Bilindiği üzere PKK lideri Abdullah Öcalan’ın kuramsallaştırmaya çalıştığı ve kapitalizm dışında sosyalizme de bir alternatif olarak sunduğu komünal ekonomi perspektifi, akademik çevrelerde son dönemlerde gittikçe popüler hale geldi. SSCB'de kapitalist restorasyon süreci sonucunda yaşanan çözülmenin akabinde “marksizm-leninizmin teorik bir krize girdiğini” düşünen Avrupalı aydınların geliştirdiği ve post-marksizm diye adlandırılan fikir akımının yükselişe geçmesi ve uzun süredir bir devrim bekleyen dünyanın umutlarının Rojava Devrimi ile yeşermesi bu ilginin nesnel koşullarını oluşturdu diyebiliriz. Devrimden güç alan Rojavalı ve Bakurlu devrimcilerin, Batılı aydınların ve bizdeki temsilcilerinin komünal ekonomi perspektifini üçüncü, hatta dördüncü yol olarak tanımlamaları sosyalist kesim içerisinde de sol ekonomik model tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da henüz bu konuda yazan-çizen çok fazla sayıda insan yok. Tartışmaların daha çok Kürt ulusal demokratik hareketinin düzenlediği çalıştay, panel ve konferansların sonuç bildirgelerine verilen reaktif tepkiler düzeyinde kilitlendiğini ya da tam tersi bir şekilde kavramsal tüm tartışmaları reddedip her şeyin “somut inşa” çabalarına indirgendiğini söyleyebiliriz. Ancak fiili durum fetişizmine kapılıp teoriyi hepten bir kenara koyma ya da karşıtını kategorize edip düşmanlaştırma saplantısına düşme niyetinde değilsek, bu tartışmaları tarihsel, kavramsal ve hatta veri bazında geliştirmeye katkı sunmak durumundayız.
Demokratik Uygarlık Tezi
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Abdullah Öcalan’ın kitapları komünal ekonomiyi bir model olarak ortaya koymaktan ziyade genel ilkeler bütünü veriyor bize. Bunu zaten Öcalan da kabul ediyor ve sunduğu perspektifin tartışılması gerektiğini söylüyor. KUÖH de söz konusu perspektifi somut bir modele dönüştürmek için çalışmalar, konferanslar ve çalıştaylar düzenliyor. Son büyük konferans 2014 Ekim’inde Van’da, son çalıştay da 6 Şubat 2015’te Amed’de gerçekleşti. Bu konferans ve çalıştaylarda neler tartışıldığını, hangi noktaların somutlaştığını ele almadan önce Abdullah Öcalan’ın komünal ekonomi perspektifinin ilkesel düzeyde neleri önerdiğine biraz daha yakından bakalım.
Abdullah Öcalan’ın komünal ekonomi perspektifi onun tarih ve toplum çözümlemelerinin dolaysız bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İmralı’da kaleme aldığı ve Demokratik Uygarlık Manifestosu üst başlığıyla basılan eserlerinde Öcalan, tarihteki temel çelişkinin devletli toplumlar ve demokratik toplumlar arasındaki çelişki olduğu tezini açmaya çalışıyor. Bu modele göre, tarihte toplumlar özünde demokratik, eşitlikçi ve dayanışmacı karakter göstermişlerdir: “bu toplumlar insan ihtiyaçları dışında zenginleşmek için yapılan mal ve para birikimlerine hep şüpheyle bakmışlar, fırsat bulur bulmaz bu birikimleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan çekinmemişlerdir” (Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, 2014:8). Bu doğal toplumlar “çok uzun süre değişim değerine yabancıdır. Bunu düşünmez bile, ayıp sayar. Değerli bir nesneyi değerli bulduğu topluluk veya bireylere armağan ederler”[1]
Bu demokratik eğilim karşısındaki tekelleşme ve iktidar eğilimi ise toplumları hiyerarşik ve sömürücü bir yapıya evriltmiştir. Bu tekelleşme eğilimi kendini en ağır şekilde kapitalizm ve devlet formunda bulmuştur zira “her ikisi de özünde artık-değer gaspı yoluyla toplumun temellerini oyan güçlerdir”[2] Ancak Öcalan’a göre bu tekelleşme eğilimi sadece ekonomik çerçeve üzerinden okunamaz. Marksizmin alt yapı ve üst yapı gibi kavramsallaştırmaları yetersizdir. Cinsiyet, aile, milliyet, din, kültür vb. alanlar da ekonomik sömürü ve devlet şiddetinden bağımsız bir şekilde tekelleşmenin konusu olabilmektedir.[3] Yani tekelleşme, sermaye eliyle olduğu kadar devlet, din adamları, erkeklik pratikleri eliyle de yürür ve birbirlerini dönüştürürler. Örneğin, uygarlıksız kapitalizm diye bir şey olamaz; artık-değere el koyma mücadelesinin yanında kapitalizmi yaratan bir kültür de vardır. Öcalan’a göre aslolan, tek başına işçi mücadelesi veya kadın mücadelesi değil, bir bütün olarak anti-tekelci mücadele eksenine oturmuş demokratik uygarlık mücadelesi olmalıdır.[4]
Öcalan’ın düşüncelerinin ikinci düğüm noktası da bununla bağlantılı olarak ortaya çıkmaktadır: yaşam, bireylerin ya da devletlerin değil, grupların bir fonksiyonudur. Gruplar tek başına işçi olmakla, kadın olmakla, Kürt olmakla tanımlanamaz. Gruplar, kültürel, dinsel ve ekonomik olarak bir bütündür. Dolayısıyla çelişkiler bireyler ve sınıflar arasında değil, bunları da içeren toplumsal gövdeler, gruplar arasında cereyan eder[5] Nasıl ki doğal toplum yapısı bireylerden değil, gruplardan oluşmuşsa, demokratik uygarlığı kuracak olanlar da gruplar olacaktır. Bu gruplar kendi içlerinde doğrudan demokratik, cinsiyet-eşitlikçi, komünal ekonomiye dayalı, ekolojik yaşam perspektifi ile yaşayacaklar, birbirleriyle de yine aynı perspektif üzerinden ilişkilenip federe birlikler oluşturacaklardır. Peki, buradaki komünal ekonomi nasıl bir şey olacaktır?
