Kadronun Partilileşmesi
Kadronun ideolojik, politik, örgütsel, kültürel, kişilik eğitiminin merkezi ve kaynağı partidir ve parti olmalıdır. Parti kadroların niteliksel ortaklığını yaratmalıdır. Bu ne anlama gelir? Parti, kendisi ve sınıfı için ilkesel nitelikte olan uzlaşmaz çelişkiler doğrultusunda tam anlamıyla sınıf bilincine sahip kadrolardan oluşur ve bunların birlikteliğinden meydana gelir. Ve aynı zamanda da mücadele ve yaşamın sonsuz zenginliği ve değişkenliği içerisinde hareket halinde olan parti, mücadelenin her yeni döngüsünde yeni olanla yeni biçimde ve düzeyde karşılaşır.
Bu yeni durumsal karşılaşma, partiye, yeni görevler yüklediği gibi, bu yeni görevler kapsamında da kadrosuna yeni görevler yükler. Kadro, partinin ve devrimin dönemsel ve tarihsel görevlerine ve gereklerine göre kendini hazırlamadır; ihtiyaçlar doğrultusunda kendini donatmalıdır. Bunları yaptığı zaman kadro mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt olabilir ancak.
Demek ki, kadro, dönemin, partinin, devrimin ve işçi sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda kendinde niteliksel değişikliklere de yol açacak niceliksel faaliyetin sonsuz ve sınırsız uğraşısı içerisinde olmalıdır. Aksi bir siyasal mücadele ve yaşam ölüdür, cansızdır ve dogmatiklik üretir. Bundan dolayıdır ki bir dönem başarılı ve üretken bir devrimcilik içerisinde olanlar devrimin, partinin yeni ihtiyaçlarına yanıt verecek bir tarzda, ideolojik olarak, inanç olarak, kararlılık olarak, emek olarak, cesaret olarak kendilerini yenileyemedikleri için ya çok geriye düşerler ya da safları terk edecek kadar savrulurlar.
Yetkin, yaratıcı ve yetenekli kadronun geliştirilebilmesinin bir yönü kadronun kendi sorumluluğundadır ama temel olan partinin omuzlarındadır. Parti, kadrosunu kendi gelişim stratejisiyle uyumlu bir şekilde eğitmek, donatmak ve hazırlamak zorundadır. Kadronun hazırlanması ve yetiştirilmesi tamamen bu stratejik plan çerçevesinde olmalıdır ki kadronun partilileşmesinden bahsedebilelim. Aksi durumda, kadro ne kadar inançlı olursa olsun, ne kadar yetenekli olursa olsun ancak ve ancak kendi öngörü ve becerileri kadar devrimin ve partinin ihtiyaçlarına yanıt olabilir. Bu da bireysel kalmaya mahkûm bir devrimci üretkenliktir. Böylesi bir üretkenlik içerisinde devrimcinin partilileşme şanı yoktur. Bundan sonra ikinci soru devreye girer: Bunu nasıl yapacak? Marksizm leninizm ideolojisinin özümsenmesini ve bu özümsemeyle birlikte siyasal mücadeleye uyarlanmasını sağlama uğraşısında olması en öncelikli görevleri arasında olacaktır. Bunun için de, partinin nüfuz ettiği en küçük birimde bile asla ve asla ihmal edilmeden, ertelenmeden, bıkıp usanmadan her dönem ve her zaman ve her mekanda marksist leninist ideolojinin eğitim, öğrenim konusu haline getirilmesi en zorunlu görevlerdendir. Örneğin on yıllık bir parti kadrosu son dört-beş yıldır marksist leninist klasiklerden herhangi birini okumamışsa bu nasıl izah edilebilir!? Üstelik bu tekil bir durumu da ifade etmiyor. Bu kadro nasıl marksist leninist ideolojiden ve onun biliminden yararlanabilir, beslenebilir? Bu kadronun oksijensiz kalacağı aşikar değil mi? Ve böyle olunca da önüne çıkan ilk engelde ya da ilk sınavda çuvallayacağı kaçınılmaz değil mi?
