Ezilenler silahlı bir eylem, bir büyük direniş ya da ayaklanmaya kalkışmaya görsün, egemenlerin politik sözcüleri gecikmeden damgayı vurur: dış mihrakların işi!
Burjuva Türk devlet politikacıları ve onların sözcüleri şimdilerde yeni bir düşmandan bahsediyorlar: “üst akıl”. Onlara göre dünyanın neresinde olursa olsun yükselen halk mücadelesinin arkasında bu “üst akıl” var. Her şeye o hükmediyor. Halkı onun ajanları kışkırtıyor. Ayaklanmayı o örgütlüyor. Silahlı eylemlere o yön veriyor.
Öyle ya, halkın bir aklı, bir iradesi yok ve olamaz da. Ezilenler farkında olmasalar da başkaldırıları mutlaka bir “üst akıl”a hizmet ediyordur. Başka türlüsü düşünülemez bile.
Kimdir bu “üst akıl”? Nasıl tanımlanıyor?
Bazen ABD oluyor, bazen “Yahudi sermayesi”, bazen AB, bazen büyük sermaye, bazen de hepsi birden.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu halk ayaklanmaları süreci tam da bu “üst akıl”la izah edilmedi mi? Haziran Ayaklanması’nın “perde arkasında” bu “üst akıl”ın olduğu ileri sürülmedi mi?
Yalnızca burjuva sözcüler mi; halktan yana düşünce üreten pek çok aydın da benzer değerlendirmeler yapmadı mı?
İşte burjuva ideolojisi böyledir: egemenlere, ezenlere karşı ayaklanan işçileri, gençleri, kadınları, ezilen halkları bile egemenler tarafından kışkırtılmış gibi gösterir. Böylece ortaya çıkmasını engelleyemediği ve zor yoluyla bastıramadığı bir halk hareketini bu türden ideoloji üretimiyle denetim altına almaya çalışır. Bu yolla halkın eylemini ve onun önderlerini değersizleştirmeye girişir. En önemlisi de halktan yana aydınları üretilmiş bu ideolojinin korosuna dahil eder.
Kuşkusuz burjuvazi bir büyük toplumsal olay karşısında tepkisiz ve tavırsız kalamaz, ortaya çıkmış kimi durumları burjuva rakiplerine karşı kullanmak isteyebilir; dahası sırf rakiplerini zayıflatmak için bazı kışkırtmalara girişebilir, kimi halk hareketlerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye kalkışabilir. Örneğin bir zamanlar sömürgesi olmayan ABD, sömürgeci rakiplerini geriletmek için kimi bağımsızlık mücadelelerine destek veriyordu. Birleşik Krallık Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Arapların ayaklanmasına katkı sunuyordu. Ama bunlar bu büyük halk hareketlerinin neden ortaya çıktığını açıklamaz, olsa olsa ortaya çıkmış ya da çıkması muhtemel bir harekete etki etmeye çalışan güçleri tanımlar. Kaldı ki her olayı, oluştuğu koşulları çözümleyerek, kendi özgülünde ele almak gerekir. Aksi takdirde kendini yakarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu halk ayaklanmalarının fitilini ateşleyen Tunuslu seyyar satıcı da, kent yağmasına karşı Gezi Parkı’na çadır kuranlar da “üst aklın” ajanları sayılabilir.
Her şeyi “üst akıl”la izah etmek, ona mutlak, tanrısal bir güç atfetmek demektir. Egemen burjuvazinin istediği de ezilenleri böyle düşündürtmektir. “Üst akıl” mutlak özne ise başkaldıran ezilenler de onun nesnesi olabilir ancak.
Yine de bir “üst akıl”dan bahsedilemez mi?
Elbette edilebilir. “Üst akıl” burjuva ideolojisidir. Burjuvazi işçi sınıfı ve ezilenleri kendi çıkarlarına yabancılaştırarak egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda düşündürtmek ister. Eğer bir işçi, burjuva patronu kendisini sömüren kişi olarak değil de, kendisine iş veren kişi olarak düşünürse; eğer halktan biri, burjuva devleti egemen sınıfın baskı aracı değil de kendisini koruyan devleti sayarsa; eğer bir kadın erkeğe hizmet etmeyi doğal bir durum olarak kavramışsa; eğer ezen ulus emekçisi, burjuva devletinin bir başka ulusu sömürmek için işgal ettiğini değil de geri halklara medeniyet götürdüğünü sanırsa ve ezilen ulus bireyi de aynı bakış açısına sahipse; eğer bir aydın, bir olayı tarihsel bağlamı içinde özgül çelişkileri hesaba katarak açıklamaya çalışmak yerine her şeye kadir “üst akıl”la izah ediyorsa, onun aklı egemenin aklının esiridir. “Üst akıl” ezilenin düşüncesine hakim olan egemen sınıf aklıdır.
