi değil! Sanırsınız Aleviler silahlı mücadele yürüttükleri için kolektif haklarından hala yoksun tutuluyorlar!
Peki size göre uğrunda ölünesi herhangi bir değer var mı bu dünyada?
Öyle ya, Mamak'ta da onurunu, inançlarını, devrimci moral ve kararlılığını korumak için ölmeye gerek yoktu! Amed zindanında ve Metris zindanındakiler açlık yerine, boyun eğerek tokluğu tercih etmeliydiler! Ve zaten Kürdistanilik veya enternasyonalizm adına Rojava'da veya dünyanın herhangi bir yerinde savaşmaya, ölmeye, düşmana öldürücü darbeler indirmeye de gerek yoktu! Ve zaten Mahir, ve zaten Deniz, ve zaten İbrahim silaha sarılarak 12 Mart'a yol açmışlar, Elrom'u cezalandırarak faşist egemenleri kışkırtmışlardı! 70'li yıllarda sivil faşist çetelere karşı mücadele yürütenler 12 Eylül'e sebep olmuşlardı vb. vb! Hikaye uzun! Boyun eğmişlerin, iradeleri kırılmışların, direnenleri boyun eğmeye çağırma hikayesi.
Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Gever’de ve sayısız kentte “demokratik özerklik gibi talepler için” kadını, erkeği, genci, yaşlısı, çocuğuyla canını ortaya koyan Bakurê Kürdistan aklınızdan ve kalbinizden ne kadar uzakta! “Teslim olmayacağız, herkes bilsin, beyaz bayraklarla çıkmayacağız dışarı” diyen Mehmet Tunç’un ruhu ve sözleri aklınızdan ve kalbinizden ne kadar uzakta! Devrimci amaçları uğruna ölmeyi (ve evet, öldürmeyi) göze alanların adlarına ve anılarına layık olmak sizlerden ne kadar uzakta!
Bazı Kanlar Birbirine Karışmaz
İnönü Alpat “Bizimle dalga geçiyor bu adamlar” diyor! (Geçmeden, bu lümpen, erkek egemen üslubu kınamayı, kadınlığımıza ve Seher Çağla şahsında feda eylemcisi kadın devrimcilere borç biliriz. Adanmış bir devrimci kadının cins bilinci aklınızdan ve kalbinizden ne kadar uzakta!) “Beşiktaş’ta gençlerin canını alanlar, Ortaköy için taziyelerini sunuyor. 10 Ekim’de cana kıyanlar, Güvenpark için nasıl da üzüldüklerini açıklıyor. Aklımızla, ruhumuzla, duygularımızla dalga geçiliyor yani. Bunları yemeyiz yemesine. Ama söylemek gerekir ki, 10 Ekim’de ölenlerin ardından atılan sevinç çığlıklarının, Beşiktaş’ta ölenlerin ardından atılan sevinç çığlıklarına karıştığını ve kaşmir paltoluların her ölümden sonra iktidarlarını pekiştirdiğini görünce (...)”[18]
Beşiktaş’la Antep’i, Kayseri’yle Suruç’u, Merasim’le 10 Ekim’i çarpıp bölen, toplayıp çıkaran, sonucu Türk sömürgeci faşizmiyle halklarımızın birleşik mücadelesi arasındaki çarpışmanın olanakları ve gelişim dinamikleri içine bir yere koymayıp, “300=300”, “DAİŞ=TAK” bulan İnönü Alpat, bizimle dalga mı geçiyor?
10 Ekim'de cana kıyanların Güvenpark için “nasıl da üzüldüklerini” açıkladıklarını bir tek İnönü Alpat görmüş, duymuş olmalı! Hayır diyorsa, hiç değilse “DAİŞ=TAK” değil, “AKP=TAK” yazmalıydı, öyle değil mi?
Bazı sesler birbirine karışmaz İnönü Alpat! Bazı kanların birbirine karışmayacağı gibi. Bazı sayıların birbiriyle karıştırılamayacağı gibi!
Rojava’da DAİŞ’le YPG’nin bir damla kanı birbirine karışmadı.