Kadro ilgisiz olabilir, kadro yönelim zayıflığı gösterebilir, kadro meraksız olabilir; kapitalizmin yarattığı ve tüketicileştirdiği bir toplumda komünistler de bundan kendilerine düşen payı almaktadır zaten. Mesele de buradadır. Parti, örgütlü ve iradi güç demektir. Parti sınıf hareketinin gelişimini ve onun burjuvaziye karşı yürüttüğü ekonomik siyasi mücadelesini yalnız ve örgütsüz bırakamayacağına ve kendi kurtuluş felsefesi tam da bu bırakmama üzerine kurulu olduğuna göre, kadrolarını da kapitalizmin ve onun burjuva ideolojisinin insafına ve kemirisine bırakmayacağına ve bırakmaması gerektiğine göre, bu öncelikli ertelenemez görevini, üstelik başarılı bir şekilde de yapmak zorundadır.
En küçük örgütsel işleyişin zorunlu bir parçası haline getirilmelidir teorik-ideolojik eğitim ve mücadele. Bu zorunlu hale getirme de örgütsel işleyişin konusudur. Her yönetici organ partinin gelişim stratejisi çizgisi doğrultusunda, önceliği bu olguya vererek ve bununla birlikte kadronun özel ilgi alanlarını da dikkate alan bir teorik-ideolojik eğitim programı oluşturmalı ve bunun yönetimi ve denetimi merkezileşen örgütsel işleyişin bir parçası haline getirilmelidir.
Maddi üretim alanı, kişinin, zihinsel üretimini de belirler. Kişiden önce parti işte bu maddi üretim alanını oluşturmak zorundadır. Parti öncelikli olarak kendi sorumluluğunu yerine getirmelidir. Bu, kadronun her şeyi partiden bekleyeceği anlamına da gelmemelidir. Kadro tabi ki kendi üzerine düşen sorumluk ve “görevi” yerine getirmekle mükelleftir.
Kendi gerçekliğini görmek! Kendi gerçekliğini göremeyen bir yönetici ve kadro başkalarının başarısını da heba eder. Kendi gerçekliğini göremeyen başkasının gerçekliğini de göremez; bu da onlarla ilgili kesin kes yanlış karar vermek demek olur. Kendi gerçekliğini dahi göremeyen birinin partilileşmesinden bahsedilebilir mi?
Kadronun partilileşmesinin en önemli kriterlerinden ve olmazsa olamazlarından biri, kadronun kendi gerçekliğini görmesidir. Kendi gerçekliğini görmeyen bir kadro asla partilileşemez. O hep idealizmin sınırlarında dolaşır, mutlu ve bahtiyar bir devrimcilik hep ondan uzak olur. Çünkü kendi gerçekliğinde yaşayamayan kendisiyle barışık da olamaz. Kendisiyle barışık olamayanınsa partisiyle, yoldaşlarıyla da barışık olmasını beklememek gerekir.
Kendisiyle barışık olmayan kendisine bile sevgi temelinde yaklaşamaz. Yoldaşlarına da böylece; sevgi, güven, bağlılık temelinde yaklaşamaz, aralarda hep duvarların bulunması kaçınılmaz olur. Yoldaşlarınla sevgi, güven, bağlılık temelinde ilişki kurabilmenin tek yolu partilileşmekten geçer.
Disipline, kurallara uymayan ve yaşamda proleter duruşa yanaşmayan, bunları kendi dışında gören ve fakat yoldaşından da bunları beklemekte asla bir sakınca görmeyen partilileşmemiş demektir.
Partili bir kadronun nasıl yaşamalı sorusuna yanıtı net olmalıdır: Partilileşmiş bir yaşam! Burada elde edilecek netlik, diğer görevlerin de üstesinden rahatlıkla gelmeyi sağlayacaktır.
Partili olan birisi kendine göre bir yaşam tarzı kurmaz, onun bütün yaşam tarzını partinin normları oluşturmalı ve belirlemelidir.
Kadronun partilileşmesi demek, kadronun partinin ihtiyaçları doğrultusunda beceri, yetenek ve tüm enerjisini sunması demektir.
Kadronun partilileşmesi demek, başarıya kilitlenmesi demektir. Başarıya kilitlenmeyen bir devrimcinin yaşamı ve zaferi kazanma şansı var mıdır?
Yaşamını, devrimciliğini ve devrimci görevlerini idare eder bir tarzla yaşayanların partilileşme ve devrimi örgütleme olanakları ve olasılıkları var mıdır?