“Alt Akıl”
Bir “üst akıl” varsa bir de “alt akıl” olmalıdır.
Burjuvazinin ideolojik araçları ne denli güçlü ve etkili olursa olsun nihayetinde onun da etkisinin bir sınırı var. Burjuva medya olayları ne denli çarpıtırsa çarpıtsın, ne denli yalan kusarsa kussun bir an gelir ki gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya seriliverir.
“Gerçek”, işçinin, kadının, ezilen ulusun yaşamakta olduğudur, içinde yaşadığı koşullardır; yaşadığı sıkıntılar, çektiği acılardır. Gün gelir işçi, kendi deneyimleriyle patronunun kendine iş veren biri değil bir sömürgen olduğunu; kadın, erkeğin evinin bir sığınak değil bir hapishane olduğunu; ezilen ulus bireyi, ezenin kendisine medeniyet değil kölelik getirdiğini kavrar. Bu onun “alt aklı”dır. “Üst akıl” ona egemenler tarafından dışarıdan verilense, “alt akıl” onun kendi gerçeğinin zihnindeki yansımasıdır. “Alt akıl” kendiliğinden bilinçtir.
Kendi yaşam deneyimlerinin, kendi gerçeğinin ifadesi olan bu kendiliğinden bilincin oluşumuna etki eden iki temel etkenden söz edilebilir. Birincisi kişinin bizzat yaşamakta olduğu gündelik hayattır. İkincisi düzene ve rejime karşı süregelen mücadeleler ve ona etki etmeye çalışan ezilenlerin politik öncülerinin savaşımıdır.
Demek ki burada iki tür “dışarıdan bilinç”ten söz ediyoruz. Birincisi, egemenlerin ideolojik aygıtlarının ürettiği bilinçtir; ikincisi, ezilenlerin politik öncülerinin savaşımıyla üretilen bilinçtir. Birincisi ne kadar “yabancı bilinç”se ikincisi o kadar “öz bilinç”tir
Nesnel çelişkiler ne denli keskinleşmişse “alt akıl”, “üst aklın” etkisinden o denli sıyrılır, burjuvazinin ideolojik aygıtları o denli işlevini yitirir.
Ezilenlerin öz bilinci olan ikinci tür “dışarıdan bilinç”; burjuvazinin, erkeğin ya da sömürgecinin egemenliğine karşıt olan ve bu karşıtlığı mücadeleyle ortaya koyan, onların egemenlik sahasının dışında örgütlenmiş bilinçtir. Bu örgütlü bilincin etki alanı ne kadar genişse “alt akıl” üzerindeki basıncı o kadar güçlü olur.
“Alt akıl”, yani kendiliğinden bilinç bu nesnel ve öznel etkenin bileşkesidir. Bir başka deyişle kendiliğinden bilinç, kendi kendine oluşmuş bilinç demek değildir, aynı zamanda dışarıdan bilincin yani öncü politik iradenin etkisi altında şekillenmiş bilinçtir.
Her günkü devrimci mücadele ezilenlerin zihninde egemenlik kurmuş olan burjuva “üst aklı” darbelemeyi hedefler. Yıllar boyunca herhangi bir etkisi yokmuş gibi görünse de gerçekte bu mücadelenin yarattığı bilinç, ezilenlerin zihnine kuşku tohumları serper. Bu evrimsel birikim genellikle görülmez. Nasıl ki nicel değişmeler maddenin varoluş biçimini ortadan kaldırmıyorsa bu da öyledir. Ayaklanmalar bu birikimin düzeyinin açığa çıktığı anlardır.
Gezi-Haziran ayaklanması keskinleşmiş nesnel çelişkilerin ve uzun yıllara yayılan devrimci mücadelenin etkisi altında şekillenmiş “alt aklın” isyanıdır.
Ayaklanma Nasıl Başladı?
27 Mayıs 2013'te Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Gezi Parkı’nda 3 metrelik bir duvar yıkıldı ve 5 ağaç yerinden söküldü. Taksim Dayanışması’nın da içinde olduğu 20 kişi, iş makinelerini durdurarak parkta nöbet tutmaya başladı.