Suruç’ta katledilen gençlerin kanlarıyla, Kayseri’de öldürülen işkenceci kelle kulak avcılarının kanları birbirine asla karışmaz.
Suruç’ta katledilen 33 düş yolcusu, haklıyla haksız arasındaki, ezenle ezilen arasındaki bir “savaşta taraf olmaya” gidiyorlardı. Rojava Devrimi’ni savunmaya gidiyorlardı. DAİŞ’e ve Türk sömürgeciliğine karşı, YPG’yle, PYD’yle aynı safta durmaya. Tam da bu yüzden DAİŞ-Türk sömürgeci faşizmi işbirliğiyle katledildiler. Bu yüzden, siz, DAİŞ’i ve Türk sömürgeciliğini hedef alan eylemleri karalamak için Suruç ölümsüzlerini kullanamazsınız, 33 düş yolcusunu, katilleriyle birlikte, soğuk ve kibirli güvenlik analizlerinizin istatistiklerine koyamazsınız.
İnönü Alpat'ı ve benzerlerini Suruç’ta katledilenlerin sayısını Kayseri ile aynı satıra yazma saygısızlığı için özür dilemeye çağırıyoruz!
Suruç’ta katledilen devrimcilerle Beşiktaş’ta öldürülen faşist zalimlerin, halk düşmanlarınının sayısı arasında matematik işlemi yapmaktan, toplayıp çıkarmaktan, denklem kurmaktan ötürü özür dilemeye çağırıyoruz!
Bu onursuzlukla, bu utançla yaşamamaya, Tayyip Erdoğan diliyle konuşmamaya davet ediyoruz!
Yürüyüş’ün Pusulasızlığı
Ortak Düşman: Bomba
Kilogramına bağlı olarak Halkevleri’nden Halk Cephesi'ne geniş bir siyasi yelpazeyi karşısında birleştirebilecek, “melaneti kendinden menkul” bir silah var: bomba!
Kendisi yeni icat edilmedi. Bildiğimiz kadarıyla burjuva ordular arasındaki savaşlarda olduğu kadar, ezilenlerle ezenler arasındaki sayısız çarpışmada da kullanılmışlığı vardır. Velhasıl daha önce kendi başına özneleşmemişti. Kendi başına düşman haline gelmemişti.
Sanırsınız ki, eğer bomba değil de makineli tüfek veyahut da tabanca kullanılıyor olsa, İnönü Alpat (ve diğerleri) DAİŞ’i de, TAK’ı da, devleti de bu denli kınamayacak.
Ya da sanırsınız ki, Fransa ve Berlin’de DAİŞ katliamcılarının kalabalığa bıçak çekerek ya da kamyon sürerek yaptıkları katliamlar başka bir kategoriye sokulmalı.
Reformist solun bu bomba paniğini anlamak zor değil de, merak ettiğimiz, Yürüyüş dergisinin yeni moda “tonlarca bomba” karşıtlığının ne zaman ve nereden türediği!
“Kürt milliyetçi hareketin gerçekleştirdiği, halktan insanların zarar gördüğü eylemler devrimci eylemler değildir.” “Ankara Kızılay, Vezneciler, Beşiktaş... vb. eylemler "hedef polis"ti diye meşrulaştırılamaz. Tonlarla ölçülen miktarlarda kullanılan patlayıcılar, halkın en yoğun bulunduğu yerler ve saatlerde patlayan bombalar... vb.nin asla halkımızın zarar görmeyeceği eylem biçimleri olamaz.”[19]
Bu sözlere bakarak, Yürüyüş’ün, halktan insanların kuşkusuz bombanın taşınması esnasında herhangi bir aksiliğin kurbanı olabileceği gibi, hedef alınan mekanlardan da geçiyor olabileceği, bazı örneklerde somut zarar gördüğü, bazılarında yaşamını yitirenlerin olduğu bombalı eylemleri bir bütün olarak mahkum etmesini, eylem biçimi olarak reddetmesini, ‘zamanında yer yer yaşanan olumsuz sonuçlarından üzüntü duymakla birlikte devrimci amaçlarından şüphe etmediğimiz bu eylemleri bugünden baktığımızda karşıdevrime hizmet eden meşum suçlar kapsamına sokuyoruz’ mealinde bir girişle başlamasını beklersiniz. Neyse ki, ne böyle bir özeleştirisi, ne geçmişi mahkum etme eğilimi var Yürüyüş’ün. İyi de bu “bombalı eylem karşıtlığı” ve halktan insanların zarar görmesinin mutlaka müzmin milliyetçi patolojilerle ilişkili olduğu fikri nereden çıktı?