Kapitalizm, her saat ve her yerde kendine göre şekillendirmeye çalışır insanları, onların beyinlerine ve yüreklerine günde binlerce kez saldırı düzenler. Şekillendirmeye, biçimlendirmeye, kişiliklerini ve kimliklerini ellerinden almaya çalışır. İradesi, özgünlüğü ve örgütlülüğü kırılmış, tektipleştirişmiş kişilikler yaratmaya çalışır. Esirleştirilmiş ve nesneleştirilmiş bedenler ve ruhlar yaratmak ister. Devrimciler de bütün bu saldırılarla karşı karşıya kalırlar. Devrimci kedisini kendi değerleriyle yani ideolojisiyle ne oranda donatırsa, bunları içselleştirirse ve yaşamının her ayrıntısında yön verici hale getirirse, işte o zaman, kapitalizmin bu formatlama çabası boşa çıkartılmış olur. Kapitalizm, insanı çürüten ve nesneleştiren bu politikadan, insanlar da hep kendine dayatılan bu uygulamalara karşı mücadeleden asla vazgeçememişlerdir. Devrimcilik işte bu vazgeçmemenin en ideolojik, en bilinçli, en örgütlü ve en militan mücadeleci halidir. Ama sorun burada kalmıyor işte. Önemli bir adım ve yaşamdır devrimcilik ama onu güçlü kılmak gerekir ki kapitalizmin zehri nüfuz etmesin; devrimciler bunu da ancak partilileşerek yapabilirler.
Ben'in olduğu yerde partilileşme yoktur, bireyciliğin olduğu yerde partilileşme yoktur, bencilliğin olduğu yerde partilileşme yoktur, kendini yaşattığın yerde partilileşme yoktur, egonun olduğu yerde partilileşme yoktur. Ben'in egemen ve etkin olduğu her yerde, kendi kuralını koyma ve kendini yaşatma vardır. Partinin kuralları, mücadelenin ihtiyaçları, yoldaşının ihtiyaçları yoktur. Sen varsındır, senin bireyci küçük dünyana hapsettiğin “devrimciliğin” vardır. Kolektifleşmeyen, ortaklaşmayan/ortaklaşamayan, önce yoldaşım ve partim demeyen/diyemeyen her davranış, her düşünce, her pratik partilileşmemiş, partilileşememiş kişiliğin özellikleridir.
Devrime adanmış kişi, partilileşmeden umutlarını, tutkularını, isteklerini, amaçlarını ve hedeflerini gerçekleştiremez. Partilileşme oranımız ya da düzeyimiz, bu isteklerimizi hem ne oranda istediğimizi, hem de onlara ne oranda inandığımızı gösterir. İsteme düzeyi partilileşmede, yani örgütsel ve siyasal faaliyetimizle kurduğumuz ilişkide, yoldaşlarımızla kurduğumuz ilişkide açığa çıkar. Ölçülür, biçilir ve tartılır. Maddi dünyadan kopuk beynimizde tasarladığımız kriterler değildir bunlar. Maddi karşılığı ölçülebilir, denetlenebilir, sınanabilir ve yönetebilir olmaktan uzak her türlü fikir ve buna bağlı yorum idealizmin yöntemidir. Bundan dolayı, kimse, gerçekliğe denk gelmeyen yorumlarla kendisine, kendi gerçekliğine denk gelmeyen değerlendirmeler yapmamalıdır.
Devrimci yaşamımız ve görevlerimizde ortaya çıkan zayıflıklar, yetmezlikler, niteliksiz ve iddiasız yaşamlar tesadüfi değildir. Düşünün ki bir devrimci, hem zayıf ve tutarsız yaşayacak, hem halkıyla ve sınıfıyla yüzeysel ilişkilenecek, hem yoldaşlarına hoyratça ve nobranca davranacak, sevgisiz ve güvensiz ilişkilenecek, sonra da, kendisinde herhangi bir sorun, sıkıntı, eksiklik, yetmezlik olmadığını sanacak, düşünecek. Parçalı devrimciliğin ve parçalı kişiliğin maddi ve zihinsel üretimi de haliyle parçalı ve sorunlu olur.