Ertesi gün durumdan haberdar olan birçok kişi parka geldi. İlerleyen saatlerde polis kitleye saldırdı. Polis her zamanki “sıradan” tavrını sergiliyor, yakın mesafeden insanların yüzüne biber gazı sıkıyordu. Bu vahşi tutum, polisin gazlı saldırısı karşısında dimdik duran “kırmızılı kadın” vakası ve görüntülerin medyada geniş yer bulmasıyla çok daha görünür hale geldi. HDP milletvekili Süreyya Sırrı Önder iş makinelerinin önüne geçerek çalışmalarını engelledi. Çadırları sökmek için saldırıya geçen zabıtalara karşı eylemciler direndi. Parkta nöbet tutanların sayısı giderek arttı.
29 Mayıs günü, Alevilerin şiddetli itirazlarına karşın adını Yavuz Sultan Selim koyduğu köprünün açılışında konuşan başbakan Erdoğan, Gezi projesini uygulamaya kararlı olduklarını açıkladı. Bunun üzerine 30 Mayıs sabahı saat 5.00 civarında polis saldırıya geçti. Kaldırılan çadırların bir kısmı yakıldı, geri kalanına el konuldu. Yine de direniş kırılamadı. Polis ertesi gün saat 4.30'da yeniden ve çok daha vahşi biçimde saldırdı, çadırları yaktı ve parkı zorla boşalttı. 30 ve 31 Mayıs'ta İstanbul Gezi Ayaklanması halini alan protestolar 1 Haziran'la birlikte başta Ankara, İzmir, Antakya, Eskişehir, Dersim olmak üzere, Türkiye ve Kuzey Kürdistan çapında milyonların katıldığı bir ayaklanmaya dönüştü.
Ayaklanmaya Etki Eden Sebepler
Gezi Parkı direnişi bir çevre hareketi olarak başladı. Polisin vahşi saldırısına duyulan kitle tepkisiyle, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin, yoksulların, ezilenlerin, aydınların birikmiş öfkesinin harekete geçmesiyle direniş ayaklanma düzeyine sıçradı. Bu “alt aklın” isyanı, bir onur ve özgürlük ayaklanmasıydı.
Bunun üzerinde biraz duralım. Nasıl oluyor da 20 kişiyle başlayan bir çevre hareketi milyonların katıldığı bir ayaklanmayı tetikleyebiliyor?
Bu, ezenlerle ezilenler arasındaki çelişkilerin ne denli keskinleştiğini gösterir. Böyle zamanlarda sıradan bir olay bir ateşleyici fitil olabiliyor. Gezi'de de olan budur. Bir çevre hareketi değil de bir başka olay da zamanı gelmiş böyle bir ayaklanmaya vesile olabilirdi. Örneğin Tunus'ta bir seyyar satıcının kendini yakması Kuzey Afrika ve Ortadoğu'yu yangın yerine çevirmeye yetmişti.
İster Gezi-Haziran ayaklanmasına, isterse de Kuzey Afrika ve Ortadoğu halk devrimleri sürecine bakalım, harekete geçiren sebepler farklı görünse de, bu özgül sebeplerin kaynaklandığı zemin aynıdır. Görünür sebepler aynı tür çelişkilerin farklı ülkelerde aldığı özgül biçimlerdir.
Bu çelişkilerden biri emek-sermaye, diğeri de devlet-halk çelişkisidir.
Birincisi, büyüyen işsizler ordusu ve artan sefalete karşın bir avuç parababasının elinde biriken aşırı sermaye ve serveti, zenginlerle yoksullar arasında büyüyen uçurumu tanımlıyor. İkincisi, emek-sermaye arasındaki bu keskinleşmiş çelişkiyi ekonomik-politik reformlarla yumuşatma yeteneğini kaybeden egemen burjuvazinin çareyi devlet zoruna daha çok başvurmakta bulması nedeniyle şiddetleniyor.
Dünya çapında belirleyici bu her iki çelişki de emperyalist küreselleşmenin ve kapitalizmin varoluşsal krizinin ifadesidir. Çelişkilerin en çok keskinleştiği ve ilerici politik mücadele birikimi ve düzeyinin görece daha yüksek olduğu yerlerde sıradan bir olay ya da protesto gösterisi hızla bir ayaklanma halini alabilmektedir.