“Maksimum hassasiyet ölçüsü acaba nedir Halkın Günlüğü'nün? Kilolarca miktardaki en etkili patlayıcıyı bir futbol maçı sonrası stadyum girişinde, şehrin en merkezi yerlerinden birisinde patlatmak; gerçekten de "maksimum hassasiyet" sınırlarına giriyor mu? (…) Eylemde "istem dışı" siviller ölünce bu yine de devrimci eylem özelliğini yitirmiyor Halkın Günlüğü’ne göre...”[20]
Yürüyüş’e göre bir bomba kaç kilogram limitine dek devrimci, kaç kilogramdan sonra devrimci değildir?
Tankın, zırhlı bir aracın, üç kişilik bir düşman güruhunun ya da 100 kişilik bir düşman güruhunun imha edilmesi haliyle farklı miktarlarda patlayıcı gerektirdiğine göre, diyelim ki 100 kişilik bir düşman grubunu imha etmeye 2 kg patlayıcı yetmeyeceğine göre, Yürüyüş’ün kilolarca bomba tezinden düşmanın kaçar kaçar hedef alınması gerektiğine dair bir sonuç çıkarmak mümkün mü?
Kentlerde düşman daima en nihayetinde halkın yaşadığı yerlerde cirit attığına, Yürüyüş de kilolarca bombanın varlığını dahi “maksimum hassasiyet” sınırları dışında gördüğüne göre, kentlerde düşmanın büyük çaplı hedeflerinin hiç vurulmaması gerektiğini mi savunuyor? Sadece kırda mı geniş çaplı eylemler yapılmalıdır? Ya da eğer kentte eylem yapılacaksa kaçarlı gruplar halinde saldırı düzenlenmelidir veya kent eylemleri sadece sembolik siyasi değer taşıması temelinde mi ele alınmalıdır?
Örneğin Uğur Bülbül’ün Gümüşsuyu eyleminde halktan insanların hayatını kaybetmesiyle, Gümüşsuyu devrimci eylem olmaktan, Uğur Bülbül de devrimci olmaktan çıkmış mıdır?
Yürüyüş, bu soruları aydınlatmasa da, devrimci eylem için şöyle bir tanım yapıyor: “Devrimci eylem, halktan tek bir insanın bile zarar görmeyeceği biçimde planlanan ve hayata geçirilendir. Halktan bir tek kişinin bile zarar görmemesi için her tür ihtimalin hesaba katıldığı eylemdir. Kürt milliyetçi hareketin Beşiktaş eylemi bu anlayışla hayata geçirilmemiştir.”[21]
BHH’nın Beşiktaş açıklamasını eleştirirken şu sözlerle açıyor devrimci eylem anlayışını(!):
“Burada öldürülen 39 kişinin polis olması, bu eylemin devrimci bir eylem olmadığı gerçeğini değiştirmez. Bu bir katliamdır. Yüzlerce polis ya da asker öldürerek faşizmin ne polisini ne de askerini tüketemezsiniz.”[22]
Üstelik de onca eylem içerisinde, halktan insanların zarar görmesi olasılığı karşısında bugüne kadarki en yüksek titizlik düzeyinin sergilendiği göze çarpan Beşiktaş eylemini örnek şekil alan Yürüyüş, değerlendirmeleriyle kendi tarihsel geleneğini boşa çıkarıyor. “Bir eyleme devrimci bir eylem olma niteliğini veren öldürülen kişilerin çokluğu değil, eylemle hangi politik mesajı verdiğinize bağlıdır. Eyleminiz halk kitlelerinde düşmandan yana mı, halktan yana mı bir saflaşma yaratmaktadır” diyor.[23]
Anlaşılan polis ya da asker, bilcümle düşman kuvvetlerine, sadece sembolik miktarlarda ve sembolik amaçlarla darbe vurulmalıymış. “Düşmanın öldürmekle tüketilemeyeceği” gibi, reformistlerin en sevdiği yavanlıklardan biriyle TAK eylemlerini mahkum etmeye kalkan Yürüyüş, düşmanın nasıl yenilgiye uğratılacağını düşünüyor? Cephede ve cephe gerisinde düşman güçleri vurulmadan, orduları bozguna uğratılmadan, zafer ümitleri kırılmadan, safları bozulmadan nasıl savaşılacağını düşünüyor?