Komünal Ekonomi
Komünal ekonominin ruhunu oluşturan ideal, yerelin ihtiyaçlarının yine o yerelin istek, planlama ve emeği doğrultusunda kolektif bir şekilde karşılanması gerektiği düşüncesidir. Kapitalizm ve sosyalizm yerelin inisiyatifini yok etmiş, biri bireylerin, diğeri de devletin tekeline devretmiştir. Oysa “ekonomi, en az devletleştirilmiş, özelleştirilmiş toplumsal gerçekliktir. Toplum kolektivizminin en temel dokusudur”[6]
Öcalan kapitalizmi ekonomiye dair bir şey olarak değerlendirmez. Ona göre, kapitalizm ekonomi değil, tersine, ekonomiyi öldüren bir yapıdır. Kapitalizm bir pazar ekonomisi de değildir zira insanların pazarda birbirleriyle özgürce ve eşit koşullarda ticaret yapabilmesine engel olarak tekelleşmeyi doğurmuştur. Öcalan’a göre doğal toplumda ekonomi aslen bireylerin (işçi, patron, ağa, bey vb.) ya da devletlerin (ulus-devlet, sosyalist devlet vb.) değil, yerellerdeki grupların, komünlerin, toplulukların işidir. Bu ekonominin verimli çalışmasının da koşuludur:
“Demokratik uygarlığın ekonomik temeli toplumsal artık değer üzerine kurulu sermaye tekelleriyle daimi çelişki içindedir. Tarım, ticaret ve endüstrinin gelişiminde temel toplumsal ihtiyaçlar ve ekolojik unsurlar dikkate alınmak kaydıyla özgürce her tür faaliyete açıktır. Tekel karı dışındaki kazancı meşru sayar. Pazara karşı değildir; tersine sunduğu özgür ortam nedeniyle gerçek bir serbest pazar ekonomisidir. Pazarın yaratıcı rekabetçi rolünü inkar etmez. Karşı olunan, spekülatif kazanç yöntemleridir. Mülkiyet sorununda ölçü verimliliktir. Mülki olarak tekelin rolü her zaman verimlilikle çelişir. Ne aşırı bireysel mülkiyetçilik ne de devlet mülkiyetçiliği demokratik uygarlık kapsamındadır. Toplumsal doğada ekonomi her zaman topluluklar halinde yürütülmüştür. Tekelcilik dışında, tek başına birey veya devletin ekonomiyle ilişkisi yoktur. Birey ve devletin söz sahibi olduğu ekonomiler zorunlu olarak ya kara geçmek ya da iflas etmek durumundadır. Ekonomi daima grupların işidir. Ahlaki ve politik toplumun gerçek demokratik alanıdır. Ekonomi demokrasidir. Demokrasi en çok ekonomi için gereklidir.”[7]
Komünal ekonominin ana unsurları üretim kooperatifleridir.[8] Bu kooperatiflerin mülkiyeti, sevk ve idaresi komünlere aittir ve işçileri tarafından demokratik esaslara göre yönetilir. Komünal ekonomide özel mülkiyete dayalı kapitalist üretim ancak tali olarak bulunabilir. Tabii bu noktada, kapitalizmi doğal toplumun baş düşmanlarından gören Abdullah Öcalan’ın “kapitalist” tanımının teknik olarak meta ürettiren ve üretim sürecinde yaratılan artı-değere el koyan kişiselleşmiş sermayenin tamamını değil, sadece bir kısmını kapsadığını bilmek gerekiyor:
“Şu hususu da önemle eklemeliyim ki, orta boy sanayici, tüccar ve tarımcıyı kapitalist saymıyorum. Sermaye tarafından çok yönlü kıskaca alınsalar da, bunlar büyük ölçüde gerçek ekonomik ihtiyaçlar için üretim yapmaya çalışan toplumsal kesimlerdir. Ayrıca pazardaki küçük meta alışverişini ve bu metaları küçük işletmelerinde üretenleri de kapitalist saymıyorum. Çeşitli meslek sahipleri haliyle kapitalist sayılmaz. Tavizci kesim dışındaki tüm işçiler, köylüler, öğrenciler, memurlar, zanaatkarlar, çocuklar, kadınlar toplumun belkemiğini oluşturur. Kapitalist olmayan toplum olarak bu tanımı geliştirmeye çalışıyorum.”[9]
Ancak bazı alanların özel mülkiyete dayalı üreticilere terkedilemeyeceği de net bir biçimde ortaya konmaktadır:
“(...) beslenme, sağlık, barınma, kültür-sanat gibi temel alanların kar ve sermaye birikim kaynakları olmaktan çıkarılmaları gibi daha birçok politik-pratik tedbirlerin alınması hayati önemdedir. Toplumsal değerlerin ve ilişkilerin “hizmet sektörü” adı altında ticarileştirilmesi yerine, komünal yaşam biçimi yeniden yaygınlaştırılır. Bununla birlikte ulaşım ve iletişim gibi alanlarda kooperatifleşmeye ağırlık verilir.”[10]
Peki, kooperatiflerin yanında küçük ve orta boy sermayenin de bulunduğu, pazara dayalı, karı öncelemeyen, merkezi devletin ve tekelci kapitalizmin ise dışlandığı komünal bir ekonomide “değer” nasıl ve neye göre belirlenecektir? Öncelikle, Öcalan’a göre metalar da dahil hiçbir toplumsal değer ölçülebilir bir şey değildir zira “yalnız canlı emeğin değil, sayılması olanaksız emeklerin ürünü olan bir maddeyi bir kişinin emeğinin değeri saymanın kendisi yanlışlık olup, değer gaspı ve hırsızlığın önünü açan bir yaklaşımdır.”[11] Dolayısıyla komünal ekonomide, emeğe değer biçmek yoluyla kısıtlayan değişim değeri değil, kullanım değeri ön planda olmalıdır:
“Pazara giren ürünlere değer biçilmesinde ölçü olarak değişim değeri değil, kullanım değeri ve ihtiyacı karşılama düzeyi esas alınır. Örneğin, toplumun en fazla neye ihtiyacı varsa, o ürünün istismar ve kazanç nesnesi olarak kullanılmaması için uygun bir maddi değer belirlenerek, insanların söz konusu gereksinimlere yeterince ulaşabilmeleri sağlanır.”[12]
Görüldüğü üzere Öcalan pazarı ve ticareti dışlamamakta, bilakis varlıklarını zorunlu görmektedir. Evet, komünal ekonomide gruplar birbiriyle özgür bir şekilde pazar üzerinden ticaret yapacaklardır ancak ticaret, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına katkı sunması şartıyla kabul edilebilir bir faaliyettir. Kapitalistik aşırı kar ve istismar zemini olarak ele alınamaz. Ticaret, topluluklar arasındaki ihtiyaç alışverişini kolaylaştırmanın aracı olarak değerlendirilir. Sadece satmak için değil, ihtiyaç için üretilir. Ticaretin amacı para olmadığı gibi, temel aracı da para değildir.[13]
Öcalan’da pazar, denetimsiz ve kendiliğinden bir ilişki biçimi olarak tasavvur edilmemektedir. Zira “herhangi bir topluluk veya bölge, kendi pazarını oluştururken, diğer toplulukları veya bölgeleri ilgilendiren kararları tek başına alamaz ve hayata geçiremez”.[14] Burada grupların oluşturduğu demokratik birlikler ve meclisler belirleyici rol oynayacaklar, değişim değerinin ve karın aşırılaşmasını engelleyeceklerdir. Özel mülkiyetin grup mülkiyetine veya bir grup mülkiyetinin diğer grup mülkiyetine karşı sömürücü derecede baskın çıkmasının teminatı, hayatın her alanını örgütleyecek olan doğrudan demokratik bu yapılar, meclisler olacaktır. Ama bu yapılar sadece düzenleyici ve engelleyici nitelikte değil, aynı zamanda kar anlayışına karşı kolektif üretimi özendirecek teşviki ve eğitimi gerçekleştirecek kurumlar olacaktır.
Komünal ekonomi perspektifi KUÖH tarafından düzenlenen çalıştay ve konferanslarda da geliştirilmeye, somutlanmaya çalışılıyor. Sebze hallerinin, çarşı ve bakkalların kooperatif şeklinde örgütlenmesi; küçük ölçekli şirketler tarafından yapılan üretimde ortak tedarik yönteminin geliştirilmesi; Hevsel bahçelerinin Diyarbakır’ın kentsel tarım alanları olarak kurgulanması; “yerelde üret, yerelde tüket” anlayışının yükseltilmesi; takas pazarlarını kurumsallaştırılması; kar amacı gütmeyen kredi birlikleri kurulup düşük faizli kredi ya da yüksek faizli mevduat uygulanması, konferans bildirgelerine geçen kurumsallaşma önerilerinden bazılarıdır.[15]
İçsel Eleştiri
Peki komünal ekonomi perspektifi gerçekçi bir tahayyül müdür? Birey ya da kamu mülkiyetinin değil, grup mülkiyetinin esas olduğu, küçük ve orta boy sermaye ile dayanışmacı ekonomi ağlarının bir arada yaşadığı; pazarı merkeze alan ancak toplumun siyasi örgütlülüğünün ve bilinç düzeyinin aşırı karı baskılayabildiği ve kullanım değerinin temel alındığı bir ekonomi mümkün müdür? Daha önemlisi, bu ekonomik model, kapitalizme alternatif yaratabilir mi ya da onu sınırlayabilir mi? Bu birçok açıdan olanaksız gözüküyor
a. Birey mülkiyeti birey, grup mülkiyeti grup ayrıcalığı yaratır
Üretim araçlarının bireysel veya merkezi bir devlet eliyle kamusal mülkiyetine karşı çıkan Öcalan’ın, çözüm olarak grup/topluluk/komün/kooperatif mülkiyetini savunduğunu ve bu grupların tekelleşmeye düşmeden, birbirleriyle özgürce ticaret yaptığı bir pazar ekonomisini tahayyül ettiğini görmüştük. Grup mülkiyeti, üretim araçlarının mülkiyetinin toplumun tamamına değil, grupların iradesine ait olmasıdır. Ne üretileceğine, nasıl üretileceğine ve ne kadar üretileceğine üretim araçlarını elinde bulunduranlar karar verir. Öncelikle buradaki grup anlayışının üretici güçlerin gelişmediği ve üretimin toplumsallaşıp merkezileşmediği, köylülüğün baskın olduğu bir coğrafyayı varsaydığını görmemiz lazım. Yani bahsedilen gruplar sosyal mühendislikle yan yana getirilmiş insanlardan değil, uzun yıllardır ortak bir coğrafyayı paylaşan kırsal yerleşimleri kapsıyor. Doğrudur, 16-19. yüzyıllarda, hatta 20. yüzyılın ilk yarısına kadar dünyadaki toplumları kapitalist ve köylü toplumlar olarak ikiye ayırabilirdik. Ancak sadece metaların ve tüketim kalıplarının değil, üretimin de tüm dünyaya yayıldığı, finans sermayesinin her coğrafyayı bir üretim plantasyonuna çevirdiği bir dünyada kapitalist üretim tarzına aşina olmayan ve/veya ekonomik anlamda kendi içine kapalı coğrafyalardan ve gruplardan bahsetmek zor gözüküyor.