Partili, gücünü mücadelede yarattığı değerlerden almalıdır; ortaya koyduğu emekten almalıdır. Yetkisinden değil yetkinliğinden almalıdır, konumundan değil bilgisinden, becerisinden almalıdır, emir-talimattan değil iknadan almalıdır. Baskıcılıktan ve bürokratizmden değil sevgi, saygı ve güvenden almalıdır. Partinin çizgisini, hukukunu tutarlı ve kararlı bir şekilde uygulamaktan almalıdır. Partinin, halkının, sınıfının haklılığından ve gücünden almalıdır. Gücünü, partinin ve mücadelenin temel doğrularından almayanların lümpenleşeceği, kabalaşacağı, saygısızlaşacağı, güvensizleşeceği, bireycileşeceği, bencilleşeceği, adalet ve hukuktan kopacağı, yabancılaşacağı, bürokratlaşacağı, düzen kuracağı kaçınılmaz olandır. Bu da partilileşmemek demektir.
Her partili kendisini bu gözle sorgulamalıdır. Sayılanlara denk düşecek yaklaşımlar kesinlikle mahkum edilmeli ve izin verilmemelidir. Özgürleşmiş, saygın devrimci kişilik ancak burjuva kişiliğin davranış özeliklerinden tamamen kurtulmakla olanaklı olabilir. Küçük burjuva kişilik özelliklerini günlük yaşamın bir parçası haline getirerek devrimcileşilemeyeceği, böylesi kişiliklerin de ne devrime, ne partiye pek bir hayırlarının dokunmayacağı, hatta zarar vereceği çok açık bir gerçektir.
Yoldaşlığın Partilileşmesi
Yoldaşlığın partilileşmesinin birinci noktası: öncelikli olarak kendimizin ve daha sonra yoldaş(lar)ımızın devrimle, partiyle, mücadeleyle, dar anlamıyla görevlerle nasıl bir ilişki kurduğudur. Partili kadrolar, mücadelenin ve devrimin ihtiyaçlarını gözettiklerinde ve partinin programatik hedefleri doğrultusunda tutarlı bir ideolojik, siyasal ve örgütsel mücadele yürüttüklerinde ancak o zaman yoldaşlığın partilileşmesinin nesnel zeminini yaratmış olabilirler.
Yoldaşlığın partilileşmesi demek, yoldaşlık ilişkilerinin merkezine onları bir araya getiren olguların konması demektir. Bu da siyasal birliktelik ve o siyasal birlikteliğin kriterleridir, amaç ve hedefleridir. Yoldaşlık ilişkilerinin merkezinde siyasal birlikteliğin amaç ve hedeflerinin belirleyiciliği yetersiz kalıyorsa ya da merkezine bunlar konulmuyorsa orada yoldaşlık ilişkilerinin partilileşmesinden ya da partilileşebileceğinden bahsedemeyiz. Orada parti normlarından, kurallarından, ihtiyaçlarından ziyade kişilerin küçük burjuva beklentileri, ihtiyaçları, normları ve kuralları devriye girer. Bunun sonucunda da, devrimciliğe yakışmayan, onlara ait olmayan biçimde dilde, üslupta bozulma, saygı, sevgi ve güvende azalma baş gösterir. Bu özellikler ve davranışlar tesadüfi, ortaya çıkmış davranışlar değildir, tamamen sınıfsallık içerir ve sınıflara aittir. Devrimciliğimizin gelişme dönemine aitse bunlar yetmezlik, yetersizlik ve zayıflık olarak addedilebilir. Yok, eğer bir beş-on yıllık devrimciliğimizin sonrasında bu tür özellikler bizde varlığını koruyorsa çözülme ve çürüme halindeyiz demektir. Bundan dolayı, iki duruma karşı göstereceğimiz tepki ve mücadele düzeyi de farklılık arz etmelidir.
Mücadelenin, partinin, örgütün, yoldaşının ihtiyaçlarını merkeze koymayan, bunları dikkate almayan ve bu normlara göre yaşamayanın yaşamı bireycidir, benmerkezcidir ve de partilileşmemiştir, partilileştirilmemiştir, partilileştirilememiştir. Partilileşmemiş kişilik yoldaşlığın partilileşmesini de sağlayamaz.
Yoldaşlığın partilileşmesi ve gelişmesi, komünistlerin sınıfsal bilinci, düşünceyi, yaşamı, siyasal duruşu, örgütlülüğü ve yoldaşlık ilişiklerini kendi pratikleriyle hangi oranda içkinleştirdiklerine bağlıdır.
Kişi, yoldaşlık ilişkilerinin partilileşmesini istiyorsa önce kendisinden başlaması gerektiğini bilecek. Önce, kendindeki küçük burjuva bilince, kültüre, alışkanlıklara vuracak; kendine, sınıfına ve partisine ait olmayana karşı kararlı bir mücadele yürütecek ki yoldaşına bu bilinçle yaklaşabilsin, yoldaşlığını partilileştirebilsin.