Açık ki sorun, Yürüyüş'ün savaşın gerçeklerini bilmemesi değil, sosyal şovenizminin yol açtığı savrulmanın yarattığı yeni savrulmalar yaşamasıdır.
Halkın Bölünmesi, Reformistlerin Faşizmin Kucağına İtilmesi
Böylece Yürüyüş, TAK eylemlerinin neden devrimci olmadığını açıklarken, devrimci şiddet üzerine oportünist sözler tüketmeyi, kavga kaçkınlığını teorize etmeyi görev edinenlerin en sevdiği konulardan biri olan “halkın bölünmesi” mevzusuna geliyor.
Üstelik sadece halkın değil, reformist güçlerin de nerede saflaşacağına yoğun bir ilgi göstermeye başlamış Yürüyüş. Ki daha önce böyle bir eğilimini fark etmemiştik! BHH’nın TAK eylemleri karşısındaki tutumunu eleştirdiği yazısında BHH’nın tutumunu haklı olarak “AKP’nin 'hışmından' kendini koruma kaygısıyla 'biz onlardan değiliz, bize dokunmayın' diye AKP’ye mesaj” verme olarak açıklarken (sahi linççi güruhlar saldırdığında “biz PKK'li değiliz” denirdi bir zaman değil mi? Hiç özeleştirisini görmedik Yürüyüş'te!), Kürt ulusal demokratik hareketine fatura çıkarmaktan da geri durmuyor: “Kürt milliyetçi hareketinin yanlış eylem çizgisi Haziran Hareketi gibi reformizmi de faşizmin cephesinde saflaştırmıştır.”[24]
Demek ki Haziran Hareketi, Kürt milliyetçiliği tarafından “suça itilmiş!”
Her ne kadar, TAK eylemleri karşısında faşist politik islamcı saray cuntasının dolaylı yedeği durumuna düşen BHH’yı “faşizm cephesinde saflaşmış” olarak nitelemesek de, bu içler acısı tutumu, “Kürt milliyetçi hareketinin yanlış eylem çizgisi nedeniyle” almış olduğu hususunda aydınlanmak içimize su serpti! Neredeyse yanlış düşünecek, BHH'nin tutumunun sadece, saray cuntası ve OHAL koşulları altında toplumsal muhalefet çıtasını iyice aşağıya çekmesinin, CHP'nin solu çizgisinde mevzilenmeyi “siyasi” ve elbette kişisel güvenlik için en elverişli yol olarak görmesinin, kısacası reformizminin dibe vurmasının ürünü sanacaktık!
Amaç her ne olursa olsun, Kürt ulusal demokratik hareketini dövmek olunca, yazısı boyunca BHH’nın ve reformist güçlerin tutumlarının gerçek nedenlerini, yani bedeller isteyen mücadele görevlerinden kaçış isteğini berrakça ortaya koyan Yürüyüş, yine de götürüp bu tutumu “Kürt milliyetçi hareketi”nin hanesine yazmayı borç biliyor.
Bununla da kalmıyor. TAK'ı, reformistlerin kaçkın tutumundan olduğu gibi, Türk ve Kürt halkları arasındaki saflaşmadan da sorumlu ilan ediyor!