Bir an için ortak coğrafya ve kültürü söz konusu grupların oluşumu için yeter şart sayalım. Bu durumda da üretici güçler, coğrafi avantajlar, servet birikimi, komünler federasyonu dışındaki güçlere ve pazarlara olan açıklık/yakınlık vb. maddi koşullar açısından aralarında farklar bulunan grupların ticareti eşitsiz bir gelir ve servet dağıtımı yaratacaktır. Üretim araçlarının bireysel mülkiyeti bize nasıl rekabeti, ticaret karını, sömürüyü ve nihayetinde tekelleşmeyi veriyorsa, bireylerin yerine grupları koyduğumuzda değişecek olan tek şey ayrıcalıkların bireylerden gruplara geçmesi olacaktır. Yani sınıfsal bölünmenin temel ilkesi değişmeyecek, her bir sınıfı oluşturan unsurlar değişecektir.
b. Pazar, değişim değerini; değişim değeri de karı doğurur
Öcalan, söz konusu pazarın verimlilik esaslı olarak belli oranda rekabete dayalı olsa da kar amaçlı bir pazar olmayacağını, dayanışmacı bir pazar olacağını, “kolektif kapitalizme” düşülmesinin böyle engelleneceğini söylüyor veya öngörüyor. Yani komünal pazarda aslolan değişim değeri değil, kullanım değeri olacak, böylece gruplar birbirleriyle dayanışacaklardır. Evet, kullanım değeri, mülkün özelleşmediği (ya da gruplaşmadığı) ve temel ihtiyaçların basit bir plan içinde doğal bir işbölümü ile üretilip değişildiği ilkel komünal topluluklarda veya günümüzdeki takas pazarları gibi tali pazarlarda (o da sınırlı ölçüde) geçerli olabilir. Ancak birbirinden bağımsız üreticilerin toplum için devasa miktarda meta üretimi yaptıkları ve üretimin genelleştiği bir pazarda geçerli olan şey değişim değeridir. Bunun sebebi, bağımsız üreticilerin kendi üretim araçlarının sahipleri olduğundan dolayı birbirlerinin ihtiyaçlarına yönelik planlı bir üretim ve işbölümüne gitmiyor oluşları ve kendi ihtiyaçları dışında ürettikleri artık-ürünlerin birbiriyle değişiminin nesnel bir değer üzerinden gerçekleşmesi zorunluluğudur. Bağımsız üreticilerinden oluşan bir pazarda söz konusu değişim değeri, uzun vadede o malların içerdiği sosyal olarak gerekli emek-zaman miktarı kadar olacaktır.* Değişim değerine dayalı üretimin yapıldığı ve bağımsız üreticilerden oluşan serbest bir pazarda kaynaklara erişim, üretici güçlerin gelişimi ve dış pazarlara açıklık düzeyi gibi faktörlere bağlı olarak artık-ürünler ticaret karı olarak belli ellerde toplanacak, üretim hacminde artış, kapitalist kar mekanizmalarının kurulmasına zemin hazırlayacaktır. 16.-17. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkan ticaret sermayesinin sonrasında sanayi ve finans sermayesine dönüşerek bağımsız üreticileri mülksüzleştirip, proleterleştirmesi gibi, grup mülkiyetine dayalı bir ekonomi de aynı evrelerden geçecektir.
Eğer pazar kavramı ile, üretici grupların birbirlerinin ihtiyaçları, yani değişim değil, kullanım değeri üretmek için bir araya gelip, faktör üretiminin prensipleri çerçevesinden kabaca da olsa bir üretim planı çıkarmalarını (siz şu kadar kazak yapın, biz de şu kadar buğday ekelim, vb.), sonra da bunları değiş tokuş etmelerini kast ediyorsak, bunun adı da pazar değil, planlı ekonomi olacaktır. Özetle, “kullanım-değerinin hüküm sürdüğü pazar” tanımlaması, mülk sahibi ve bağımsız üreticilerin genelleşmiş bir biçimde devasa hacimde üretim yaptıkları varsayımıyla çelişmektedir.
c. Ana üretim ve ana destek sektörleri kamulaştırılmak zorundadır
Pazarda hiçbir kapitalist şirketin olmadığı, üretimin tamamen komün ve kooperatiflerle yapılmaya çalışıldığı, grup mülkiyetine dayalı bir pazar ekonomisinde asimetrik gelişim dışında ortaya çıkacak sorunlardan biri de ölçek sorunu olacaktır.
Temel beslenme sektörlerinin grup mülkiyetine dayalı komün ve kooperatifler tarafından işletileceği söylenebilse de, ana üretim alanları olan ağır sanayi, iletişim, enerji, bankacılık ve finans sektörlerinin ve ana destek sektörleri olan sağlık, sosyal güvenlik sektörlerini komünal yapı ile işletmek, söz konusu sektörlerdeki işletmelerin devasa büyüklükte yatırım, üretimde genelleşme, merkezileşme ve karmaşıklaşma gerektirmesinden dolayı imkansızdır. Bu tip işletmeler, boyutları ve toplumsal önemleri gereği komünal bir yapı ile değil, ancak ve ancak büyük şehirler ve kamu mülkiyeti ile işletilebilir. Lenin’in de belirttiği üzere kooperatif tarzı üretim, kırsal alanın iktisadi örgütlenmesinde faydalı bir araç iken, toplumsallaşmış üretim alanları için parçalanma anlamına gelecektir.[16]
d. Kapitalizm altında kooperatifler kapitalist şirketlerle rekabet edemez
Rekabete dayalı bir pazarda kooperatifler ile birlikte küçük ve orta boy sermayenin de bulunduğu bir durumda uzun dönemde bu şirketleri “sınırlı bir alanda” tutmak mümkün değildir. Tersine, sınırlanacak olan kooperatiflerin kendileridir. Bunun en temel sebebi, artı-değer sömürüsü daha yüksek olanın rekabette daha avantajlı olacağı gerçeğidir. Özel şirketler yüksek artı-değer sömürüsü sayesinde daha yüklü sabit sermaye yatırımı yapabilir, böylece aşırı üretime giderek ürünlerini daha düşük fiyata satabilirler (Bu, sermayenin işleyiş mantığıdır ve büyük ölçekli sermaye için olduğu kadar küçük ve orta ölçekli sermaye için de geçerlidir). Sermaye karşısında pazardan pay almak isteyen kooperatifler de fiyatı düşürmek için aynı yolu izleyecek ve yatırımı arttırmak için ya kredi kullanarak, ya işçi çıkararak ya da ücretleri düşürerek emeğe ayırdıkları payı azaltmak zorunda kalacaklardır.** Bu, kaçınılmaz sonuçtur, zira “kapitalist ekonomide mübadele alanı üretim alanına hükmeder. Rekabetin bir sonucu olarak, üretim alanının sermayenin çıkarlarının hakimiyeti altına girmesi –ki, bu da acımasız sömürü demektir– tüm kuruluşların hayatta kalabilmesinin temel şartı haline gelir”[17]