Konuya bu açıdan bakıldığında Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci sürecinde nesnel çelişkilerin etkisinin önde olduğu, Gezi-Haziran ayaklanmasında ise ilerici politik mücadele birikimi ve düzeyinin de “alt aklın” isyanına önemli etkide bulunduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye Ve Kuzey Kürdistan'ın Kendine Özgü Çelişkileri
Türk burjuva devleti de dünya çapında belirleyici bu iki çelişkinin basıncı altındadır. Bununla birlikte Türkiye'nin kendine özgü çelişkileri olduğu ve bu çelişkilerin de kitlelerin bilincine etki ettiği muhakkak. Örneğin Türk burjuva devletinin kuruluşundan bu yana süregelen ve AKP iktidarı ile daha da belirginleşen laik-politik islamcı çelişkisini ele alalım. Haziran ayaklanmasına katılanların ezici çoğunluğu emekçi sınıflardan olsa da, politik islamcılığın etkisi altındaki emekçiler büyük ölçüde ayaklanmadan uzak durmuşlardır. Laik emekçiler ise politik islamcı hükümete duydukları tepkiyle sokaklara döküldüler. Sünni-Alevi çelişkisi için de benzeri şeyler söylemek mümkün. Laik olmayan Sünni emekçilerin önemli bölümü ayaklanmaya seyirci kalırken Alevi emekçiler ayaklanan kitlenin önemli bir gücüydü.
Türk-Kürt çelişkisine bakalım. Öcalan ve PKK ile başlayan “diyalog süreci”nin Türk şovenizmi atmosferinde açtığı deliğin kısmi bir iklim değişikliğine yol açtığını kimse inkar edemez. Eğer bu süreç olmasaydı Türk burjuva milliyetçiliğinin etkisi altındaki kitlelerle Kürtlerin aynı ayaklanmada yanyana gelmeleri düşünülemezdi bile. Irkçı, şoven, faşist parti ve grupların ayaklanmaya katılması Kürt ulusal hareketinin ayaklanmaya başlangıçta temkinli yaklaşmasına gerekçe oluştursa da, Batı'daki Kürt emekçiler daha en başta ayaklanmaya katılmakta tereddüt etmedi.
2013 Aralık ayında SAMER araştırma şirketinin yaptığı anket sonuçlarına göre İstanbul ve İzmir nüfusunun yüzde 16.86'sı ayaklanmaya katılmıştır. Kürtlerin de yüzde 15.3'ü ayaklanmacıdır. Bir başka veriyle de bunu test etmek mümkün. Kürtlerin İstanbul ve İzmir'de nüfusa oranı yüzde 15.4, ayaklanmacılar içindeki oranı ise yüzde 13.86'dır. Görülmektedir ki Kürtlerle Türkler arasında ayaklanmaya katılım oranı bakımından önemli bir fark yoktur.
Araştırma şirketinin bulgularına göre “Gezi’ye katılan Kürtler genel olarak sol görüşlü, nispeten daha az dindar ve genç bir kitledir. Gezi’yi destekleyen Kürtler ise, kendini solda ve aynı zamanda dindar olarak gören yoksul insanlardır.”
Bir bütün olarak bakıldığında Gezi-Haziran ayaklanmasının merkezinde politik özgürlük sorunun durduğu söylenebilir. Bu yalnızca 12 Eylül askeri faşist darbesinden bu yana daha da şiddetlenen faşizme karşı yükselen antifaşist mücadele ve politik özgürlük özleminde karşılık bulmaz, Türk burjuva devletinin varoluşundan bu yana giderek keskinleşen politik özgürlük sorununun çözülmesinin artık ertelenemez olduğunu gösterir.
Türkiye'nin Yapısal Krizi
Türk burjuva devleti politik özgürlükten yoksunluk zemini üzerinde inşa edilmiş ve şekillenmiştir. “Tek dil, tek bayrak, tek millet” olarak tarif edilen, başta Kürt ulusu olmak üzere diğer halkları inkar etme, Türkleştirme ve buna direneni yok etmek üzerine inşa edilen Türk burjuva milliyetçiliği bu gerici zemini oluşturan ana maddelerden biridir. Diğeri Aleviliğin kendine özgü bir inanç sistemi olduğu gerçeğinin inkarıdır. Dinin devlet elinde bir asimilasyon aracı olarak kullanılmasını hedefleyen laiklik tarzı da gerici zeminin bir başka bileşenidir. Kürdistan'ın sömürgeleştirilmesi ve Türkler dışındaki halkların Türklüğe asimile edilmesi; Aleviliğin inkarı ve bir yönüyle tekçiliğe ayarlı laiklik dayatması politik özgürlük koşullarında gerçekleştirilemezdi. Keza işçi sınıfı ve emekçilerin söz, basın, örgütlenme ve eylem hakkı en başından itibaren hiçe sayılmıştı. Bundan dolayıdır ki devlet terörü Türk burjuva devletinin kuruluşundan bu yana başlıca yönetme şekli olageldi. Türkiye ve Kürdistan halkları Türk burjuva devleti tarihi boyunca yaşamlarının önemli bir kısmını sıkıyönetim ve olağanüstü hal rejimi altında geçirdi; 4 askeri darbe dönemi yaşadı.