Yoldaşlığın partilileştirilmesi öncelikle kişinin devrimci değerleri mücadelede ve yaşamında tam anlamıyla içselleştirmesiyle olanaklı olur. Kendine yoldaş olmayı becermek de diyebiliriz buna. Kendine yoldaş olmayı beceremeden, başaramadan kendindeki yetersizlikleri ve yetmezlikleri açığa çıkartmadan ve onları yenmeden yoldaşınla yoldaşlığını partilileştiremezsin. Sende yeterli oranda olamayan bir değeri başkasında olsa bile göremezsin. Kendinde olduğu kadarını görebilirsin, verebilirsin ve alabilirsin. Bu anlamıyla bir karşılık ilişkisinden bahsedebiliriz, aksi bireyci, beklemeci bir tarz olur.
Kendine yoldaş olmayı becermek aynı zamanda partilileşmek demektir. Demek ki partilileşmenin ve yoldaşlık ilişkilerini de partilileştirmenin öncelikli ve birinci koşulu, kendinin partilileşmesinden geçer. Bu yapılmayınca, yoldaşını partilileştiremeyeceğin gibi onunla partilileşmiş bir yoldaşlık ilişkisi de kuramazsın.
Devrimcilikte en yavan davranışlardan birisi, her ne olursa olsun hep karşıdan bekleme ilişkisi ve tarzıdır. Kendi hatalarını, zorda kalınca, söz ucuyla kabul eden, ancak ikinci, üçüncü, dördüncü cümleleri “ama” ve “sen de” ile devam ederek kuran bir tarz, böyle bir bilinç, özeleştiriden bu kadar uzak bir kafa yoldaşlık ilişkilerini partilileştirilebilir mi? Ama’larla kurulan cümlelerin süreklileşmesinin pratik karşılığı, tam bir küçük burjuva çıkar ilişkisi değil midir? Karşılık esastır, merkezdedir yoldaşlık ilişkilerinde; kendisinden bakmaz, bakamaz.
Karşılık kapitalist üretim ilişkisinde meta değişimi demektir. Bir metayı ancak onun karşılığına denk gelen değerdeki bir metayla değiştirebilirsiniz. Kapitalist üretim ilişkilerinin temel bir unsuru olarak, emek gücünün ücretlendirilmesi bir “karşılık” olgusuna tekabül eder. Emek gücü metadır ve onun da değeri, tıptkı diğer metalar gibi, üretilmesi için gerekli ortala toplumsal emek miktarınca belirlenir. Çoğu zaman da başka etkenler nedeniyle bu değerin altında ücretlendirilir. İşçi de “karşılığını” aldığını sandığı emek gücünü satışa çıkartır. Ama bu meta (emek gücü), kendisini üretmek için gerekli olandan çok daha fazla değer üretme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle işçi, emekgücü metasının değerine denk düşecek bir ücret alsa da, asla harcadığı emeğin karşılığını alamaz. Karşılığın alınamaması ve diğer yandan da üretimin ve sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması işçiyi ürettiğine karşı iyice yabancılaştırır. Üretim ve tüketim biçimi de bu yabancılaşmayı körükler. Böylece işçide de kendisine ait olmayan bir duygu ve düşünce onun yaşamına sirayet eder, ta ki sınıf bilincine ulaşana ve bu yabancılaşmadan ve karşılık ilişkisinden kurtulana kadar. İşçi için de karşılık ilişkisinin kendini ürettiği yer işte burasıdır. Burjuvazinin işçi sınıfına kazandırmaya çalıştığı bir düşünce ve yaşam alışkanlığı biçimidir bu olan. Bundan kolayı karşılılık ilişkisinin sınıfsal bir karakteri vardır, sınıfsal bir davranışı yansıtır. Burjuvaziye, onun kapitalist sistemine ve onun mülkiyet ilişkileri biçimine ve son tahlilde onun metasına ait bir durumdur. Sınıfsallığı buradan gelir, proletaryaya da dışarıdan eklemlenen bir duygu ve düşüncedir, ona ait değildir. Bundan dolayı da kendisine ait olmayan bu davranış ve düşünce biçiminden kurtulma proletaryanın öncelikli görevleri arasında olmalıdır. Devrimciler de kendilerine ve kendi sınıflarına ait olmayan bu karşılık ilişkisinin girdabından kolay kolay kurtulamazlar. Bunun için çok güçlü ve köklü bir mücadele yürütülmesi gerekir.