Ücretlerin dibe vurmasını veya zararı önlemenin en bilinen yolu, kooperatife mülkiyette ve yönetimde söz sahibi olmayan yeni ücretli işçiler alarak onları sömürmesi ve/veya kendine kapitalist sermaye ortağı almasıdır. Bu durumda da kooperatifi kooperatif yapan demokratik değerler de adım adım terk edilmek durumunda kalınacaktır. Nitekim 1956 yılında kurulan ve 75 bine yakın çalışanı ile endüstri, finans, perakende ve bilgi sektörlerinde faaliyet gösteren ve bugün dünyanın en büyük kooperatifler topluluğu olan Bask’taki Mondragon Cooperative Corporation’da yaşanan durum da tam olarak budur. Yönetimde söz hakkı olan üye işçiler, piyasadakinden daha yüksek ve kendi aralarında da çok daha dengeli ücretler alsalar da, rekabet baskısı sebebiyle, tıpkı kapitalist tekellerin yaptığı gibi, üretimi yurt içinde kapitalist taşeronlara, yurt dışında da ucuz işgücü sunan Mısır, Meksika, Arjantin, Tayland ve Çin gibi ülkelere kaydırmak durumunda kalmıştır. Gelinen noktada İspanya içinde çalışanlar da dahil, kooperatif üyeliği statüsü olmayan ve tam zamanlı, yarı zamanlı veya geçici olarak çalışan söz konusu ücretli işçilerin sayısı, toplam işçilerinin üçte birine ulaşmıştır. Bu durum, “geçici” ya da “istenmeyen” bir süreç değildir, zira üye işçiler toplam ücret-karlarını üye olmayan işçilerin artı-değerlerini (mutlak ya da göreli biçimde) sömürerek korumaktadırlar. Diğer bir deyişle, kapitalist rekabet, Mondragon’u giderek daha yüksek oranda artı-değer sömürüsüne, daha doğrusu “sömürü ihracına” mecbur bırakmaktadır. Bu, tam da kolektif kapitalizm dediğimiz şeye tekabül etmektedir. Zaten şirket kooperatifçiliğin kapitalizme bir alternatif olabileceğini iddia etmemekte, sadece iş hayatını daha katılımcı ve daha insani hale getirmeye çalıştıklarını söylemektedir.[18] En azından bazıları için (!)
Tabii, son tahlilde, belli bir ekonomide bir kooperatifin rekabet gücünü belirleyen şey, kooperatiflerin ve kapitalist şirketlerin toplam birikim hacimlerinin birbirlerine oranı olacaktır. Üretimin merkezileştiği; sermaye birikiminin devasa, rekabetin en çetin hale geldiği; tüm kamu kaynaklarının özelleştirildiği ve finans sermayesinin tüm üretimi ve tüketimi spekülasyon ve borçluluk üzerinden belirlemeye başladığı bir ekonomide rekabetin getirdiği çelişkiler ve tasfiyeler daha sert yaşanacaktır. Tekellerin hakim olduğu böyle bir pazarda görece demokratik niteliklerini korumayı hedefleyen bir kooperatif rekabet sürecine dahi giremeyecek, en fazla toplumun yeniden üretimi için hayati olmayan alternatif pazarlarda sınırlı bir üretime yeltenebilecektir. Diğer bir deyişle, ileri kapitalist toplumlarda rekabet kooperatifleri daha baştan ve hızlı bir şekilde sistem için zararsız sektörlere sıkıştıracaktır. Peki, ekonominin çoğunluğunun kamu eliyle toplumsallaştırıldığı, çok sınırlı sayıdaki küçük ve orta ölçekli sermayenin olduğu bir coğrafyada, kooperatiflerin belli bir süre kapitalistleşmeden gelişebileceği düşünülebilir mi? Buradaki kritik faktör, sınırlı özel sermaye dışında kalan toplumsal mülkiyetin ve üretimin nasıl kurgulandığı olacaktır. Sermayenin çok zayıf olduğu bir ekonomide pazar dayalı yapı ve grup mülkiyeti, kooperatifler arası rekabeti, yani kolektif kapitalizmi beslerken, kamusal mülkiyete dayalı bir planlama kooperatiflerin verimliliğinin sağlıklı bir şekilde artmasını sağlayacaktır. Ancak ne komünal ekonominin uygulanması düşünülen coğrafyalarda toplumsal birikim sermaye birikiminin çok üzerindedir, ne de kamusal mülkiyete dayalı planlı bir ekonominin benimsenmesi düşünülmektedir.
e. KUÖH de sorunların farkındadır
Nitekim, sıraladığımız sorular, işaret ettiğimiz açmazlar ve önerilen çözümler, komünal ekonomi perspektifinin tartışıldığı konferans ve çalıştaylarda da belli ölçüde dile getirilen çekincelerdir. Düzenlenen son üç etkinliğin sonuç bildirgelerinde kapitalist saldırının temelinin ücretlilik ilişkisi olduğuna ve bunun “kamusal denetim üniteleri” tarafından önlenmesi gerektiğine; KOBİ’lerin emek sömürüsünün en fazla yaşandığı yerler olduğuna; toprak, su, enerji, ulaşım, barınma, eğitim ve sağlığın komünlere ve şirketlere bırakılacak alanlar olmadığından dolayı kamulaştırılmasının zorunluluğuna; dayanışmacı kooperatif deneyimlerinin zaman içinde başlangıç amaçlarından saptığına, halk desteğinin azaldığına, sürdürülebilirlik sağladığında ise grup ayrıcalığı yaratma riskini açığa çıkardığına değinilmektedir (Bildirgeler).
f. Toplumsal mülkiyet olmadan, halk meclisleri ağı kar mantığını baskılayamaz
Öcalan’ın komünal ekonomi perspektifinin sadece bir üretim ilişkileri tasavvuru değil, bir toplum projesi olduğunu görmüştük. Buna göre pazara özel sektörün ve gruplar arası üretim anarşisinin (ve onun istenmeyen sonuçlarının) hakim olmaması için hayatın her alanını kuşatan halk meclisleri ağı, özel şirketler ve kooperatifler üzerinde siyasi etki gücüne sahip olacak ve yukarıda saydığımız asimetrik gelişimlerin önüne geçecektir. Diğer yandan, kurulacak akademiler de halkı kar mantığına değil, dayanışmacı değerler ışığında, Öcalan’ın deyimiyle “etik ve politik” bir toplum olarak eğiteceklerdir. Özetle, komünal bilince sahip halk meclisleri, grup mülkiyetinin ve pazar mantığının risklerine karşı toplumun hem ahlaki hem de hukuki güvenceleri (denetim ve yaptırım) olacaklardır.