Yürüyüş, “Kürt milliyetçi hareket Türk halkına 'siz de bizim yaşadığımız acıları yaşayın' diyor. Yaşayınca ne olacak?” diye soruyor.[25] “En önemlisi de halka zarar veren eylemler nedeniyle halklar devrimci mücadelenin değil, faşizmin saflarında birleşmeye başlıyorlar” diyor. Buradan hareketle, Beşiktaş eylemini mahkum ediyor: “Kürt milliyetçi hareketin eylemleri halk güçlerini parçalayıp düşman saflarında birleştirmektedir. Bu yanıyla düşmana hizmet eden bir eylemdir.”[26]
Tıpkı, TAK’ın 6 Ocak İzmir eylemi üzerine “halka bedel ödetmek, Fırat’ın doğusu ile batısını ‘ölüm’de ve ‘katliam’da ortaklaştırmak, halkların bir arada yaşama umudunu ve ortak mücadele imkanlarını baltalamakta” diyen Halkevleri[27], 17 Aralık Kayseri eylemi üzerine “bu saldırı etnik ayrışmayı derinleştiren, kardeşliğimizi vuran bir saldırıdır”[28] diyen ÖDP, 10 Aralık Beşiktaş eylemi üzerine “düşmanlaşmayı kışkırtarak toplumda kamplaşmaya yol açan her türden şiddet eylemini kesin bir dille kınıyor, yaralılara acil şifalar diliyoruz”[29] diyen BHH gibi.
Yürüyüş, iyiden iyiye, egemenin diliyle, bakış açısıyla, mantığı ve algısıyla düşünüyor. “Birleşmekten” bahsederken, Türk’ün birleşmesini esas alıyor örneğin. Vahşet bodrumları karşısında Türkiyeli işçi ve ezilenlerin suskunluğunun Kürt halkının kalbinde nasıl bir kopuş, bölünme duygusu yarattığına aldırmıyor. Kürt’e Türk’ün sorunlarını anlatıyor da, Türk’e Kürt’ün yaralarını anlatmıyor.
Halkların birliğine dair anlayışı nasıl egemen ulus bakış açısından, hegemonyacılıktan ve üsttencilikten muzdaripse, emekçi sol güçlerin birliğine bakışı da, dayatmacı hegemonyacılıkla, rekabetçilikle ve üsttencilikle malul.
Yürüyüş’e sormak lazım: Devrimci hayatınız boyunca siz kimi birleştirdiniz? BHH’nın “faşizm cephesinde saflaşmaya” itildiğine hayıflanan siz, emekçi solun hangi reformist bileşenlerinin devrimci, antifaşist bir cephede saf tutması için yoğun çabalar sergilediniz?
Siz ki bütün tartışmalarınız, devrimcileri reformistlerin, reformistleri liberallerin, liberalleri faşistlerin, Kürt demokratik güçlerini emperyalistlerin saflarına itme niteliğiyle şekillenir. Siz ki nerede bir ayrılık görseniz derinleştirmek için çabalarsınız. Siz ki “yanlış eylem çizginizle”, mahallelerde edinilecek düşmanlar listesinin üst sıralarına Kürt ulusal demokratik güçleriyle devrimcileri koyarsınız. Siz ki birleşmenin gerekliliği üzerine yazdıklarınız beş on makaleyi, yaptıklarınız, o da rekabetçi hastalıklarla damgalanmış bir iki öneriyi geçmez. Siz ki bırakalım emekçi sol güçleri birleştirmeyi, halkların birliği açısından da bugün devrimcilik adına üzerinde durulabilecek en tehlikeli çizginin, faşizmin halklar arasında kışkırtmaya çalıştığı en tehlikeli bölünmenin, Alevi Türk-Sünni Kürt saflaşmasının üzerinden politik ajitasyon, politik eylem yaparsınız. Siz hangi halkları birleştirmekten, hangi reformistleri devrimcilere yakınlaştırmaktan bahsediyorsunuz? Cümle cihan bilir ki Halk Cephesi’nin birleştiriciliğinden bahsetmek, ÖDP’nin militanlığından bahsetmekten daha zordur.