Politik özgürlük, kuruluşundan bu yana Türk burjuva devletinin çözülmesi gereken başlıca sorunudur. Ama bu öyle bir sorundur ki, çözülmesi halinde Türk burjuva devletinin mevcut yapısının, “kuruluş esaslarının” yıkılmasını, burjuva veya devrimci yeni bir kuruluşu gerektiriyor. Onu yapısal, aynı anlama gelmek üzere varoluşsal kılan budur.
Bu yüzdendir ki askeri darbeler sonrası burjuva parlamentarizmine geçiş çok da zor olmuyor. Olmuyor, çünkü içerikte bir değişim meydana gelmiyor, değişim biçimde gerçekleşiyor; askeri diktatörlüklerde de, yarı askeri diktatörlüklerde de, burjuva parlamentarizmin en geniş olduğu dönemlerde de söz konusu olan politik özgürlük olunca fark niceliksel oluyor, niteliksel bir değişim görülmüyor.
Kürt özgürlük mücadelesinin basıncı yarı askeri sömürgeci faşist diktatörlüğü rejim krizine sokmuştu. Alevi uyanışı, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadeleleri ve politik islamın artan etkinliği de krizi derinleştirici unsurlar olagelmişti. Sermaye oligarşisi ve emperyalist efendileri rejim krizini sınırlı bir burjuva değişim programıyla aşmayı umut ettiler. Ehlileştirilmiş politik islamın hükümet olmasının önünü açtılar, orduyu gemleyerek ona geri adım attırdılar. AKP eliyle Türkiye'nin bir mali-ekonomik sömürgeye dönüştürülmesi sürecini hızlandırdılar. Kürtlere bireysel kültürel haklar tanıyarak; Alevileri bir alt kültür grubu ilan ederek; demokratik hak ve özgürlükler alanını kısmen genişleterek kriz unsurlarını düzenin içine çekmeyi, böylece yapısal krizi hafifletmeyi ve rejim krizinden kurtulmayı hedeflediler.
Ne ki burjuva değişim programı iflas etti. Başka yolu da yoktu. Zira burjuva değişim programının Kürtlerin, Alevilerin, işçi ve ezilenlerin uyanışına ve beklentilerine yanıt vermesi mümkün değildi. Ama inkara son verilerek Kürt ulusal varlığının resmen tanındığı, Diyanet'in dağıtılarak Alevilerin demokratik taleplerinin kabul edildiği, faşist diktatörlüğün tasfiye edildiği bir politik özgürlük ortamının Türk burjuva devletinin tarihsel varoluşuyla uyuşmadığı da bir başka gerçekti.
Gezi-Haziran ayaklanması burjuva değişim programının sınırlarına gelindiğinin ve iflas ettiğinin milyonlar tarafından ilan edilmesiydi. Politik özgürlüğün kazanılmasının demokratik devrimimizin temel sorunu olduğu ayaklanmayla dile geliyordu.
Rejim krizinin burjuva değişim programıyla aşılamadığı koşullarda kitlelerin ayaklanması ile bir devrimci durumun açığa çıkması neredeyse kaçınılmazdı. Gezi-Haziran ayaklanması, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği ve bunu başkaldırılarıyla pratikte ortaya koyuşlarının ilanı oldu.
Devrim Dalgaları
Gezi-Haziran ayaklanması Türkiye'nin kendine özgü varoluşsal kriziyle kapitalizmin varoluşsal krizinin çakışmasının ürünüdür aynı zamanda. Bu nedenle onu ortaya çıkaran sebepler bir yandan kendine özgüdür, diğer yandan dünyasaldır. Tunus ve Mısır ayaklanmaları ile Gezi-Haziran ayaklanması arasındaki; Yunanistan ve İspanya'daki “Öfkeliler”, ABD'deki “İşgal Et” hareketi, Şili'deki gençlik ayaklanması ve Brezilya'daki ayaklanma ile Gezi-Haziran ayaklanması arasındaki benzerlikler ve birbirlerini takip eden dalgalar halinde gelişmeleri bunun kanıtıdır.