Öncelikle, hukuki denetim ve yaptırımdan kasıt, eğer değişim değerine belli bir sınırlama koyarak damping ve fahiş fiyat uygulamalarının önüne geçmek ve avantajlı kesime uygulanacak yüksek vergilerle dezavantajlı grupları güçlendirmek ise, bunun egemen ideolojinin yeniden-dağıtıcı adaletinden çok da bir farkının olamayacağını belirtmek gerek. Modern devletlerin, mevcut üretim ilişkilerini korumak için tüketim ilişkilerini “isyan çıkmayacak şekilde” yeniden düzenlemesinin ve kapitalist pazarın gelişimi için anti-tekel kanunları çıkarmasının diğer bir adı olan yeniden-dağıtıcı adalet uygulamalarının, komünal herhangi bir yanı olmayacağı gerçeği şöyle dursun, “kapitalist modernitenin” ta kendisi olacağı da açıktır. Yeniden-dağıtıcı adalet daha radikal formlara evrilmeye başlarsa, bu sefer de sermayenin ağır saldırılarına maruz kalınacaktır. Örneğin, 1970’lerde İsveç’te geliştirilen ve şirketlerin vergilerini para olarak değil, şirket hissesi olarak Share-levy Ücretliler Fonu’na aktarmalarını ve işçiler/sendikalar tarafından işletilen bu fonun sayesinde uzun dönemde İsveç’in toplam sermaye yapısının kamusal bir nitelik kazanması öngören bir uygulama devreye sokulmuş, ancak sermayenin ve onun temsilcisi sağ partilerin devasa fonlarla beslenen kampanyaları ve lobileri sayesinde 1992’de geriye dönülmemek üzere rafa kaldırılmıştı.[19] Özetle, siyaset alanının yeniden-dağıtıcı adalet uygulamalarının mülkiyet ilişkilerine hükmedebileceğini düşünmenin ne teoride ne de tarihte bir karşılığı yoktur.
Tabii, bu meclisler sistemi ile, “kapitalist modernitenin” yeniden-dağıtıcı devletinin ötesine geçen, başlangıçta ve sonra da “gerektiğinde” grupların servetlerine hukuk ve silahlı zor yolu ile el koyarak daha az birikim sahibi komün ve kooperatiflere dağıtabilecek güçte bir yapı tasavvur ediliyor olabilir. Eğer tasavvur edilen buysa, başlangıç koşullarının halk iradesi ile devamlı yeniden eşitlendiği böyle bir uygulamada mülkiyet kavramına içkin olan “dokunulmazlık” berhava olacağından, bu sefer de üretim araçlarının özel ve grup mülkiyetinin bir anlamı kalmayacak, ancak sınırlı ve süreli bir kullanım hakkından bahsedilebilecektir. Öncelikle bu, pazarın değil, planlamanın, hatta merkezi bir planlamanın ön planda olduğu bir ekonomi olacaktır ki, bu da komünal ekonomi ilkeleriyle çelişecektir.
Ancak çok daha önemlisi, her ne kadar gerektiğinde serveti yeniden dağıtıyor olsanız da, verili zamanda üretim araçlarının mülkiyetini toplumun tümünden daha küçük bir parçaya (gruba, bireye) devretmiş olduğunuz için, üretimde ve dolaşımda rekabet ve kar mantığının kendini belli bir süre de olsa somutlamasına nesnel bir olasılık olarak izin vermiş olacak, böylece belli grupların mal arzını kontrol etmesine, birikimlerini arttırmasına, ittifaklar kurmasına ve bu ittifakların egemen meclisler sistemini, yani siyasi alanı çeşitli yollarla etkileme riskinin artmasına yol açacaksınız. Toplumun tamamına yakınının kooperatiflerden oluştuğunu varsaysak dahi, söz konusu riskin büyüklüğü, kıt mallara, ekonominin ne oranda kapitalist dış dünyaya (ithalat rejimlerine) açık olduğuna, mevcut sermaye birikiminin yetersizliğine, üretici güçlerin geriliğine ve küresel sermayenin saldırılarına bağlı olarak artacaktır. Bunlara bağlı olarak belli gruplara verilmek zorunda kalınan tavizler sisteminizi yavaş ya da hızlı bir biçimde günden güne daha da zayıflatacaktır. Yani toplum mülkiyeti dışındaki tüm mülkiyet biçimleri, eşitsiz gelişimi toplum karşıtı bir silah haline getirecektir.
g. Toplumsal mülkiyet olmadan, akademileşme kar mantığını baskılayamaz
Bir sistem yaratmak, bir kültür ve bir ahlak yaratmak, yani bir hegemonya yaratmaktır aynı zamanda. Bu açıdan kültür, eğitim vb. yapıların üretim tarzının değişimi üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını söylemek ahmaklık olurdu. Farklı bir çerçevede Lenin’in de üstüne basa basa belirttiği üzere, sınıf bilinci de sadece sınıfın mücadelesinin ekonomik gelişiminin kendiliğindenliği ile gelişemez. Sınıfın, öncü partinin eğitimine ihtiyacı vardır: burjuva maddi koşullar altında gelişmiş olan sosyalizm bilinci, sınıfa dışarıdan taşınmalıdır.[20] Halkın bilinçlendirilmesi görevi şüphesiz devrim ile de son bulmayacaktır. SSCB, Çin ve Küba deneyimlerinden de gördüğümüz üzere her devrim, hakim kıldığı üretim tarzını benimsetmek ve yeni özneler yaratmak için kapsamlı eğitim ve kültür hamleleri de başlatmak zorundadır. Tabii, bu durum sadece devrimci harekete özgü değildir. Biyopolitika yoluyla mevcut üretim tarzının bir norm olarak kitlelere nasıl benimsetildiğine; itaatin ve rızanın eğitim, kültür ve eğlence endüstrisi yoluyla nasıl yeniden üretildiğine baktığımızda aynı eğilimin karşıdevrimci güçler tarafından da benimsendiğini görürüz. Ancak eğitimi, üretim tarzının yarattığı çelişkilere işaret etmek veya yeniden üretimin devamını sağlamak için kullanmak bir şeydir, onu tek başına yeni bir üretim tarzına geçişin ana unsuru olarak görmek başka bir şey...