Komünistler her ne kadar kapitalizm koşullarında ve kuşatmasında yaşasa da kendi özgür alanlarında, yani partili yaşamda, komünist yaşam tarzını yaşamak zorundadır, bütün dezavantajlara rağmen, bütün olumsuzluklara rağmen geleceğin komünist toplumunu ve onun insanını şimdiden oluşturma, geliştireme uğraşısı devrimciliğin temel görevlerindendir. Bu davranışların ve yaşam tarzının ve eyleminin içinde de karşılık alma, verme ve bekleme ilişki biçimi yoktur.
Komünist toplumun insanı, toplumsal görev ve sorumluluklarını, toplumsal işleyişin en ileri düzeyine gelmiş biçimi olan komünizmde, ortakça yaşam, üretim ve doğal işbölümü çerçevesinde kurar. Günümüzün komünist insanının da başta yoldaşlık ilişkileri olmak üzere, halkıyla kurduğu ilişkilenişin biçimini ve özünü işte bu karşılık beklemeden, tamamen sunma üzerine kurduğu ilişkileniş biçimi oluşturur.
Kişinin bilincinde ve yaşamında yarattığı ve yaratacağı bu düzey tabi ki halkıyla ve yoldaşlarıyla kuracağı ilişkinin de aynasıdır. Eğer komünistlerin buralarda ortaya çıkan davranışlarında bir sorun varsa, o, kesinlikle küçük burjuva kişilik özelliklerini kendinde yaşattığı içindir, küçük burjuva bilinçten, düşünce tarzından, yaşamdan, mülkiyet ilişkisinden kopmadığı, kopamadığı içindir.
Sınıf tavrı bütün bunlardan dolayı uzlaşmaz karşıtlık içerir. Bizlerin de her davranışı bir sınıf tavrına, davranışına tekabül eder. Bu gözle yaşamımızı ve devrimciliğimizi sorguladığımızda, üstelik bütün eksikliklerimize rağmen kendimizle uzlaşmaz barışıklık içerisinde olduğumuz için, bu da, tabi ki yoldaşlık ilişkilerine de yansıyacaktır.
Davranışta ve dilde ortaya çıkan; özen, nezaket, sevgi, saygı tamamen ideolojik derinlik ve sınıfsal karakterin bizdeki içselleşme oranıyla ilintilidir. Kendimize, yoldaşımıza ve partimize karşı bir hoyratlık, bir saygısızlık, bir kabalık, bir lümpenlik, bir düzeysizlik, bir incelikten yoksunluk, bir özensizlik, bir değer vermezlik hali varsa burada kişi hem devrimciliğini içselleştirmemiştir, hem de partilileşmemiştir. Onu yöneten hala dünden devraldığı, atmadığı-atamadığı, kurtulmadığı-kurutulamadığı ve kendinde yaşattığı küçük burjuva kişilik özellikleridir. Yoldaşlık ilişkilerini zehirleyen olguların başında işte bu gelmektedir.
Küçük burjuva kişilik hep, her şeyin merkezine kendini koyar. Adeta kendi adasında, kendi dünyasında yaşar. Ona dokunamazsın, eleştiremezsin; kılıç-kalkanları her daim hazır ve nazırdır. Böylesi bir kişiliğin yoldaşlık ilişkilerini ve yoldaşlığını partilileştirmesi mümkün olabilir mi?
Verebileceğiniz, sunabileceğiniz şeyler tükenmeye başlamışsa ve bu durumunuzun farkında da değilseniz işte o zaman yetkiye dayalı devrimcilik devreye girer. Yetkiye dayalı devrimcilikten de yoldaşlığın partilileşmesini bekleyemezsiniz. Kendini beslemeyen, kendini geliştirmeyen, kendini donatamayan, kendini yönetmeyen/yönetemeyen, ne bir partiyi yönetebilir, ne görevlerini, ne de yoldaşlık ilişkilerini. Bunlar olmayınca da, duygusal, yüzeysel, refleksel, kompleksli, bireysel, kibirli, egoist yaklaşımlar devreye girer. Akıl ve duygu yerini duygusallığa ve tepkiye bırakır.