Bu ayaklanmalar serisi dünya devriminin gelişim seyrinin günümüzdeki özgün biçiminin nasıl olabileceğini de ortaya sermiştir: birbirini tetikleyen bölgesel yaygınlıkta ayaklanmalar ve dünyanın diğer taraflarına dalgalar halinde yayılan devrimci kabarışlar.
İç İçe Geçme
Devrim dalgaları ne denli gerçekse, politik özgürlük mücadelesinin günümüzde sermayenin egemenliğine karşı mücadeleyle iç içe geçtiği de o kadar gerçektir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki ayaklanmaların merkezinde politik özgürlük sorununun çözümü duruyordu. Yunanistan, İspanya, ABD, Şili ve Brezilya'daki ayaklanma ve eylemlerde ise sermaye egemenliğine karşı talepler öndeydi. Ama her ikisinde de hedef muğlaklığı ve strateji yoksunluğu göze çarpıyordu. Kendiliğinden kitle ayaklanmalarında başka türlü olması da beklenemez.
Yine de buradan şu sonuç çıkarılabilir: politik özgürlüğün olmadığı ülkelerde politik özgürlük mücadelesi sermaye egemenliğine karşı mücadeleyle iç içe geçirilmek zorundadır. Aksi takdirde, sermaye egemenliği altında politik özgürlüğü korumak mümkün olmayacaktır. Politik özgürlüğün gerçekleştiği ülkelere bakarak bunu görebiliriz. Yalnızca emperyalist burjuvazinin değil, sömürücü hiç bir burjuva tabakanın politik özgürlüğe ihtiyacı yok. Onların hangi türü iktidarı sağlamca ele geçirirse geçirsin, bu yapar yapar daha yoğun sömürü için işçi sınıfı ve tüm emekçi halka daha çok saldırması dışında politika yürütmesi olanaksızdır. Çünkü emperyalist küreselleşme ve kapitalizmin varoluşsal kriz yaşadığı koşullarda başka türlüsü düşünülemez bile. Burjuva ulusal kalkınmacılık mumyalanmış bir cesetten başka bir şey değildir artık.
Çevre Bilincinin Devrimimizdeki Yeri
Küçük bir çevreci grubun protestosuna polisin vahşi saldırısıyla Gezi-Haziran ayaklanması patlak verdi. Polisin saldırısı kitlelerde infiale yol açtı, faşist rejime karşı birikmiş öfkeyi açığa çıkardı. Ama aynı zamanda bu, kapitalizmin ve emperyalist küreselleşmenin doğrudan kendisine olmasa da çeşitli türden sonuçlarına karşı tepkinin ifadesiydi.
İlk andan itibaren tepkinin şiddetli olmasının nedeni, parkın yıkılarak yerine bir alışveriş merkezinin kurulmasıydı. Bu, halkın Taksim'den, şehir merkezinden kovulması anlamına geliyordu. Polisin saldırganlığının faşist rejimin doğal bir refleksi olması gibi, kenti bir avuç parababasının yağmasına sunmak da günümüz kapitalizminin doğal bir davranışıydı.
Kapitalizmin varoluşsal krizi sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi krizi olarak da tanımlanabilir. Kendini genişleterek yeniden üretmeyen sermaye bu durumda var olandan, toplam birikimden kendine düşen payı çoğaltmak için başlıca üç yola başvuruyor.
Birincisi, emekçiye ödediği ücreti en düşük seviyeye indirerek, sosyal hakları tırpanlayarak, bir başka ifadeyle emeği yağmalayarak karını çoğaltmak.
İkincisi, mali araçlarla küçük bir sermaye grubunun emekçilerin, küçük kapitalistlerin birikimlerini gasp etmesi, emperyalist tekellerin ve devletlerin diğer ülkeleri mali-ekonomik yağmaya tabi tutması.
Üçüncüsü, kentin, doğal kaynakların ve doğanın fütursuzca yağmalanması.
Kentin ve doğanın yağmalanması günümüzdeki sermaye birikiminin başlıca kaynaklarından biri olduğu için bu yağma yoksullarla zenginleri ve onların devletini kaçınılmaz olarak karşı karşıya getiriyor. Çünkü yoksullar kent merkezinden kovuluyor, yalnızca evlerine değil mahallelerine el konuyor, dereleri sermayedarlara peşkeş çekiliyor, dağları, ormanları, su kaynakları kirletiliyor; yaşam alanları kurutuluyor.