Komünal ekonomi tezinde akademilerin rolüne baktığımızda, hayatın yeniden üretiminin maddi koşulları ile son kertede bu koşullar “üzerinde” yükselen entelektüel alanın belirleyicilik güçlerinin yer yer idealizme varan bir ontoloji ile birbirine eşlenebildiğine şahit oluyoruz. Diğer bir ifadeyle, devrimci üst-yapı kurumları, üretim tarzında açığa çıkan çelişkilerden neredeyse bağımsız bir etki alanına sahiplermiş gibi görülebiliyor. Eğer kapitalist ya da daha geri bir üretim tarzının hakim olduğu bir yerde akademilere kar mantığının yerleşmesini engelleme görevini veriyor, ancak grup mülkiyeti ve pazar üzerinden kapitalist üretim tarzının kendini nesnel olarak üretmesine/yeniden üretmesine fırsat tanıyorsanız, sükutu hayale uğramanız kaçınılmaz olacaktır. Üretici güçler gelişme imkanı bulduğunda kendisini kısıtlayan üretim ilişkilerini ve onun üzerine yükselen üstyapıyı da dönüşüme zorlayacaktır, zira
“(...) içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddî varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.”[21]
Kapitalist eşitsizliği yaratan şey nasıl ki ahlaksızlık ve eğitim eksikliği değil, üretici güçleri devrimcileştirmesi ve kitlelerin mülksüzleştirilip proleterleştirilmesi neticesinde sağlanan ucuz, çeşitli ve çok sayıda metanın üretimi ise, “herkese ihtiyacı kadar” diyen ve kapitalizmden daha ileri bir üretim tarzını gerektiren ilkeyi hayata geçirecek olan şey de öncelikle ahlak ve eğitim değil, toplumsal servetin ve üretim araçlarının mülkiyetinin istisnaya yer bırakmayacak şekilde toplumsallaştırılması olacaktır.
Grup Mülkiyetinden Toplumsal Mülkiyete, Pazardan Planlı Ekonomiye
Komünal ekonominin ilke ve kavramlarının mantıksal sonuçları ile birlikte yereldeki tartışmalardan elde edilen sonuçlar bize söz konusu kullanım değerine dönük bir bölüşümün ve ihtiyaca yönelik üretimin benimsendiği dayanışmacı bir ekonomiyi inşa edebilmek için, yani daha ileri bir üretim tarzına geçebilmek için sadece doğanın ve belli sektörlerin değil, neredeyse tüm ana üretim alanlarındaki üretim araçlarının kamulaştırılması; ücretlilik ilişkisinin tamamen sonlandırılması; pazarın değil, merkezi planlamanın hüküm sürmesi gerekliliğini gösteriyor. Ne var ki, böyle bir ekonomi komünal değil, “sosyalist” bir ekonomi olacak, yani komünal ekonomi, inşa yolunda sosyalistleşmek zorunda kalacaktır. Diğer bir ifadeyle, üretim araçlarının birey ya da grup mülkiyetinin yarattığı her sorun, ancak mülkiyeti daha fazla toplumsallaştıracak önlemlerle çözülmek durumunda kalacak ve bu pratikler de bizi zorunlu olarak merkezi planlı sosyalist ekonomiye götürecektir.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, hayatın komünler ve komün ilişkileri üzerine kurulması ile merkezi planlama fikri birbirleriyle çelişen şeyler olmak zorunda değildir. Komünlerin bir araya gelip üretim ve dağıtımı planlayıp uyguladıkları, mülkiyetin toplumun tümüne ait olduğu bir sistemin, sırf ortada bildik anlamda bir devlet yok diye merkeziyetçi olmayan bir uygulama olduğunu savunmaya kalkacak olanlara ise Lenin yaklaşık yüz yıl öncesinden şöyle sesleniyor:
“Proletarya ve yoksul köylüler, eğer devlet gücünü eline alır, komünler içinde tamamen özgür bir biçimde örgütlenir ve sermayeyi vurmak, kapitalistlerin direncini kırmak, demiryollarının, fabrikaların, toprağın vb. özel mülkiyetini ulusun tümüne, toplumun tümüne devretmek için eylemini birleştirirlerse, bu, merkeziyetçilik, üstelik de proleter bir merkeziyetçilik olmayacak mıdır? (...) Hamkafalar merkeziyetçiliği ancak tepeden, bürokrasi ve militarizm tarafından dayatılarak ayakta tutulabilen bir şey olarak düşünür.”[22]
Peki, tüm bu gerçekler ışığında komünal ekonomi perspektifinin “boş bir hayal” olduğunu mu söyleyeceğiz? Kapitalizme ve sosyalizme alternatif olamayacağı ortadaysa, komünal tezin yeri tarihin çöp sepeti mi olacaktır? Günümüzde ezen ulus sosyalistlerinin belli bölüklerinin KUÖH’ün mücadelesini değersizleştirmek ve şovenizmlerini (hatta faşizmlerini) meşrulaştırmak için bu yolu tuttuklarını görmekteyiz Ancak böylesi bir çıkarım, nesnel koşullardan, verili iktidar ilişkilerinden ve tarihten kopuk bir tespit olurdu.