En önemli kopma-kopuş benden kopmadır. Bir devrimci bütün bunları sağlıklı bir şekilde yapmak için kendisinde yeniyi kurmak zorundadır. Bunun da en önemli adımlarından birisi işte bu benden kopma eylemidir.
Ben ve bencilik bu öfkenin ve sevgisizliğin ve saygısızlığın kaynağı değil midir?
Bu hoyratça yaklaşımlar “ben’ine” dokunulduğu için ve benini koruma güdüsünden, dürtüsünden kaynaklanmıyor mu?
Bu davranışların toplamı benin ve egonun esiri olmak demek değil mi?
Devrim, insanları yoğunluklu bir şekilde mücadelenin içerisine çeker, bu mücadele içerisinde partide buluşan kişiler her şeylerini ve bütün yetenek ve enerjilerini ortaya koymaya çalışırlar; bundan dolayıdır ki iyi bir yönetici sınırsız ve sonsuz inançla kavgaya atılan yoldaşlarına hak ettikleri değeri vermek zorundadır.
Yoldaşlarına karşı sevgi ve saygıyla yaklaşmasını bilmeyenler, halka karşı bunu nasıl yapar ve onların saygı ve sevgisini ve güvenini nasıl kazanır?
Yoldaşlara, partiye, yaşama, sınıfa değer vermekten ne anlıyoruz ve ne anlamalıyız? Bu soruya vereceğimiz yanıtlar ve buradan çıkartacağımız sonuçlar yoldaşlığın partilileşmesinde çok önemli bir düzeyin yakalanmasını kolaylaştıracaktır.
Örgütlülüğün Partilileşmesi
Örgütlü olmayan bir mücadele düşman karşısında savaşı kazanmak bir yana herhangi bir muharebeyi bile kazanamaz. Baştan kaybetmiş demektir o. Kapitalizmin meta üretimi üretici güçler arasındaki ilişkiyi ve buna bağlı olarak da bütün toplumu merkezileştirdiyse ve bundan da onun en üst biçimi olan devlet örgütü ortaya çıktıysa, proletarya ve onun öncüsü de kendi merkezileşmiş örgütünü, yani Komünist Parti'sini ve onun muazzam işleyişini sağlamalıdır.
Örgüt ve örgütlülük de sınıfsal bir karakter taşır. Eğer böyle olmasaydı örgüte ve örgütlülüğe gerek kalmazdı. Yetenekli bireyler ve kahramanlar sorunu çözerdi. Oysa durum hiç de böyle değildir. Örgüt ve örgütlülük sınıfın, sınıfsal bilincinin kolektifleşmiş, maddileşmiş, siyasallaşmış ve düşünceleşmiş yapısı ve işleyişidir; onun siyasal merkezidir.
Kapitalist sömürü sisteminin ve burjuvazinin siyasal ve ekonomik varlığını sürdürmesinin temel koşulu, kendi siyasal ve ekonomik sistemini merkezileştirmesidir. Merkezileşmesi, sistemin örgütlülüğünün çok gelişmiş bir aşamasına tekabül eder. Bu örgütlülük ve onun işleyişi burjuva devlet aygıtının yapısını ve işleyişini sağlamlaştırır.
Sömürgeci faşist diktatörlük, niteliğini, karakterini ve örgütlülüğünü ve onun düzeyini ve biçimini kapitalizmin bu işleyen yasasından alır. Yani proletaryanın bilincinden bağımsız, onun dışında ama ona karşı gelişen bir durumdur. Proletarya, durumu kendi lehine çevirmek için başlangıçta ekonomik, sınıf bilinci kazandıkça da siyasal mücadele yürüterek bu durumu değiştirmeye çalışır. Bu durumdan dolayı proletarya, kendisine karşı kendisinin dışında oluşan bu örgütlülüğü (devleti) dağıtmak için kendi merkezileşmiş siyasal örgütlülüğünü kurmak ve işletmek zorundadır. Bunun içindir ki proletaryanın örgüt ve örgütlülükle kuracağı ilişki tamamen ideolojik bir karakter taşır. Komünistler bu ideolojik ve ilkesel olanla buna denk gelecek tarzda bir ilişki kurmak zorundadır.
Örgütlülüğün, örgütselliğin ve örgütsel işleyişin ideolojik niteliğinin yeterince kavranamaması, tabi ki burjuvaziye karşı tutarlı ve güçlü bir mücadelenin yürütülemeyeceği anlamına gelir.