Dipnotlar:
[1] TAK’ın 6 Ocak İzmir eylemi üzerine yapılan EMEP açıklaması
[2] Birleşik Haziran Hareketi açıklaması, “Artık Yeter” 12 Aralık 2016
[3] Birleşik Haziran Hareketi açıklaması, “Kaybettiğimiz Her Bir Canın Sorumlusu AKP/Saray Rejimidir”, 11 Aralık 2016
[4] Yürüyüş, 15 Ocak 2017, Sayı 556
[5] Melih Pekdemir, “Vahşetin Her Türüne Karşı Seferberlik”, 19 Aralık 2016, Birgün
[6] Birleşik Haziran Hareketi açıklaması, “Artık Yeter” 12 Aralık 2016
[7] İnönü Alpat, “Bombalı Saldırılarla İlgili 10 Tespit Ve Korunmanın 10 Yolu”, 12 Ocak 2017, sendika.org
[8] ÖDP Başkanlar Kurulu açıklaması, “2017’ye Girerken Ekmek, Yaşam Ve Özgürlük İçin Bir Yol Var!”, 27 Aralık 2016
[9] İnönü Alpat, “Bombalı Saldırılarla İlgili 10 Tespit Ve Korunmanın 10 Yolu”, 12 Ocak 2017, sendika.org
[10] ÖDP Başkanlar Kurulu açıklaması, “2017’ye Girerken Ekmek, Yaşam Ve Özgürlük İçin Bir Yol Var!”, 27 Aralık 2016
[11] EMEP Genel Başkan Yardımcısı Nuray Sancar’ın açıklaması, “Kan Üzerinden Hesap Yapmayın”, 11 Aralık 2016,
[12] İnönü Alpat, “Ne De Çok Özlemişiz Gökyüzüne Kansız Bakmayı”, 3 Ocak 2017, sendika.org
[13] İnönü Alpat, “Bombalı Saldırılarla İlgili 10 Tespit Ve Korunmanın 10 Yolu”, 12 Ocak 2017, sendika.org
[14] İnönü Alpat, “Bombalı Saldırılarla İlgili 10 Tespit Ve Korunmanın 10 Yolu”, 12 Ocak 2017, sendika.org
[15] ÖDP Başkanlar Kurulu açıklaması, “2017’ye Girerken Ekmek, Yaşam Ve Özgürlük İçin Bir Yol Var!”, 27 Aralık 2016
[16] EMEP açıklaması, “Bu Savaşın Tarafı Değiliz, Olmayacağız”, 26 Aralık 2016
[17] ÖDP Başkanlar Kurulu açıklaması, “2017’ye Girerken Ekmek, Yaşam Ve Özgürlük İçin Bir Yol Var!”, 27 Aralık 2016
[18] İnönü Alpat, “Ne De Çok Özlemişiz Gökyüzüne Kansız Bakmayı”, 3 Ocak 2017, sendika.org
[19] Yürüyüş, 25 Aralık 2016, Sayı 553
[20] Yürüyüş, 25 Aralık 2016, Sayı 553
[21] Yürüyüş, 25 Aralık 2016, Sayı 553
[22] Yürüyüş, 15 Ocak 2017, Sayı 556
[23] Yürüyüş, 15 Ocak 2017, Sayı 556
[24] Yürüyüş, 15 Ocak 2017, Sayı 556
[25] Yürüyüş, 25 Aralık 2016, Sayı 553
[26] Yürüyüş, 25 Aralık 2016, Sayı 553
[27] Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy’un açıklaması, “İzmir Saldırısının Hedefi Halkların Bir Arada Yaşama Umududur!”, 11 Ocak 2017
[28] ÖDP Başkanlar Kurulu açıklaması, “Kayseri Söz Bitti Ama Ölüm Bitmedi! Vurulan Memlekettir! Vurulan Kardeşliğimizdir!”, 17 Aralık 2016
[29] Birleşik Haziran Hareketi açıklaması, 11 Aralık 2016