Her şeyden önce bu komünal ekonomi perspektifi ilerici ve halkçı bir programdır. Ayrıca bu perspektifin, mali, ekonomik ve askeri anlamda ağır sömürge koşulları dayatılan bir coğrafyada mücadele eden ve yapısı gereği Kürt orta burjuvazisini de ilerici bir unsur olarak içeren KUÖH için belli oranda taktiksel-stratejik değeri olan bir perspektif olduğunu teslim etmek gerekiyor. Kaldı ki sadece Kürt orta burjuvazisi açısından değil, Kürdistan’da emekçi sınıflar açısından da belli bir değeri var. Böyle bir program, üretici güçlerin gelişiminin ve sermaye birikiminin sınırlı olduğu, yarı-feodal yapının kısmen sürdüğü Kuzey Kürdistan kırsalı ve Rojava’daki halkların demokrasi ve örgütlenme anlayışlarını hayatın her alanına hakim kılmalarına yardım etmekte; onları toplum için üretime sevk etmekte ve daha ileri bir üretim tarzı olan işçi ve köylü sovyetleri sistemine hazırlayacak bir pratik sunmaktadır. Komünal ekonominin üretici ve tüketici kooperatifleri, bu kooperatiflerin birbirleri ile girdikleri ticaret ilişkileri, halk meclisleri gibi kimi uygulamaları, kapitalist üretim tarzının örgütleyip bir araya getirdiği ve devrimin öncü gücü olacak olan Türkiye ve Kuzey Kürdistan metropollerindeki proleterler ve ittifak kurulması gereken küçük burjuva kesim için ise bir bir araya geliş ve dayanışma okulu görevi görebilecektir. Bu açıdan bakıldığında halk meclislerine dayalı özyönetim modeli, hem sosyalist örgütlenme imkanı tanıyan, hem de sömürgeciliğin sınırlandırılmasını hedefleyen bir programdır.
Ancak bunu taktiksel-stratejik bir hamleden daha fazlası olarak benimsemek, sınıflar savaşımı gerçeğini gözardı etmek anlamına gelecek; sermayeye ve giderek zenginleşen gruplara verilmek durumunda kalınan tavizler de toplumsal tabanda basınç yaratarak KUÖH'ü emekçilerden, onların taleplerinden uzaklaştıracaktır. Son tahlilde Türk burjuvazisinin sömürgesi olan Kuzey Kürdistan'ın iktisadi kurtuluşunun iki yolu vardır: ya Kürt burjuvazisi önderliğinde bağımsız bir ulus devlet altında kendi kapitalist ekonomisini kurmak -ki kaderini tayin hakkı uyarınca bu da ulusal demokratik bir haktır- ya da Türkiye proletaryasıyla birlikte -ayrı devlet kurma hakkının saklı kaldığı- sovyet cumhuriyetler birliği temelinde birleşerek sosyalist bir ekonomi kurmak. Bundan başkaca da bir ara yol yoktur. Yeni gelişen Kürt burjuvazisi birinci yolu dayattığı aşikardır. Kürt emekçilerinin siyasal temsilcisi olarak PKK’nin ise bunu reddettiği söylenebilir. Ne var ki, PKK’nin ortaya koyduğu önerme günümüz toplumunun iktisadi gerçekleriyle bağdaşmadığı için nihayetinde bu durum Kürt burjuvazisinin elini güçlendirmektedir.
Dipnotlar
[1] A. Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları, sf. 8
[2] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, III. Cilt, Aram Yayınları, sf. 50
[3] A. Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları, sf. 7
[4] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, II. Cilt, Aram Yayınları, sf. 223
[5] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, III. Cilt, Aram Yayınları, sf. 223
[6] A. Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları, sf. 11
[7] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, III. Cilt, Aram Yayınları, sf. 181
[8] A. Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları, sf. 7
[9] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, III. Cilt, Aram Yayınları, sf. 98
[10] A. Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları, sf. 91
[11] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, I. Cilt, Aram Yayınları, sf. 136
[12] A. Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları, sf. 88
[13] A. Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları, sf. 93
[14] A. Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları, sf. 89
[15] Demokratik Özerklik Çalıştayı (12/08/15), DTK Ekonomi Çalıştayı (06/02/16), Demokratik Ekonomi Konferansı (14/10/2014) Sonuç bildirgeleri
[16] Lenin, V.I. “Kooperatifleşme Üzerine”, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yayınları, sf 441)
[17] Luksemburg, R. (1999) Reform or Revolution, https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1900/reform-revolution/index.htm
[18] Mondragon Kurumsal Web Sitesi, SSS, http://www.mondragon-corporation.com/eng/co-operative-experience/faqs/
[19] Wright, E.O., Envisioning Real Utopias, Verso, sf. 162
[20] Lenin, V.I., Ne Yapmalı, Eriş Yayınları, sf. 43
[21] Marks, K., Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, sf. 25
[22] Lenin, V.I., Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sf. 66
* Bu noktada Öcalan’ın ürünlerin değerinin emek ile ölçülemeyeceğini söylemesinin reelde bir karşılığı yoktur, zira değişim değerinin hüküm sürdüğü pazar ekonomisinde ürünlerin aynı değerde olmasını sağlayan başkaca bir ortak nokta da yoktur. Pazarda üreticiler ürünleri değil, emeklerini değişirler. “Değer emek ile ölçülmesin” demek başka bir şey, halihazırda gerçekleşen bir değerin kaynağını göstermek başka bir şeydir. Yani pazar varsa, değişim değeri olacak, bu değeri belirleyen şey de içerilen emek, daha doğrusu sosyal olarak gerekli emek-zaman olacaktır.
** Bu tartışma, kooperatiflerin hiçbir zaman kapitalist şirketler kadar üretken olmayacağı manasına mı gelir? Elbette ki hayır. Kapitalist toplumlarda tekil şirketler kendi verimliliklerini esas alırlar ve bunu en yüksek seviyeye çıkarmak için artı-değer sömürüsünün her türüne başvurular. Kapitalist rekabet, düşük fiyat sağlayabilmek için bir sınıf olarak aşırı üretimi zorunlu kılar. Emek gelirlerindeki azalmaya bağlı olarak aşırı artan üretim, satış ile buluşamaz ve bu da toplumsal bir israfa yol açmasının yanında bir sonraki üretim döngüsünü de riske sokar. Yani kapitalizmdeki plansız ve tekil üretkenlik çabaları tarihsel toplamda muazzam bir israf ve çöküş yaratmaya yazgılı olsa da, kapitalizm altında tekil bir kapitalist şirket, tekil bir kooperatiften her zaman daha üretken olma eğiliminde olacaktır.