İlkesel olanda yapılacak hata ve eksiklikler başarı şansını tamamen ortadan kaldır. Örgüt ve örgütlülük, yani onun siyasal merkezi olan Komünist Parti, bu anlamıyla proletaryanın en büyük silahıdır. Bu mekanizmanın varlığı kadar onu amacına uygun işletmek de yine ilkesel öneme sahip bir konudur.
Komünistler bu anlamıyla kendilerine, örgütlerine çok acımasızca sorular sorabilmelidir. Bu soruların acımasızlığı onların devrimci iddialarıyla orantılıdır. Devrimci iddianın gücü bizleri hatalarımızla uzlaşmaz kılacaktır. Ve bunun içindir ki sınıfsal duruşumuz ve buna bağlı istemlerimiz ve ideolojimiz o oranda yaşamsallaşır.
Örgütsel sistem kurma, hukuku işletme, toplantı düzenini, rapor sistemini işletme, kendini örgütleme ve yönetme devrimci mücadelenin abc'sidir. En temel olanı kurmada, kavramada, işletmede, bilince ve eyleme çıkartmada, doğallaştırmada ve her yönüyle yaşamsallaştırmada başarı sağlayamayanların örgütlü ve savaşçı bir parti oluşturma şansları var mıdır? Örgütün ve örgütlülüğün en temel sorunlarını dahi çözemeyenlerin kayda değer bir gelişme kat etme olasılıkları var mıdır?
Strateji ve taktik ne kadar doğru olursa olsun, onun yaşamsallaşmasını sağlayacak olan, onu sınıf ve tüm ezilenlerle birleştirecek ve buluşturacak olan, onu günbegün yönetecek ve işleyecek olan, onu günbegün hatalarından arındıracak olan, yenileyecek ve onaracak olan, eskiyen ve geride kalandan kurtaracak olan ve gerekli olan ve ihtiyacı olanla donatacak olan örgütünüz yoksa ya da niteliği ya da niceliği yeterli değilse, strateji ve taktiğin karşılık bulmasını beklemek anlamsız hatta saçma olur.
Örgütlülük, bilincin en organikleşmiş, en disipline olmuş, en kolektifleşmiş, en devrimcilermiş, en sosyalistleşmiş, en komünistleşmiş, en paylaşımcılaşmış, en militanlaşmış, en eylemselleşmiş, en teorikleşmiş, en soyutlanmış, en somutlanmış, en örgütlenmiş ve en yoğunlaşmış halidir.
İster stratejiniz, ister taktiğiniz, isterse de dönemsel ya da güncel planlarınız istediği kadar doğru olsun, hatta en ayrıntısına kadar mükemmel bir biçimde planlansın, bu planlarınızı başarılı bir şekilde uygulayacak örgütünüz yoksa başarılı olmanız mümkün değildir.
Ne kadar doğru olursa olsun ortada örgütlülük yoksa başarılı olma da yoktur.
Örgütlülük bir ideolojinin ve onun partisinin maddileşmesinin var olma biçimidir. Komünistler bundan dolayıdır ki, kendilerinin ve mücadelenin sorunlarını çözmenin birinci adımını işte buradan atmak zorundadırlar. Örgütlülüğe kendini örgütlemekten ve yönetmekten başlamayan bir komünist, hücresini de, birimini de, organını da, komitesini de, alanını da, partisini de örgütleyemez ve yönetemez. Komünistler en kötü örgütlülüğün bile örgütsüzlükten daha iyi olduğunu bilmek zorundadırlar. Örgütlülüğü de onun bağlayıcı ve zorunlu olan temel kurallarıyla yönetmek zorundadırlar. Çerçevesi çizilmemiş, herkesin anlayabileceği ve uygulayabileceği içerikten ve biçimden yoksun olan bir örgütsel işleyişin olması düşünülemez bile. Bundan dolayıdır ki, örgütsel işleyişin biçimi ve içeriği net, anlaşılabilir, denetlenebilir ve yönetilebilir bir muhtevada olmalıdır. Bunları yerine getirmeyenlerin, en temel örgütsel görev ve sorumluluklarını da yerine getirmedikleri çok açıktır. Örgütsel bilinç, kültür, işleyiş ve hukuk buna müsaade etmemelidir.