Böyle olduğu içindir ki çevre hareketi duyarlı grupların ilgi alanının ötesinde zenginlerle yoksullar arasındaki cepheleşmenin konusu haline gelmiştir.
Gezi-Haziran ayaklanması aynı zamanda bu cephelerin çarpışmasıdır.
Yeni Bir Dünya Özlemi
Gezi-Haziran ayaklanması, ayaklanmanın içinde yeni bir dünyaya, sömürüsüz, parasız, eşit ve kardeşçe komünal bir yaşama duyulan özlemin pratikleşmesiydi aynı zamanda. Bu barikat kardeşliği, mücadele yoldaşlığının ötesinde bir durumdu. Burjuva bireyciliğe karşı komünist dayanışmanın sergilendiği, biçimsel burjuva demokrasisi yerine doğrudan demokrasinin araçlarının oluşturulduğu, erkek egemenliğine karşı mücadelenin ve özgür kadın gerçeğinin en çıplak biçimde toplumsallaştığı yeni bir sistemdi bu. Gezi Komünü ve sonrasında kurulan mahalle forumları gelecekteki yeni yaşamın bugünkü tohumlarıydı.
Elbette bu bir tesadüf değil. Uzun yıllara yayılan devrimci mücadelenin, sosyalizm propagandasının kitle bilincine etkisinin dışavurumuydu. Kuşkusuz ilerici, devrimci, komünist öncüler oradaydı ve bu yeni yaşamın pratikleştirilmesinde rolleri büyüktü. Ama bu salt onların eseri ve onlarla sınırlı kalan bir pratik değildi, on binlerce insanın eylemiydi. Bir başka deyişle komünal yaşam ayaklanmaya katılanlar nezdinde toplumsal bir bilinç ve pratik halini almıştı. Bu da devrimci mücadelenin, komünist bilincin kendiliğinden bilince, “alt akla” ne denli etki ettiğini ve ezilenlerin komünizme yatkınlığının ne denli güçlendiğini kanıtlıyor.
“Orta Sınıf Hareketi” Saçmalığı
Gezi-Haziran ayaklanmasında ortaya çıkan toplumsal bilinci karartmanın ve saptırmanın en etkili yolu onu kendi gerçeğine yabancılaştırmaktır. İşçilerin, kadınların, gençlerin, yoksulların, ezilenlerin faşizme karşı ayaklanmasını ve kapitalizme karşı yeni bir yaşam özlemlerini komünle pratikleştirmelerini değersizleştirmek için ayaklanmayı bir orta sınıf tepkisi olarak nitelemeye kalkıştılar. Bu burjuva ideolojisi üretiminin bir türüydü. Ne yazık ki pek çok ilerici aydın da bu tuzağa düştü. Oysa bugünkü kapitalizmin teorik analizi kadar, basit gözlemlerle dahi bunun ne katılımcılar bakımından, ne de bilinç bakımından bir orta sınıf hareketi olmadığını görmek mümkündü.
Emperyalist küreselleşme sürecinde ve kapitalizmin varoluşsal krize saplandığı günümüzde “yeni orta sınıf” yükselmiyor, çöküyor. Serbest meslek sahipleri ve küçük burjuvazinin diğer kesimleri eriyor, proleterleşiyor. Eğer bir orta sınıf tepkisinden söz edilecekse yükselen değil çökmekte olan orta sınıfın tepkisinden söz etmek gerekir. Gezi-Haziran ayaklanmasında elbette bu tepkinin de dışavurumu vardı ama belirleyici ve sürükleyici olan bu tabaka değildi.
SAMER'in anket sonuçlarına göre “İstanbul’da Gezi’ye katılanların %9.48’inin aylık toplam hane geliri 1000 TL’nin altında, %28.68’inin 1500 TL’nin altında, %57.61’inin 2500 TL’nin altındadır. Gezi protestocularının yalnızca %16.46’sının aylık hane geliri 5000 TL’nin üzerindedir.
Gezi protestocularının yüzde 35.5’i sanayi, inşaat, tekstil, kağıt toplayıcılığı, lokantacılık ve ulaşım ve başka düzensiz faaliyetlerde çalışmaktadır ve bu kesimdekilerin yüzde 60’ının aylık maaşı 1600 TL’nin altındadır. Protestocuların %31.2’si reklamcılık, finans, akademi, sigorta, eğitim, kamu sektörü, kültür, edebiyat, sağlık, STK, emlak gibi alanlarda çalışmaktadır. Bu ikinci gruptakilerin ortalama maaşları 2421 TL’dir ve %50’sinin aylık maaşı ise 2000 TL’nin altındadır.”
Görülecektir ki orta sınıfa dahil edilebileceklerin oranı olsa olsa yüzde 16 civarındadır, oranı daha da esnetseniz bile yüzde 20-25'in ötesine geçmek olanaksızdır. Katılımcıların ezici çoğunluğu öğrenci ve düşük gelirli emekçidir, bu emekçilerin önemli bölümü de işçidir ve üstelik toplam nüfus içindeki işçi oranından yüksektir. Anket sonuçlarına göre katılımcıların yüzde 50'sinden fazlası işçidir, oysa işçi sayısının çalışma yaşındaki nüfusa oranı daha düşüktür. Sendikalı işçiler bakımından da aynı şeyi söylemek mümkün. “Gezi eylemlerine katılanların yüzde 8.97’si sendikalıdır ve toplam örneklemdeki yüzde 5.52’lik sendikalılık oranından yüksektir.”
Bu bir yana, ortaya çıkan bilinç biçiminin “orta sınıf bilinci”nden çok uzak olduğu ortadadır. Aksi, orta sınıfın komünalist bir hayat özlemi ile yanıp tutuştuğunu iddia etmek anlamına gelir ki bunun saçmalığını açıklamaya gerek yok.
İsyanın İçindeki Örgütlü Bilinç
Türkiye İnsan Hakları Kurumu'nun 30 Ekim 2014 tarihli raporunda ayaklanma şöyle değerlendiriliyor. “Gezi Parkı Olayları, Taksim Meydanı düzenlemesinin bir sonucu olarak 27 Mayıs 2013 tarihinde iş makinelerinin Gezi Parkına girmesiyle başlamış, Haziran-Temmuz aylarında yoğunlaşarak ülkenin tamamına yayılmıştır. İçişleri Bakanlığının verilerine göre 28 Mayıs - 6 Eylül 2013 tarihleri arasında 80 ilde Gezi Parkı Olayları çerçevesinde 5532 eylem/etkinlik gerçekleştirilmiş, bu eylem ve etkinliklere 3.611.208 kişi katılmıştır. Günlerce süren ve yüzlerce toplantı ve gösteri yürüyüşünün gerçekleştirildiği eylemler Türkiye’yi derinden sarsmıştır.”
20 Eylül tarihli gazete ve ajanslara yansıyan İçişleri Bakanlığı raporuna göre ise “İçişleri Bakanlığı'nın Gezi raporuna göre, 80 ildeki 4 bin 725 eyleme toplam 3 milyon 545 bin kişi katıldı. Raporda, olayların en etkin örgütünün MLKP olduğu belirtilirken, 20 twitter hesabı, günde 5 bin tweetle olayları dünya kamuoyuna duyurdu.”
Marksist leninist komünistlerin en etkin örgüt olması bir tesadüf, anlık bir durum değil. Marksist leninist komünistler gerek strateji belgelerinde ortaya koydukları devrim stratejisiyle, gerekse sonraki yıllardaki çözümlemelerinde stratejiyi ve teoriyi canlı ele alışlarıyla, hem öncü pratikleriyle bu tür ayaklanmaları hazırlamayı ve tetiklemeyi, hem de kendiliğinden patlak verdiğinde ayaklanmalara katılarak ona bilinç kazandırmayı hedeflemişlerdir. Nihayet daha başlangıcında ayaklanmanın içindedirler. Kuşkusuz etki güçleri ayaklanmayı çok daha ileri taşımaktan henüz uzaktır, ama faşist devletin dikkatini çekecek kadar da önemlidir. Gözaltı ve tutuklama saldırısının merkezine konmalarının nedeni de budur.
Marksist leninist komünistlerin öncü bir güç olarak öne çıkmalarının tesadüf olmadığı gerçeği, hem daha sonraki 6-8 Ekim ayaklanmasındaki önemli rolleri, hem de Rojava pratiği ile kanıtlanmıştır. Öncü duruştaki bu sürekliliği Gezi-Haziran ayaklanmasına katıldıktan sonra Rojava devriminin savunmasında ölümsüzleşen Emre Aslan ve Sinan Sağır yoldaşlar şahsında bizzat görmek mümkündür.